30 Aralık 2015 Çarşamba

Bir 'Gösteri Biçimi' Olarak Şiddet (BirGün Gazetesi Pazar Eki - 27 Aralık 2015)

“Gerçek anlamda altüst edilmiş  dünyada doğru, bir yanlışlık anıdır.”   Guy Debord

 

Günümüz gösteri toplumu’nun, yaşanan anın ahlâkî muhasebesini bile yapmadan, hatta özel hayata dair olanları da kapsamak kaydıyla, her görüntünün herkesle paylaşılmasını öngördüğü muhakkak 7 Haziran’dan günümüze kadar ulaşan gelişmelere baktığımızda, devletin uyguladığı Kürt politikasındaki pek çok değişiklikten bahsedebiliriz. Çözüm sürecinin rafa kalkması başta olmak üzere onu takiben, silahlı çatışmaların tekrar başlaması, milliyetçi dilin tüm içerikleriyle daha güçlü biçimde kullanımı, “kamu düzeni” adına yapılanlar, her yaştan masum insanın öldürülmesinin kamuoyunda meşru gösterilmeye çalışılması, korkunç bir dezenformasyon bombardımanı gibi değişimler, aslında daha önceden hiç de yabancısı olmadığımız politikalardan sadece bazıları.
Ne var ki, belki de burada “yeni” denebilecek bir gelişmenin altını çizip, üzerine biraz kafa yormamız gerekecek. Zira daha önce sosyal medyada ancak kişisel paylaşımlar aracılığıyla şahit olduğumuz “güvenlik” görevlilerinin çatışma ortamlarında çektikleri görüntülerin, artık her türlü medya ortamında ve oldukça aleni biçimde paylaşıldığını görüyoruz. Hatta bazılarının resmî yetkililerin “bilgisi dahilinde” olduğu izlenimi veren bu paylaşımlarda, insanlar yere yatırılıp “Türk’ün gücü”den bahsediliyor; araçlar arkasına bağlanan bedenler yerde sürükleniyor; kimisinde gençler keskin nişancılar tarafından vuruluyor; evlerin duvarlarına “had bildirme” amacı taşıyan yazılamalar yapılıyor; Emniyet Müdürlüğü bahçesinde havaya toplu ateş açılarak “tekbir” getiriliyor ya da boşaltılan okulların tahtalarına mesaj amacı taşıyan sloganlar yazılıp, önünde silahlarla “hatıra fotoğrafları” bile çektiriliyordu.
Örnekler daha da çoğaltılabilse de bu gelişme üzerinde durmak faydalı olabilir. Çünkü günümüz 'gösteri toplumu’nun, yaşanan anın ahlâkî muhasebesini bile yapmadan, hatta özel hayata dair olanları da kapsamak kaydıyla, her görüntünün herkesle paylaşılmasını öngördüğü muhakkak. Bu yüzden paylaşılan anın, yenilen bir yemek olması ile hunharca öldürülen bir insan olması arasında kabaca bir fark yok. Hâlbuki bu farkı, kişinin sahip olduğu “ahlâkın” ortaya çıkarması gerekirken, Türkiye gibi “toplum olamamış” topluluklar (/kabileler) birliğinde, her topluluk kendi ahlâkını (sadece kendisine göre) inşa ettiği için, burada “vicdanî” bir sıkıntıya asla rastlanmıyor. Hatta emin olunabilir ki, bazılarının gönlü, maalesef çok rahat. Böyle olunca da asıl amaç, paylaşımın kendisinden çıkıp, sonrasında hedef kitle nezdinde yaratacağı etki sonucu alınan “müthiş” hazza dönüşüyor. Dahası, bugünün dünyasında gerek devletlerin silahlı güçleri gerekse de onların karşısındaki gruplar, girilen çatışmalarda öldürdükleri ya da esir alıp infaz ettikleri insanların bu görüntülerini paylaşarak, özellikle sosyal medya ortamını bir haz alma mekânına çevirmekteler. Haz ile beraber yürüyen bir büyüklük taslama; dehşet, korku ya da nam salma; bir cezalandırma rahatlığı da aynı tespitin içinde yer alabilir. Vaktiyle ABD askerlerinin Irak’taki sivillere yaptıkları işkenceleri, nasıl kaydettiklerini anımsayalım. Kişiler yerde elleri bağlı olan insanların üzerine idrarlarını yapıp da bunu neden kameraya çekerler, diye de sorulabilir. Açıkçası yaşadığımız dünyada birilerine, işkence etmek ya da öldürmek artık yeterli görülen bir eylem değil; sosyal medyada tüm yapılanlar gururla sergilenmezse sanki bir şeyler hep “eksik kalmış” gibi bir duygu da malesef bu insan malzemesinin yeni özelliği.
Üstelik görüntünün, içeriği ne olursa olsun, bir tüketim nesnesine dönüştüğü bu hıza dayalı süreçte, alınan her haz, bir öncekine göre artık yeterli gelmediği için, aynı süreç tüketiciler’in daha fazlasını talep ettiği bir beklenti biçimine de dönüşmüş durumda. Bunun sonucunda ise tüketilen “şiddetin” dozajı da düzenli olarak ve sürekli yükseliyor; izlenen görüntülerdeki şiddet de bir aşamadan sonra aynılaşıyor ve izleyicileri kesmemeye başlıyor. Dolayısıyla şiddet talebinin de, artık daha sert hazlarda yaşanması düşünülen “şiddetin pornosu”na doğru yönelen bir bekleyiş içerisine doğru yuvarlanmaktan başka çaresi yok. Doğal olarak bu formüle göre şiddet ne derece artarsa, alınan gizli haz da o oranda artacak. Meselâ IŞİD ve benzeri örgütlerin, yaptıkları vahşi katliamların tümünü fütursuzca yayınlamaları buna iyi bir örnek olabilir. Çünkü gösteriye dönüşmüş görüntü, her ne biçimde olursa olsun bir haz rejiminin adıdır. Yine aynı sebeple bugün, dünyanın her yerinden evimize kadar kolaylıkla ulaşan vahşet görüntülerinden zevk alan büyük bir insan kitlesinin varlığından da haberdar olmamız gerekiyor. Zamanında ABD’deki kablolu kanallardan birinin 24 saat işkence görüntüleri yayınlaması bizim İslâmcı basının epeyce ilgisini çekmişti. Keza aynı İslâmcı kesimin bugün bu olanlar karşısındaki tutumunu da bu tespit ile birlikte düşünmek yararlı olabilir.
Diğer taraftan fotoğraf veya canlı görüntü yoluyla ulaştırılan görsel (/gösteren), başlı başına bir dil ve anlatım vasıtasıdır. Meselâ Guy Debord’a göre “gösteri dili, hâkim olan üretimin işaretleri’nden oluşur ki bunlar aynı zamanda bu üretimin nihai hedefleridir.”1 Nitekim bu anlatım, böylesi şiddet pornografisi içeren paylaşımlarda, ideolojik bir işlevi de içinde barındırır. Çünkü gerçeklik, mevcut özünden koparılmış ve politik iktidarın manipülasyonuna açık bir biçime getirilmiştir. Bir süre sonra duyguları bir etnik/inanç temelinde öbekleştirmeyi başaran bu ideolojik tahakküm, söylem bombardımanı altındaki kitle üzerinde yanlış bilinç aşılama işlevini de başarıyla yerine getirmeye başlar. Bunlar olurken gösteriye eşlik eden anlatı da (/söylem), aynı anda gerçekliği bozma görevini sürdürmektedir. Günümüzde sadece görsellik üzerinden öğrenen ve olan bitenden haberdar olan kitleler, bu pornografik görüntüleri bir film izler gibi keyifle izlemeye koyulur. Öylece akıp giden görüntüler, bir şiddet resitali’ne dönüşür. Şiddet, böylelikle estetize edilir ve gündelik hayatın içerisinde sıradanlaşıp silikleşir. Ve sadece “meşru” güç kullanma sahipleriyle de sınırlı kalmaz. Şiddetin ana merkezi, rollerle de değişebilir; yerine göre baba, usta, öğretmen, müdür, patron vb. olur ve şiddetin sıradanlığı topluma itinayla yayılır.
Hani Cizre’de, Sur’da, Nusaybin’de olan bitenlere “Batı’dan niye tepki gelmiyor?” diye haklı biçimde soruluyor ya, işte bunun önemli bir sebebi de, bu vasıtalarla işleyen ideolojik tahakkümün ürettiği ve geliştirdiği tipik milliyetçi tepkisizlik’tir. Zira milliyetçi “hissiyat” her türlü şiddeti, “ama”, “fakat”, lakin”li cümleler eşliğinde kolayca meşrulaştırmanın kendi içinde güçlü söylem araçlarına da sahiptir. Dahası bugün herhangi bir internet ortamında paylaşılan fotoğraf ya da görüntülerin altındaki yorumları okumak bile, bu meşrulaştırma çabalarının utanç verici örneklerini görmemiz için yeterli gelebilir.
Öyleyse birden bire çoğalan bu görüntüler düşünüldüğünde birileri açısından buradaki politik yarar ne? Bu görüntüler son derece açık bir biçimde neden ve nasıl servis edilmeye başlandı? Nitekim 7 Haziran öncesinde muhalefetin “İmralı canisi ile görüşülüyor”, “PKK’lılara dokunulmuyor”, “ülkeyi bölme süreci” vb. tarzlardaki milliyetçi duygulara yönelik çıkışlarının, politik iktidarı bir silkinmeye sevk ettiği çok açık. Düşen oy oranıyla birlikte iktidarı kaybetme korkusunun da tetiklemesiyle, bir milliyetçi güncellemeye acil ihtiyaç duyulduğu da zaten ortada. Bu açmazdan çıkmanın bir yolu çatışmaların tekrar başlatılmasıysa eğer, diğer etkili yol da sosyal medya ortamlarına devletin gücünü (/”Türk’ün gücü”) temsil ettiği düşünülen ve Kürtler’in “ne verirsen ver yine de hain”, “aciz” ve “yenilmiş” olduğu izlenimini verecek, bilinçaltı mesajları da içeren görüntülerin sızdırılmasıydı. Böylece bu tarihten itibaren, özellikle sosyal medya üzerinden, çatışmaların yaşandığı şehirlerdeki şiddet görüntüleri bir bir servis edilmeye başlandı. Yine aynı süreci, HDP binalarının yakılması, Kürt esnafa ait dükkânların taşlanma ve yağma görüntüleri eşlik etti. Benzer görüntüler servis edildikçe, milliyetçi blokta dalgalanmalar oldu ve özlemle beklenen o “milliyetçi gerçeklik algısı”, bunu en net veren partiye doğru bir oy kayması gerçekleştirdi.
Hâlbuki 1990’lı yılları yaşayanlar, bu türden bir olayı iyi anımsayacaklardır. O yıllarda bir asker, çektiği fotoğrafları banyo yaptırmak için Diyarbakır’daki bir fotoğrafçıya gitmiş, fotoğraflar arasındaki bir kareyi keşfeden fotoğrafçı da onu basına sızdırmıştı. O karede askerler, öldürdükleri bir grup PKK’linin cesetleri önünde gururla poz veriyorlardı. Fotoğraf o zamanlarda bir infial uyandırdı. Gazeteciler durumdan vazife çıkarıp “olmamıştır böyle bir şey” demeye, politikacılar ise şiddetle “sahte olduğunu” ispata giriştiler. Keza o dönem “devlet aleyhine bir şey söyleyeceklerin anında karşılarında bulduğu”, TRT’de tüyleri diken diken eden programların yapımcı ve sunucusu Ertürk Yöndem de bu konuya el atmış, döne döne günlerce yayınlanan programında bu fotoğrafın “sahte olduğunu”, “sahtedir” diyenlerin bile şüphelenecekleri bir inatla, kanıtlamaya çabalamıştı. O dönem bazı insanlar gazetelerde, TV’lerde veya sohbetlerde, belki yapılanı hoş karşılasalar da, bu rezilliği açık biçimde sahiplenmeyi ahlâkî olarak doğru bulmuyorlardı. Gelin görün ki ulaştığımız bu “yüksek medeniyet” noktasında, artık bu görüntülerin “sahte olduğunun” ispatına bile kimse ihtiyaç duymuyor, hatta bilakis kitlesel olarak sahipleniliyor. Üstelik bugün bunca şiddet görüntüsünün “sahte olması” ihtimali bile, bu kitle için aynı zamanda bir düşün bozulması anlamına da gelebilir.
Öte yandan özellikle ülkedeki milliyetçi hassasiyet ile milliyetçi tepkisizliği aynı bünyede taşıyan kitleleri hedef alan bu şiddet görüntülerin, konunun doğrudan muhatabı olan Türk ve Kürt kesimlerinden tepki (beğeni ve öfke) çektiği için, oldukça işlevsel bir karşılığı da mevcut. Çünkü bu türden şiddet görüntülerinin yayınlanması, en çok gerilimi sürdürmek isteyenlerin işine geliyor. Saflar netleşiyor; öfke daha çok şiddeti doğuruyor ve tüketim için yeni görüntülerin ortaya çıkmasına vesile oluyor. Sonra yeni paylaşımlar, coşku veren taze beklentiler içindeki şiddet pornosu müptelâları ve tekrardan onların yeni beklentileri…
Sonuç olarak böylesi görüntülerin servis edilmesi, şu an da aynı hızla devam ediyor. Emir komuta zinciriyle bağlı oldukları üstlerinden “izin almadan” paylaşıldığı asla düşünülemeyecek silahlı askerlerin, harap olmuş bir okuldaki yazı tahtası önündeki görüntüleri, acı biriktiren hafızalara çoktan yerleşti bile. İlkokul gibi bir mekânın masumiyetinin ayaklar altına alındığı bu karelerde “kim haklı?” ya da “kim haksız?” tartışmalarına girmenin anlamı da her şeyle birlikte yitip gitmiş durumda. Çocuk neşesinin çınlattığı koridorlarda, bugün “kurşun sesleri (çoktan) korkulara karıştı ve kaygıları besler oldu.”
Fakat hazin olan sadece bu değil. Belki de hepsinden daha acısı, bütün bu olan bitenleri sadece sosyal medyayla sınırlı olmamak kaydıyla, sokakta, kahvede, gazete sütunlarında, dost sohbetlerinde meşrulaştırmaya çalışanları görmenin dayanılmaz hüznü bambaşka bir şey. Ölümlere alışılmaya başlanılan bu kısmetsiz ülkede, nereye gitti insanlık? Ya da acaba hiç var mıydı? Peki bir gün gelecek mi? “Hayat kısa, kuşlar uçuyor” ve bizler de umutla bekliyoruz…

1 Guy Debord (1996): Gösteri Toplumu, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, s. 9

Bu makaleye şu LİNK'ten de ulaşılabilir: http://www.birgun.net/haber-detay/bir-gosteri-bicimi-olarak-siddet-99030.html

19 Aralık 2015 Cumartesi

Sol'un "Faşist Olma" İhtimalini Sevmek (BirGün Gazetesi Pazar Eki - 13 Aralık 2015)

Bu hafta içerisinde kendilerini “Üniversiteli Müslümanlar” olarak adlandıran bir grubun, Beyazıt Meydanı’nda basın açıklaması yaptığına şahit olduk. Grubun kadınlarının taşıdığı bir pankartın üzerinde yazılanlar olmasa, belki de bu gösteri hiç ilgi çekmeyecek, hatta haber ve gündemin yoğun akışı içinde kaybolup gidecekti. Pankartın üzerinde “Sol faşizme, tahakküme ve zorbalığa karşı Müslümanlar omuz omuza” yazması, bu olayı birden sosyal medyanın ilgi odağı haline getirdi. Aynı zamanda hızlı bir konu öğütme makinesi de olan bu sanal ortamda, herkes meşrebince bir şeyler yazmaya, yorum yapmaya başladı. Öyleyse bu “sol faşizm” neyin nesi? İslâmcılar bu kavramdan neyi anlamaktalar? Kavramın bir kullanım amacı var mı? Varsa da acaba ne?
“Sol faşizm” kavramı üzerine biraz tarama yaptığımızda, evveliyatının 1960’lara dayandığını görüyoruz. Kavram ilk defa Jürgen Habermas tarafından ortaya atılmış ve Batı Avrupa’da şiddet eylemlerine karışan radikalleri ifade etmek için kullanılmış. Sonrasında birkaç kez daha ve farklı açılardan ele alınmış olmakla birlikte (örneğin, liberal sosyologların SSCB’deki uygulamaları nitelendirmek için kullanmaları gibi), bu kavramın yaygın bir kullanımının olmadığı da aşikâr.
Bu yüzden “sol faşizm”, İslâmcı icadı değil ama her kavramın kaderi olan yerli imalatın tüm arızalarına da fazlasıyla sahip. Öncelikle internet ortamlarına ya da sosyal medyada bu kavramı sahiplenenlerin “hangi saiklerle” bir anlam dünyası kurduklarına baktığımızda, mevzunun epeyce bir takipçisi olduğuna ve bu kitlenin de (sanal ortamın da ruhuna uygun biçimde) hiçbir ahlâkî mesuliyet taşımadan kavramı diledikleri gibi kullandıklarına şahit oluyoruz. İlginçtir, kavramın tarama geçmişinin başlangıcı 2013 Gezi Direnişi’ne kadar uzanıyor ve en çok yoğunlaşma da bu dönemde yaşanıyor. Kavramın yayıcılarının, Gezi’deki “gösterici şiddeti”nden aydınların “halkı beğenmemesi”ne; “türban düşmanlığı”ndan “din karşıtlığı”na; hatta bugünün CHP’sinden (sol ile ilişkisinin nasıl bir cehaletle kurulduğunu anlamanın zor olduğu) Tek Parti Dönemi’nin (çoğu da uydurma) icraatlarına; oradan 1 Mayıs’ta Taksim’e sokulmayan emekçiler arasındaki bazı ufak grupların “polise taş atmalarına” varan her türlü durumu/olayı, “sol faşizm” tevatürüyle açıklamaya gayret ettikleri seçilebiliyor.
Buradaki göze çarpan önemli bir bulgu da şu ki, İslâmcılar nezdinde “sol faşizmin” belli bir mekânı, “tahakkümün” sağlandığı bir merkezi bile var: Üniversiteler… Nitekim bu kitle üniversiteleri, “saf ve temiz” müminlerin inançları yüzünden baskıya uğradığı, “solcu ve ateist yetiştiren”, kavramın da teorik anlamda içinin doldurulduğu bir “uygulama yeri” olarak ele alıyor. Hâl böyle olunca bunlara göre ODTÜ de “faşizmin kalesi” şeklinde tarif ediliyor. Basın açıklamasının içinde “üniversitelerdeki İslâmî mücadele engellenemez” şeklinde bir cümlenin geçmesi de böylelikle taşları yerli yerine oturtuyor. Demek ki İslâm sadece bir “inanç” değil, aynı zamanda üniversitelerdeki bir mücadele nesnesi. Bunu keşfetmek yararlı; çünkü Türkiye’deki İslâmcı profilinin nereyse tamamı, şu günümüz şartlarında bile “dinlerini yaşayamadıklarına” inanıyorlar. Dolayısıyla büyük üniversitelerin görece serbest ortamları, belli ki bu İslâmcı öğrencileri rahatsız ediyor. Ramazanlar’da herkesin oruç tutmak/tutuyor görünmek zorunda olduğu; kızlarla erkeklerin ayrıldığı; etkinliklere gelmenin zorunlu olduğu; dinlenen müziklerin bile reislerce belirlendiği; giyim kuşama karışılan; yurtlarda zorla namaza kaldırılan taşra üniversitelerindeki daha nice “güzellikleri” özledikleri kesin. Zaten bu sebeplerle İslâmcılar bu türden “güzelliklerin” olmadığı üniversiteleri, hem öğrencileri hem de hocalarıyla birlikte “sol faşizmin yuvaları” olarak görüyorlar. Lâkin ülkedeki mevcut iktidar ile birlikte düşündüğümüzde, bu basın açıklaması öyle masum değil ve aslında bir muhbirlikten başka bir şey de değil. Böylesi “mağduriyet” gösterileriyle politik iktidara, “buraları temizle”, “buralara da el at” mesajı verilmek isteniyor. Bu yüzden YÖK tarafından hazırlanan ve birkaç hafta içerisinde Meclis’e gelmesi beklenen “üniversitelerde kamu görevinden çıkarma yetkisinin rektörlere devredilmesi” teklifinin, böylesi çağrılar üzerinden de okunması gerekiyor. Çünkü kamusal “meşruiyet” hep bu yollarla kurulmaya çalışılıyor.
Diğer taraftan, bu kitlenin sol ve faşizmi yan yana getirmeleri, bir biçimde faşizmin “kötü bir şey” olduğunu öğrendiklerini de gösteriyor. Fakat buradaki asıl vurgu, esasen bu algıya yönelik değil. Aksine bu çaba, bir tarafta otoriter bir iktidar yapılanması, diğer yanda tüm dünyada İslâmcı faşizmin yaptıklarını perdelemeyi amaçlayan bir içeriğe de sahip. İslâm’ı rehber alan toplum mühendisliğinin, el attığı her coğrafyadaki hâl-i pûr melâli ortadayken, ortalama bir vicdanın bile çoktan terk ettiği bu konformist kitlenin, “bakın sol çok daha mı iyi?” gibisinden çıkışlarla savunma geliştirmeye çalıştıkları çok belli. Aslında dünya politik gündemi önünde derin meşruiyet sancıları içindeki bu söylem sahipleri için buradaki kaçınılmaz ve tarihsel trajedi, “sol faşizm”den dem vururken, günümüz İslâmcı faşizminin yaptığı barbarlıkları aklar bir pozisyona doğru savrulmaları. IŞİD gibi vahşilerle araya mesafe koyma çabaları, sadece kendilerinin inandığı büyük bir aldatmacadan ibaret. Türkiye her daim bu İslâmcı şiddet potansiyeline sahipti, bugün daha fazlası mevcut. Afganistan, Irak, Mısır, Tunus, Libya, Suriye, Yemen deneyimleri, bu çağda neler yaşanabileceğinin işaretleriyle dolu.
Yine aynı basın açıklamasında geçen “sol-sosyalist grupların Müslümanları ‘IŞİD’ci’ diye yaftalamaları”nı, bu kitlenin “tüm dünyadaki egemen güçlerin Müslümanlara dönük propagandasının bir kopyası” olarak ele almaları, bizlere “bunlar hangi ülkede yaşıyorlar?” sorusunu sormamıza da yol açıyor. Yani Taliban, El Kaide, IŞİD, Boko Haram, El Nusra ve daha nicesi, bunlara nasıl görünüyor olmalı ki, bütün kabahat “sol faşistler” ve egemen güçlere havale edilmiş. Maraş, Çorum, Sivas, Gazi, Roboski, Gezi, Ankara ve 7 Haziran sonra tüm G. Doğu’da yaşananlar, yanı başımızda Suriye’deki vahşetler ve bunlar olurken bu kitlenin kimlerin yanında yer aldığı, oy vererek kimleri desteklediği, faşizmden ne anladığı, kurulan insan pazarları, akla hayale gelmeyecek işkencelerle öldürülenler hakkında ne düşündükleri hepsi, kabahatin defedilmesiyle silinip gidiyor. Kısacası bu kitle ve onların inançları dışındaki herkesin, olan bitene doğrudan katkısı var ama bir tek bunların yok. Böyle de bir güzellik içindeler.
Dahası “sol faşizm” kavramıyla, “iktidarda hâlâ solcular var ve savaş devam ediyor” mesajı da alttan alta verilmek isteniyor. Ordu, bürokrasi ve siyasal iktidar için solcuların muktedirliği söz konusu olmasa da İslâmcılar için mağduriyet, gerçeklik duygusunun yitirildiği bitmez tükenmez bir bilinç kaybının adı. Fail/muktedir olduğu anlarda bile, her ahval ve şeraitten “mağdur” olarak çıkan bu duygunun kitleselleşmesinin, bugün İslâm ülkelerinde yaşananların nedenleri hakkında belki küçük de olsa bir ipucu taşıyabileceğine, keşke az da olsa bir ihtimal verilebilseydi.
Zaten aynı mağduriyet hâlinin eşliğinde, son zamanların moda kavramı kültürel iktidar söylemi üzerine de burada birkaç kelâm etmek gerekiyor. Keza bu kitlenin Pierre Bourdieu’den esinlendiği, okuduğu falan yok; fakat kavram çekici gelmiş olacak ki, sıkça tekrarlanmaya başlandı. Yine aynı yöntemle deforme ederek kullanılan kültürel iktidar kavramı da tıpkı “sol faşizm” gibi kitleyi mücadeleye çağırma, motivasyonu diri tutma odaklı işlevlerin, söylemsel bir taşıyıcısı yerine geçiyor. Solun devlet yapıları içerisinde bir karşılığının olmamasının “bittiği anlamına gelmediği” düşüncesine yaslanan bu söylem, İslâmcılığın “üretememe” durumunun en net görüldüğü yer olan kültürel alanı, bir iktidar biçimi şeklinde ele alarak, herkesi mücadele etmeye çağırıyor. Hâlbuki popüler kullanımdaki anlamıyla kültürel iktidar kavramı, nedenleri gayet açık olmakla birlikte, esasen İslâmcıların kültürel/bilimsel faaliyetlerdeki basiretsizliğinin bir dışavurumu olarak düşünülmeli. Zira geleneklere saygının, halkla ters düşmemenin, mevcudun tekrarının değerli bulunduğu; düşüncenin baskılandığı yerlerde, ne bir sanat ne sanatçı ne de bilim ortaya çıkamayacağına ulaşmak hiç de zor değil.
Öte yandan İslâmcıların burada, Cumhuriyet tarihi boyunca (sadece kendilerini değil herkesin) maruz kaldığı bazı jakoben tavırları, “sol faşizm” ya da “tahakküm” adlandırmasıyla, kısa yoldan tüm Sol’a ihale etme çabası içinde oldukları da görülüyor. Tarihsel anlamda jakobenizm ile sol/sosyalist düşüncelerin kesiştiği zamanlar tabi ki oldu. Fakat Türkiye’de ne bu tarz bir sosyalist iktidar görüldü ne de böyle bir dönem yaşandı. Bizler CHP’nin “ne derece sol” olduğunu tartışırken, İslâmcıların sol ile ifade ettiği kesimlerin CHP’den başlayarak, Vatan Partisi ve KP’ye kadar önüne ne gelirse içine kattığını da belirtmek gerekiyor. Hanefi Avcı’dan dahi “devrimci” yaratan da bu örgütlü kötülük değil miydi? Aslında İslâmcıların (yeni izdivaç eşliğinde belki Türkçülerin de) “Sol’u homojenleştirme çabası” olarak da ifade edilebilecek bu beklentilerinin hedefinde, sol düşüncenin bir çerçeve içerisine yerleştirilerek “zaten bunların hepsi aynı” demek istedikleri de bir başka bulgu olarak buraya iliştirilebilir. Zira Sol’un her türlü resmî, örgütlü ya da militer baskıyı “faşizm” ile ifadelendirmesi, İslâmcıları oldukça rahatsız etmiş olmalı ki, devlet katında ne resmî örgütü ne de iktidarı olan, gücü bile sınırlı Sol’dan bir “faşizm” biçimi çıkarma konusunda fazlasıyla ısrarcı görünüyorlar. Türk Sağı, kendi başına yine hayali bir sol inşa ediyor ve yine kendisi ona uygun politikalar belirlemeye çalışıyor.
Sonuç olarak “sol faşizm” söyleminin bir başka hedefi de, Sol’un barış, özgürlük, eşitlik, hak ve adalet arayışı gibi söylemlerini boşa düşürme, onların içinin “boş olduğu” görüntüsü yaratma ve bütün bu olan bitene rağmen bunların esasen İslâm tarafından sahiplenildiği izlenimini, yine ve yeniden verme çabasından ibaret. Muhalefette olduğu dönemlerin rahatlığıyla herkese “huzur” vadeden İslâmcılığın, Müslüman coğrafyalarda bir bir iktidara geldikten sonra ortaya çıkan vahim tablonun epeyce bir imaj düzeltmeye ihtiyacı olsa da, mevcut müptezelliğin Sol’a saldırmakla “nasıl düzeltileceğini” de bu söylem sahipleri açıklamak zorunda. Bugün İslâmcılar, kendi içsel ve derin çelişkilerini, insanlara çatışma ve gözyaşından başka bir şey getirmeyen politikalarını, sosyalistlere ve egemen güçlere atma kolaycılığıyla birlikte daha ne kadar yaşayabilirler?
Ne dramatik ki, 1990’larda “sol ve sosyalizm mi kaldı, komik olmayın” diyenlerin çocukları, bugün “sol faşizm”den bahsediyor. Fakat ben yine de bu metni buraya kadar okuyup, asıl failler ortadayken “sol faşizm”in gerçekliğine ısrarla inananların hiç yabancı olmadıkları bir benzetmeyle bitirmenin, belki bir silkinme yaratabileceğini düşünüyorum: Sizler ne derseniz deyin, gerçek sol bu değil!