18 Haziran 2013 Salı

TARİH, "GERÇEKLİK" MİDİR?



Tarih kavramı, genel bir kanıya göre, bir zamanlar yaşanmış olduğu düşünülen tarihsel gerçek/gerçekler'i ortaya koyma yollarından biri olarak görülür. Yine aynı genel kanıya göre tarih, bu "gerçek/gerçekleri ortaya çıkarma" işini de kendisine ait "bilimsel" yollarla yapar. Halbuki sanılanın aksine tarih, en temelde, gerçek/gerçeklik değil, gerçek/gerçeklik algısı'nı yaratma yollarından birisidir. Bilim ise, çoğu kez, bu durumun güzel bir ambalajı şeklinde bir işleve sahiptir.
Öyle ki, Castoriadis’e göre tarih, bir poiesistir* ve “öykünen bir yaratı değil insanların yapma’ları ve temsil etme/söyleme’leri dahilinde olan yaratım ve doğuştur. Bu yapma ve bu temsil etme/söyleme de, bir andan sonra, düşünen yapma ya da kendini yapmakta olan düşünce olarak tarih dahilinde kurumlaşır” (Castoriadis,1997:11-12). Belki de bu özelliğinden dolayı Marx tarihin sürekliliğine dikkat çekmişti. Çünkü tarih kesintiye uğrayan bir şey değildir, içerisinde taşıdığı bütün ekonomik, kültürel ve sosyal yapıları ile devam eder. Günümüzde bize, "devrim", "inkılap", bir "devri açmak ya da kapamak" gibi mevcut durumun şaşalı bir şekilde anlatımına olanak tanıyan “resmi” veya “gayr-ı resmi” tarihin nadide örnekleriyle dolu bir insanlık tarihi sunulduğunu görüyoruz. Oysa ki tarih, bıçakla kesilecek kadar kesin sınırları olan bir durumun adı olamaz. Toplumun üzerini örten değerler, zihniyetler, inançlar ve davranışlar bir ay veya bir yıl gibi insanlık tarihi için çok kısa sayılabilecek zaman dilimleri içerisinde değişemez. Yeniliğe açık olan toplumlarda teknolojik ve ekonomik değişmelerin kabulü daha kolay olsa da, kültürel ve sosyal alanda (yani değerler alanında) ki değişiklikler aynı hızda gerçekleşmeyebilir. Bu olgu, değişimin çok hızlı olduğu günümüz toplumları için de geçerlidir.
Dahası, tarihteki mevcut iktidar değişiklikleri de doğal olarak toplumsal hayat ve insanlık ile doğrudan ilişkilidir, fakat bu değişimin özümsenmesinin belli bir zamanı aldığı ortadadır. Marx bunu ünlü eseri “Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i”nde şöyle ifade eder:
          
“...İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar, ama kendi keyiflerine göre, kendi seçtikleri koşullar içinde yapmazlar, doğrudan veri olan ve geçmişten kalan koşullar içinde yaparlar. Bütün ölmüş kuşakların geleneği, büyük bir ağırlıkla, yaşayanların beyinleri üzerine çöker. Ve, onlar kendilerini ve şeyleri, bir başka biçime dönüştürmekle, tamamıyla yepyeni bir şey yaratmakla uğraşır göründüklerinde bile, özellikle bu devrimci bunalım çağlarında, korku ile geçmişteki ruhları kafalarında canlandırırlar, tarihin yeni sahnesinde o saygıdeğer yeni kılıkla ve başkasından alınma ağızla ortaya çıkmak üzere, onların adlarını, sloganlarını, kılıklarını alırlar.” (Marx,1976:13-14)

Marx bu “geçiş”i yerinde bir örnekle, yeni bir anadil öğrenmeye benzetir. Anadil unutulmaya başlanıp bu yeni dil konuşulduğunda, yeni dilin özü ve ruhu da özümsenmiş olur. Yani kısacası Marx, değişimin sosyal süreçlerinin altını çizdiği gibi, bunun ancak belli bir zaman aralığında “özümsenebileceğini” de belirtir. Fakat bu “özümseme” her ne kadar bir “değişme” gibi dursa da “ölmüş kuşakların” gölgesi bu “dönüşüm”ün üzerindedir, çünkü tarih kesintisi olmayan bir süreçtir. Kaldı ki, tarih dün değildir, onun süreçleri arasında kopukluk yoktur. Kültür buna izin vermez. Burada anahtar kavramlar “süreklilik” ve “başkalaşma”dır, böylece bu bize, tarih ve sosyolojiyi birlikte kullanabilme imkan ve kolaylığını sağlar.
Öte yandan, tarih, bir yönüyle de “geçmiş”tir. Geçmiş sanki o an yaşanıyormuş gibi sürekli canlandırılmak üzere bir kenarda bekletilir. Gerilim zamanları, önemli günler ya da sıradan bir zamanda karşımıza çıkarılan semboller de yine bu zihinlerde çağrışım yapmak üzere bir kenarda bekletilen tarihten izler taşımaktadır. Sembolün çağrıştırdığı tarihsel geçmiş veya kişilik, politik topluluğun iç dinamiğini sağlamlaştırıcı etkenlerden biridir. Fakat “geçmişi tarihsel olarak dile getirmek, o geçmişi ‘gerçekte nasıl olduysa, öyle’ bilmek değildir” (Benjamin,1995:35). Tarih üzerine yapılan “objektiflik” tartışmaları da zaten bu nedenle, bir türlü küllenememektedir. Yine de, bir yönüyle tarihi, dolayısıyla geçmişi çağrıştırması bakımından politik semboller, akıp giden zaman içerisindeki sürekliliği, ama bundan daha önemlisi bu süreklilik içerisindeki bireyin üstlendiği “görev”i kesintisiz hatırlatır.
Meselâ toplumun geneline (/ortodoks zihniyet) göre imal edilip popülerleştirilen ve sembolik bir anlam kazanan “bayrak inmez, ezan susmaz” söylemi buna güzel bir örnektir. “Bayrağı indirmeme”, “ezanı da susturmama” görevi biçilen sıradan insan, geçmişten/tarihten devraldığını düşündüğü “misyon”u leke sürdürmeden, kirletmeden, bir süreklilik içerisinde, geleceğe aktarma işini üstlenir ya da üstlenmiş gibi davranır. “Görev”i çağrıştıran her türden politik sembol ya da söylem, birey için dokunulmazlık katına yükselir. Topluluğun bireyleri, günlük hayatta karşılaştıkları politik sembollerin yaptığı çağrışımlar neticesinde sık sık bu görevlerini hatırlarlar ve yoldan çıkmış ya da düşman gördüklerini sürekli “saygıya” çağırırlar. Bunları sembolik anlamlarından sıyırdığınızda geriye tarihsel yüzleri kalır. Ve bu tarihsel yüz, aslında, tarihi unutmak istemenin sonucu olan bir tavır alıştır; bu tavrın çıkış noktası “kolektif bir histerinin” yarattığı “nevrotik (yani hastalıklı)” bir toplumsal reflekstir (Akçam,1998:21-31). Tarihin bir bölümünün hafızalardan silinmeye çalışılması, geçmişteki olumsuzlukların hatırlatılmasına karşı duygusal bir tepki doğurur. Geçmişe yönelik düşünme yeteneksizliğinin başladığı bu noktada, hatırlanmak istenen geçmiş, sadece olumlu yönleri barındıran, kahramanlıklarla dolu destansı bir geçmiştir.
Böylesi bir sürecin sonunda topluluğun bireyleri tarihsel misyonlarını yerine getirip musubeti defetmenin huzuru ile köşelerine çekilirken, Walter Benjamin’in “vakanüvis”i tarihi yazmaya devam eder: Olaylar arasında büyük küçük ayrımı gütmeden anlatır; bir kez olmuş hiçbir şeyin tarih açısından yitip gitmiş olmayacağı gerçeği doğrultusunda davranır; kurtuluşa ermiş bir insanlık için geçmişi her anıyla anlatılabilir bir nitelikte görür; yaşanmış anlardan her biri, gündemdeki bir alıntıya dönüştürülür, yani mahşer gününün gündeminde olan bir alıntıya...(Benjamin,1995:34). Kısacası vakanüvis tarihi, “geçmişte nasıl olduysa öyle” bilinecek hale getirir. Aslında bu, içeriksiz bir tarihtir ve kutsanacak tarih içerikten yoksun olmak zorundadır. Vakanüvis kafa karıştırıcı ayrıntılara girmez. Sloganlaşacak ve sembolleşecek nesnelerin kutsanmasıyla destanı yazılacak bir tarih, manipüle edilecek topluluklar için en pratik yollardan biridir. Ve yukarıda Marx’ın da belirttiği gibi, insanlar yeni bir şey yarattıklarını zannettikleri anda bile, geçmiş kuşakların geleneklerinin ağırlığı beyinlerine çökmüş durumdadır. Hem de tarihsel/kutsal bir misyon'nu yerine getirilmiş olmanın "tadına doyulmaz" duygusuyla birlikte...
KAYNAKLAR: 
AKÇAM, Taner (1998): "Tarihimizi Tabulaştırma Nedenleri ve Sonuçları”, Birikim, Mart-1998, Sayı:107, Syf:21-31
BENJAMIN, Walter (1995): Pasajlar, (Çev: Ahmet Cemal), Yapı Kredi Yayınları
CASTORIADIS, Cornelius (1997): Marksizm ve Devrimci Kuram/Toplum İmgeleminde Kendini Nasıl Kurar?, Cilt I, (Çev: Hülya Tufan), İletişim Yayınları, İstanbul
MARX, Karl (1976): Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i, (Çev: Mihri Belli), Sol Yayınları, Ankara





* Poiesis: Yaratı; yaratım; yaratımsal.