28 Nisan 2013 Pazar

TÜRKİYE'DE MUHALEFET ve KONTROL


Muhalefet kavramı, ancak kültürel bir bakış açısı üzerinden anlaşılabilir olabilecek bir kavramdır. Kültürel bir bakış açısından bahsettiğimizde ise politik kültür kavramı, bizlere önemli ipuçları veren bir alan olarak burada sivrilmektedir.
Dolayısıyla, bugün Türkiye’de farklı mecralarda ve zeminlerde muhalefet yapanların maruz kaldıkları tüm sıkıntıları, ulemâ ile Osmanlı bürokrasisinin çatışmalarına kadar uzatılabilme imkânına da sahip olmaktayız. Öyle ki, Osmanlı bürokrasisi ulemâya itibar etmeyecek kadar güçlenince, modernleşme programlarını ardı ardına yürürlüğe koymuştu. Fakat aynı bürokrasinin 1876 yılında anayasal bir yönetim kurmuş olmasına rağmen, Meclis-i Mebusan’daki eleştiriler yüzünden II. Abdülhamit tarafından yürürlükten kaldırılmasına ve meclisin dağıtılmasına da şahit olduk.
Dahası, önce Yeni Osmanlılar, sonra Jön Türkler birer muhalefet hareketi olmalarına rağmen, II. Meşrutiyet’in ilânından sonra partileşip iktidarı ele geçirdiler. Böylelikle İttihad ve Terakki, benzer baskı ve komploları diğer muhalefet partilerine, basına ve aydınlara karşı kendisi uygulayarak kendi diktatörlüğünü de kurmuş oldu. Aynı süreç önce CHP ile, sonra da DP ile ara vermeden (ama yöntemleri oldukça incelerek) günümüze kadar süregelmiştir.
Her türlü muhalefete karşı takınılan bu kin, genelde “vatan hainliği” suçlaması ile kendini göstermiş, bu söylem önce devletin, sonra milletin geleceğini tehlikeye atmakla veya "yok olma korkusu"yla da süslenmiştir. Bu gelişmeler ve sonrasında ilk seçimlerle birlikte (1947 ve 1950) "halk" kavramı parlatılıp, köpürtülerek siyasetin popüler bir nesnesi haline getirilmiş, aynı çekişme "halkın yanında olmak" ve "halkın karşısında olmak" şeklindeki kerameti kendinden menkul bir politik söyleme dönüştürülmüştür. Böylece bu tavır, kültürel bir miras gibi sonradan gelenlere intikal ederek (Türkiye'deki bütün farklı etnik unsurların da gayet güzel biçimde benzer bir tedrisattan geçerek bu dili öğrenmesiyle), Türk siyasetinde görülen bütün muhalefet hareketlerinin tamamının, aynı ithamlarla suçlanmasıyla da sonuçlanmıştır.
Dahası bu faaliyetler, Türk politik kültüründe "hain", "devlete düşman" ve milleti “parçalayıcı” olarak damgalanarak anlam dünyalarına gönderilen bildik referanslarla dolu oldukça zengin bir literatüre de sahiptir. Bu söylerlere, “bölücülük” yaftasıyla sıklıkla kullanılarak her fırsatta muhalefeti tasfiye etmek, basını denetim altına almak, aydınları sindirmek/susturmak amacıyla halka sunularak, meşruiyet kazandırılmaya da çalışılmaktadır.
Diğer taraftan, bu refleksin asıl temelinde ise, Osmanlı’da "siyasi azınlık hakları" diye bir kavramın bulunmaması yatar. Kabaca ve bilindik sebeplerle, Osmanlı'da liberal düşüncenin yeşereceği ortamların olmaması, kapitalist ekonomik gelişmenin uzağında kalınması gibi etkenlerle, ne birey ne de azınlık hakları gibi kavramlar gelişememiştir. İlave olarak bunun üzerine İslâmî düşüncenin tevhid inancı da eklenmelidir. Çünkü, ortodoksiden en küçük bir sapmayı dahi hoş görmeyen bir devletin politika olarak yürüttüğü İslâm, sadece tek bir hakikatin bulunduğu fikrini pekiştirmek üzerine kuruluydu. Farklı milletlerden insanlar ve bu insanların ait bulunduğu cemaatler otoriteye saygılı oldukları sürece Osmanlı Devleti tarafından korunuyorlardı. Bu nedenle, ne Osmanlı ne de Cumhuriyet yönetimleri olası muhalefetleri dahi, pratik bir siyasi etkinlik olarak bile görmemişlerdir. Bundan beslenen Türk milliyetçiliği de çoğu durumda sadece ve sığ bir anlamda, milletin bölünebileceği korkusunun bir ifadesi olmaktan öteye gidememiştir. Bu korku "hoşgörülü" bir tavır adına bulunabilecek tüm izlerin de yok edilmesine sebep olmuştur.
Böylelikle sadece iktidar ile muhalefet ilişkilerinde değil, insanlar arasındaki basit ilişkilerde bile denetim, hizaya sokma, hafif uyarılar, ayar vermeye çalışma, baskı ve imâlarla dolu bir kontrol şebekesi gelişmiştir. Bu kontrol mekanizmalarının ilk nedeni, millî bir “bölünme” korkusuyla sapmaları önlemektir. İkinci olarak da sosyal kontrol ve toplumsal düzen amacı taşımaktadır. Hem kişi hem köy hem de ulus çapında bu mekanizmalar ile yaygın denetim sağlanmaya ve fonksiyonel olarak toplumsal bir bütünlüğe ulaşılmaya çalışılmıştır. Asıl amaç bu olsa da sonuçta böyle bir mekanizma, her türlü farklılığa ve eleştiriye karşı hoşgörü kıtlığına neden olmakta, birbirine benzemeyi millî bir değer, normlardan sapmamayı dinî bir güç olarak görme üzerine kurulu bir toplumsal düzeni öngörmektedir. 
Bunun neticesinde ise, böylesine bir sistemin katılığı alternatif sistemler oluşturmaya dönük sosyal ve iktisadi yaratıcılığı engellemektedir. Üstelik insanın sahip olduğu en büyük güç olan, insan zekâsı ve yaratıcılığı da telafisi belki yüz yılı bulabilecek şekilde köreltilmiştir. Sürekli birbirinin benzeri ve tekrarlar üzerine kurulu sanatsal, edebî, eserler üreterek, fincancı katırlarını ürkütmemeyi düstür edinerek, hem dinî ve millî hassasiyetlere saygılı olması gerektiğini düşünen hem de başkalarını "saygıya çağıran" kısır bir kitle ortaya çıkmıştır. 
Halbuki, siyasi, sanatsal, edebî vb. düzeylerde gerçek bir ahenge ulaşmanın şartları ise, sosyal değişkenlerin kurumlardaki değişkenlerle eş zamanlı tutulması; dağınık ve kapsayıcı bir toplum baskısının yerine şahsi sorumluluğa dair değerlerin cisimleşmesi; cinsiyetler arası eşitlikçi politikalar uygulanması; bireysel özgürlüklerin ve yaratıcılık potansiyellerinin önünün açılması ve ancak başarıya saygı gibi normların sosyalizasyon sürecine girişiyle mümkündür. Bu da büyük bir zihniyet dönüşümü demektir ve bundan kaçılan her gün, ülke insanları adına büyük bir kayıptır.

4 Nisan 2013 Perşembe

LEVİ-STRAUSS’dan "MİT ve ANLAM"


CLAUDE LEVİ-STRAUSS, Mit ve Anlam, (Çeviren: Gökhan Yavuz Demir), İthaki Yayınları, İstanbul, 2013

Dün gece cüssesinin küçüklüğü ile akademik ağırlığı ters orantılı olan, nadir kitaplardan birini, nihayet, bitirdim. “Nihayet” diyorum, çünkü “akademi” denen bu hayat koşuşturmacası, bir aşamadan sonra nerede olduğunuzu, hatta kim olduğunuzu bile anlık da olsa unutmanızı sağlayacak kadar yoğun beyin meşguliyetleri ile dolu...  Neyse ki, yaptığımız işi seviyoruz. Yoksa başka bir güç asla böylesine çilelerle dolu bir yolu bunca yıldır yürütemezdi bana…
Doğal olarak bu yolda yürürken bir akademisyenin kitapları, okudukları ve yazdıkları da onun en büyük yoldaşı haline geliyor. Geçtiğimiz günlerde Claude Lévi Strauss’un “Mit ve Anlam” isimli kitabı, yeni çevirisiyle, yeniden basıldı. “Yaban Düşünce” ile “Hüzünlü Dönenceler” gibi iki devasa kitabın üzerine cüssesi itibarıyla sikletinin “tozkoparan” olduğunu düşüneceğimiz bir kitabın, “başaltı” çıkması doğrusu beni şaşırttı ve ayrıca oldukça mutlu etti. Kitabın okuyanı içine alan,  lezzetli Lévi Strauss tınıları sunan bir eser olması en önemli artısı olarak ele alınabilir. Kitabın bir başka artısının da çevirmenin akıcı çevirisi olduğu özellikle işaretlenmeli. Diğer taraftan kitabın belki de en dikkat çekici kusuru ise, (makaleler arası değil) bir makale içindeki anlam bütünlüğünün bile sıklıkla yitirilmesi olarak göze batıyor.
Kitap uzunca bir “çevirenin önsözü” ile başlasa da (kitabın üçte birine tekabül ediyor) okuduğunuzda bu bölümün Lévi Strauss’un dili ile literatürüne hâkim olmayanlar için güzel ve yararlı bir önsöz kısmı olduğunu görüyorsunuz. Öyle ki, kitabın çevirisini yapan Gökhan Yavuz Demir bu önsözde, Lévi Strauss’un ruhunu şu cümleler ile oldukça güzel anlatıyor:
“Kültür dediğimiz sosyal gerçekliğin kalesi içinde hiçbir şey, hattâ küçücük bir hercai menekşe bile anlamsız değildir.”(syf: 8)
“Kültür, fizikî dünyanın bir temsilidir; dilin inşa ettiği anlam evreni içinde, yerkürenin dünyaya dönüşmesidir. Kültür, hikâyelerde, mitlerde, masallarda, tasvirlerde, retoriklerde, atasözlerinde, sanat eserlerinde, ritüellerde dile getirerek fizikî gerçekliğe anlam verme tarzıdır.” (syf: 15-16)
Yine Lévi Strauss’un izinden gitmek gerekirse, kültürler arasında olumlu-olumsuz, ileri-geri, uygar-barbar, çağdaş-ilkel vb.’leri gibi anlam dikotomileri veya “evrim skalaları” kuran/kurmaya çalışan, kültürler arasındaki sosyal durumları sürekli olarak hiyerarşik bir ilişki şeklinde kodlayanın da yine modern Batı uygarlığının “ilerlemeci” görüşleri olduğunu düşüncesine rastlıyoruz. Böyle olduğu için, modern Batı uygarlığı dışındaki kültürler uzun yıllar boyunca “anlamsızlıklar” yumağı biçiminde ele alınıp küçümsenmişti. İlginçtir, bunu Doğu da benimsemişti. Fakat şunu da eklemeliyiz ki, yine aynı Batı ve bilimi, kendi merkezinin dışarısındaki kültürleri ve onların “anlamlarının” önemini de bugün gün yüzüne çıkarandır. İşin vehameti ise bunlar olurken, bu sıralarda Doğu ne yapıyordu? sorusunda saklıdır ve yanıtı hepimizin malumudur.
Kitap, esas itibarıyla, konuşma ve makalelerin bir derlemesi olduğu için;
-1977 Massey Konferansları,
-“Mit ve Bilimin Buluşması”,
-“İlkel” Düşünce ve “Uygar” Zihin,
-Tavşan Dudakları ve İkizler: Bir Mitin Yarılması,
-Mit, Tarih Haline Geldiğinde,
-Mit ve Müzik,
gibi bölümlerden oluşuyor.
Diğer taraftan, Lévi Strauss’un  “antropolojiye karşı ilgisinin nasıl başladığını” anlattığı cümleler de kitabın dikkat çekici satırları arasında yer almakta. Öyle ki, Lévi Strauss, “antropolog olmasının sebebini” antropolojiyle ilgilenmesine değil, “felsefenin sınırlarından dışarıya çıkmaya çalışması”na bağlıyor. (syf: 44) “Kültürü doğaya indirgemek”ten kaçan biri için oldukça anlamlı bir davranış doğrusu…
Hayatın temel gereksinmeleri söz konusu olduğunda ise Lévi Strauss’un kültür ile bu “temel gereksinmeler” arasında kurduğu ilişki önemlidir. Lévi Strauss “herhangi bir halkın, -karnını doyurmak, cinsel arzuları tatmin etmek gibi- hayatın temel gereksinimlerince belirlendiğini bilirseniz, o vakit onların sosyal kurumlarını, inançlarını, mitolojilerini ve başka birçok özelliklerini de açıklayabilirsiniz” (syf: 50) diyerek, bir toplumu anlamak ve anlamlandırmak için sosyal anlamda nelere bakmamız, dikkatimizi nelere çevirmemiz gerektiğini de bizlere işaretler. 
Öyle görülüyor ki, mit'i kuran anlam dünyalarını merak edenler için önemle tavsiye edilebilecek bir kitap ile karşı karşıyayız. Son olarak yazımızı “bilimsel düşünce” üzerine Lévi Strauss'un görüşleri ile bitirelim: “Bilim asla bize cevapların tümünü vermeyecektir” (syf: 47) “Bilimsel düşünce vasıtasıyla doğa üzerinde egemenlik kurabildik, …, oysa mit, insana çevreye tahakküm edebileceği maddî gücü vermekte açıkça başarısızdır. Yine de mit insana, çok önemli şeyi, evreni anlayabileceği ve evreni anladığı illüzyonunu verir. Bu elbette bir illüzyondur.”(syf: 51)