15 Temmuz 2012 Pazar

"HELAL" IRKÇILIK


(08.07.2012-RADİKAL İKİ)

Türkiye toplumundaki hızlı muhafazakârlaşmanın bir sonucu olarak hemen hemen her olayın, durumun ya da olgunun artık dini kavramlar üzerinden anlamlandırılmaya çalışıldığına şahit oluyoruz. Nicedir bir şeyleri değerlendirme kriterlerimiz, sadece dinin ölçütleriyle belirleniyor. Kısacası insan ürünü ölçütler, tanrısal ve kutsal olan/olduğu düşünülen ölçütlerle yer değiştirmiş durumda. Günümüz insanının inanmasını pekiştirmek için çoğu kez yanına bilimi de yedekleyen bu dini ölçütler, insanlara günlük hayat içerisinde karşılaştıkları yeni durumları anlamlandırma ve mevcut hayat ile uzlaştırma/meşrulaştırma imkânları da sunarak esnek bir halde de karşımıza çıkıyor.

Diğerlerinin değerleri

Bu “esneklik” zaten hayatın bir parçası, fakat insanlar yoğun olarak taviz vermeler, meşrulaştırmalar ve esnekliklerle birlikte yaşasa da, hayatı köşeli, net algılamaya daha yatkınlar. Böyle olunca da hayat içerisindeki esneklikler ve tutarsızlıklar, mevcut din ya da ideoloji noktasından bakıldığında, hep ‘diğerleri’nin yaşadığı tutarsız ve meşruiyet dışı davranışlar olarak görülme eğilimine giriyor.
Bununla birlikte hem bir din hem de toplumsal projeye dönüştüğü için ideoloji olan İslami düşüncenin, günümüzde bazı problemlerini “helal” kavramıyla çözmeye çalıştığı da bir başka gerçek. Mesela bu düşüncenin modernizmi eleştirirken gösterdiği sınır tanımaz tavrın, mevzu kapitalizm olunca önemli ölçüde güçten düştüğü de aynı gerçekliğin içerisinde yer alabilir. Burada tüketim toplumunun dayanılmaz cazibesinin, kapitalizmi “helalleştirme”ye doğru götürdüğü de çoktan biliniyor. Artık kapitalist yaşamın getirdiği her türlü imkânın “helal” tarafları ile hemhal olup, kapitalizmden (“haram”dan) uzak durulduğunu düşünmek, epey revaçta.

Yeni helaller

Cinsel güçlendiricilerin “helal”leri çıktı; tesettür modası artık yadırganmıyor; harem selamlık bol yıldızlı oteller uzun bir süredir hizmet veriyordu; faiz “kâr payı” oldu; camilerin altı “helal” ürün satan marketlerle dolu; dahası bizi “fakir Müslümanlar”dan uzak tutacak geleneksel mimarinin özgün örneklerinin sergilendiği süper lüks siteler daha yapılmadan tükeniyor.
Örnekler daha da uzatılabilse de yazımın esas konusu bu değil. Sosyoloji bölümü öğrencilerine bu dönem verdiğim “sinema sosyolojisi” dersinin bütünleme sınavında sorduğum bir soru ve bu soruya karşılık olarak verilen yanıtlar, beni bu yazıyı yazmaya sevk etti. Sınavda öğrencilerimden, ‘The Great Dictator/Büyük Diktatör’ (1940) filminde Charlie Chaplin’in Hitler’e atfen canlandırdığı Diktatör Adenoid Hynkel’in ağzından söylediği, “İnsanların Yahudilere karşı duydukları öfke açlıklarını unutturabilir” cümlesinin sosyolojik analizini yapmalarını istedim.

Antisemitizm

Bu soruya karşılık olarak kimi öğrencilerce metne dökülmüş cümlelerden bazıları şöyle: “Yahudiler, acımasız, kötü, toplumun huzurunu bozan bir millet oldukları için sürekli bir öfkeye maruz kalıyorlar”, “Yahudiler, kendileri dışında tüm insanları reddederler ve küçük görürler”, “Yahudiler, insanlara zulüm etmekte, onları köle olarak kullanıp, mahzenlere kapatmakta, ekmeklerini ellerinden almakta”, “suçsuz günahsız çocukları öldürüp, kadınların ırzına geçmekteler”, “Yahudiler, erkek egemenliğinin hâkim olduğu, ırksal ayrımcılıkların bulunduğu bir topluluk” vs… Kâğıtlarda fikri desteğini İslâm’dan alanlar da yoğunlukta, mesela birisi bazı hadislerde “bir tek Yahudi var olduğu sürece insanlığın huzur bulamayacağını” söylüyor. Bir diğeri, “Allah’ın merhametinden yoksun tek millet” olduklarını ekliyor. Bir başkası “İslâm’da barışta ve savaşta Yahudilerden dost olunmayacağını”n altını çiziyor.
Böylelikle bir sınav kâğıdına rahatlıkla yazılan bu utanç verici yorumlar uzayıp gidiyor. Tabii ki Yahudilere duyulan bu nefret, bu ülkeyi bilenler için, “bir avuç öğrencinin hezeyanı” deyip geçilemeyecek ve sadece Yahudiler ile sınırlı bir durumu da ifade etmiyor. Bu öğrencilerin bunları nerede, hangi yollarla ve kimlerden öğrendiği, “hoşgörü” başlı başına sıkıntılı bir kavram olsa da, İslam’ın barış, diyalog ve kardeşlik söylemlerine neler olduğu, bu simülasyon dünyasında zaten biliniyor. Fakat “nefret suçu” diye bir suç varken, acaba “helal” tüketim ürünlerinden sonra şimdi de “helal” bir ırkçılıkla mı karşı karşıyayız?
Öyle görülüyor ki, yine ve yeniden İslami imbikten geçirilerek damıtılmış bir ırkçılık, zihni anlamda sığınabileceği en güvenli limana çekilmiş durumda. Lakin bu yeni bir olgu değil, Türk-İslâm sentezinin ideolojik özünde böylesi ırkçı düşünceler, her daim fazlasıyla mevcuttu. İyi de, bunları yazan öğrencilerin neredeyse tümü etnik köken itibarıyla “Kürt” (Kürt siyasetçi ve aydınlarının dikkatine!), dolayısıyla hayatlarının tamamı bir savaş ve olağanüstü hal ortamında geçmiş, etnik politikaların dümdüz ettiği, türlü ayrımcılıkları iliklerine kadar yaşamış, “baştan aşağı sorun” olarak görülen bir coğrafyanın insanları bu gençler. Kısacası, bulundukları toplumlarda tarihsel olarak sık sık ayrımcılığa ve etnik temizliğe uğramış Yahudiler ile en kısa yoldan empati kurabilecek olan bir kesim olarak görülmelerine rağmen, muktedirin dilini gayet güzel öğrenmişler. Dahası, bu gençlere “ırkçı” olduklarını söylediğinizde, kimsenin bunu kabul edeceğini zannetmiyorum. Bu rahatlıktan anlaşılıyor ki onlar bu hali çoktan içselleştirmişler. Kutsal bir inanç sistemi üzeriden yürüyen, fikri ilhamını buradan alan, gerçekliğinden kimsenin şüphe etmediği ve tartışmasız kabul gören meşru bir ırkçılık bu, yani “helalleştirilmiş” bir ırkçılık.

Bandırma- Mavi Marmara

Sonuç olarak din, insanları tanrı adına barışa ve esenliğe çağırdığı oranda, ayrıca önemli bir ayrım ve çatışma noktası olsa da, burada tercih hangisinin işleme konulacağı ile ilgilidir. Oysa Kemalistlerin Bandırma Vapuru’na nispet yapar gibi Mavi Marmara’nın kutsallaştırması ve tüm bu mitleştirmelerin nasıl bir düşmanlık dalgası yarattığı nedense görülemiyor. Halbuki böylesi kin ve düşmanlıkları toplumun birliği ve düzeni adına görmezden geldiğinizde, farklılıkların meşru olduğu bir çağda geleceğe dair birlikte yaşama umutlarını da tüketmiş oluyorsunuz.
Bugün bize “dindarlaşarak” tüm sorunların üstesinden gelinebileceğini söyleyenler, dinin mevcut ayrım ve çatışma noktalarına çözüm olduğu söylemleri üzerinden tüm iletişim yollarını da kullanarak bir endoktrinasyon faaliyetine girişmiş bulunuyorlar. Din üzerinden toplum mühendisliği yapmak ise, mevcut ayrım ve çatışma alanlarına hiç dokunmadan, yeni durum ve kavramların içlerini dini söylemlerle doldurarak toplumsal disiplini, homojenliği ve meşruiyeti sağlamak anlamına geliyor. Böylelikle moderniteyi ve pozitivizmi eleştirenlerin, modernizmin pozitivist yöntemlerini iyi ezberledikleri, bu tedrisattan başarılı dersler aldıkları da görülüyor. Neoliberalizm ile aralarında bir sorun görmeden, temel sorunlara dokunmadan, içerisine ruh üflenmiş pozitivist yöntemlerle toplumu “dindarlaştırarak” vicdan üretmeye çalışmak, aslında o vicdanları “helal” yoldan betonlaştırıyor. Ve öyle görünüyor ki, insanların Yahudilere karşı duydukları öfke sadece açlıklarını değil, aynı zamanda insanlıklarını da unutturuyor. 


http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalEklerDetayV3&ArticleID=1093427&CategoryID=42 

7 Temmuz 2012 Cumartesi

TUME TURKCELL*

Bir dostumuzun akrabasının cenazesini defnetmek için Dersim’den Kırmızıköprü’ye doğru yola çıktığımızda ölüm ile yaşam arasında insanı düşüncelere sevk eden bir yerlerdeydim. Hani o başkalarının ölümünü uzaktan izleyip başını çevirip giden, arkadaşlarının ölümlerinde garip bir yaşam muhasebesine giren ve sonradan kendince asla tutamayacağı sözler veren, yakınlarının ölümlerinde ise kendi ölümünü görüp irkilen günümüz insanı tavrıydı aslında benimkisi.
Köylük yerde cenazenin oldukça kalabalık olması “benim cenazeme de bu kadar insan gelir mi?” şeklinde bir başka şehirli muhasebenin içine yuvarlarken insanı, dualar ve ağıtlar arasında defin işlemi gerçekleşti. Olayın ruhanî boyutu bittikten, büyük sırra eren bir başka beden de toprağa emanet edildikten sonra, cenazenin katılımcılarıyla farklı sohbet imkânları doğdu. Bu sohbetlerden birinde, mezarlığın bulunduğu yerin, mezarlık olmasının dışında kutsal bir mekân olduğunu öğrendim. Etraf sobalık odun doluyken, köylülerin o mevkiden küçük bir dal dahi olsa herhangi bir odun parçasını, uğursuzluk getireceği inancıyla, evlerine götürmediklerini şaşkınlıkla dinledim.
Şaşkınlıkla diyorum, çünkü geleneksel kutsallıkların lanetlenip yerlerine modern ve aslında daha katı kutsallıkların inşa edildiği şehirli topluluklara ait insanlar için bu yerel inanç figürü, çok da anlamlı değildi.  Bundan çok yıllar önce böyle bir durumla karşılaşsam, o mevkiden bir odun parçasını alıp götürmenin pozitivist hazzını da gayet güzel yaşayabilirdim. Ama öyle olmadı, asırlık meşe ağaçlarının gölgesinde, kayaların yamacından buz gibi fışkırıp çıkan bir suyun hayat verdiği, yeşilin en güzel tonlarının rengarenk çiçeklerle donatıldığı, inanılmaz sessiz, doğa harikası bir yerde dalıp gitmiş hayata dair düşünürken, karşı tepede bütün bu güzelliklere tezat bir medeniyet yuları ile göz göze geldim.
Tüm bu doğal güzelliklere inat, karşı tepede metalik rengi ve büyüklüğü ile kocaman bir Turkcell baz istasyonu durmaktaydı. Heybetini “çekim gücü”nden alan bu çelik direk, mekâna bir o kadar aykırı, doğaya ise bir o kadar tezattı. Sonradan bana anlatılan olay ise, işte bu yazının ortaya çıkmasına sebep oldu.
Reklâmlarında yüzlerce kilometre ötedeki oğlunun/kızının sesini duyduğu için gümüş dişleriyle bir ağız dolusu gülen “mutlu köylüler”i gördüğümüz, karnının doyup doymadığını sormadan elektriği kesilen köylü yavrucağın “çekim gücü” ile yarınki dersini bitirmesini sağlayan, yine aynı reklâmlarda kültüre ve geleneklere saygı temasını işleyen bu şirket, yakın zamana kadar Alevilik inancının kutsal mekânlarından olan Tume Hızır’daki (Hızır tepesi), Dara Hızır’ı (Hızır Ağacı) kesip, yerine bu çelik direği dikmişti. Köylüler bunu öğrendiğinde ise, iş işten geçmişti. Geride ise kızgınlık, kırgınlık, çaresizlik ve yüzyılların getirisi olan dışlanmışlığın bir örneğinin daha suskunlukla içe akıtılarak yaşanması kalmıştı. Belki de Dersim tarihi için bir milat olan 1938’den beri yaşanan acıların yanında bu sadece çok küçük bir acıydı. Fakat bu topraklar hep irili, ufaklı acılarla mı yoğrulmalıydı? Sünnî inanç mekânları için aslan kesilen muktedirler, topraklarındaki diğer farklı inanç kesimlerinin kutsal mekânlarına da aynı saygıyı göstererek kendi insanlarının gözünde daha sağlam bir yere gelemez miydi? Veya neden gelmek istemiyorlardı?
Sorular uzayıp giderken, olayın bir de kâr boyutu var tabi ki. Günümüzde iletişim hakkı adı altında herkes sabit müşterilere dönüştürülürken, hizmet adı altında da her yere baz istasyonu diken şirketlerin müşteri portföyünü genişletilmeye çalışıldığına şahit oluyoruz. Bugün bu kapitalist saldırı biçimlerinin, Alevilik inanç sisteminin tüm sembol, figür ve ritüellerinin adım başı görüldüğü bu kutsal topraklarda, özellikle son dönemde, olanca hızıyla devam ettiği zaten biliniyor. Bu doymak bilmez saldırı cephesi, “elektriği, telefonu kullanmayın o zaman” demagojisi eşliğinde, medeniyet ve “modern dünya”nın sorunlu ihtiyaçlarını kendi yok ettiklerine gerekçe gösteriyor. HES projeleri ve baraj yapımları ile pek çok kutsal mekân ya sular altında kalıyor ya da bir dozerin paletleri altında ortadan kaldırılıyor. Bu yöreye ait ve araştırılmayı bekleyen hayvan, bitki ve böcek türleri de bütün bu tahribattan fazlasıyla payını alıyor. Tabi ki, 30 yıldır süren savaşın bölgedeki korkunç izlerini de anımsamamak elde değil.
Tume Hızır’da olduğu gibi, Marx’ın “kapitalizm gölgesini satamadığı ağacı keser” öngörüsünün fiilen hayata geçtiği bu kutsal inanç mekânlarında, saçma sapan bir “özgürlük” anlayışı ile iletişim hakkı diye bir kavram özgür tutsaklara pazarlanıyor. Keza, telefon ile iletişimin insanları birbirlerine bağlamadığı, bilakis ayırdığını, artık birilerinin yüksek sesle anlatması gerekiyor. İnsanların birbirlerini yılda birkaç defa görmek, ziyaret etmek yerine, şehirli kolaycılığı ile bu sıkıntıyı bir mesaj veya arama ile üzerlerinden attıkları yeterince açık değil mi? İnsanların sevdikleri ve dostlarıyla yaptıkları bir sabah kahvaltısının tadını hangi mesaj verebilir, meselâ?
Dahası, Dünya’nın her yerinde olduğu gibi burada da yerel inanç sistemlerine ait kutsal bir figürü “işlevsiz” bulan küresel sermaye, o figürü ortadan kaldırarak kendince “işlevli” olanı alâ-û vâlâ ile onun yerine koyuyor. Yüzyıllardır “kutsal” kabul edilerek mum yakılan, niyaz edilen, dua okunan, adak adanan bir ağacın yerinde, artık orada kaç yıl duracağı bile belli olmayan iletişim özgürlüğünün postmodern kutsalı olmuş, işlev abidesi şeklinde parıldayan bir çelik direk yükseliyor.
Babaannemin kendi babaannesinden kalan bakır leğenleri, açıkgöz bir satıcı aracılığıyla plastik leğenlerle değiştirdiğini anımsıyorum. Köylü bir kadın için bu “yenilik”, belli ki onun için çekici modernlik vaatleri ile doluydu. Hatta işlev aynı gibi görünüyordu, ama o işlevin ömrü hiç de aynı olmadı. Senesi dolmanda plastik leğenler yırtılınca, modern dünyanın renkli rüyası da bitivermişti.
Bugün Dersim coğrafyasında nehirler göl oluyor, Munzur suyu potansiyel bir bataklık, gözeler HES kelepçesiyle tutsak alınıp, ağaçlar su altı bitkisi haline getiriliyor. Modernizm, Post versiyonunu vizyona çıkarırken, kapitalizmin aklanıp paklanıp pazarlanmaya çalışılan adı, küreselleşme oluyor. Dolayısıyla Tume Hızır da, postmodern adıyla Tume Turkcell’e dönüşüyor. Bize de bir zamanlar dilek dilemek için bez bağlanan Dara Hızır’ın yerinde yükselen çelik direğe, insanlığın teslim bayrağını çekmek düşüyor. Zygmunt Bauman’ın günümüzdeki durumu anlatmak için yazdığı şu cümlede olduğu gibi: Elimizden bir şeylerin kayıp gittiğini görmek ama engel olamamak. İşte bütün mesele bu!



* "Tume Turkcell": Kırmanciki dilinde “Turkcell Tepesi”

DERSİM’İN YOZLAŞMAYLA İMTİHANI

Kültür ve inanç kavramlarının zirve yaptığı bir çağdayız. Bu iki kavram yeri geliyor bütün insanî sorunların üzerine çıkıyor, onları örtüyor, öteliyor, önemsizleştiriyor ya da bu sorunların görmezden gelinmesini sağlıyor; yeri geliyor bütün hak taleplerinin biricik çıkış noktası olarak insana ait diğer tüm talepleri bir çırpıda basitleştiriyor. Dahası, çoğunlukla yerel savaşlar, politik çekişmeler ve çatışmaların da mimarı bu iki kavram oluyor.
Öyleyse bu saatten sonra kültür ve inancın önemsiz kavramlar olduğunu söyleyemeyeceğimize göre, burada temel bir problemin altını çizmemiz gerekiyor. Kültür ve inancın tarihsel olarak algılanması, kanımca, yaşadığımız dönemin asıl problemini oluşturuyor. Öyle ki bu algı, kültürün ve inancın tarihin bir anında donmuş kalmış, sabit ve değişmez bir nesne gibi görülmesini sağlıyor. Oysa bu kavramların tarihselliği, geçmişten yığıla yığıla gelmesinden, geçmişin vaktiyle bir kültürel birikim yaratmasından, aynı birikimin kişilerin bulundukları kültürel ve inanç sistemine kök salmasını sağlamasından ve bu getirilerin süreç içerisinde sahiplenilip bir miras gibi algılanmasından kaynaklanıyor. Böylelikle insanlar da gözünü açtığında bulduğu kültürel veya inançsal figürleri, saflaştırıp öteki kuşaklara aktarma derdine düşüyor. Halbuki bu kavramlar da her durumda ve her şekilde bir değişim/dönüşüm yaşıyor ama bu değişim/dönüşümün süresi bir insan ömrünün önemli bir kısmını kapladığı için, hele ki kavramlara kendini adamışlar açısından, bu değişimlerin fark edilmesi oldukça zor oluyor. Hatta fark edildiği anda bile, aynı tarihsel algı sebebiyle, kültürel ve inançsal değerlere daha sıkı sarılma gibi tepkisel bir durum da ortaya çıkabiliyor. Değişim denen şey kabul edilse bile, buradaki kontrol ele alınmak isteniyor. Bu da zaten muhafazakârlık oluyor.
Üç buçuk yıldır Tunceli/Dersim’de yaşıyorum. Şehrin politik havasında son iki yıldır olan bitenlere dışarıdan bir göz ile baktığımızda, çok bildik ve dikkat çekici bir seyir ile karşılaşıyoruz. Taşralı muhafazakârlığının etkisiyle Batı’daki ufak il ve ilçelerdeki “küçük yer” psikolojisinin, yine son iki yılda üniversitenin açılmasıyla nüfusu 5 bin kişi artan Dersim’de de oluşmaya başladığını gözlemliyoruz. Bu psikoloji, dışarıdan gelenin farklılığını ön kabul olarak ele alan, tüm dış unsurları bozucu, yozlaştırıcı (hatta düşman) gören, her türlü olumsuzluğun ihalesini “farklılara” çıkartan, bulunduğu yerin değerlerini sadece dil ve etnik temelli bir kültür veya din/inanç söylemleriyle şekillendiren, değişime/dönüşüme karşı bir kültür ve inanç halesi yaratıp süreç içinde ne kendisinde, ne de bu kavramlarda hiçbir değişim olma“-mış gibi” yapan kısır bir yapı üzerinde yükseliyor. Bütün bu gelişmeler de, özellikle kültürün tarihsel olarak algılanmasına neden oluyor. En temel özelliği değişim olan kültür, tarihsel bir varlık gibi durağan, değişmeyen, sabit biçimde ele alınıyor. Dünya tarihinin gördüğü en hızlı değişimlerin yaşandığı bir dönemde kendisi dahil her şey değişirken, kültür ve inanç yapılarının aynı kaldığını/kalması gerektiğini düşünen bu zihnî algı sonucu ortaya çıkan bir takım gelişmeler de bize, Türk muhafazakârlığının tadına doyamadığı konulardaki ahlâkçı dilini anımsatıyor. Ne tesadüf ki bu dilin sonunda ortaya çıkan örnekler de bire bir aynı.
Doğal olarak bu algı sonucu oluşan tepkilerden Dersim’de farklı olan herkes nasibini fazlasıyla alıyor. Bazen farklıları şehre taşıyan üniversite protestoların odağı olurken, bir misyon adına üniversitenin kurulduğu ve “Dersim kültürünü yozlaştırmak için cemaatleşmenin merkezi” yapıldığı söylemi sürekli işleniyor. Aynı tavır, birahanelere dışarıdan getirilip çalıştırılan 8-10 kadının koca bir şehrin ahlâkını ve kültürünü bozduğu, yozlaştırdığı algısıyla yine kendini ayakta tutmaya çalışırken, tüm olumsuzlukların (“ahlâksızlıklar”, “fuhuş” deniyor), hatta boşanmaların ihalesi de bu kadınlara çıkarılıyor.
Hatta hikmeti kendinde saklı bir hesapla “Dersim’de son bir yılda 100’e yakın aile bu kadınlar yüzünden boşandı” denilirken, farkında olmadan insanların (özellikle kadınların) boşanma hakları, meşruiyet alanı dışına itiliyor. Sağ muhafazakârlığın kutsal ailesi, kültürel yozlaşmaya karşı üretilen sol söylemlerde de hayat bulabiliyor. İlginç olan, bu eril dilin kadınlarca da sahiplenilmesi. “Kadın bedeninin sömürüsü”nün alt yapı oluşturduğu bu söylemler böylelikle, kadını ailenin (dolayısıyla evin) kutsal direği olarak gören, mekânın da kutsal ev olduğu katı ve eril bir ahlâkçılıkla da el ele ilerliyor. Kadın bedeni sağ literatürün namus, mahremiyet, iffet aracı olurken, sol literatürde de kültürel yozlaşma merkezli bir ahlâkçılığın söylem ve manevra alanı haline geliyor. Tabi ki, bu değerlerin bekçiliğine de erkekler soyunuyor. Politik hareketliliğin “kültürümüz, inancımız elden gidiyor” söylemiyle canlı tutulmaya çalışıldığı bu süreçte, farklılıkların karşılaşmasından doğan/doğacak olan değişimden korkuluyor. Sonunda da farkında bile olmadan değişim içinde doğup ölen tüm nesiller hiç değişmeyecek zannıyla bir kültürün koruyuculuğuna soyunuyor.
Bu iki “yozlaştırıcı” gelişmenin yanına, bir de “balici gençler” efsanesi ekleniyor. “Efsane” diyorum çünkü, büyük şehirlerdeki isim babalarının yanlarına çırak olarak dahi almayacakları birkaç sokak serserisine bu şehirde “balici” deniyor. Tanım yapmanın yanlışlığının bilgisiyle de olsa ilginçtir, akşam ailesinin evine yatmaya giden, babasının cebine harçlık koyduğu, okula devam eden, üstü başı düzgün bu “balici gençler” şehirdeki politik grupların doğrudan hedefi oluyor. Yine muhafazakâr literatürden iyi bildiğimiz bir yöntemle önce bir sorun yaratılıyor, sonra Dersim’in yozlaşan yüzünü temsil ettiği düşünülen bu gençler üzerinden, ucu devlete de dokunan, kültürel yozlaşma ve asimilasyon karşıtı politikalar üretiliyor. Üniversite, birahanede çalışan kadınlar, “balici gençler” tedirginliğiyle şehir daha da içine kapanıyor. Nihayetinde de politik gerilim, özünü erilliğin oluşturduğu akaik değerleri zirveye taşıyor.
Oysa ki bizler, hedef saptıran, toplumun gazını kapkaççılar ve baliciler üzerinden almaya çalışan “beyaz türk” politikalarının hiç de yabancısı değiliz. Uzun bir dönem tüm medyada, bütün melanetlerin kaynağının bu gençler olduğu adeta zihinlere kazındı mı? Dahası, ahlâkı ve yozlaşmayı sadece kadın ve cinsellik üzerinden tanımlayan muhafazakâr yaklaşımları da iyi tanıyoruz. Bu yaklaşım kadını “meta olmak”tan kurtaracağım diye, kamusal alanın dışına iten riyakâr anlayış değil mi? Sadece kadın bedeni üzerinden açıklanan ve oradan bir şehrin yüce ahlâkına uzanan yolu kaç defa daha geçeceğiz? Kısacası, Dersimli dostlarımızın bütün bu olanlara kendi pencerelerinden bakmayanları “kültürel emperyalistler” ya da “yoksa sen de mi bu birahanelere gidiyordun” bayağılığı ile karşılamadan önce bazı konuları biraz durup düşünmeleri gerekiyor.
Şimdi ise birahanelere konan ses bombalarından ve yoğun protestolardan sonra kadınların şehirden çıkarılmasıyla tüm şehir artık derin bir nefes almış durumda. Peki sırada kim/kimler var? Aslında bütün bu olaylar bize yozlaşmanın uzaklarda değil, politik düşüncede aranması gerektiğini, bir zamanlar evrensel değerler peşinde koşan sol' un yerel (/etnik) tercihleri sonucunda düştüğü durumun hâl-i pür melâlini de gösteriyor. Şiddet potansiyelini her daim içinde taşıyan, sürekli hayali bir geçmişe öykünen, folklorik ve otantik olanın dışında herhangi bir değer üretememiş, üretmek gibi de bir derdi olmayan, sabit bir kültür ve inanç algısının zamanı anlamaktan uzak olduğunun artık bilinmesi gerekiyor. Ve maalesef içe kapanma her yerde özgürlük değil, zorbalık üretiyor.

SIRADAN FAŞİZMİN SANAL SURETİ

İnternet kafeler ile ADSL’in yaygınlaşmasıyla birlikte artık interneti kullanmayanın garip karşılandığı, hatta “bir mail adresin yok mu?” sözleriyle küçümsendiği bir dönemi yaşıyoruz. İnternete olan bu yoğun ilginin, web sitelerini de son yıllarda artan bir oranda çok farklı konularda yayın yapmaya, üyelerine değişik hizmetler vermeye yönlendirdiği de görülüyor.
Bu hizmetlerden belki de en ilgi çekici olanı ise, site üyelerinin yayınlanan haber ve değerlendirmelerle ilgili yorumlar yapma imkanına kavuşmaları olduğu söylenebilir. Artık hemen hemen her haberin veya makalenin altında onunla ilgili üye yorumlarını bulmak mümkün olurken, çoğu kez bu yorumların haberden daha fazla ilgi çektikleri de dikkatlerden kaçmıyor. Sisteme kolayca üye olabilen bu sanal topluluklar, bazen haberdeki yoruma kızıp, bazen yorumun yorumuna kızıp ama sonunda bir şekilde eleştirilerini yorum alanlarında “özgürce” dile getiriyorlar. Hatta bu yoğun ilgiyi sezen web siteleri de en çok okunan, yorumlanan haberlerin veya en çok yorum yazan üyelerin bir “toplist”ini bile yapıyor ve yarın kimsenin anımsamayacağı bir rekabet ortamında herkesin kendi “enlerini” oluşturmaları sağlanıyor. Günlük, hatta dakikalık” liste başı yorumcu” olma zevki tadılıyor.
Bu aşamadan sonra haber, haber içeriğinden sıyrılıyor artık o haberi tıklayan insanlar öncelikle ne yorum yazıldığına bakıyor, sonra da kendi yorumuna ne gibi yorumlar yazıldığının amansız iz sürücüleri haline geliyorlar. Sonuçta bu tabloya keyifle bakan internet sitelerinin yöneticileri de kendi “tıklanma” oranlarıyla, gazete satışlarını karşılaştırıp medyadaki “güç olma” dengesini kendi lehlerine çevirmeye çalışıyorlar. Böylelikle çığ gibi büyüyen bu sanal üyeler ve onların halkın hislerine tercüman oldukları  değerli yorumları internette önemli bir yer işgal etmeye başlıyor.
İşte hepimizin sıklıkla rastladığı, hatta çoğu kez “ne yazmışlar acaba” diye şöylece bir göz gezdirdiği bu sanal yorum alanlarının, sıradan insanın hissiyatını gözler önüne sermesi açısından önem taşıdığı söylenebilir. Bunu anlamlandırabilmek için de Hrant Dink’in katledilmesi sonrasında haber sitelerine yorum yazan “sağ duyu sahibi” Türkler’in yorumlarına dikkatlice bakmak gerekmektedir.
Mesela, cinayetin duyulmasıyla birlikte ilk yapılan yorumlarda “saldırının dış kaynaklı olduğu”, “ülkenin huzur ve istikrarının bozulmak istendiği”, “milliyetçiler hedef gösterilerek, ülkedeki ulusalcı dalganın kırılmak istendiği”, “ABD ve AB’nin Türkiye’yi güçsüz düşürmeyi amaçladığı”, “Türk olanın bunu yapmayacağı”, “Kerkük ve Irak konusunda ülkenin önünün kesilmesi” gibi hep zihinlerin bir köşesinde varolan ve hep kusuru “ellerde” arayan satırlar yazıldığı görülmektedir.
Asıl vahim durumun ise, katilin fotoğraflarının haber sitelerine düştüğünde ortaya çıktığı belirtilebilir. Fotoğrafa “dikkatlice” bakan gözler resimde “kara surat, pis sakal”, “doğulu tipi”, “Kürt tipi” görmekte, direkt söylemese de bu “bölücü” işin, “bütün bölücü eylemlerin tek sahibi” olduğu fikrinin işaret tahtası olan PKK’ya ait olduğunu sezdirmeye çalışmakta, taze gündem konusu Kerkük anımsatılmakta, bir yorumcu uzun bir Türklük söylevinden sonra “ülkücülerin top sakallı olamayacağından dolayı bu işin sol örgütlerce planlandığını” yazarken, ona destek veren bir diğeri ise “katilin bereyi uzun saçlarını gizlemek için taktığını, ülkücülerin uzun saçlı olamayacaklarını” işaretleyerek bizleri uzun saçlı erkeklerin ideolojik tercihleri konusunda aydınlatmaktadır.
Sanal alem yorumcuları bunları yaza dursun ilerleyen saatlerde katilin kimliği belli olur: Trabzon doğumlu, Ogün Samast… Katilin memleketi duyulur duyulmaz her daim kendilerine yedi düvelce komplo kurulduğunun ideolojik eğitimini daha küçük yaşlarda almış ülke insanı ani refleksle tepkilere başlar. Yazılan yorumlar bu sefer merkez değiştirir ve tetikçinin soyadından yola çıkılan yorumlar yapılmaya başlanır. Bir yorumcu “google’a ‘samast’ yazılmasını ve çıkan linklerin okunmasını” önerir, ona göre katil tam da yüce Türk komplosuna uygun şekilde “Yahudi”dir. Bir diğeri “Trabzon’da ermeni var mı” diye sormaktadır, kafası karışmıştır anlaşılan ama biri yardımına yetişir ve bulanıklığı giderir “katil bir rum!”
Tabi Trabzon kelimesiyle birlikte yurt sathına yayılmış Trabzonlular alınganlık krizine girmeye başlamışlardır bile. Ama bu şehrin alınganlığının başka bir şehre benzemediği de yine yorumcularca doğrulanır şekilde satırlara yansır. Site üyeleri genelde “Trabzonlular’ın delikanlılığını ve milliyetçiliğini”, “ülkeye bağlılıklarını”, “arkadan adam vurmayacaklarını”, “bu işin Trabzon’da bir Rum Pontus devleti kurmak isteyenlerin oyunu olduğunu”, “Ermeni diasporasının parayla adam satın aldığından”, “Trabzon üzerinden milliyetçi cephenin parçalanmak istendiğinden” bahsedilir. Bir yorumcu ise bu koroyu bozan ve sürekli “vatan hainleri” yaftasıyla suçlanan cılız sesleri Trabzon’a çağırır “gelin de burada konuşun!” Hatta birisi vatan haini bellediklerini “nazikçe” uyarır, “dikkat et takibe alındın.”
Öte yandan bu kadar haber akışına rağmen dikkati çeken en genel ifade ise en baştaki, belki de üzerine düşünülmesi yüzyılı bulacak, kimliksel ve sembolik yargının değişmemiş olmasıdır: “Türk arkadan vurmaz”, “ülkücü adam öldürmez”, “Müslüman cana kıymaz”… Ayrıca, bu yargı o kadar çok yorumda aynı şekliyle yer almaktadır ki insan yazanların hep aynı kişiler olduklarını bile düşünmeye başlayabilir.
Saatler geçer, katil yakalanır. İfadesinde “internetten Dink’e ait yazıları okuduğunu, ‘Türk kanı pis kan’ dediği için onu öldürmeye karar verdiğini, aynı gün Cuma namazını kıldıktan sonra, yazara arkadan bir metre yaklaşıp, ensesinden vurduğunu” belirtir. Bir görgü tanığı ise katilin “bir Ermeniyi öldürdüm” diye nara atıp olay yerinden uzaklaştığını açıklar. Bütün bunlardan sonra bile bir gazetenin sorumsuzca attığı başlık yorumcular arasında coşkuyla karşılanır ve sıradan faşizmin hissiyatını milliyetçi vicdanlarda temizler: Katil Ermeni Çıktı!
Yıllar yılı okumuş, yazmış, öğrenmeye çalışmış aydınlar bu ülkede “oturdukları yerlerden yazmakla”, “boğazda rakı içip yurt meselelerine yabancı” olmakla suçlandılar. Onları suçlayanların ideolojik tedrisatından geçmiş bu sanal yorumcular beş cümleyi geçmeyen fikriyatlarıyla, garip nick’leriyle, içerikten yoksun kaba, Türkçe ve imlâ özürlü satırlarıyla, yemek içmek gibi doğal, dost sohbetlerinde sarf edilen sözler kadar bildik, her daim açıkça sövgüye, tehdide ve şiddete dönüşebilecek cümlelerdeki sıradan faşizmleriyle her an karşılaşabileceğimiz kadar yakındalar. Fakat asıl umut kırıcı olan, bu insanların yazdıklarına gerçekten inanmaları ve bunun nasıl çözülebileceğini düşünme işinin, maalesef yine bize düşmesi!

"DURAN TAŞ”A ZAM GELDİ!

2006 yılı enflasyon hedeflerinin %5 e göre ayarlandığı Türkiye’de, geçen hafta müze ve ören yerleri giriş ücretlerine sessiz sedasız %350 zam yapıldı. Ekmek ve benzin gibi temel maddelere zam yapıldığında hemen tepki gösteren veya sağduyusu ile meşhur halkımız bu muhteşem zamla pek ilgilenmedi.
 Fakat bu olayda zam kadar “dünyanın her yerini gezen” Kültür Bakanı Atilla Koç’un söyledikleri de önemliydi: “Dünyanın hiçbir yerinde yerliye ucuz, yabancıya  pahalı fiyat uygulaması yok. Yabancı ülkelerin bu konuda tepkileri vardı. AB’ye girdiğimizde zaten bu fark ortadan kalkacaktı. Ama biz bu uygulamayı  şimdiden kaldırdık. Ancak önümüzdeki günlerde yerli turistin müzeleri gezmesini teşvik edici uygulamalar başlatacağız.”
Yani Kültür Bakanı zamma gerekçe olarak gösterdiği ayrımı, “AB müzakerelerinde bu ayrım ortadan kalkmadan biz kaldırdık” diyerek Bakanlığı’nın AB’ye uyumundaki göz kamaştırıcı hızını bizlere zam şeklinde yansıttı. Ayrıca Bakan açıklamasında “teşvik edecek yeni uygulamalar başlatacağız” diyerek iyiden iyiye müthiş bir promosyon takipçisi olan ülke insanlarına da sürprizleri olduğu müjdesini verdi(?).
Halbuki madalyonun öteki yanını çevirdiğimizde ise, bir çok soruyla karşılaşıyoruz. İlginin artması için giriş ücretlerinden daha büyük bir teşvik olabilir mi? Yani amaç gerçekten teşvikse ve bu konuya bu kadar “iyi niyetle” yaklaşılıyorsa,  teşvik için yapılacak şey zam mı olmalıydı? Ya da zaten tüketimi oldukça az olan bir ürün için bu korkunç zamdan sonra mı promosyon yapılmalıdır? Kültür hizmeti olmadığına göre, bu nasıl bir tüccarlıktır? Yoksa “Türk misafirperverliği” denilen şey aslında bu mudur?
“Yerli turist”lerin müze ve ören yerleri giriş fiyatlarının %350 arttırılması uygulamasında, birkaç YTL’ye bile kıyamayan ülke insanının 10 YTL’lik bir fiyatı birincil ihtiyaç olarak hiçbir zaman düşünmedikleri bir alana nasıl vereceği, anlaşılan Bakanlığı hiç ilgilendirmiyor. Her fırsatta ülke insanlarını, ülkenin uygarlığını, tarihini, kültürünü bilmemekle, çevresini tanımamakla ve bunlar arasında neden-sonuç ilişkilerini kuramamakla suçlayan milliyetçi hissiyat sahibi iktidar sahipleri, nedense  bu uygulamalarla insanları  eleştirdikleri şeylerin daha çok içine atmaya çalışıyorlar. Küçük şark kurnazlıkları veya pek de inandırıcı gözükmeyen oyunlar ile yeni eleştiri alanları yaratıyorlar.
Oysa, Uluslararası Müzeler Konseyinin  (ICOM) 1995 tarihli 18. Genel Kurulu’nda kabul gören tanıma göre müzeler “toplumun ve gelişimin hizmetinde olan, halka açık, insana ve yaşadığı çevreye dair tanıklık eden malzemelerin üzerinde araştırma yapan, toplayan, koruyan, bilgiyi paylaşan ve sonunda sergileyen, kâr düşüncesinden bağımsız, sürekliliği olan bir kurum” olarak tanımlanıyor. Bu tanımdan yola çıkarsak bakanlığın restorasyon, temizlik ve çeşitli giderleri bahane ederek uygulamayı savunması, konseyin yukarıda yazılan tanımında koyu renkle yazılmış cümledeki anlamın dışında bir yerlere kayıyor.
Bakanlık AB vatandaşları arasındaki fiyat ayrımını ortadan kaldırıp uyum sürecinde bakanlığın önüne gelebilecek bir sorunu çözme çabası olduğunu varsayarsak neden, kendi benzetmeleri ile “yerli” ve “yabancı” turistleri ortak noktada buluşturmadılar veya yerli turist fiyatlarını sabit tutup, yabancı turistlerin ödemeleri gereken ücretleri aynı noktaya getirmediler.
Diğer yandan bu icraat en çok müze ve ören yerlerinin en yaygın ziyaretçisi olan öğretmen ve öğrencileri etkilemiştir. Öğretmen ve öğrenci ayrımının bir insan ayrımı olmadığını, bu vasıftaki insanların toplumda yüklendikleri  sorumluluğun, eğitim ve öğretim sürecinin birebir içinde bulundukları ve bunun anlatıcısı, tanıtıcısı ve aktarıcısı olduklarını düşünerek sinema, tiyatro, konser ve ulaşım gibi alanlarına da bakılarak, yeni fiyat uygulamasının hangi alanında yer alacağını merak ediyoruz.
Bu aşamadan sonra Kültür Bakanlığı yaptığı zamdan geri dönebilir, hatta haftanın belli günleri halk günü ilân edebilir, belki iki bilete bir bilet hediye de verebilir ama her ne yaparsa yapsın, ülkenin neredeyse tüm toprak altı zenginliklerini yabancı sponsorların gün yüzüne çıkardığı gerçeğini silemeyeceği gibi yapay bir ayrımdan yararlanarak duran “taş”a %350 zam yapma açıkgözlüğünün ülke insanına verebileceği kültürel zararın gerçekliğini de oturup düşünmek zorundadır. Hem de hemen!

EĞİTİMDE LİYAKAT VE ATALET ÜZERİNE

Bir eğitim-öğretim yılını daha geride bırakmakta olduğumuz şu günlerde, her kesimden insanın, her yıl sonunda yaşadıklarına benzer şekilde, eğitim sorunlarıyla daha bir içli dışlı olduklarını, geride kalan her yıl gibi bu yılın da muhasebesini yaptıklarını görüyoruz. Bu sorunlarla en fazla ilgilenmesi gereken ve bu türden sorunları ortadan kaldırmakla görevli Milli Eğitim Bakanlığı’nın (MEB) da sorunları çözmeye yönelik bir takım çalışmalarının olduğuna şahit olmaktayız. İşte bu yazının konusu, M.E.B.’nın öğretmenlerden kaynaklandığını düşündüğü eğitim sorunlarını çözmeye yönelik çabalarına belki bir katkıda bulunmak, bu çabalardan bazılarını eleştirmek/eleştirmeye açmak, o da olmazsa  en azından boşluğa bir ses vermektir.
Öncelikle meseleye en temelden başlamak gerekirse, bugün anladığımız anlamıyla “kurum-institution” veya “kurumlaşma-institutionalization” dediğimiz kavramlar, “modern”  kavramlardır. Bir süreç olarak ele alabileceğimiz moderniteden önce de “kurumlar”dan söz edilebilirdi, fakat modernizmin dümdüz ettiği/etmeye çalıştığı bu geleneksel kurumların hiçbiri, günümüzde “kurum” adını verdiğimiz yapı ile (bilhassa modern kurumların hukuksal bir özellik taşımaları ve kurallar bütünlüğüne dayanmaları, tüm toplumsal sistemin canlı bir parçası olmaları vb. bakımlardan) çok da benzer işleyiş sistemlerine sahip özellikler taşımamaktadırlar. Kısacası her iki kurumsal yapıda da kurum içi geçişlerin belli kurallara bağlanmış olması ya da kurumda belli ritüellerin yerine getiriliyor, törenlerin yapılıyor veya sembollerin kullanılıyor olmaları benzer özellikler gibi görünse de, burada nitelik ve ama özellikle zihniyet olarak iki farklı kurumsal yapıdan bahsetmekte olduğumuzu söyleyebiliriz. 
Zaten sanayileşme ile başa baş giden modernleşme, kendi kurumlarını yaratırken, bu kurumları kendi kurallarıyla da biçimlendirmişti. İşbölümü, karmaşık bir hiyerarşi, geleneksel kurumlardan modern kurumlara sirayet etmiş ve artık başka bir şey olmuş “iş ahlâkı”nın yanında modernizmin gözde kavramları olan rasyonellik ve objektiflik de bu kurallar bütünü tamamlayan kavramlardandı. Böylelikle bir anlamda da liberal demokrasinin kurumları olan bu yeni yapılar, bireylerin önünde yer alan ve onları kapsayan, biraz da kutsanmış, bir kurumsal bütünlük şeklinde ortaya çıkmıştı.
Burada bir düzen arayışından çok mevcut düzenin devamının esas alındığı görülmektedir. Artık gözde kavramlar, hukuksal yapı, rasyonellik, üretim kapasitesinin arttırılması, kalite, rekabet, gelişme, genişleme, pazar payı, satış, pazarlama gibi mülkiyetin/sermayenin korunmasını ve sürdürülmesini amaçlayan kavramlardır. Mülkiyet ve sermaye, “kurum” dediğimiz yapının tam ortasına oturduğundan bu dokunulmaz iki kavramı sarsabilecek/zayıflatabilecek her türlü girişim de kurumsal işleyiş içerisinde bertaraf edilebilmektedir. “Kurumlaşma” zaten biraz da böyle bir şeydir.
Üstelik “kurum” adına çerçevelediğimiz bu nitelikler, ne bir ideal ne de ulaşılması gereken birer hedeftirler ve tartışılması gereken noktaları her zaman vardır. Hatta modernleşmenin bir parçası olan kurumlaşmanın, politik patronaj ilişkilerini tümüyle tasfiye ettiğini söylemek bile “modernleşmesini” tamamlamış ülkelere bakılarak söylenemeyebilir. Yine de niteliksizleşme ve ataleti azaltacak/ortadan kaldıracak tek ölçüt bir “liyakat sistemi”nin kurulması olarak görülmektedir.
İşte kısaca bahsettiğimiz bu sürecin sonucunda günümüzdeki kurumsal yapıya ulaşmış bulunmaktayız ya da ulaştığımızı sanmaktayız. Bir kurumun, kurumlaşması için en başta gelen niteliklerden birisi de meşru ve akılcı bir “liyakat sistemi” olduğuna göre, sırası geldiği için de artık şu soruyu sorabiliriz: Bir kurum olarak MEB acaba ne zaman meşru ve akılcı bir liyakat sistemine kavuşacaktır? MEB, atamalarda kullandığı ölçütlerde liyakati mi esas almaktadır, yoksa niteliksizliği ve ataleti mi ödüllendirmektedir? Öğretmenlerin niteliklerinden (ya da tam tersi) kaynaklanan eğitimin sorunları sadece ekonomik bir düzeltme işi midir? Uygulanması düşünülen “kademeli geçiş sistemi” bir liyakat sistemi midir ve bu sistem öğretmenleri “çalışmaya” sevk edebilir mi? Hatta bu yeni sistem eğitimin kalitesini arttırabilir mi? Neticede sorular daha da uzatılabilir, fakat biz diğer soruları ve onların yanıtlarını da aşağıdaki bölümlere saklayıp şimdi atamalarda kullanılan ölçütlerden başlayarak  bu soruların peşine düşelim.

 “Deneyimli Bir Arkadaşımız!...”
 M.E. Bakanı Hüseyin Çelik, bir televizyon programında kendisine sorulan “Ankara İl Milli Eğitim Müdürü’nü neye göre atadınız?” meâlinden bir soruya verdiği yanıtta, atanan kişinin “17 yıllık meslek deneyimi olduğunu” ve “kanun ve yönetmelik bilgisine hakim” bulunduğunu söylemişti. Aslında M.E. Bakanı’nın Ankara İl Milli Eğitim Müdürünü atama ölçütü olarak söyledikleri, kanımca bugün eğitimin en önemli sorunlarından birisidir. 
Öyle ki, atama ve yer değiştirmelerde tecrübe/deneyimin eğitim dilindeki adı olan hizmet puanı (yani her yıl görev yerine göre alınan puanların hizmette geçen yıllarla çarpılması sonucu ortaya çıkan toplam puan) birincil nitelik olarak esas alınmakta ve geçip giden bu yılların getirisi olarak bir “değer” gibi düşünülen tecrübe de, en önemli tercih sebebi olmaktadır. Oysa, eğer “çağımız bilgi çağı” ise ve “bilgi de bir güç “ise tecrübeden bilimsel anlamda bir bilginin (knowledge) çıkacağını söylemek zordur. Geleneksel toplumun bir değeri olarak tecrübe, asla bir liyakat ölçütü değildir. Liyakat kazanılmış bir haktır, halbuki hizmet puanı ekstra bir emek harcanarak kazanılmış bir hak değildir, geride kalan yılların hatırına verilen bir ödül de olmamalıdır. Öyle ki hiçbir yeniliği takip etmeden, hep bir önceki yılın tekrar edilmesi ile bile “çip para” gibi her yıl “hizmet puanı” adı verilen “ölçüt” puan, zaten siz yorulmasanız da birikmektedir.
Bu nedenle, hizmet puanını en birincil önemdeki kriter olarak almak demek kısacası öğretmene “kendini geliştirme”, “eğitimini yükseltme”, “branşındaki yenilikleri takip etme”, “bir dil öğrenme” demektir. Bu da ne bilgisayar kullanabilen, ne dil bilen, ne öğrenmeye araştırmaya meraklı, ne de eğitimine akademik katkılar yapan öğretmenlerden olma, otur hizmet puanı biriktir anlamına gelir. Tecrübeli ama mezuniyetinden çeyrek yüzyıl kadar geçmesine rağmen taş taş üzerine koyamamış, yeniliklerden habersiz, el yordamı ve deneme yanılma yoluyla (ilginçtir MEB’de de işler genelde böyle yürümektedir. Bu da sadece tesadüf mü acaba?), yani geleneksel ve akıldışı yollarla, yolunu bulmaya çalışan öğretmenlerin el üzerinde tutulduğu bir eğitim sisteminden beklentiler de sanırım o derece sınırlı ve sığ olacaktır. Tabi eğer bir şey bekleniyorsa!... Daha fazla hizmet süresi = Daha fazla tecrübe = Daha değerli öğretmen denkleminden çıkan kolaycılık, aslında bugün tüm Türkiye’nin, ama özelde eğitim kurumlarının yarasıdır ve neden çağdaş bir eğitim verilemediğinin de yanıtını içinde saklar.
 Örnek vermek gerekirse, geçtiğimiz dönem yayınlanan “Anadolu Liselerine Öğretmen Seçimi”ne dair genelgede yer alan puanlamanın birinci maddesinde “10 yıla kadar her hizmet yılı için: 1” puan öngörülmektedir. Burada dikkat çekici olan nokta, 10 yıldan sonraki her yıl için kaç puan verileceğinin belirtilmemiş olmasıdır. Bunun birkaç madde altında ise “branşında/eğitim bilimleri alanında/bölümünde yüksek lisans yapanlara: 4”, “doktora yapanlara: 5” puan verilmektedir. Yani işin aslı, aynı göreve talip iki öğretmenden “hizmet puanı” fazla olan ya da “tecrübeli” olarak kabul edilen öğretmen, 4-5 yıllık bir farkla taş atıp kol yormadan branşında yüksek lisans/doktora yapan diğer öğretmen ile aynı puanı toplamaktadır. Üstelik aynı genelgenin yedinci maddesinde, ülkemizde işlerini patronaj ilişkileri yoluyla yürüten “kötü niyetlilere” açık kapı da bırakılmış, “komisyon takdiri” başlığı altında “en fazla: 5” puan verilebileceği bildirilmiştir. Kısacası bir yüksek lisans/doktora mezuniyeti ancak bir “komisyon takdiri” kadar etmektedir. Keza ülkemizdeki tüm kurumlaşamamış kurumlardaki bu komisyonlar, “komisyon takdirleri”ni politik ve ideolojik temayüllere uygun olarak kullanmaktadırlar. Böylelikle de liyakat ve çalışma değil, niteliksizlik, atalet ve kötü niyet ödüllendirilmektedir.
 Hemen belirtmek gerekir ki, hizmet puanının ölçüt olarak kabul edilmesi gereken yer tayin amaçlı yer değiştirmeler olmalıdır. Türkiye’nin en ücrâ yerlerinde yıllarca çalışmış olmak, tabi ki bir süre sonra orada çalışanlara da bir “iyi niyet” olarak daha iyi yerlerde çalışmayı sağlamayı gerektirir. Fakat bir kurum içerisinde yapılacak atama/statü yükselmesi (burada Anadolu ve Fen Liseleri’nin ve yöneticilerin statüsel konumları düşünülmelidir) bir liyakat esasını da beraberinde getirir/getirmesi gerekir. Bu da bir nitelik sorununu doğuruyorsa, zaten hizmet puanının niteliksel bir özelliği yoktur. “Vardır” demek ise öznelliğe ve atalete kapı aralamaktır. 
Şu da eklenmelidir ki, “bilmek”, öğretmeyi de bilmek demek değildir. Lakin, “hizmet puanı üstünlüğü” olanların da “öğretmeyi bildiğini” kim iddia edebilir. Bunun bir terazisi olduğunu söylemek de mümkün değildir. Eğitimin meyvelerinin toplanmasının da yılları bulduğu göz önünde olduğuna göre, iş içinden çıkılmaz bir hâl almaktadır.
 Son olarak, hizmet puanını birinci nitelik olarak alanlar şu sorulara karşılık bulmalıdırlar: Tecrübe yıllar boyunca yaşayarak öğrenilenler olduğuna göre, bir öğretmen “tecrübelenene” kadar elinden geçen kuşaklar ne olacaktır? Tecrübenin ölçütü nedir? Hizmet süresi bir tecrübe ölçütü müdür? Ve hayati soru: Eğer tecrübe bir bilgi türü ise, tecrübe etmediklerimizi nasıl bileceğiz?

 Ya Diğer “Nitelikler?”
 Öte yandan MEB’in atama ve yer değiştirmelerde kullandığı ölçütler sadece “hizmet puanı” ile sınırlı değildir. Bunlardan biri de “sicil notu”dur. Sicil notu, “sicil amirleri”nden biri olan okul müdürü ile okula gelen müfettişlerin verdikleri değerlendirme notunun toplamının ortalamasının alınması sonucu oluşmaktadır. Eğer bu iki not arasında on puanın üzerinde bir fark olursa, bu farlılığın nedeni soruşturma sebebi olmaktadır. Burada okul müdürlerinin değerlendirme notlarını yıl sonu müfettişlerin notunu da göz önünde tutarak değerlendirmesini yapmasının arada bir denge sağladığı da söylenebilir. Hatta sicil notunun belirlenmesi öğrenci velileri ve öğrencilerin katılması da bir olumlu durum olarak alınabilir.
Peki sicil notu bir liyakat ölçütü ya da tercih nedeni olabilir mi? Bu sorunun yanıtı hem “evet” hem de “hayır”dır. Evet, çünkü atama komisyonunun bire bir öğretmenleri tanıması mümkün olmadığına göre, sicil amirlerinin öğretmen hakkındaki izlenimleri veya takipleri sonucunda ortaya çıkan sicil notu, bir “ön bilgi” olabilir. Hayır, çünkü sicil notunun hiç de küçümsenmeyecek kadar çok okul müdürü ve müfettiş tarafından pek de iyi niyetle kullanıldığı söylenemez. Üstelik, yılda bir kez gelip, bir dersinize giren müfettişin sizi ne kadar ölçebileceği de hem öğretmen hem de müfettiş açısından sorunlu bir durumdur.
 MEB’in atama ve yer değiştirmede kullandığı bir diğer ölçüt ise “son üç (bazen iki) adli ve idari soruşturma sonucu görev yeri değiştirilmemiş olmak” veya “son üç (bazen iki) yıl içinde aylıktan kesme veya maaş kesimi cezalarından daha ağır bir disiplin cezası almamış olmak” gibi yasa koyucular açısından düşünüldüğünde daha anlaşılabilir olan maddelerdir. “Anlaşılabilir” olmasının nedeni, yönetim erkinin de bir takım korunma reflekslerine sahip olabilirliği/olabileceğidir. Yine de bu cezaların son birkaç yılı kapsaması ve daha gerilere gitmemesi olumlu bir durum olarak düşünülebilir. Fakat yine de bu ölçüt için söyleyemesek de, bu ölçütün oluşmasına neden olabilecek durumlar çelişkilerle doludur. Örneğin, okul müdürü ile herhangi bir nedenden dolayı tartışan öğretmen “makam farkı” yüzünden okuldan uzaklaştırılıp yer değiştirilirken, yani cezalandırılırken, aynı müdür çoğu kez kendi okulunda kalmaktadır, hem de hiçbir cezai yaptırıma uğramadan.
Öte yandan, yine bu konudaki bir diğer “öznel” örnek de, geçtiğimiz dönemde ”Bilim ve Sanat Merkezi’nin” öğretmen ihtiyacının karşılanması için okullara gönderilen yazıda karşımıza çıkıyor. Yukarıda sıralanan bazı “ölçütler”in de yer aldığı bu duyuruda, “çağın getirdiği yeni gelişmeler ve değişmelere açık olanlar” ve “ekip çalışmasına yatkın olanlar” gibi, bir kriter olarak alınması durumunda epey sorun yaratacak maddeler de bulunmaktadır. Duyurudaki cümlelerle söylersek, “öğretmenleri belirlemede göz önünde tutulacak tercih nedenleri” bu kadar nesnellikten uzak olursa, eğer bu nitelikler öğretmenin suratında yazmıyorsa, talip olunan yer ve göreve seçilecek kişiler de o derece tartışmalı olabilecektir.
 Diğer yandan, atama ve yer değiştirmelerde ölçüt olarak kullanılan bir diğer kriter de, meslek içi seminerlere ya da kurslara katılmış olmaktır. Bu öncelikle oldukça yerinde ve Batı’daki kurumlaşmış kurumlarda uygulanan akılcı ölçütlerden örnek alınan önemli bir uygulama olsa da yine ülkemizde ne derece uygulandığı düşünüldüğünde durum üzüntü verecek kadar kötüdür. Çünkü pek çok hizmet içi eğitim kursu ilgisizlik nedeniyle açılamamakta, kursların zorunlu hâle getirilmesi de “gönüllülük” esasını ortadan kaldırdığı için kursiyerlerden istenilen verimin alınmasını imkânsız kılmaktadır. “Hizmet içi eğitime” katılmak bir liyakat ölçütüdür, çünkü verilmiş bir emek ve öğrenme isteği söz konusudur.
Burada yine kocaman bir AMA yazarak başlamak gerekirse, ülkemizde hizmet içi kursa katılmak da çoğu kez her öğretmenin harcı değildir. Önce hatırlı dostlar aranacak, araya bürokratlar ya da politikacılar sokulacak, o da olmadı sendikacılar devreye girecek ve siz istediğiniz “hizmet içi semineri”ne katılacaksınız. Üstelik atama ölçütlerine göre puanlamada dört tane on beş günü aşan hizmet içi seminere katıldığınızda bir yüksek lisans bitirmiş gibi değerlendiriliyorsunuz. Hizmet içi eğitim seminerleri önemli kurslardır, bunlara çeki düzen verilmeli, katılımcıların devam takipleri düzenli yapılmalı, bu kurslar özellikle tatil yörelerinden uzak tutulmalı (zaten bir süredir çoğunlukla Ankara ve çevresindeki illlerde düzenleniyor), seminer sonunda her katılımcıya “katılım belgesi” verilmeli ama bu bir başarı belgesi olmadığı için sınava katılmak isteyenlere ciddiyetle sınav yapılıp (Çünkü ve mâalesef, MEB’in kendi bünyesinde yaptığı tüm sınavlar %100’e yakın başarı ortalaması ile sonuçlanmakta, bunun da  niye böyle olduğunu herkes bilmektedir.) sınavda başarılı olanlara “başarı belgeleri” ayrı olarak verilmelidir.
Yine sırası gelmişken bir noktanın da altını önemle çizmeliyiz. M.E.Bakanlığı’nın 600 bin öğretmene tamamı 75 saat olan “bilgisayar kursu” verilmesi projesi de bu açıdan olumlu karşılanabilir. Bu sayede yüz binlerce öğretmenin bilgisayar ile tanışacağı söylenebilir. Hatta bu yıl “plânların internetten yayınlanması” uygulaması ve yer değiştirme işlemlerinin internetten yapılması da hiç de küçümsenmeyecek kadar öğretmenin bu teknolojiyi kullanmasına, evine bilgisayar veya yazıcı almasına, ilk defa “internet kafe”lerin kapısından içeriye adım atmasına neden olmuştur. Bu ve benzeri uygulamalar devam ettiği sürece daha çok öğretmenin bilgisayar ile tanışması sağlanabilir.
Toparlamak gerekirse, yukarıda sıralanan ölçütlere bir kez daha baktığımızda belirtilen birkaçı dışında hiçbirinin bir “liyakat biçimi” olmadığını görüyoruz. Çünkü bir çaba harcayarak kazanılan ya da elde edilen hiçbir “hak” bu ölçütlerin içerisinde bulunmamaktadır. Resmi dille söylersek “biraz akıllı uslu olan ve ‘işini bilen’ herkes” rahatlıkla bu ölçütlerden geçebilmektedir. Peki, öyleyse liyakat ölçütleri neler olmalıdır? Şimdi de bunların peşine düşelim!....
 
Çözümün Yolu: Akılcı Bir Liyakat Sisteminin Kurulması
Bugünlerde M.E. Bakanlığı, öğretmenlerin çağın gerisinde kaldıklarını, öğrencilerinin bile “mail adresi varken” öğretmenlerin daha bilgisayar tuşuna dokunmadıkları eleştirilerini çoğu kez de haklı olarak yer yer dile getirmektedir. Bunun için bulunan çözüm yollarından birisi de eğitimin ve öğretmenin kalitesinin arttırılması amacıyla “öğretmenlerin kademelendirilmesi” yöntemi adıyla anılan ve medyada çokça yer alan bir proje olarak ortaya çıktığına şahit olmaktayız.
“Öğretmenlerin kademelendirilmesi” kısaca, “stajer öğretmen”, “öğretmen”, “uzman öğretmen” ve “baş öğretmen” aşamalarıyla öğretmenlerin birbirinden maaş ve nitelik olarak ayrılması uygulaması şeklinde düşünülmüş bir proje. Bu aşamalar/kademeler belli yıllara bölünmüş ve bu yıllar sonucunda yapılacak sınav veya sınavlarda başarılı olanların maaşlarında bir iyileştirme olacağı gibi, sanırım söylenmese de çeşitli atamalarda öncelik de sağlanacak gibi görünüyor.
İlk bakışta proje içinde bir sınavın olması bir liyakat sinyali verse de biraz düşünüldüğünde insanın aklına pek çok soru takılıyor. Öncelikle, bu sınavın ÖSYM dışında bir kurum tarafından yapılmaması gerekmektedir. Eğer yapılırsa ve daha kötüsü sınavdan kasıt “mülakat” ise sınavın meşruluğu ve neyi ölçtüğü en büyük tartışma konusu olacaktır. Dahası, bu kademelendirmenin meslekteki mi, yoksa mesleğe yeni başlayacak olan öğretmenleri mi kapsayacağı belli değildir. Örneğin buna göre, 15 yılını doldurmuş bir öğretmen “baş öğretmen”lik sınavı için başvuru yapamayacaktır. Çünkü ondan önce “stajerlik” aşamasını sınavsız da olsa atlattığı için en azından “öğretmen” ve “uzman öğretmenlik” aşamalarını geçmesi gerekmektedir. Eğer bu öğretmenimiz en üst aşamadaki sınava başvurabilecekse, mesleğin ilk yıllarında olan öğretmenlerin günahı nedir? Bir mesleğe başlarken sizden hangi özellikleri taşıdığınızın, ne eğitimi aldığınızın sorulması da bir liyakat biçimi olması bakımından kurumların “kurumlaşma”sını sağlayan özelliklerden ise öğretmenleri mesleğe alırken de bir seçime tabi tutmak (zaten bu yıldan itibaren böylesi bir “seçim” resmen başlamış gibi görünüyor) zorunluluklar arasındadır.
Hatta bir dönem öğretmenliğe alınmış ve şimdi sınıf öğretmenliği yapan ziraat mühendisliği, işletme, iktisat vb. bölüm mezunlarının bu sınava hangi alanlardan girecekleri, atama alanlarından girseler dahi sınavda işin pratiği sorulmayacağına göre ne yapacakları soru işaretleri ile doludur. Aynı durum branş öğretmeni olup da sınıf öğretmenliği yapanları da kapsamaktadır. Öyle ki, bir önceki dönemdeki M.E. Bakanı’nın söylediğine göre, “tüm öğretmenlerin %60’ı kendi branşları dışında öğretmenlik yapmaktadırlar.” Hâl böyle olunca, bu uygulama eğer meslekteki öğretmenleri de kapsayacaksa, ki muhtemelen öyle olacak, bu da demektir ki öğretmenlerin %60’ı dört yılık lisans eğitimi gördükleri alanların dışında bir alanda sınava gireceklerdir/bir zorunluluk olmadığına göre belki de girmeyeceklerdir. Şimdi bu öğretmenler, bu sınava keyfe keder olduğu için katılmayacaklarsa öğretmenleri “kademelendirip” kendilerini geliştirmenin ve çalışmalarını teşvik etmenin ne anlamı kalmaktadır.
Fakat yine de hangi grubu içine alırsa alsın maaşlara yansıyacak 50, 100 bilemedin 150 milyonluk bir fark için öğretmenlerin bu sınava hazırlanacaklarını, bunun için de alanlarını ilgilendiren derslere çalışacaklarını, kendilerini geliştireceklerini, bunun için ter dökeceklerini düşünmek herhalde öğretmenleri hiç tanımamak demektir, ki Maliye Bakanlığı’nın bütçe dengelerini öne sürerek uzun süre beklettiği bu projede devletin böylesi bir parayı ver(me)mek için nasıl bir sınav hazırlayacağını tahmin etmek de güç değildir. Üstelik kendi eğitimlerine dahi inanmayan ve bireysel gelişimi, bilgi peşinde koşmayı bir angarya olarak gören öğretmenlerin bu sınavın meşruiyetine inanacaklarını kim söyleyebilir? Bu sınavın basında yer almasıyla birlikte öğretmenler arasında “uzman çavuş” ve “baş çavuş” esprilerinin yapılmaya başlaması, “kademenlendirilecek” eğitim camiası hakkında herkese bir fikir verebilir mi acaba?
Bir örnek vermek gerekirse, ülkemizde yıllardır KPDS diye bir dil sınavı var ve kamudaki memurlar bu sınava girerek yabancı dillerini derecelendiriyorlar. Bu derecelere göre de maaşlarında “dil tazminatı” alıyorlar. Yıllar yılı böyle bir sınav olmasına rağmen yüksek öğrenimine devam eden öğretmenlerin dışında ne ek para ne de kendi kişisel gelişimi için bu sınava hazırlanan tek bir öğretmene rastlamamış olmak bu projenin, bu haliyle uygulanabilirliği açısından bazı ipuçları verebilir. Hatta İngilizce öğretmenlerinin bile köşe bucak kaçtığı bu sınav örneği gibi belki de uç bir örnek ortadayken, üzerlerine ölü toprağı serpilmiş eğitim camiasını “kademelendirme”ye soyunmak doğru olabilir ama bu ölçütlerle gidilecek her yol yanlışa çıkacaktır.
Eğitimin öğretmenlerden kaynaklanan sorunları tamamen maddi değildir, eğer öyle olsaydı bir hükümet döneminde öğretmenlere ek olarak verilen %37’lik zam ile sorunların en azından bir bölümü çözülmüş olurdu. Şimdi, “öğretmenler bu kadar zor durumdayken, geçim derdine düşmüşken nasıl kendi eğitimlerine vakit ve para harcasın” demek de çok anlamlı değildir ve genellikle bu, kolay ve epey güvenli bir duygusal sığınma noktasıdır. Burada ancak şu söylenebilir, “öğretmenler bu öznel ve ataleti özendirici şartlar ortadayken neden kendi eğitimlerine vakit ve para harcasınlar ki?“
Böylesi eğilimlerin izleri tüm devlet kurumlarında olduğu gibi, tabi ki MEB içinde de mevcuttur. Bu kurumdaki atalet sisteminden beslenen öğretmenler de, “eğitim” söz konusu olduğunda bu “eğitim” kendilerini ilgilendiriyorsa üç maymunu oynamakta, başkalarını “eğitmek” işi ufukta belirdiğinde ise aslan kesilmektedirler. Ne yazık ki otoriterlikten türeyen bu zihniyet için “eğitim” ancak tecrübe ya da el yordamı ile kökleşmiş veya tedavülden kalmış “bilgi kırıntıları”nı öğrencilere, ama bir fırsat bulunsa tüm insanlığa, çoğu kez iyi niyetle, o da olmadı pek çok kez de zorla öğretilmeye çalışılmasıdır. Durum böyle olunca kendi bireysel gelişimlerine/eğitimlerine inanmayan, kendi eğitimlerine magazine, kozmetiğe, futbola veya borsaya ayırdığı vakti ayırmayan, bu amaçla para harcamayan öğretmenlerden beklentiler de o derece az ve kısa dönemli olacaktır. Sorunun çözümü bir “zihniyet dönüşümü”nde yatsa da, bunun sağlanması yılları alsa da artık bir yerlerden başlamak gerekmektedir.
Fakat yine de asıl mesele, bu kademelendirmede geçilmesi gereken bir aşama olarak alınan “uzmanlık” ve “baş öğretmenlik” kavramlarıdır. Öyle anlaşılıyor ki, yapılacak bu sınavda başarılı olanlara bu kademedeki “sıfatlar”, yani “uzman öğretmen” ya da “baş öğretmen” sıfatları verilecektir. O zaman şöyle bir durumla karşı karşıya kalıyoruz: Siz alanınızda yüksek lisans (tabi ki “tezli” olanında) veya doktora derecesi alacak, hatta doçentliğe kadar çıkacak, fakat bu sınavları geçemediğiniz için ne “uzman” ne de “baş öğretmen” olacak, ne statülü bir okula geçebilecek, ne de maaşınızda bu projedekine benzer bir iyileşme yaratabileceksiniz. Üstelik altında “Türkiye Cumhuriyeti kanunlarının ve uluslar arası sözleşmelerin tanıdığı bütün hak ve yetkilerden” yararlanabilir yazan master ve doktora diplomaları, sizin kendi branşınıza geçmenizi bile sağlamayacak. Türkiye’ye özel bu gülünesi durum o derece gerçektir ki, kansere çare bulsanız, yazdığınız kitapla uluslar arası ödüller alsanız yukarıdaki atama ölçütlerine uygun olmadığınız için bir Anadolu Lisesi’ne atamanız bile yapılamayacaktır. Uzmanlığın üç saatlik bir sınavla ölçüldüğü ülkemizde eğitimin asıl kanayan yarası budur. Öğretmenlerin öğrencilerine “çalışmıyorlar” derken kaçılan kolaycılık tarzı, öğretmenlere gelince işlememektedir. Peki öğretmenler “çalışıyorlar mı?”
Bu sorunun yanıtı “evet”tir. Öğretmenler gerçekten büyük özveri ile çalışmaktadırlar. Çünkü öğretmenlerden “çalışma” adına beklenen, okula gelip gitmesi, yüzlerce sayfayı bulan plânlar içerisinde boğulmak (meselâ ben bu plânlara geçen yıl iki topa yakın kâğıt harcadım; müsveddeler hariç), bitmek tükenmek bilmeyen kırtasiye işlerini yapmaktır ve öğretmenler gerçekten bunları lâyıkıyla yapmaktadırlar. Üstelik bu işleri süsleyerek yapanlar “iyi öğretmen” olarak da değerlendirilmekte, hatta maaşla ödüllendirmeler almakta ve özellikle “sicil notu”nu çoğu kez sadece bu kırtasiye işlerinin “güzelliği” tek başına belirlemektedir.
Öte yandan, maddiyat söz konusu olduğu için belirtilmelidir ki, bugün alanlarında yüksek lisans derecesi alanlar ek ders ücretlerini %25, doktora derecesi alanlar %50 fazla olarak almaktadırlar. Yine yüksek lisansını bitirenlere 1, doktorasını bitirenlere 2 kademe verilmektedir. Bu da toplam 1 derece etmekte ve doktorasını bitiren öğretmenin, öğretmenlik yapan ve aynı zamanda göreve birlikte başladığı “ziraat mühendisi” arkadaşını ancak yakalamasını sağlamaktadır. Yılda on ay ek ders alındığına (tabi bir ek ders alıyorsanız) ve bu paranın yüksek lisans mezunları için ayda 20 ile 40, doktora mezunları için 40 ile 60 milyon arasında değişen miktarlara denk geldiği göz önüne alındığında, öğretmenlerin akıllarından zorları yoksa (?) kendi alanlarında kendilerini geliştirmek ya da sadece bu miktarlardaki ücretleri fazladan almak için yüksek öğrenimlerine devam edeceklerini düşünmek epey iyimserlik olur. Bir kere ödenen bu para sizin eğitiminiz için harcadığınız parayı ancak yedi-sekiz yılda geriye getirir. Harcadığınız emeği ne ile geri alacağınız da büyük soru işaretleri taşır. Tabi uykusuz geceler, tatilsiz tatiller ve ortaya çıkan kalıcı hastalıklar da cabası!... Alanlarında akademik çalışma yapan öğretmenlere reva görülen ortadayken, “öğretmenler çağın gerisinde” demek yasa koyucuların çelişkisidir. Eğitimi, eğitimciler desteklemeyecekse bunu kim yapacaktır?
Burada sırası gelmişken şu soru da sorulabilir: Anadolu ve Fen Liseleri’ne seçilip gelen öğrencilere eğitim verecek öğretmenleri ne rasyonellik ne objektiflik ne çağın gerekleri ne de hakkaniyet ölçütleriyle ele alınacak kriterlerle atayıp, sonra da “çağdaş eğitimden” bahsetmek de biraz garip değil midir? Meselâ, geçenlerde yayınlanan bir genelge ile bundan sonra Fen Liseleri’ne öğretmen alımlarında “ikinci nitelik” olarak “alanında bilimsel bir eser yayınlamak” ölçütü getirildi. İlginçtir “birincil nitelik” hâlâ “hizmet puanı” olarak kaldı. Hatta yine yakın zamanda Talim Terbiye Kurulu’na atanacak öğretmenler yüksek lisansını ve doktorasını sürdüren öğretmenlerden seçildi. Bu çok yerinde uygulamaları yapan erk, bunu yaparken Fen Liseleri’ndeki öğretmenlerin beş yıl içerisinde alanlarında yüksek lisans yapma zorunluluklarını kaldırdı. Üstüne üstlük, Ankara’da yapılacak bir yazılı sınav ile illerde kurulacak kurulların  yapacağı bir mülakat ile bu okullara öğretmen alınacağını ilân etti. İşte ülkemizin bir sorunu daha, bir yere talipseniz önünüze bir sürü standartlar konur, fakat kimse yerine talip olunanlardan bu standartları talep etmez veya orada bulunmanın niteliksel karşılıklarını istemez. Yine de Fen Liseleri’nde çalışan öğretmenlerden bazı kriterler istenmekle birlikte bunların hangi şartlarda değerlendirildiği soru işaretleri ile doludur.  Atalet ve niteliksizleşme bundan daha fazla nasıl destekleyebilir ki?
Eğer öğretmenlere “eğitimci” diyorsak ve “eğitim”i kutsayacak kadar önemsiyorsak, seçim için kullanılan tüm ölçütler, atama yapılacak yerlerin konumları farklılıklar gösterse de, öğretmeninden il milli eğitim müdürüne kadar herkesi kapsamalıdır. Meselâ, kaç tane ilin milli eğitim müdürü yabancı dil bilmektedir? Ya da lisans eğitimi dışında yüksek eğitim almışlar mıdır? Yine de MEB içerisindeki şube müdürlerinin belli bir kadro üzerinden atanması ve görevlendirilmesi, okul müdürlüğü için “müdürlük sınavının” olması olumlu ve liyakat açısından önemli uygulamalar olarak alınabilir.
Eğitim camiasında öğretmen ve idarecilerin hangi kademeye nasıl geleceği belirlenirken, akılcı, objektif, çağdaş ölçütler kullanılmalıdır. Bu ölçütleri  önem sırasına göre şöyle sıralayabiliriz:

a) Eğitim düzeyi ve yılı,
b) Konusunda bilimsel eserler/makaleler/projeler üretmesi,
c) Yabancı dil düzeyi,
d) Teknoloji kullanımı ve bilgisi,
e) Hizmet içi seminerlerine katılımı,
f) Yöneticiler için, yöneticilikte geçen hizmet yılı.

Bu standartları/ölçütleri belirledikten sonra, bunların hangi konum ya da yer için geçerli olacağı da tespit edilmelidir. Ölçütlerin böylelikle ortaya konmasını takiben, bunun kadar önemli bir şey de bunların arkasında durabilmektir. Eğer bugün hepimiz, hiçbir standardın olmamasından, her kurumda politik patronaj ilişkilerinin, torpilin almış yürümüş olmasından rahatsızlık duyuyorsak, eğitimden sağlığa, ekonomiye kadar ülkeyi bu duruma getiren bu bataklığı kurutmak için artık bir yerlerden başlamak gerekmektedir. Bunun başarılması durumunda, hiç de kolay olmamasına rağmen bir “zihniyet dönüşümü” için ilk adımların da atılmış olacağı söylenebilir.

 Sonuç
Sonuç olarak, hangi kurum olursa olsun, kurum olarak kalması değil de “kurumlaştırılması” düşünülüyorsa, öncelikle bu kurumda bir “liyakat sistemi”nin kurulması, bu sistemin içerisinin de akılcı, objektif, kişisel gelişimin önünü açan, bilginin tecrübeyle bir hesabının olmadığı, demokratik ve hakkaniyete dayalı ölçütlerle doldurulması gereklidir.
Bu yapıldığı taktirde, o kurum üzerindeki tartışmalar azalacak, kurumun meşruiyeti ve güvenilirliği sağlanacak, kurum içerisinde yönetim, atama ve yer değiştirmeden sorumlu kişilerin işlemleri de o derece az sorgulanacaktır. Sırf bunlar bile o kurumun içerisindeki insanların çalıştıkları kurum ile özdeşleşmelerini ve bu kurumda çalışmaktan gurur duymalarını, onun meşruiyetini sorgulamamalarını, kendi bireysel gelişimlerine zaman harcamalarını, bilgilerini hevesle öğrencileri ile paylaşmalarını, mesleklerini sevmelerini, bir nitelik kazanmalarını ve geleceğe umutla bakan öğrenciler yetiştirmelerini sağlayabilir.
Tabi sac ayağının bir ucu olan sendikalar da burada üzerine düşeni yapmalıdırlar. Sendikalar, hükümet ile sadece ve sadece “para pazarlığı” yapan, ücret zamları üzerindeki yüzdelerin içine sıkışıp kalmış olan, en kötü sendikacılık şekli “ekonomik sendikacılığı” bir kenara bırakmalıdırlar. Sendikacılık, biraz da öğretmenlerin kişisel niteliklerinin gelişimi önündeki engelleri kaldırma, başarıyı ve liyakatı savunma, bunu kendi iç sistemlerinin de bir parçası yapma, en önemlisi de tüm bunları bir “değer” olarak görebilmektir.
Yaşadığımız günler ataletin ve niteliksizliğin değil, çalışmanın ve kendini geliştirmenin önemli olduğu, kurumlaşmanın sağlıklı bir sistemin vazgeçilmezi sayıldığı  bir döneme denk gelmektedir. Bu nedenle, ülkemizde neden “bilim üretilmediği”nin ve ülkenin yetişmiş beyinlerinin neden ülke dışına çıktığının yanıtlarını da bulmak ve çözmek zorundayız. Ve öyle sanıyorum ki, bu “göçün” nedenleri sadece maddi temellere dayanmamaktadır. Eğer gazetelerde yer alan, Dünya’nın bir yerinde bir buluş yapmış “müthiş Türk” haberlerinden rahatsız olanlardansanız, artık bir yerlerden başlamanın zamanı gelmiş demektir. “Eğitime %100 destek” biraz da böyle bir şey olsa gerek, öyle değil mi?




* Bu yazı daha önce bir internet sitesinde (memurlar.net) yayımlanmıştır.

MEDYATİK İĞFALİN ANATOMİSİ

  
(11.05.2010/RADİKAL-Yorum)

Son bir yıldır yazılı ve görsel medyada yer bulan “taciz ve tecavüz haberleri”nin dikkat çekici ve rahatsız edici bir şekilde artığını izlemekteyiz. Yine son bir yıldır hemen hemen her gün, özellikle küçük yaştaki kızlara yönelik, tecavüz, taciz ve cinsel saldırı haberleri ile karşılaşıyoruz. Dikkat çekici bir gelişme de, bu haberlerin klasik “üçüncü sayfa” haberi pozisyonundayken artık birinci sayfadan ve geniş puntolarla verilir bir hâle geldiği. Peki, bütün tecavüzcülerin insanlık suçlarını bu yıla yığmaları söz konusu olmadığına göre, ana haber bültenlerinde uzun uzun işlenen, internetteki forum sayfalarında konu üzerine yüzlerce yorum yazılan ve gazetelerde birinci sayfadan verilen bu haberlerdeki artış neyi ifade ediyor?
Öncelikle bu gelişmede, tecavüz ve taciz olaylarının artık (söylemesi bile zor gelse de) popüler bir haber malzemesi olmasının önemli bir payı bulunduğu ilk elden tespit edilebilir. Böylesi haberlerde, eylemi gerçekleştiren veya maruz kalanların ünlü olması, olayın popülerliğini de aynı oranda katlayabilmektedir. Zaten magazinin mi haber, haberin mi magazin olduğu uzunca bir süredir birbirine karıştığı için, bu türden haberlerin magazin tadında sunulmasında meslek ahlâkı açısından herhangi bir sorun görülmemektedir.
Öte yandan, hiçbir toplumsal suçun, suça maruz kalan kişiyi bu derecede incitmediği düşünüldüğünde, cinsel saldırıya maruz kalan kadın/çocukların başa çıkmaları gereken sadece eylemin şiddeti değildir. Ömürleri boyunca taşıyacakları ve unuttukları anda bile toplumun yeri geldiğinde onlara arsızca anımsatacağı bir kirlenmişlik damgası bu eylemin mağdurlarının asıl yarasıdır. Bu yüzden de olayın kendilerine veya yakınlarının başına da gelebileceğinin ürküntüsü, yapılan haberleri izlenir/okunur kılan belki de en önemli etkendir. İşte bu damar keşfedildiğinden itibaren de bu haberlerin metin yazarları bir haberi/olayı anlatmanın aksine okuyanın veya izleyenin zihninde olayın canlanmasını sağlamaya çalışıyorlar. Çünkü onlar açısından haberi çekici kılıp herkesi dehşete ve korkuya sevk eden anlatım, “en başarılı” anlatım oluyor.
Aslında bu yolla tecavüz eyleminin, okuma ve yoruma açık görsel/metinsel bir kalıba da döküldüğü söylenebilir. Ana haber bültenlerinde tecavüz haberlerinin sunumunda insan yüzleri gölgelenerek olayın canlandırılması yapılırken ya da gazetelerde olay en ince ayrıntısına kadar anlatılırken bunların hepsi zihne yönelik ince mesajlar taşır. Sunumun görsel başarısı da yaratacağı etkiyle doğru orantıda artar. Gördüğüne inanan günümüz insanı için senaryolaştırılarak canlandırılan bir tecavüz eylemi, “iyi bir anlatım”dır. Toplumun gazı anlık bir öfke boşalımıyla alınırken, sunumlar özellikle erkek zihniyetine yönelik cinsiyetçi mesajlarla doludur. Çünkü hiçbir kadın, kendi başına da gelebilecek bir tecavüz vakasını en ince ayrıntısına kadar izlemek, bilmek veya dinlemek istemez. Bu ancak erkek zihniyetinin tüketim alanına girer. Tecavüz ve taciz haberlerini hazırlayanlar erkek olduğu için de haberlerin metinsel kalıbı erkek zihnine ve tüketimine uygun olarak üretilir. Cinsel şiddete uğrayanların ne giydiklerinin, ne içtiklerinin, çevrenin onlar hakkında ne düşündüğünün bu anlatımlarda ayrıntılarıyla verilmesi de yine aynı erkek zihniyetinin (her an hazza da dönebilecek) yansımalarıdır.
Diğer taraftan, tecavüz kavramı, bazen politik zihin çalışmaları şekline de dönüşebilir. Çünkü cinsel suçlar üzerinden verilen bu mesajlar, çoğu zaman politik de olabilmektedir. Kurtuluş Savaşı’nı anlatan filmlerde “tecavüzcü Yunan askerleri” motifinin yarattığı güçlü etki bilinen bir gerçektir. Kezâ sınıfsal farklılıkların anlatımında “tecavüzcü ağa/patron” motifi de film/romanların vazgeçilmez kötüleri olarak anılabilir. Bu cinsel şiddet eylemlerinde açıkça belirgin olan kötü (tecavüzcü) ve iyi (mağdur) ayrımı, insanların öfkelerini tek bir kişiye ve kolayca yöneltmeleri açısından da önemli bir ayrımdır. Aynı ayrımı yine toplumun “güçlü sağduyusu” mühürler. Bu “güçlü sağduyu”, özellikle kadınların herhangi bir hareketini (meselâ, yalnız yaşayan bir kadının evine gece geç saatlerde gelmesini), giyimini, konuşmasını başına gelen olayla hızla örtüştürür. Bu örtüştürmeden neredeyse, “böyle davranırsan başına bunların gelmesi normal”dir sonucuna varılır ki, bu sağduyu falan değil, en hafif deyimle toplumun ikiyüzlülüğüdür. Buradaki asıl trajedi ise, aynı zihniyetin kadınlara da sirayet etmesidir.
Dahası, bu tür haberlerin toplumsal şiddeti körüklediği de bir başka gerçektir. İnternetteki cinsel şiddet haberlerinin altına yorum yazan veya forum sayfalarında bu konuyu tartışanlar izlendiğinde dehşet bir durumla daha karşılaşıyoruz. Çünkü bu satırları yazanların neredeyse tümü, bu olayların nedeni ve nasıl önlenebileceği konularında önemli bir şiddet potansiyeli taşıyorlar. Bu kişilerin ortak fikirlerine göre, bu olayların sebebi, “karma eğitim”den “laik eğitim”e, AB uyum yasalarından Batılılaşmaya, ahlâkî erozyondan yozlaşmaya, İslâm ahlâkından sapmadan Kur’an kurslarının kapatılmasına, gençlerin alışkanlıklarından TV dizilerine, içkiden, cep telefonuna ve bilgisayara, devlet adamlarının sorumsuzluğundan öğretmenlere, cezaların düşüklüğünden adalet mekanizmasına vb. kadar uzayıp gidiyor.
Yine bu satırlarda tecavüz ve tacizlerin nasıl önlenebileceği konusunda ise tüyler ürpertici fikirler yer alıyor. Bu fikirleri iki ana başlıkta toplarsak, birinci kesim cinsel suçlara “hadım etmeden” asmaya, ömür boyu hapisten taşlamaya kadar uzanan işkence şekillerini önerirken, ikinci kesim bunlara ilave olarak İslâm ile İslâm ahlâkının katı bir biçimde uygulanmasını çare olarak görüyor. Farklı bir çare önereni aramanın beyhude bir çaba olduğu bu sanal mekânlar, bir toplumdaki adalet duygusunun hem vicdanlarda, hem de fiilen nasıl çöktüğünün korkunç yüzünü gösteriyor.
Geçmişte tıpkı şimdi cinsel şiddet olaylarının medyada sunumunda olduğu gibi, benzer bir histerinin de uzunca bir dönem “kapkaç olayları” ve “tinerci çocuk” haberlerinin eşleştirilmesi üzerinden yaratılmaya çalışıldığı düşünüldüğünde, bu kör şiddetin kimi ne zaman ve nasıl vuracağını kestirmek de giderek güçleşiyor. Bir ilin valisinin tecavüz edilip öldürülen Pippa Bacca olayı üzerine “Türk turizmini baltalamak için dış güçlerin gerçekleştirdiği plânlanmış bir oyun” demesi, şiddetin nasıl sıradanlaştığını ve paranoyalarla yaşayan, otoriter, milliyetçi damarlara hangi yollarla nüfuz ettiğinin işaretlerini de bizlere vermiyor mu?
Sonuç olarak tecavüz ve taciz haberleri de, tıpkı diğer haberler gibi, gündelik yaşamın sıradanlığı içerisinde kaybolup gideceklerdir. Fakat bu haberlerin zihinlerde yarattığı tahribatın ve ortaya çıkan şiddet potansiyelinin nasıl ortadan kalkacağı ya da yok edilip edilemeyeceği uzun tartışmaların konusu olabilir. Bu haberlerin gazıyla İslâm’ın sopasını veya devletin otoritesini çağıranlar, bunların geldiğinde sadece tecavüzcüler için gelmeyeceğini bilmelidirler. Dahası, adalet duyguları delik deşik olmuş bir toplumunda insanların güvenlerini neyin ve nasıl geriye getireceği çok zorlu bir sorudur. Ve maalesef böyle devam ederse bu toplum, aile içi katliamlar, ölümüne kavgalar, tecavüzler ve basit bir olayda dahi silaha sarılanlarla daha da fazlasıyla yüzleşmek zorunda kalacak gibi görünüyor.

EĞİTİMDE TEMEL SORUN

( 25.03.2006/RADİKAL)

Eğitimle ilgili yaygın bir inanışa/efsaneye göre maddi imkânlar geliştirildiği ya da bir problem olmaktan çıkarıldığı takdirde bütün sorunlar da kendiliğinden çözüme kavuşacak, paranın çözemediği hiçbir sorun yok ve para muslukları açıldığı anda eğitimde temeli maddi imkâna dayanan sorunlar da bir çırpıda sona erecek.
Oysa ki, ülkenin her sorununa yaklaşımda görülen bu kolaycılığın burada ıskaladığı şey, asıl problemin maddi olmaktan çok ahlaki bir problem olduğudur. Çünkü insanların yaptıkları işe değer katmalarını sağlayan etken, inanç, motivasyon ve en nihayetinde yaptığı işin meşruiyetine olan güven duygusudur. Bunlar da direkt olarak kişinin ve yaşadığı toplumun ahlaki yapısıyla ilişkilidir.
Öyle ki, ahlak tartışmalarına girmeden ve bu kavrama bir çerçeve çizme zorluğunun da bilgisiyle en basit şekliyle ele aldığımızda ahlak, insanların ortak yaşantılarında uyguladıkları ilkeler ve değerler bütünüdür. Bu ilkeler ve değerler davranışlarımıza yansıdığında, her zaman geçerli değil ama, ne derece tutarlıysalar bir insan için 'ahlaklı davranış' olarak ele alınabilirler.
Bireysel ve sosyal ahlak
Üstelik bireyler, bireysel ahlak ilkelerini yaşadıkları toplum içinde öğrenir ve geliştirirler. Topluma ait değerler de (kültür, gelenek, tarih, din vb.) toplumun ahlaki yargılarını biçimlendirir. Bu noktada bir bireysel ahlaktan söz edilebilir ve bu ahlak türü sosyal ahlaktan da (ethos) beslenir, ikisi arasında karşılıklı, kesintisiz bir ilişki vardır.
Dahası her ahlaki eylem de sosyal eylemin bir parçasıdır ve ahlak, kişisel olduğu kadar 'sosyal'i de ilgilendiren bir durumdur. İşte tam bu noktada, Türk modernleşmesinin bir başka (belki de esas) problemiyle karşılaşıyoruz. Kısaca modernleşme projesinin problemi, üzerine oturduğu dini ve geleneksel yapının ağırlıkta olduğu bir ahlak sisteminden yeni/modern ortak bir değerler bütünü ya da felsefi anlamda bir ethos yaratamamış olmasıdır.
Bunun Türk modernleşmesi açısından zorluğu bir yana bu olmayınca, birbirinden farklı ahlak yapıları, tıpkı üstkimliği oluşmamış bir toplumdaki farklı altkimlikler gibi karşıdakini dışlayıp, çatışmaya girerek varolma savaşlarına katılmışlardır. Genelde ülkemizde 'geleneksel' ile 'modern' yaklaşımlar ve onların ahlak şekilleri ekseninde dönen bu çatışmalar, bir ethos oluşturulamadığı için neyin 'ahlaklı' neyin 'ahlak dışı' olduğunun sonucuna ulaşma çevresinde sıkışıp kalmaktadır.
Tabii ki bütün toplumun böyle ortak bir ahlaktan nasiplenmediği durumda ise bir iş, ticaret ya da meslek ahlakından bahsetmek de mümkün olamamaktadır. Sonuçta din mevcut boşluğu kendi başına doldurmaya başlamakta, hatta ahlakın bizatihi kendisi olduğu sanısıyla insan eylemlerinde, içki satan dükkânlardan alışveriş yapmamak gibi, belirleyici 'ahlaki' davranışlar da görülmektedir.
Nitelik ve liyakat
Bütün bunların yanında devletin hiçbir kurumunda nitelik ve liyakatın esas alınmaması, politik patronajın iş yapma şekline dönüşmesi, rasyonel bir sistemin kurulup, kurumlaşmanın sağlanamaması vb. özelliklerden dolayı, çalışan insanların yaptıkları işe karşı istek ve inançları da azalmaktadır.
Çünkü insanların yaşama çabalarındaki meşru dayanakların ortadan kalktığı/yara aldıkları söylenebilir. Adam kayırmacılık, vurdumduymazlık, haksızlığa uğradığını düşünme gibi sebeplerle ahlaki düşünceleri zedelenen insanların mevcut ahlaki ilkelerini de kolaylıkla bıraktıkları sık görülen bir durumdur.
Bunun sonucunda da, insanlarda meşruiyet problemi ortaya çıkmaktadır. Keza, 'meşruiyet' ahlaki bir kavramdır ve eylemlerimizde 'neyin meşru', 'neyin değil' olduğunun kişisel kararını vermemizi sağlayan ahlaki bir değerdir. Zaten yaptığımız işin meşruiyetine inanmıyorsak, bu bile bizim için ahlaki bir ilke olabilir.
Bugün eğitim sorunlarının çözümünü öğretmenler kendi maaşlarında gidilecek bazı iyileştirmelerde ve okullara yapılacak parasal yardımlarda görürken, Milli Eğitim Bakanlığı ise sınavda iki tane fazla yönetmelik bileni 'uzman öğretmen' yapıp, küçük bir maaş farkıyla eğitimin kalitesini yükseltmeyi planlıyor. Oysa sosyal ahlaka ait hiçbir sorunun parayla çözüldüğü görülmemiştir. İnsanların kendilerini geliştirmeleri bir tercih meselesi, birey ile ilgili ahlaki bir ilkedir.
Araştırma, öğrenme isteği sosyal süreçler içinde kazanılır, kimseye parayla öğrenme azmi aşılayamazsınız.
Böyle olsaydı zamanında öğretmenlere yapılan ekstra zamla eğitim sorunlarının en azından bir bölümü çözülmüş olurdu. Yani maddi refah/ destek (hele ki ödenecek fark düşünüldüğünde) bu amaç açısından tek başına motivasyonu sağlayıcı bir etken değildir, bu ancak tüketimi artıracaktır.
Üstelik, maddi katkının asıl sorun olan meşruiyet problemini ortadan kaldırması da düşünülemez. Çünkü meşruiyet problemi, sistemin aksaklıkları ile büyüyen ahlaki bir meseledir.
'Hizmet puanı'
Bugün MEB içerisinde birtakım insanlar hiçbir nitelik taşımayan 'hizmet puanı' ve garip bir puanlama yöntemiyle (kurul takdiri beş puan; doktora mezuniyeti beş puan gibi) olmadık yerlere veya statülü okullara atanıyorlar.
Kimse kimin nereye, kaç puanla, neye göre atandığını 'bilgisayar çağı'nda dahi bilemiyor. Her kademedeki müdürler olması gerektiği gibi yer değiştiriyorlar ama kimin hangi performansa ve liyakata göre yer değiştirdiği bilinmez bir devlet sırrı!
Örnekler çoğaltılabilir ama kısacası, kim nereye hangi niteliklere göre atandığının bilinemediği ve bunun rasyonel kriter-leri de olmadığı için insanların meşruiyet krizi içine düşmeleri de kaçınılmaz oluyor. Keza, torpilsiz bir yere gelmenin imkânsız olduğu bir sistemde, 'ahlakçılar' dahil, kimden hangi ahlaki davranış beklenebilir? Bu açıdan da Türkiye, devlet sektöründe bulundukları konuma hangi niteliğe göre geldiğinin hesabını, ahlaki olarak, veremeyenler ülkesi olmaya devam ediyor.
Öte yandan, maddi yaklaşım, insani boyutu her zaman ıskalayan bir zihniyet şeklidir. Bugün herkes eğitimde insan faktörünün öneminden bahsetmesine rağmen, insan profillerinin değiştiğinin farkına nedense varılamıyor. Artık insanlar okuma ve araştırmadan çok daha farklı alanlara ilgi duyup (özellikle teknolojik oyuncaklar), ellerine geçen parayı da bu alanlara harcıyorlar.
100 Temel Eser
Dolayısıyla okullarda '100 Temel Eser' okutabilirsiniz ama bu müfredatın zorunluluğu sebebiyle olacaktır, kişisel bir ilgi nedeniyle değil!
Öğrenciler açısından da durum iç açıcı görünmüyor. Üniversite mezunlarının hâli ortadayken, çoğunluğu oluşturan orta ve alt gelir grubundaki ailelerin çocuklarında rastlanan 'okuyup da ne olacak' boş vermişliği üzerine çalışma ve iş ahlakına ait değerler yaratmak da giderek imkânsızlaşıyor.
Daha da kötüsü, insanların çalışmasının karşılığını hiçbir şekilde ve asla alacağına inanmaması, ortak yaşamanın ahlaki gereklerinden olan 'ilkeli davranmayı' da ortadan kaldırıyor. Bütün bu 'ilkesizlikler' toplandığında ise, eğitimde maddi imkânları genişleterek sorunları çözmek mümkün olmuyor.
Sonucunda da atalet içerisine gömülmüş bir sistemde beklenen ahlaki davranışları görmek zorlaşıyor.
Şeffaf bir sistem
Çözüm, eğitimin bütün kademelerindeki yer değiştirmelerin ve tayinlerin hangi niteliklerle göre yapılacağına dair akılcı, liyakata dayalı ve şeffaf bir sistem kurmak, bunun da arkasında durabilmektir.
Öğrenciler içinse önemli olan genç (ama işsiz) nüfusla gurur duymak değil, onların meşruiyet problemi yaşamayacakları öğrenim ve iş alanları yaratabilmektir.
Bunlar yapıldığı takdirde, kurumun güvenilirliği sağlanacak, yönetim, atama ve yer değiştirmeden sorumlu kişilerin işlemleri de o derece az sorgulanacaktır.
Sırf bunlar bile o kurumun içerisindeki insanların çalıştıkları kurum ile özdeşleşmelerini, orada çalışmaktan gurur duymalarını, onun meşruiyetini sorgulamamalarını, kendi bireysel gelişimlerine zaman harcamalarını, bilgilerini hevesle öğrencileri ile paylaşmalarını, bir nitelik kazanmalarını ve en önemlisi ortak bir ilkeler bütününün parçası olmalarına katkıda bulunabilir.
Tam tersi bir şekilde, ahlaki sorunları para ile çözmeye kalktığınız zaman ise, 'paranın ahlakı'na teslim olmuş olursunuz. Yani parayı daha çok verenin ilkeleri de belirlediği kapitalizm ahlakına!


http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=775500&CategoryID=99