4 Ağustos 2012 Cumartesi

“VARLIK” YA DA “BİREY” OLMAK!



Rene Descartes’ın kendinden daha ünlü olan “Düşünüyorum, öyleyse varım” sözleri üzerine kurduğu düşünce dünyası, ciltlerce sürebilecek bir tartışmanın konusu olabilir. Öyle ki, Descartes felsefesinin nirengi noktası olan “varlık” sorunudur.
“Varlık” karşıtı “yokluk/hiçlik”, insanların nesneleri adlandırma süreçleri sonucunda ortaya çıkmıştır. Elle tutulup, gözle görülebilen (sonraları buna deneyle kanıtlanabilme şartı da eklenecektir) nesneler “varlık” olarak adlandırılırken, hiç varolmayan ya da üç boyutlu dünyada görülmese de varolduğu düşünülen “yokluk” boyutu (dinsel ve tanrısal alandır) ile birlikte “varlık sorunu (ontoloji)” yüzyıllardır felsefenin en merkezi tartışmalarında birisidir; hatta felsefenin “varlık sorunu”ndan doğduğu da iddia edilmektedir. Descartes’ın kendi felsefesinin temeli olan bu sözüyle dile getirmek istediği de tam bu noktada belirginleşir. Ünlü düşünür burada “özne” yani “ben”in altını çizmektedir. Fakat buradaki “özne/ben”, tamamıyla bilinçli ve dolayısıyla kendisinin farkında, kendisini bilebilen, varlık nedeninin farkına varmış olan bütünüyle özerk bir konumdadır. Bu “özne/ben”, bu konumda olduğunun farkında olmakla kalmaz, aynı zamanda kendisini başkalarına karşı da bu konumda varsayar, onlardan kendisinin bu konumda olduğunu bilerek, göstererek ve uygulayarak davranmalarını ister.
Bütün bunlarla birlikte, etkin bir “varlık” olan “özne/ben”, olayların tam ortasında, tutarlı, bilinçli, bir başka “özne/ben”e asla indirgenemeyecek bir konumun ifadesidir. Kurguda anlatıldığı gibi, “düşünmüyorum” dedikten sonra kaybolan Descartes aslında düşünmediğinden dolayı değil, düşünmeyip bir “varlık/özne/ben” olamadığından dolayı ortadan kaybolmaktadır. Çünkü sistemli “düşünme”* insana has bir meziyettir. Descartes’a göre, yukarıda sıraladığımız “özne/ben”e ait özellikleri taşımayan bir insan asla “varlık” değildir, onlar “yokluklar/hiçlikler” dünyasına aittirler. En önemli “varlık” nedenini yerine getirmeyen insanların somutlukları da tartışmalıdır. Bu yolla Descartes insan öznesinin eleştirisini yaparken, kendi “varlık” felsefesinde “varlık” olabilmenin şartlarını da ortaya koymaktadır.
Aynı bağlamda akıl yürütmeye devam edecek olursak, Descartes’ın “özne”sini ya da “ben”ini günümüzde “birey” olabilmekle üst üste koyabiliriz. Bilindiği gibi, “özne” terimi kendisine oldukça yakın görülen “birey” teriminden bambaşka bir şeye karşılık gelse de, ikinci terim, insanın özgür olduğunu ve entelektüel bir eyleyen olması nedeniyle insanın düşünme sürecinin asla baskı altına alınamayacağını varsaymaktadır. Buna göre bireyi, bir düşünme sürecinin ürünü olarak görebiliriz. Birey/Descartesçı felsefede “özne/ben” olarak doğulamayacağı ve “ben birey olacağım” ya da “haydi birey yaratalım” demekle birey de ortaya çıkarılamayacağı da bir sosyolojik gerçekliktir. Üstelik Batılı anlamda birey, bir “kolektiflik” sürecinden geçip “bireyselliğe” ulaşmış bir kişi anlamına gelmektedir. Bu birey, yurttaşa ve yurttaşlık haklarına inanan, bunları ön plana alan, katılımcı, sivil ve özerk bir insandır. Bu standartlar Batılı manada “birey” olmanın ön şartlarıdır.
Bunları sıralayacak olursak: Kişilik, dışsallık, içsellik, yaratıcılık, yeniliklere açık olma, belirsizlik, sorun çözme yeteneği gibi bireyin doğuştan kazanıp biçimlendirdiği ya da sonradan kazanıp geliştirdiği özellikleri, tam anlamıyla “birey” (=özne=ben=varlık) olmak ya da birey olamamakla (=yokluk=hiçlik) ilişkili bir durumdur. Modern/Postmodern dünyada “birey”, dokunulmazlık zırhı ile kaplı bir ikon gibidir. Bütün olumlu değerleri içerisinde barındırır. İşte bu noktada bir ayrım yapma gerekliliği ortaya çıkmaktadır. Bu ayrımı da birey olmak ve birey olamamak şeklinde yapmamız gereklidir. Çünkü “birey olma” meselesi, belki de, bütün sorunların ana kaynağı bile olabilir.
Kafamızda şekillenmeye başlayan düşüncelerimizi, yapacağımız ikili bir ayrım ile kısaca tablolaştırırsak, ortaya şöyle basit bir görüntü çıkmaktadır:

BİREY OLMAK                                    BİREY OLAMAMAK
Sağlam bir kişilik yapısı                    Bozuk kişilik yapısı
Dışsallık                                             İçsellik
Yaratıcılık                                         Olanı tekrar etme
Yeniliklere açıklık                            Yeniliklere karşı direnç
Sorunları çözme yeteneği               Sorunları yarına bırakma
Diyalog kurma isteği                        Tartışmayı tercih etme
Kendine güven                                 Sürekli güvensizlik

Yukarıda yaptığımız ayrımın ışığında şunları söyleyebiliriz ki, “birey olmak” ile “birey olamamak” arasındaki korkunç farklılıklar, bireyin önemsendiği toplumları diğer toplumlardan ayırır. Dahası “birey” temelinde kurulan politik/eylemsel organizasyonlar, bu standardı yakalayamayan diğer organizasyonlara karşı sürekli bir üstünlük kurma durumundadırlar.
“Düşünen” kişi üreten, yani “varolan” biridir, “düşünmeyen/düşünemeyen” kişi “birey” olamadığı gibi, bütün üretim aşamalarının da dışındadır. O sadece düşünsel ve maddi olarak tüketir, bal yapmayan erkek arı gibidir. Descartes’ın ünlü sözünü düşünce üretme mantığı çerçevesinde yeniden inşa edersek, şöyle söylememiz gereklidir: “Üretiyorum, öyleyse varım!”
“Düşünen”, aynı zamanda üreten, yani “varlık” olan birey, bulunduğu ortamlarda çevresini değiştirebilen kişidir. O çevresini, gittiği her yeri uyandırdığı düşünsel şüpheler yoluyla değiştirebilir. Düşünmek, insan olduğunun bilincine varmaktır. Yazgıya baş kaldırmaktır, erkini teslim etmek değil, kendi ellerine almaktır.


* Burada “düşünme”den kastettiğimiz, her şeyi akıldan geçirme, sistemsiz bir beyin meşguliyeti değildir.
* “Düşünme”yi burada felsefi anlamıyla kullanıyoruz. Yoksa herkes düşünmektedir, fakat bu Descartes’ın kullandığı manada bir “düşünme” değildir.