27 Ekim 2015 Salı

"İSLÂMCILAR DEMOKRASİYİ KENDİ ÖLÇÜTLERİYLE BELİRLİYOR" BirGün Gazetesi Röportajım (18 Ekim 2015)

Türkiye tarihinin en büyük katliamı olarak kayıtlara geçen Ankara Katliamı’nın IŞİD’ciler tarafından gerçekleştirildiğinin ortaya çıkmasının ardından İslamcılık ve şiddet konusu tekrar gündeme geldi. İslamcıların önemli bir kısmı IŞİD vb yapıların saldırıları söz konusu olduğunda ‘gerçek islam bu değil’ savunmasına sığınırken ortaya köklü bir özeleştiri çıkmıyor. Demokrasi konusu da yine şiddet meselesiyle bağlantılı olarak İslamcı camia içinde sıkça tartışılan konulardan bir tanesi. Özellikle Ortadoğu’yu ve Türkiye’yi ciddi biçimde tehdit dinci politikalar ekseninde düşünüldüğünde ‘İslamcıların demokrasiyi içselleştirmek gibi bir dertlerinin olup olmadığını’ ve ‘şiddet ile İslamcılık arasındaki bağı’ Tunceli Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nden Yavuz Çobanoğlu ile konuştuk. İslamcılık konusunda yaptığı araştırmalarla bilinen Çobanoğlu’nun İslamcılar üzerine birçok araştırması bulunuyor.
 
>> İslamcılık ve şiddet meselesi sürekli tartışılan bir konu. ‘İslamcılar kesinlikle şiddete karşıdır’ diyebilir miyiz?
Şimdi burada hızla ‘İslâm, kesinlikle şiddete karşıdır’ ya da tam tersi olarak ‘İslâm, şiddet dinidir’ demek mümkün değil. Bu acele bir yargı olur ve tüm ikili tercihler gibi sıkıntılarla doludur. Çünkü hangisi söylense, birileri de başka örnekler vererek aksini ispata çalışacaktır. Hâlbuki ‘günümüzde İslâm’ın ve İslâmcılığın neden şiddet ile anıldığı’ gibi bir sorunun peşine düşmek daha anlamlı olurdu. Bu soru daha somut örneklere götürüyor bizleri ve bu örnekler üzerinden daha açık konuşabiliriz.

Üstelik İslâmcılık, 1800’lerin sonlarından bugüne bir siyasal akım olarak var olduğundan beri, türlü süreçlerden geçerek günümüze ulaştı. Tek Parti Dönemi, Menderes iktidarı, Özal Dönemi ya da MNP, MSP, RP, FP, SP çizgisi ve en nihayetinde AKP iktidarıyla taçlanan bir süreklilik. Bu zaman zarfında İslâmcılık, ne olup ne olamayacağını bizlere gösterdi, yani elimizde değerlendirmek için yeterince birikim var.

Dolayısıyla, bu soru ve bu birikim üzerinden bir değerlendirme yaptığımızda İslâm’ın, siyasal etkenlerin de tetiklemesiyle kendi içerisinde şiddete hızla kaymayı sağlayıcı öğeler barındırdığını görüyoruz. Kur’an’dan sevgi de çıkarabilirsiniz, aynı şekilde nefret ve düşmanlığa teşvik edici ayetler de mevcut, bunlardan etkilenerek eyleme geçen milyonlarca insan var, peki onları ne yapacağız? Meselâ Tevbe suresi 5. Ayette “müşrikleri nerede bulursanız öldürün” deniyor. Böyle bir dizi eyleme (yaygın deyişle cihada) çağıran ayetler var. Bugün İslâmcılar, bu ve benzeri ayetlerin ‘böyle yorumlanamayacağını’ söyleyerek savunmaya geçiyorlar. Hatta internet ortamı bunlarla dolu. Oysa o metinleri kutsayarak okumak ile bilimsel bir merakla anlamlandırmaya çalışmak arasında kocaman bir fark bulunuyor. Birisi akademik bir çaba, diğerine ise iman etmenin şekli. Hangisinin anlamaya yönelik olduğu zaten ortada.

 
>> İslamcıların her şiddet eylemi sonrası “gerçek İslamcılık bu değil” çıkışını nasıl yorumluyorsunuz?
Tabii kendisini ‘Müslüman’ olarak kabul etmiş, bunu da kimliğinin bir parçası haline getirmiş insanların, inandığı dinin sürekli şiddet ile anılması hoşuna gitmeyecektir. Dolayısıyla Türkiye’de veya Dünya’nın herhangi bir yerinde ‘İslâm adına’ yapılan katliamlar, zulümler, tecavüzler, işkenceler, hatta yolsuzluklar bile bu insanlar nezdinde yine aynı ‘gerçek İslâmcılık bu değil’ tepkisiyle göğüsleniyor.

Zaten insanların kimlik edindiği, sahip çıktığı veya iman ettiği, kültürün, dinin ya da ideolojik bir pozisyonun içsel arızalarını görebilmesi, analitik bir bilgi birikimi ile eleştirel bir düşünceye sahip olmasıyla ilgilidir. Bunlar olmadan, her türlü eleştiri veya anlama çabası bile insanlara ‘düşmanlık’ biçiminde görünebilir, ki zaten genelde bu yaşanıyor. Hemen arkasından da iç çelişkilerden uzaklaşmak için kulaklar kapatılmaya başlıyor. Zaten çelişkileri dile getirenleri suçlama, bir yönüyle çelişkilerden kaçışın da sinsi bir biçimi.

Fakat bugün ‘gerçek İslâmcılık bu değil’ çıkışının arkasında, esasen mevcut iktidarla birlikte İslâmcılığın zemin kaybetmesinin getirdiği bir zevahiri kurtarma çabası yatıyor. Yani, AKP’nin dışarıya ittiği gruplar (örneğin Gülen Cemaati gibi), AKP politikalarını vaktiyle kerhen destekleyen ama bugün karşısında yer alan İslâmî yapılar ve günümüzün ulemaları olan ilahiyatçıların oluşturduğu bazı zümreler, iktidar politikalarının başarısızlığına kanaat getirip, bu ihalenin İslâm ve İslâmcılığa kesilmemesi için koro halinde ‘gerçek İslâmcılığın bu olmadığına’ dair yazılar yazıp, konuşmalar yapıyor, önemli bir mesaiyi buna harcıyorlar. Çünkü bunu başarabilirlerse, AKP’nin uyguladığı politikaları, İslâm ve İslâmcılık’tan ayırmak da mümkün olacak, bu iki kavram itibarını koruyacak, üstelik hiç yıpranmadan ve tekrardan kitlelerin umudu haline de gelebilecek. Yani ‘bunca sene yaşanan İslâm ya da İslâmcılık değildi, biz size gerçeğini verelim’ şeklindeki sonsuza kadar devam edebilme kapasitesine sahip bir yaklaşım bunlarınki. İnsan ölümlü ve unutkan bir varlık olduğu için de birileri ‘tamam bu gerçek’ diyesiye kadar bu böyle devam edip gidecek. Tabi her an başka birilerinin de çıkıp ‘gerçek İslâmcılık bu değil’ demesi ve süreci başa alma ihtimali her daim mümkün.

Ama dikkat edelim, İslâmcıların hiçbirinin, kutsal ya da geleneksel saydıkları ana metinlerin bu olan bitenden sorumlu olabilme ihtimalini düşünme gibi bir dertleri asla yok. Hiç de olmadı, şu halde olması da düşünülemez zaten. Bu çevrelere şöyle bir bakın, anti-kapitalist, hatta sosyalist müslümanların tümü, farklı yorumlarla da olsa, Kur’an’ın ana metinlerine dönüşü savunuyorlar. Bunlara göre çare hep orada, sıkıntılar hep kişilerden kaynaklı ve kişileri değiştirirsek sorunlar da ortadan kalkacak gibi dairesel bir düşünce içerisindeler. Yani dönüp hep aynı noktayı bulan 360 derece… Anımsayalım, Osmanlı’nın çöküş döneminde kapitalizm küçük zanaatkârı piyasadan silerken, ulema toprak kayıpları ve ekonominin kötü durumunu toplumun ama özellikle padişahların ‘şeriattan uzaklaşmasıyla’ ile açıklıyordu. Bugün de değişen pek bir şey yok. Aynı İslâmcılar, mümini yeniden iman ile donatma, o imanı da nefis terbiyesiyle davranışlara yansıtma peşindeler, böyle olunca birden şiddetten, savaştan, yolsuzluktan falan kurtulacağımıza inanılıyor. Bu metafiziğin, sosyal gerçekliği anlama ile arasındaki mesafeyi görebildik mi?

 
>> “Gerçek İslamcılık” diye bir olgu var mı peki?
“Gerçek İslâmcılık” ya da daha genel kullanımıyla “gerçek İslâm”, hayali bir kurgu, romantik bir yaratı, bir ütopyadan başka bir şey değil. Aslında bu, özcülük arayışının da dışa vurmuş bir hali. Bütün özcülük arayışları gibi kendi çelişkileriyle baş etmekte zorlananların, fark etmeden ve basitçe kabullendiği bir kolaycılık.

 
>> İslamcılık’tan çağdaş manada bir demokrasi çıkar mı?
Vaktiyle Mısır’da, Libya’da, Irak’ta ufak denemeler oldu. Bu ülkelerin bugünkü halleri herkesin malumu. Müslüman ülkeler arasında demokrasi deneyimi en başarılı ülke Türkiye’ydi, işte son halimizi görüyorsunuz. Kavram zaten dışarıdan ithal ve demek ki buralarda uyuşmayan bir şeyler var. Sosyal yapılar gibi, kültür gibi ve en önemlisi insan malzemesi gibi. İslâm’ın içinde de ayrı sıkıntılar bulunuyor. Meselâ İslâm, hiyerarşiler kuran, kutsal metinlerinde köleliğin meşru kabul edildiği, içerisinde akıl almaz nefret söylemleri barındıran ve bunun gündelik hayatta sıradanlaştığı bir dile sahip. Kadınlarla, LGBTİ bireylerle, kişi hak ve özgürlükleriyle, özel hayatla ilgili ayrı ayrı sıkıntıları mevcut. Haram ve yasaktan bol bir şey yok.

En vahimini ise en sona sakladım, evet bugün İslâmcıların toplumsal yaşam üzerinde bir ‘egemenlik’ talepleri var ve bunu da inancının gerekliliği gibi görmekteler. Egemenlik talebini ‘iktidar’ gibi algılamayalım, bu, bir toplumda tek bir terazi gibi ‘ölçüyü belirleme hakkı’na ilişkin bir talep. Politik iktidar bunu başarabildiği ölçüde devamlılığını sağlıyor. İslâm’ın ısrarla ve her alanda ‘herkes için geçerli ölçü olma’ isteğinin demokrasiyle ilişkisi tabi ki sağlıklı olmayacak. ‘Tek ölçüt’ üzerinden düşünen nesillerden de demokratik davranış beklemek ne derece gerçekçi hepimizin malumu…
Üstelik demokrasi, öyle kutsal metinleri kendisine rehber alan bir yönetim biçimi falan da değil. Sonuçta çok zorlarsanız buradan bir İslâm demokrasisi çıkar, fakat sadece adı demokrasi olur. O da olsa olsa İslâmcıların ‘modern olma’ komplekslerini kapatmak için bir ambalaj olarak bir kenarda bekler durur.

 
>> Peki İslamcıların genel olarak demokrasi gibi bir derdi var mı?
Buna kompleks mi demeli; Batı karşısında ‘bizde de var’ demek için mi bulundurulur, daha meşrusunu üretemediğinden midir, nedir ama ben böyle bir derdin olduğunu düşünüyorum. Fakat şunu da tespit etmeliyiz: İslâmcısından sıradan insanına kadar memleket bakiyesinin neredeyse tamamı demokrasiden, ‘inanca saygı’yı, bayrak, devlet, vatan, asker, peygamber gibi figürlerin saygıyı hak eden kutsallar olarak kabul edilmesi gerekliliğini, sadece Sünnî İslâm’ın etrafındaki bir ibadet özgürlüğünü, kamu kaynaklarındaki aslan paylarının daima İslâmcılara (inananların önceliği de denebilir) ayrılmasını, devlet kadrolarına alımlarda ayrıcalık yaşamayı, ihalelerde kollanmayı vs.’yi anlıyor. Evet, buna ‘demokrasi’ denebilirse, işte bu da bir ‘demokrasi’ tarzı. Sınırları inanca ve kutsallara saygı ile çevrilerek ufaltılmış bir tarz, adı bile var: İleri demokrasi, deniyor.

Zaten biliyoruz ki birileri ne zaman “inanca saygı”yı demokratik haklar listesinin ilk sırasına yerleştirirse, hemen arkasından başkalarının hayatlarına ya da özgürlüklerine hem politik iktidar üzerinden hem de sosyal yaşamda müdahalelere bulunmayı bir ‘hak’ olarak görmeye de başlar. İşte ‘ölçü belirleme hakkı’ dediğim buydu. Dolayısıyla ‘inanca saygı’ adına yapılacak her türlü zorbalık, sıradanlaştırılarak meşrulaştırılmaya çalışılıyor.
Hâlbuki, ‘çoğunluk’ inancına saygı beklemez, bekleyemez. Demokrasi çoğunluğun değil, ‘azınlık’ haklarının korunmasıdır. Bu tavır, otoriter bir tavırdır. Örnekler herkesin malumu, yerine göre faşizme de kolaylıkla kayabilir. Küçümsemeyelim, Ramazan’da TV’de yemek yiyen birisini dahi kendi inancına yapılmış bir hareket olarak algılayan insanlarla birlikte yaşıyoruz.

Fakat ilginçtir, Türkiye’deki İslâmcılar arasında ‘şeriat isteği’ yaygın bir düşünce olarak yer alsa da ortalama müslüman için şeriat, bir ihtiyaca karşılık gelmiyor. Sanırım bunun sebebi de yine demokrasiden ne anladığıyla ilgili. İnsanlar demokrasi kültürünü ‘sadece benim inancıma saygı duyulacak” biçiminde yaygınlaştırdıklarında, hem ‘modern olma’ duygularını tatmin ediyor (evet bu ‘tatmin edilecek’ bir duygu) hem de inancını dilediği gibi yaşıyorlar, böylece şeriata da gerek kalmıyor.

 
>> Habertürk’te muhtelif zamanlarda Cübbeli Ahmet Hoca diye bilinen tarikatçı Ahmet Mahmut Ünlü çıkıyor ve IŞİD’i eleştiriyor. IŞİD’i gösterip Cübbeli’ye mi razı etmeye çalışıyorlar?
Bence burada bir rıza durumu yok. O kişi IŞİD ortada yokken de TV’lerde boy gösteriyordu. Ondan önce de şu sıralar deizme kaymış görünen Yaşar Nuri vardı aynı ekranlarda, orta sınıfların özlediği ve 28 Şubat sonrası Fethullah Gülen’den boşalan ‘aydın din adamı kontenjanı’nı dolduruyordu. Dinsel meselelerden uzaklaşıp, hükümeti eleştirmeye başlayıp, bir de üzerine parti kurunca ekranlardan düştü.

Yaşar Nuri’ye de Cübbeli’ye de birer televizyon fenomeni olarak bakmak lazım. Yüzleri eskiyince yerlerini yenileri alacak. Bunlar aslında, ortalama insanın kutsallık algısına seslenerek oradaki duyguyu sıcak tutmaya çalışıyorlar. Bu yüzden eğer bir rızadan bahsedeceksek, kitle iletişim araçları üzerinden kurulan bir tahakküm neticesinde oluşan bir rıza mekanizmasından bahsetmeliyiz. Sonuçta din, gündelik acılarımızı biraz olsun unutmamızı sağlayan bir unsur, medya da buna aracılık ederek ideolojik fonksiyonunu yerine getiriyor. Cübbeli reklâma girince, yetenek yarışmalarına geçiliyor. İkisinden de aynı zevk alınıyor. Böylesi kaygan ve amorf bir insan malzemesine de sahibiz.


Röportajın LİNK'i şurada:http://www.birgun.net/haber-detay/islamcilar-demokrasiyi-kendi-olcutleriyle-belirliyor-92689.html

6 Ekim 2015 Salı

DERSİM'de ACI FAŞİZMİ ve MÜCADELE YOLLARI



Bu kez kendi açımdan sıkıntılı bir konuyu, biraz da abartarak aktarmak istiyorum. Epeydir bu yazıyı yazmak istiyordum, nihayet yazdım ve ruhumu kurtardım. Fakat ben kurtulurken, başkalarının ruhunun hapsolmuş olma durumu da ihtimal dahilinde…

6,5 yıldır Dersim’de yaşıyorum. Burası Türkiye’nin hem nüfus hem de şehir yerleşimi açısından en küçük şehri. Bu zaman zarfında uğrayıp yemek yemediğim sanırım çok az lokanta, restoran, cafe veya benzeri yer kalmıştır. Köşe başı dönercilerini saymıyorum tabi ki… Evirip çevirmeden söyleyeyim, Dersim’de bir yemek kültürü falan yok… Yörenin en ünlü, yaygın ve bilinen yemeği, katlanmış hamurların üzerine kızdırılmış tereyağının döküldüğü ve bunun da yoğurtla desteklendiği “gömme- zılfet” adlı bir yemek… Yörenin en ünlü yemeğin uzun uğraşlar sonucu (?) ve böylesine zahmetli (?) yapıldığı bir coğrafyada varın gerisini sizler düşünün…

Dahası, "şehir"de karnınızı doyurmak için doğru dürüst hizmet veren bir mekân bile yok; boşuna aramayın bulmanızın imkânı da yok. Hizmetten kastım, sunumu güzel ve temiz, çeşidi bol, herkes için hesaplı, sebze yemeklerinin olduğu (sulu yemeği geçtim, bir tane karışık kızartma yapan yer bile bulunmuyor), fiyatlarının kişiye göre değişmediği, yemek önü ikramların yapıldığı ve en önemlisi “mönüsünden doyabileceğiniz” bir yer bulmanız yine ve asla mümkün değil. Bu şehirde insanın kendisini doymuş ve yediğinden zevk almış hissedebileceği tek biçim eti, kömürü alıp dere kenarında mangal yapmak, hiç zahmet etmeyin başka ihtimal şansı yok!...

Hadi bunlara eyvallah, fakat geldiğim günden beri burada yaşadığım bir zulmü artık paylaşmak ve net biçimde adını koymak gerekiyor. Bunun adına ben ACI FAŞİZMİ diyorum. İrkildik mi?... Bence önce bir dinleyin, sonra tepki verin. Bazıları bu kavramı işittiklerinde “ne faşizmi, hedonizm hedonizm” deyip bıyık altında gülümsese de, bu faşizm hâli onları zaten ilgilendirmediği, umursamadıkları için böylesi bir zulmün farkında olduklarını söylemek de zor. Keza bir başka açıdan bakıldığında, farkında olmalarını beklemek de beyhude bir çaba gibi görünüyor. Teşbihte kusur olmazmış, örneğin Naziler, (kendi açılarından) asla zulmeden taraf değillerdi; onların tüm yaptıkları (yine onlara göre) zaten olması gereken şeylerdi, hayatın “doğal” akışıydı, hepsi “doğru”ydu ve bu “doğru” sadece onların tekelindeydi. Tıpkı Dersim’deki hedonistlerin, acı faşizmi’ne karşı takındıkları pozisyonlar gibi… Lakin hedonistler arasında da fark var tabi… Meselâ ortalama bir hedonistin, aldığı hazzın peşinde olduğunu ama diğer taraftan acı faşizmi’nin etkisindeki diğerinin, aldığı hazzın üstünlüğü, yüceliği ve evrenselliğine inandığını söyleyebiliriz. Aradaki fark bu!...

Peki öyleyse bu acı faşizm’i nasıl hayat buluyor? Nasıl örgütleniyor? Nasıl yayılıyor? Hangi söylemleri kullanıyor? Ve hangi biçimlerde kendisini meşrulaştırıyor?

Hemen ilk soruyla başlayalım ve örneklendirelim: Meselâ Dersim’de karnınız doyurmak için herhangi bir yere gittiniz. Başınıza neler geleceğini hiç düşünmeden sipariş veriyorsunuz, yemek geliyor. İlk lokmada yemeğin acı olduğunu fark ediyorsunuz. Bu aşamada yapmanız gereken iki şey var: Ya garsonu çağırıp “niye acı olduğunu” sormak (ki boş bir çabadır) ya da ses çıkarmadan ("susma" eylemi, bu da tanıdık geldi mi?) oturup yemeğinizi yemek.. Yine de kavrulan ağzınızı yatıştırmak için yemeğin yanında bir tam ekmek götürüp, paşa paşa bu zulmü çekmek ihtimallerinin de sizleri beklediğini itina ile belirtmeliyim.

Yaşanmışlıklardan hareketle örneğimize devam edelim ve garsonu çağırıp “sipariş verdiğiniz yemeğin (örneğin kuru fasulye) niye acı olduğunu” ona soralım. Merak etmeyin garson oldukça nazik biçimde yanınıza gelecek ve “buyurun” diyecek. Siz sorunuzu garsona soracaksınız ama “o acısız bir yemeğin var olmadığı” kendi huzurlu dünyasının yaşanmışlıklarıyla ve bunun kendisine kazandırdığını düşündüğü “üstünlükle” size, acı biberin (pul veya taze haliyle) yemeğin “aslî unsuru” olduğunu belirten şu cümleyi kuracaktır: Kuru fasulye (ya da her ne ise) acısız olmaz ki!... Dikkat, buradaki “olmama” durumunun hemen altını çizelim. Bu basit bir cümle, “dil sürçmesi” diye geçiştirilecek bir şey değil. Bu “olmama durumu” yerine göre ve başka durumlarda bizleri bayrağa, şehide, devlet “büyüklerine”, dini ritüellere, inanca ya da resmi ideolojinin her türlü düşünsel varyasyonlarına saygıya çağıran, sinsi bir söylemi de içinde barındırıyor.

Yani aslına bakılırsa burada, alternatifi olmadığı düşünülen bir dünyaya ait bir iktidar diliyle karşı karşıyayız; bu dil kendisini kültür üzerinden yeniden üretiyor ve oradan aldığı güçle kendisini tekrardan meşrulaştırıyor. Bu durum bir sahiplenme de yaratmış; acılı yiyecekler sanki bir inanç figürü, dinsel/kültürel bir miras gibi el üstünde tutuluyor. Kısacası faşizm düşüncesi, yaşamın her alanında (örneğin politik olan için) herkesi nasıl kutsallara saygı’ya çağırıyorsa, bir toplumsal gerçeklik olarak bir yemeğin yapılış ve sunuş biçimlerinde de buna rastlayabiliyoruz.

Şimdi biraz daha dikkat, yemeğin acı olmaması/olmayabileceği konusunda bir miktar ısrar ettiğinizde sıklıkla şu karşılık veriliyor: Acı olunca daha güzel… Faşizmin seviye atlamış bir başka biçimi olan bu cümle, kendi beğenisini yüceltip, başkalarının beğenilerini aşağıda bir yerlerde (azınlık’ta olanların –azınlık kültürleri- aşağılık beğenileri gibi) gören yukarıdan bir bakışın vücut bulmuş hâli olarak karşımızda duruyor. Bir hoyratlık, bir faşizm biçimi…

Bu anda resmiyet duvarlarını yıkmaya çalışan bazı aklı evveller de vaziyeti şöyle toparlamaya çalışıyor: Benim 3 yaşında yeğenim var, avuç avuç pul biber yiyiyor ha ha haa… Görüyoruz ki kültür ve zihniyetteki arıza öyle böyle değil; yeğen sanki o yaşta Sanskritçe’den çeviri yapıyor da ülke onunla gurur duyacak. Tabi bir de “aman ne güzel, iyi b.k yiyiyor” diyemiyorsunuz.

Öte yandan kişiler tabi ki bunun farkında değiller; onlar bilakis olağan bir durumu yaşıyormuş gibiler; çünkü bu tavır, sanki ekmek yiyip su içer gibi sıradanlaşmış bir şekilde yaşanıyor. Hatta bu “kuru fasulye”, yerine göre kebap ya da çorba çeşitlerinden birisi veya pide ya da lahmacun da olabiliyor ve aynı tavrı aynı cümlelerle tekrar tekrar yaşayabiliyorsunuz. Meselâ Dersim’de (son 2 yılda açılan birkaç mekânla birlikte ortadan kalkan) acısız kebap, pide veya lahmacun yemenin imkânsız olduğunu söylesem, insanlar bana inanmakta güçlük çekeceklerdir. Urfa, Antep, Mardin, Diyarbakır gibi hedonizmin tavan yaptığı şehirlerde defalarca yemek yedim. Belki benim karnımı doyurduğum yerler itibarıyla denk gelmemiş de olabilir, artık bilemiyorum ama ihtimal vermiyorum, buraların tümünde iki türlü lahmacun içeriği/harcı (yani acılı ve acısız) hazırlanıyor ve neyi tercih ettikleri müşterilere soruluyordu. Dersim’de bunlar ne mümkün, yıllarca bu şehirde pide, lahmacun yiyemedim; çünkü sadece acılı iç hazırlanıyordu. Başka türlüsünü tahayyül dahi edemiyor bu insanlar… Üstelik yıl 2015, dikkatinizi çekerim. Kolaycılık, tembellik falan deyin ama bu düpedüz zorbalık...

Çok zorlarsak bu duruma geç kapitalistleşmenin, hatta belki kapitalistleşememenin neden olduğu da iddia edilebilir. "Böylesi bize daha uyar" diyenleri işitir gibiyim. Yok bana da uyar da n'olur şu yemekleri "acılı" yapmasınlar... Bu bakımdan düşündüğümüzde, esnafın alayının kıyıda köşede kalmış beşinci sınıf "esnaf lokantası" kıvamında hizmet verdiği görülebilir. Bu gerçek eşliğinde aradığımdan, buna yönelik bir beklenti taşıdığımdan değil ama bırakın profesyonelliği, çeyrek profesyonel bile olmadıkları ortada... Çünkü kazanç az ve nitelikli ustaya verilecek maaş yok, insanları sadece sezonluk (yani yazın 3 ay) çalıştırıyorlar. Kırk yılın başı işi bilen birisi gelse, tutunamıyor, gidiyor. Bu yüzden, mutfakta çalıştırılan kişilerin yerel olduğunu, el yordamıyla işi öğrendiğini ve dolayısıyla atadan dededen ne gördüyse ona göre yemekler yaptığı söylenebilir. Onca kelâmdan sonra bu paragraf "gönül alma" metni gibi oldu ya, hadi neyse...

Öte yandan, bu şehirde acı söz konusu olduğunda hayal gücü sınır tanımıyor. Meselâ kebapların üzerine “sos” diye sürdükleri ve benim o sıvıyı sürekli çeşmede yıkatıp öyle servis yaptırdığım bir şey var. “Sos” dedikleri de çiçek yağı, salça ve pul biber karışımı çocuk işi, basit bir şey; yani Dersim esnafınca sözüm ona sunuma değer kattığı, yemeği lezzetli yaptığı düşünülen bir esnaf kolaycılığı… Bu sosu yemeyi beklediğiniz balığın içinde dahi görmeniz kuvvetle muhtemel. Alabalık ızgara mı söylediniz, balık üzeri ve içi pul biber doldurulmuş biçimde önünüze geliyor. Tabi sadece sizin “iyiliğiniz” için… Balıkçıya bir tepsi fırında hamsi sipariş ettiniz diyelim ve “acısız” demeyi unuttunuz; işte o an bittiniz! Balıkçı yine sizin paşa gönlünüz olsun diye üzerine pul biber ekerek size “güzellik” yapıyor. Çünkü bunların tümü çok yaygın uygulamalar… Malum esnaf sizin damak tadınızın peşinde(?) ama siz, siz olun benim gibi “nankörlük” etmeyin.

İşin bir de kamusal boyutu var tabi ki… Keza yemeğini beğenmediğiniz, acı faşizmi’nin zirvelerde yaşandığı bu mekânlara gitmeyerek tutarlı bir tavır geliştirebilirsiniz. Peki aynı acı faşizmi çalıştığınız kurumdaki öğle/akşam yemeklerinde de yaşanıyorsa ne yapacaksınız? Ben bizim üniversitede bunun dört yıl kavgasını verdim. Personelinden, aşçılarına, SKS’deki çalışanlardan, yöneticilere kadar defalarca sözlü ve yazılı olarak şikâyetlerimi aktardım. Faşizme karşı bu mücadele sonucunda, ihale şartnamelerine bile giren bir maddeyle, bugün üniversitede çıkan yemeklerin tümü acısız olarak sunuluyor. Kimse inanmaz ama dört yıl boyunca pul biberin yemeğe değil de kaplar halinde masaya koyulması gibi demokratik bir durumu dahi kabul ettirememiştim. İşte size faşizmin direnci… Ahçılar ve yöneticilerin hiçbirisi, bu süre zarfında böylesi bir durumu kendi anlam dünyalarında bir yere koyamadılar. Hatta hiç unutmayacağım, bu konuda rektöre çıkıp şikâyetimi ileteceğimi işiten bir yetkili bana “rektörün de acı sevdiğini” gururla söylemişti. Tek adam’ın düşüncesi gibi zevkleri de aşağıya doğru yayılır ve biz bu durumun adına ne diyoruz, artık sizler tahmin edin!

Şimdi yine üniversitede yaşadığım bir başka olayı anlatayım, ki o üniversite vaktiyle acı faşizmi konusunda Dersim esnafına beş basacak derecede fantezilere sahip bir kurumdu. Öyle ki bu üniversite yakın zamana kadar, diğerlerini geçtim pırasanın, ıspanağın, soğuk yoğurt çorbasının içine bile acımasızca pul biber basacak derecede zorbaların aşçılık yaptığı bir yerdi. İşte bu zorbalardan biriyle olan muhabbetimizi buraya aktarmam gerekiyor. Bir gün yine böyle bir yemeğin içerisine acı boca edilmiş, ben yemeği alırken fark ettim ve “neden acı yaptıklarını ve yemeğe neden bu kadar fazla acı doldurduklarını” sordum. Ahçı faşizmin bir başka ince söylemine geçti: Çoğunluk böyle istiyor hocam… Hangi ara “çoğunluğa” ne istediğinin sorulduğunu ya da bu kanaate nasıl ulaştığını hiç sormadım, doğrudan şunu söyledim: Sen Alevi misin?... Ahçı “evet” dedi. Ben durur muyum, yapıştırdım lafı: O zaman Sünnî çoğunluğun istediklerini kabul etmek zorundayız, öyle mi? Ahçı, dağıldı gitti, hayata küstü. Bir daha bana, selâm bile vermedi.

Bakın bu konudaki bir tespitimi daha paylaşayım. Çünkü bir de “alışamadınız mı daha hocam?” diye soranlar var ki, evlere şenlik… Yani bunlar göre de acılı yemekler/pul biber, “alışılacak” bir durumun adı. Alayı solcu olan bu arkadaşlara, faşizmin hangi biçimine ve nasıl alışılabileceğini de aslında buradan sormak gerekiyor. Dahası bu zorbalık, böyle böyle birbirinden etkilenerek, birbirinden destek alarak örgütleniyor; kendine özgü bir dille, yapılan yemekleri mesleki aktarımlarıyla yayılıyor ve güçleniyor.

Bu faşizm çeşidiyle her ortamda mücadele etmek de gerekiyor. Bu mücadele yollarından bazıları şöyle: Gittiğiniz yerlerde sürekli uyarılar yapın. "Acısız yemeğin" bir hak olduğunda ısrar edin. Sunumunu değiştirmeyen yerlere bir daha uğramayın. Konuşmalarda ve yeri geldiğinde, "acısız yemek" diye bir ihtimalin de olduğunu sıklıkla tekrarlayın. Yine tersinin bir faşizm (/zorbalık) biçimi olduğunu özenle belirtin. "Masaya geldi" diye acılı gelen yemekleri yemeyin ve acısız olarak getirilmesini talep edin, alternatif sunulmuyorsa o yeri terk edin. "Acı yemeyi" bir maharet veya çoğunluğun bir üstünlüğü sanan süzmeler size bıyık altından gülecekler fakat bu sizi yıldırmasın, bu zincir kırılacak, yarınlar bizim... 

Mevzunun bir de mesleki gerçeği var. Öyle ki ancak yemeğinin lezzetine güvenmeyen kişi, yemeği acı yapar. Çünkü acı, iyi bir örtücüdür. Ağzın kavrulurken ne yediğinin farkına bile varamazsın. Acı biber, bütün lezzetleri bastırmış, dil üzerindeki tat alma noktalarını yakarak, yeme halini sadece kendisinin hissedildiği bir biçime dönüşmüştür. Bu yüzden, içerisinde acı olan hiçbir yemek, asla kendi lezzetinde değildir. Yani sözün özü, içerisine acı katılmış tüm lezzetler, emperyal bir işgale uğramıştır.

Fakat belirtmem gerekiyor ki, her “acı sever”, "acı faşisti" de değildir. İnsanlar, doğal olarak, acı biberi sevebilir; kendi tabağına olduğu ve başka alternatiflerin de bulunduğunu düşündüğü sürece sıkıntı yok. Hâlbuki acı faşisti kavramı, acının her yemeğin aslî unsuru olduğunu düşünen, kendi damak zevkini her yerde ve nasıl olursa olsun başkalarına zorbaca dayatan, ne kendisi ne de başkaları için acısız bir yemek tahayyül edemeyenler için kullanabiliriz. Bu kadar sözden sonra acı sever arkadaşlara son bir kötü haber vereyim. Bugün artık acının bir tat olmadığı da ispat edilmiş bulunuyor. Ben bilip bilmeden yıllardır söylüyordum ama sağ olsun bilim insanları sonunda ispat etmişler, hepsinin gözlerinden öpüyorum. İşte şurada: http://www.bbc.com/turkce/ozeldosyalar/2015/01/150122_vert_fut_aci_yemekler Bütün bunlara rağmen bazı arkadaşlar, romantik biçimde, hâlâ ve ısrarla acının bir “tat” olduğu iddialarını devam ettirecekler, bunu da iyi biliyorum. Damak alışkanlıkları maalesef başka bir şeye benzemiyor, içinde yemeklerin de dahil olduğu eskiye özlem ise her daim aklı değil hissiyatı depreştiren nostaljik bir duygu.

Netice itibarıyla bu yazıyı ve yaşadıklarımı fazlasıyla “abartılı” bulanlar, üstüne koyarak anlattığımı düşünenler mutlaka olacaktır. Hatta “faşizm” kelimesini ağır, zorlama ve haksız görenler de olabilir. Oysa değil böyle oturup 3 saatini verip, kafa patlatıp bu metni yazmak, onların benim kadar bu konuya kafa yorduklarını ise hiç mi hiç sanmıyorum. Bu arkadaşlar için son bir söz: Günümüzde faşizm, yaşam içinde damıtılmış biçimde yer alır. Onu çözebilmek için, bilgi gereklidir. Dolayısıyla bu inceltilmiş faşizm türü, bir acı biber üzerinden o kişinin dünyasını çözümlemeyi de sağlayacak kodları içerebilir. Meselâ, kişi aslında otoriter bir yapıya sahiptir ve bu onun acı biber konusundaki tavırlarında da ortaya çıkabilir. İşte tam da burada, Adorno ile Horkheimmer'ın ABD'deki günlük gazetelerin "yıldız falı" sayfalarındaki yorumlardan otoriter kişilik kavramına nasıl ulaştıklarını anımsamakta fayda var.

Sonuç olarak ne dilimizde ne de ömrümüzde acının hiçbir çeşidinin olmadığı güzel günlere özlemle, afiyet olsun!…






NOT: Ben bu metni yazdıktan 10 gün sonra internette şöyle bir tespite rastladım: http://www.radikal.com.tr/radikalist/bilimden-aciyi-sevenlere-kotu-haber-sadist-olabilirsiniz-1452459/ Bilime (olabildiğince) inanıyor ve (yine olabildiğince) güveniyoruz, ben başkalarının yalancısıyım.