22 Aralık 2013 Pazar

POLİTİK ÜFÜRÜKÇÜLÜK *

Disneyland'ın tasarımlanma biçimiyle Watergate skandalının tasarlanma biçimi arasında hiçbir fark yoktur. Bu düşsel oyun da ilki gibi önceden belirlenmiş yapay sınırların ötesinde herhangi bir gerçekliğin bulunmadığını gizlemeye çalışmaktadır. Bu skandal, olgular ve ifşâ ediliş biçimleri arasında hiç bir fark bulunmadığını gizlemeye çalışmaktadır (CIA görevlileriyle Washington Post gazetecileri aynı yöntemlere başvurmaktadırlar). Politik skandal sonuç olarak bir yandan ahlâkî ve politik bir ilkeyi eski sağlığına kavuşturmaya çalışırken, diğer yandan da düşgücünü harekete geçirerek yitip gitmekte olan gerçeklik ilkesine o ilk görünümünü yeniden kazandırma gayreti içindedir.


Böyle bir skandalın ifşâ edilmesi yasalara saygı duyulduğunu göstermektedir. Belki de Watergate'in başarabildiği tek şey herkesi Watergate'in bir skandal olduğuna inandırmaktır. Bu anlamda Watergate'in çok güçlü bir zehirleme yöntemi olduğu söylenebilir. Çünkü bu skandal sayesinde dünyaya bir doz politik ahlâk yeniden şırıngalanmaktadır.

Bu noktada Bordieu'nün şu saptamasına katılmamak mümkün değil: "Güç ilişkilerinin özünde yatan şey, güç ilişkilerine benzememeye çalışarak gücünün tamamını bu gizlilikten almaktır." Bu açıklamaya dayanarak ahlaksız ve vicdansız bir kapitalin ancak ahlaki bir ütopyanın ardına gizlenerek var olabileceği düşünülebilir. Bu açıdan kamusal ahlakı diriltmeye çalışan herkesin (ifşa ya da infial duyma yoluyla, vb.) aslında kapitalist düzen için çalıştığı söylenebilir. Zaten Washington Post gazetecileri de böyle yapmışlardır.

Zira böyle bir saptama, olsa olsa ideolojinin formülü olabilir. Zaten Bourdieu olayın ideolojik yanını ortaya koyduğunda aslında "güç ilişkilerini" kapitalist egemenliğe özgü bir hakikat olarak kabul ettirmeye çalışmakta ve bunun da bir skandal olduğunu söylemektedir. Öyleyse Bourdieu de Washington Post gazetecileri gibi determenist ve ahlakçı bir konuma sahiptir.

Bu açıdan değerlendirildiğinde aslında yapılan şey, düzenin ahlaki açıdan temizlenip paklanması ve ovulup parlatılarak yeniden devreye sokulmasından başka bir şey değildir. İnsanların ahlaki ve politik vicdan anlayışlarına göre anlamsız ve dinamik biçimlere benzeyen güç ilişkilerinin ötesine geçildiğindeyse karşımıza toplumsal düzene özgü simgesel şiddetin gerçek bir şiddete dönüştüğü bir hakikat düzeni çıkmaktadır.
 
Kapital de zaten rasyonel bir varlık olarak kabul edilmek be rasyonellik adına yargılanmaktan başka bir şey istememektedir. Ahlaklı bir varlık olarak kabul edilmek ve ahlak adına yargılanmak istemektedir. Çünkü ikisi arasında hiçbir fark yoktur. Bunu farklı bir şekilde yorumlayabilmek mümkün. Örneğin eskiden bir skandal gizlenmeye çalışılırdı; günümüzdeyse tam tersine bunun bir skandal olmadığı gizlenmeye çalışılmaktadır.
 
Jean Baudrillard, Simülakrlar ve Simülasyon, Doğu-Batı Yay., Çev: Oğuz Adanır, Sf: 32
* 21 Aralık 2013 Tarihinde, aşağıdaki WEB sayfasından alınmıştır: http://www.kavramveduyum.com/2012/05/politik-ufurukculuk.html

3 Aralık 2013 Salı

ELEŞTİREL KURAM, VAROLUŞÇU SOSYOLOJİ ve HERBERT MARCUSE



Eleştirel kuram yazarlarından Herbert Marcuse, sürekli azalan eleştirel düşüncenin, tekrar eski gücüne ancak maddeci kuram (Marxizm) bağlamında yeniden kavuşacağına inanıyordu. Bu nedenle varoluşçu sosyolojinin yaşamı tümden sorgulamaya yönelik düşünceleri, Marcuse'nin eleştirel kuramına zemin oluşturmuş, onun ilk dönemlerde Martin Heidegger üzerine yazdığı eleştirel makaleleri, eleştirel kurama farklı açılımlar getirmiştir.
Öncelikle Heidegger’de insan her durumun en başında yer alan bir varlıktır. Yalnızca insan varlığını sorgulayabilir, varolanın sınırlarını aşabilir, kendini varolan olarak algılayabilir ve varlığını eline alabilir. Heidegger’de insan bireysel olarak kendi varoluşunu arar, onun peşinden koşar. Her insan ancak kendi “varlığını/varoluşunu eline kendisi alabilecektir.”
Oysa ki Marcuse, Heidegger felsefesini eleştirel kurama aktarıp, bu felsefenin bireye indirgediği ve soyut bir şekilde ifade ettiği durumu anlatırken, onu hem somutlamaya hem de toplumsallaştırmaya çalışmıştır. Marcuse burada radikal eylem kavramını kullanır. O’na göre radikal eylem bir varoluş biçimidir ve amacı insanın kendi varoluş koşullarını değerlendirerek, varolanın temelini değiştirmesini sağlamaktır. Halbuki Heidegger’de bu bireysel olarak mümkün olabilen bir durumdur ve kişi ancak kendi imkânlarını kullanarak “varlığını (bir bakıma da kaderini) eline alacak”, böylelikle de sadece kendini kurtaracaktır.
Fakat Marcuse, tarihsel durumu kendisinin kesin eylemi zorunlu kıldığını düşünse de bunun yeterli olmadığına inanır. İktidardaki değişim, insan varoluşu ve temelinde bir değişim yaratmayacak ve sadece yönetim koşullarını değiştirecekse bu, ne gerçek anlamıyla bir “değişim” ne de bir “radikal eylem”dir. Heidegger, her insanın içinde varoluşunu yakalamaya ve eline almaya yarayan bir “güce” sahip olduğunu söylerken, Marcuse bunu eleştirel kuramın bir parçası haline getirir ve her devrimci projenin temelinde insan varoluşunu değiştirmenin yattığını düşünür. İnsan kendi yaşam koşullarını kendisi dönüştürmeyi devrimci pratik içinde öğrenecektir. Yani kolektif bir mücadele sürecinde bu “pratik” somutlaşacaktır.
Marcuse radikal eylem'i, insanların çalışma, düşünme ve eylem hayatlarında köklü bir değişim sağlayan bir durumun adı olarak ifade eder. Bu eylem, tıpkı Heidegger’in varoluşunun peşinden koşan insana yüklediği nitelikler gibi, özü açısından aktör ve çevre için bir zorunluluktur. İnsanın yaşam süreci içerisinde bir ihtiyaca karşılık gelir. Fakat radikal eylem'de kullanılan “zorunluluk”, daha başka ifadeyle “tarihsel zorunluluk”, zorunlu bir nedensel bağlantıyı, hatta mantıksal nedenselliği ifade etmez. Bundan anlaşılması gereken, bir tarihsel durumda hoş görülmeyen olanın bireylerce yok edilmesidir. Marcuse buradan yola çıkarak, Marxizmin değiştirilemez, determinist ve tarihsel yasalarını reddeder. Bunu yaparken de “tarihsel zorunluluğu” öne sürmektedir.
Varoluşçuluğun/Heidegger felsefesinin sosyolojiye yarattığı bir açılım da, insan varoluşunun günlük ve sıradan işleri içerisinde bulunduğu “varlık-biçimi”dir. Çoğu insan kendi gerçek varlığına yönelerek yaşayamaz, buradan kaçıp kitle içine saklanır. Kendi gerçekliğinde kaçan insan, kendinin olmayan bir tutum içerisine gömülmektedir. Heidegger’in “man-onlar” alanı olarak kavramsallaştırdığı, kavranamaz, algılanamaz, her şeyi içine giren, egemen olan, insanları durduran, hizaya sokan ve sıradanlaştıran bir şeydir.
Bu “man-onlar” alanına giren insan, eleştirel kuramın kitle kültürü içerisinde kaybolan bireyidir. Bu alanın yukarıda sıralanan tüm özellikleri kitle toplumu için de geçerlidir. Marcuse’nin endüstri toplumlarındaki insanı anlattığı kitabı “Tek Boyutlu İnsan” da zaten Dasman’ın içinde erimiş, yabancılaşmış ve ilişkileri metalaşmış insanın hüzünlü hikâyesini anlatmaktadır.

8 Kasım 2013 Cuma

"KALPSİZ DÜNYANIN KALBİ, RUHSUZ DÜNYANIN RUHU,..."

"...

Konuşmacı, önünde mikrofon, bağırıyordu:

"Güneş sizlerin üstünden doğacaktır. Güzel günler yakındır. Sağ olun var olun.”

Ne bir alkış, ne bir “yaşa.” Sadece put kesilmiş öyle bir kalabalık.

Konuşmacı elini kaldırmış, sözcüklerin üstüne basa basa bağırıyordu:

“Benim canım kardeşlerim, o güzel günleri hep birlikte yoğuracak, doğmamış güneşleri doğuracak, pişmemiş aşımıza soğuk su katanları hep birlikte kurutacağız...”

Çıt yok.

Üç beş alkış olsa, konuşmacı bunu çoktan dinleyicilerin nutuk sonlarındaki coşku gösterisi niyetine kabullenip inecekti kürsüden. Ama karşısında sanki yığınlar yok, ölüleri ayakta duran bir mezarlık vardı. En ufak bir tepki alamıyordu ve son bir umutla sözü uzatmaya çalışıyor, başarılarını eskiden denediği beylik nutuk cümlelerini art arda sıralamaya devam ediyordu:

“Yüreği ak, alnı pak, özü doğru, sözü doğru...”

“Bu topraklar için toprağa düşen...”

"Bir lokma ekmeği öküzüyle bölüşen...”

Ne bir kıpırtı, ne bir mırıltı. Binlerce insana değil, sinir bozucu yankısız bir boşluğa konuşuyordu. Bir hırs basmaya başladı içini. Hani neredeyse,

“Ulan kanınız mı dondu, hiç değilse yuh çekin budala herifler!...” diye bağırmak üzereydi.

“Yalınayak, karnı aç, çulsuz dolaşan...”

Ta ortalardan pısırık bir ses:

“Allahtan bahset.” dedi.

Önlerden bir ses tekrarladı:

“Allahtan bahset.”

Ve taş kesilmiş, susan o yığın, bir anda dalgalanıp uğuldamaya başladı:

“Allahtan bahset...”

“Allahtan bahset...”

“Allahtan bahset...”

Konuşmacı:

"Ben imam değilim, Allah'ı camide konuşuruz, kutsal konuları günlük konulara karıştırmayalım arkadaşlar,” diye bağırdı.

Sonra bir şeyler söyledi, ama sözleri duyulmadı. Biri hoparlörün telini koparmıştı.

..."                 

                                                  ÇETİN ALTAN (Viski’den)
____________________
*ALTAN, Çetin (1978): Viski, Hürriyet Yayınları, İstanbul, Sy: 5-6

2 Ekim 2013 Çarşamba

13. MUNZUR DOĞA ve KÜLTÜR FESTİVALİ'NİN GECİKMİŞ BİR ELEŞTİRİSİ

Öncelikle bir konuya açıklık getirmek gerekiyor. Ne yazık ki, eleştiri kültürünün olmadığı, olanın da meşru görülmediği bir ülkede yaşıyoruz. Kimse kimseyi kandırmasın ya da ayırmasın, çünkü bu “eleştiriye tahammül edememe” durumu ülkenin tüm etnik yapılarına eşit oranda dağılmış, yani uzun lafın kısası “Hepimiz Osmanlı Bankasıyız”...
Bu yüzden, memleket ahalisinin yaptığı pek çok eleştiri anlama ve daha iyiye doğru yönlendirmeden ziyade, karalama, küçük düşürme, alt/mağlup etme, basitleştirme vb. özellikler taşıyor. Dahası ben cinlik yapıp “olumlu/yapıcı eleştiri” veya “olumsuz/yıkıcı eleştiri” gibi riyakâr ve saçma sapan ayrımlara da girmeyeceğim. Aynı nedenle bu metin, hayatında “eleştirel aklı” rehber edinmiş birinin bir şeylerin daha iyiye doğru gitmesi için yazdığı önerilerden oluşmaktadır. Dolayısıyla kimseye yaranma, şirin görünme ya da güzelleme yapma amacım yoktur. Bu türden “gereksiz yazılar” başka yerlerde bolca bulunabilir.
Bu girizgâhtan sonra başlamak gerekirse, vaktiyle yazamamıştım, malum yaz da olsa yoğun bir üç ay geçirdim ve ancak fırsat bulabildim. Bu yıl 13.’sü düzenlenen Munzur Doğa ve Kültür Festivali ile ilgili kişisel izlenimlerimi, geç de olsa, yazmanın gerektiğini düşünüyorum. Birçok kişi aşağıda anlatılanlara zaten vakıf ama "bir de ben kendi dilimle, kendi meramımı anlatayım" dedim ve böylece aşağıdaki yazı ortaya çıktı.
Daha açıklanabilir olması sebebiyle maddeler halinde ilerleyeceğim. İşte bu yılki festivalden, öncekileri de kapsayacak biçimde, ilk kişisel notlar şöyle:
1) Program bize sürpriz yaparak, yaklaşık 1 ay önce duyuruldu. Bu güzel bir gelişme olmakla birlikte, vardır bir sebeb-i hikmeti, belki de ani bir gelişmeydi, bilemiyorum ama ilân edilen programa göre Festival’in 3. günü sahne alacak İlkay Akkaya, ilk gün sahneye çıktı. Üstelik bu hiçbir biçimde duyurulmadı. Amatörceydi ve hiç hoş olmadı. Geçen yıl da BANDİSTA'nın sahne alacağı saatte böylesine bir kaydırma olmuştu.
2) Bilhassa benim katıldığım son 4 festival (5 festivale katıldım), içerisinde kültür ve sanatı barındırdığı için söylüyorum, kültür ve sanatın evrenselliğinden uzak, asla böyle bir derdi olduğunu hissettirmeyen, yerele gömülmüş ve “kendim çalarım, kendim oynarım” tarzı bir temaşaya dönüşmüş durumda. Burada çok karşılaştığım şekilde dillendirilen karşılığı ile söylüyorum, maalesef festival bir süredir sadece tek etnik unsurun arz-ı endam etmesi için düzenlenen bir “Kürt Festivali” biçiminde tanımlanıyor, zaten öyle de algılanıyor. Her yılki Festival ve ona ait içerikler, sanki BDP’nin düzenlediği "seçim mitingi”ymiş şeklinde bir izlenim uyandırıyor. Yerel şarkıcıların arasına serpiştirilmiş bölge siyasetçileri, bu izlenimi güçlendiren diğer unsurlar.
Bu görüntüyü tamamlayan daha başka unsurlar da var. Yerel kıyafetler içindeki sunucular ve sahne alan gruplar; yine birbirinin neredeyse aynısı biçimindeki politik girişleriyle şarkı söylemeye başlayan yerel şarkıcı/türkücüler; özellikle Diyarbakır başta olmak kaydıyla çevre illerden coşkuyu körüklemek için ge(tiri)len gençler, birbirinin tıpkısının aynısı türküler, Munzur Doğa ve Kültür Festivali’ni artık yerelliğin dibinin bulunduğu bir biçime dönüştürüyor.
Öyle ki, yine aynı şekilde “Türk’ün, Türk’e ‘Türklük’ propagandası”nın “Kürt” versiyonları, gördüğüm tüm Festivaller’de kalabalığı coşturma aracı olarak bolca kullanıldı, bu sağ nobranlık bıkmadan usanmadan da işlenmeye devam ediyor. Karşısında hazır kitleyi bulanın gazı sonuna kadar köklediği bu festival klişesi, katılanların zekâlarını küçümsediği gibi, esasen kısırlığı besliyor, düşünceyi cılızlaştırıyor, sonuçta da üret(e)memeyi bir “kültür” haline getiriyor ve yerelin içerisine gömülmeyi bir “değer”e dönüştürüyor. Böylesine festivaller ve bu dil, belki politik mobilasyonu hızla sağlayabilir, kitleyi diri ve sağlam tutabilir; fakat sonuçta ortaya birbirinin tıpa tıp benzeri, sadece etnik kimliği yoluyla motive olan, dahası, etnosantrizm ölçeği giderek yükselen güdük, sığ bir gençlik/malzeme çıkar. Tabi ki tercih meselesi…
3) Yine bir türlü anlam veremediğim bir durum da şu ki, küçücük çocuklar matem müziklerini, büyüklerin şarkılarını neden söylerler? Diyarbakır Çocuk Korosu’nun muadili, “Dersim GKM” adıyla bir koro kurulmuş. Bu korodaki çocuklar iki yıldır Festival’in dolgu malzemesi olarak ilk dakikalarda sahneye çıkarılıyorlar. Buraya kadar her şey öncelikle izleyenlere "normal" gelebilir. Fakat bu çocuklara, hüzünlü, iç bayıltıcı, ağlamaklı şarkılar neden söyletilir, işte burasını anlamak mümkün değil. Bol kanlı, bayraklı ve “kahramanlık” dolu “Kurtuluş Savaşı” şiirlerini, şarkılarını, İstiklâl Marşı’nın “on kıtası”nı gırtlağını patlatırcasına söyleyen “tören çocukları”nı görüp de hiç mi bir şey öğrenmemiş bu Kürtler?
4) Festival’in adına “doğa” var, hatta “kültür” falan da var ama (özellikle açılış gecesinin sonunda) stadyum içi ve çevresine gelişigüzel atılan çöpleri, etraftaki pisliği ve vurdumduymazlığı görünce insan doğal olarak "Bu mudur doğaya saygı? Bu mudur kültür?" diye sormaktan da kendini alamıyor. Stadyum içerisinde “doğa ve çevre katliamından” bahsedilir, sık sık temizlik uyarıları yapılırken oluyor bir de bunlar, yani?!…
5) İşin bir de ticarî yanı ile yerel halk tarafı da var. Dersim esnafı, gelenlerden çok memnun, onları güzelce yolma derdine düşmüş. Özellikle dere kenarlarındaki restoran ve cafe’lerde, inanın bana, “festival tarifesi” uygulanıyor. Sırası gelmişken ömrümde rastlamadığım ve buraya da bir türlü yakıştıramadığım bir festival rezaletini paylaşmak istiyorum. Festival’in 2. Gecesi, saat 12 civarlarında Mavi Köprü etrafında sıralanmış festivallik mekânlardan birine oturduk. Üç kişiyiz ve yanımızda bir de iyi Türkçe bilen bir Fransız arkadaşımız var. Yedik içtik, 1 saat sonra mekân sahibi yanımıza geldi ve bize aynen şunu söyledi: “Artık kalkar mısınız, müşteriler oturacak yer bulamıyor.” Şaşkınlığımızı anlatmama imkân yok, onlar “müşteri” ise bir saattir yiyip içen, esnafı mest eden biz kimdik? Gerekeni söyleyip, hesabı da ödeyip, çıkıp gittik ve bir başka yerde keyfimize davam ettik. Arkadaşımız Pierre’in anlamsız bakışları ise görülmeye değerdi.
Dahası Dersim’de yaşayanların Festival’den çok da memnun olduklarını söylemek güç. Çünkü, belli bir kanıksanma mevcut ve her yıl yaşanan tekrarlar insanların ilgisini azaltmış durumda. Üstelik, çevre illerden ge(tiri)len gençlerin yaptıkları taşkınlıklardan (bilhassa kızlara karşı) ve kendi şehirlerinde değil de Dersim’de sarhoş olabilme “hakları”nı sonuna kadar kullanabiliyor olmalarının verdiği "rahatlık"tan oldukça hoşnutsuzlar.
6) Festivale her yıl abone biçimde katılan şarkıcı, türkücü ve gruplar da sıkıntının başka bir tarafı… Keza, Festival’in her yıl “bankoları” var: Suavi, Mikail Aslan, Grup Munzur, Metin Kahraman, Grup Vardiya, Pınar (Sağ) Aydınlar ve illâki Ferhat Tunç… Festival Komitesi, “herkes nasıl olsa önüne ne konursa yiyiyor” mantığıyla mı düşünüyor bilemiyorum ama artık bu sıradanlaşmanın Dersim’de yaşayanlar için kabak tadı verdiğini söyleyebilirim.
7) Önemli bir ayrıntı da şu ki, “çözüm süreci” tehlikeye girer diye GEZİ DİRENİŞİ’ne destek vermeyen/verir görünmeyen BDP tarafı, Dersim’deki sosyalist gruplar ve sendikaların çabasına rağmen, Festival’deki panellerin hiçbirinde GEZİ ile ilgili bir tek başlığın yer almasına bile izin ver(e)medi. Daha önce gelip konuşacağı söylenen Sırrı Süreyya Önder’in Festival’e gelmemesi ise bu sebeple pek manidar bulundu.
8) Gelelim en can alıcı yere… Festival’in 2. gününde Metin Kahraman sahne aldığında birkaç genç üzerinde şu cümlenin yazdığı bir pankart açtı: “PKK hareketi modern, gerçek bir cem, zikir ve semah hareketidir / Rêber APO” ... Sonra bu gençler (nasıl olduysa artık) güvenlikten geçip sahneye çıkarıldılar ve gösteri burada da birkaç dakika devam etti. Bu nümayiş sürerken çevremden bazı insanlar kalkıp, söylenerek konser alanını terk ettiler. Ertesi gece bu cümle, stadyum yanındaki bir apartmanın duvarından elektronik olarak saatlerce yansıtıldı. Belli ki mevcut BDP’li belediyenin marttaki yerel seçimler için yaptığı hazırlığın ana teması “semah” (ve dolayısıyla Aleviliğe vurgu) olacak. Bunu eylül ayı içinde yapılan yandaki etkinlik ve onun ilânında da görebiliyoruz.
Her şey bir yana “modernlik”, “cem”, “zikir”, “semah” gibi kavramların bu kadar kolaylıkla ve sıkıntısız(?) olarak bir araya gelmesi, yan yana, omuz omuza, koyun koyuna biçiminde düşünülmesi insana “benzeri ancak Türkiye gibi kavramların rahatlıkla kullanıldığı ülkelerde olur” dedirtiyor. Bu kavramlar bir potada (burada bir örgüt adıyla geçiyor) ne zaman eritilmiş ki, üstelik daha da vahimi, neden eritilsin ki? Öyle ki, G. Doğu’daki “sivil cumalar”da dua ederek protesto etmenin yerini, Dersim’de semah dönmenin (LİNK için tıklayınız) aldığını görüyoruz.
Ben "din/inanç" dediğimiz sosyal olgunun günümüzde zaten yeterince politik olduğunu, bunların özgürlükler adına politik alanda hak talep etmelerinin de meşru kabul görmesi gerektiğini düşünmeme rağmen, kullanılan en kaba örnek üzerinden sormak gerekirse, siyasî bir eleştiri olarak "inançların siyasete alet edilmemesinden” falan bahsetmek komik olmuyor mu? Burada yaman bir çelişki yok mu?
Sonuç olarak, bir festival daha sona erdi ve gelecek yıl da buluşmak üzere herkesle sözleşildi. Öyle görünüyor ki, bu haliyle Festival, giderek her yılın bir önceki yılı tekrar ettiği bir etkiliğe dönüşmüş durumda. Bu çözümsüz bir durum değil ama çözmek için öncelikle fark etmek ve irade koymak gerekiyor. Sanırım en önemli eksiklikler de bu ikisi…