Epeyce bir
zamandır, ülkenin eğitim müfredatı üzerinde bir "değerler eğitimi"
hayaleti dolaşıyor. Bu yıl yenilenen ve uygulamaya konulan müfredatta da
görüleceği gibi, değerler eğitimi, sistemin tam da merkezine yerleştirilmiş. Yapılan
tüm değişiklikler de bu kavram üstüne inşa edilmeye çalışılmış. Dahası 15 temel
dersin hepsinin bütün kazanımlarında da değerler eğitimi mevcut. Hatta eğitim
bürokrasisi dahi her şeyi bir kenara bırakmış kendisini sadece bu elzem konuya
vakfetmiş görünüyor. Zira MEB'deki öğretmen arkadaşlarla konuşuyoruz, bu konuda
sürekli seminerler düzenleniyormuş ve her gittikleri seminer, kurs vb.’nde müfettişlerin,
formatör öğretmenlerin en sık tekrarladıkları kavram yine değerler eğitimiymiş.
Öyleyse, ne
oluyor? Nedir bu değerler eğitimi? MEB’in yeni müfredat programının tanıtım
kitapçığında “değerler eğitimi” şöyle açıklanıyor: “Türk Millî Eğitim Sistemi’nin temel hedefleri arasında öğrencileri
sağlıklı, mutlu bir şekilde hayata hazırlamak, iyi insan ve iyi vatandaş
olmalarını sağlayacak bilgi, beceri, değer, tutum, davranış ve alışkanlıklarla
donatmak yer almaktadır. Bu bağlamda değerlerin eğitim süreci içerisinde
kazandırılması ve yeni nesillere aktarılması hedeflere ulaşmada ve kültürel
devamlılık açısından da son derece önem taşımaktadır.” Çok da irdelemezsek,
buraya kadar bir problem görülmüyor. Açıkçası Türk Eğitim Sistemi’nin artık
klasikleşmiş “alışkanlıklarla donatmak”, “yeni nesiller”, “kültürel devamlılık”
ve nihayetinde bunların hepsinin toplamı varsayılan eğitimi, ısrarla bir “temel
hedefler” aracı olarak görme alışkanlığı, bu metinde de aynen devam ediyor.
Hâlbuki ilerlediğimizde buradaki ilk tuhaflık, MEB’in her
kademedeki okulda değerler eğitiminin “iki başlık altında” öğretileceğini
belirtmesi biçiminde karşımıza çıkmakta. Öyle ki “değerler” daha baştan, “evrensel”
ve “millî” şeklinde iki farklı kategoriye ayrılmış:
Evrensel
Değerler: Alçak gönüllülük, sadakat, cömertlik, sabır, dayanışma, sevgi,
dostluk, saygı, dürüstlük, adalet, güven, barış, yardımlaşma, empati, merhamet,
çalışkanlık, paylaşma, vefalı olma, yardımlaşma, vicdanlı olma.
Milli Değerler:
Vatan, bayrak, aile, gelenekler, kültürel miras, misafirperverlik, milli
bayramlar, dini bayramlar, Türkçe, yurt tarihi, mekânlar, kahramanlık, cesaret.
Tabi buradaki diğer tuhaflık da şu ki, değerleri “ifade
ettiği” düşünülen bu kavramların “neye göre” seçilip, tasnif edildiğine dair hiç
bir açıklama yok. Nitekim “millî değerler” bir biçimde “anlamlı” gelse de,
“evrensel değerler” kapsamına alınan bazı kavramların fazlasıyla “yerli ve
millî” anlamlandırmalar taşıdığı kolaylıkla seçilebiliyor. Örneğin, alçak
gönüllülük, sadakat, cömertlik, sabır, merhamet, vefalı olma, vicdanlı olma
gibi kavramların ne derece “evrensel” olabileceği son derece tartışmalı. Dolayısıyla
hemen akla, “ortalama bir Meksikalı ya da Çinli bu kavramlara hangi anlamları
veriyor, bunları bir ‘değer’ olarak görüyor mudur acaba?” sorusu geliyor. Belli
ki, bu listeyi hazırlayanlar insana ait bir takım “iyi” karakter özelliklerini,
“evrensel” olarak değerlendirmişler. Sonrasındaysa yerel referansları güçlü,
ahlâkî tesiri ise yüksek kavramlarla da desteklemişler. Yani Türkçe düşünüp,
İngilizce soru sormuşlar. Oysaki biraz eşelendiğinde hepsi aynı kapıya çıkıyor.
Dahası “evrensel değerler” ile yatıp kalkan bir ülke
olmadığımız ortada. Hatta tersine yerellikler çağının sınırsız keyfini
yaşıyoruz. Üstelik ne politik alanda ne de toplumsal ilişkilerde evrensel
değerler, hukuk ya da insan hakları vb. bir nirengi noktası sayılmaktan çıkalı
çok oldu. Açıkçası başımızı nereye çevirirsek yerellikle karşılaştığımız; her
kanalda ve her ortamda 7 gün 24 saat “yerli ve millilik” övgüsünün yapıldığı;
milliyetçi, militarist söylemlerin makbul olduğu bir ülkede “evrensel değerler”
artık kimleri iknâ eder, bilemiyoruz. Tabi MEB’deki bürokratların bu konuda “nasıl
iknâ olduğu” meselesi, çok daha ilginç bir bilimsel merakın alanına giriyor.
Üstelik buradaki “büyük oyun”u da görmek gerekiyor. Öyle ki “evrensel”
listesine alınan değerlerin gerçekte “millî,” içerikleri ile zihni
referanslarının da aslında çoktan “yerelleşmiş” olduğu gerçeğiyle karşı
karşıyayız. Allahtan bu konuda kimsenin aklına “Güneş Değerler Teorisi” adı gelmemiş.
Tabi yerli ve milliliğin tek temel ölçüt alındığı bir eğitim sisteminde, evrensel
değerler bizden çıkmayacak da kimden çıkacak? Hâlbuki sadakatin sadece “devlete
ve büyüklerine itaat” ile çerçevelendiği; dayanışma ve cömertliğin, yalnızca kendine
benzeyenlerle yapılacak ve gösterilecek bir özellik şeklinde onaylandığı; “hain”e,
“vicdan, vefa ve merhamet gösterilmeyeceğinin” her ortam ve fırsatta
tekrarlandığı, kitlesel kabul gördüğü; “devletin âlî menfaatleri” söz konusu
olduğunda “adalet”in süresiz ertelenebileceğinin resmî ve yaygın görüş olduğu
bir ülkede, “değerler eğitimi” adındaki bu büyülü kavramın, acaba böylesi ayrımcı
anlamlandırmaların içeriğini değiştirmeye yönelik bir iddiası var mı?
Fazla merak uyandırmadan söyleyelim: Yok! Çünkü bunu
değerler eğitimi materyallerine bakarak kolaylıkla anlayabiliriz. Zira internette
dikkatli bir gözle yapılacak bir gezinti, merak edenler için etraflıca fikirler
verebilir. Kısacası materyallerin, yukarıdaki ayrımcı anlamlandırmaların
çözümüne dair bir önerisi bulunmuyor. Zaten hemen arkasından gelen “millî
değerler”in de bu alandaki olası “eğitim zaiyatları”nı azaltma amacıyla bir
nev-i emniyet supabı şeklinde düşünüldüğü de görülüyor. Yani hem eğitim dışı
faktörlerin etkisiyle evrensel değerlerin yaratabileceği olası kafa
karışıklıklarını gidermeye yönelik bir çaba hem de cömertliğin, dürüstlüğün,
sevginin, sadakatin, vefanın, vicdanın vb. kime ve kimden olanlara
gösterileceğini öğretecek yerel bir savunma hattı.
Öyle ki verilecek “değerler eğitimi”yle ilgili Talim Terbiye
Kurulu Başkanı’nın şu açıklaması, neyin öncelik ve öneme sahip olduğunu yeterince
ifade ediyor: “Yerli ve milli değerlerimiz bizim
programımızın birer imamesi mesafesindedir. Her bir program ve her bir ders bu
anlamda birer tespih tanesi ise bu tespih tanelerinin en tepesinde ve hepsinin önünde
bir imame olarak bu değerlerimiz durmaktadır.” Nitekim bu söylemde politik kültürel miras süzülüp gelmiş,
“Güneş Değerler” burada, “en tepedeki imame” olmuş. Örneğin kendi değerlerini
önemseyen bir Meksikalı bunun altına imzasını atar mı? Kanımca Katarlı bile
atmaz. “Cive Pakistan”ı saymıyorum bile...
Bakıldığında sadece “kendi kültürü/değerlerinin üstünlüğü” kabulüyle
yola çıkan her iddia gibi bu görüş de ırk merkezci yaklaşımlardan izler
taşımakta ve yine aynı sebeple, tespih taneli bu sembolik anlatım hiç de masum
değil. Zira bir “yerli ve millî değerler” listesi oluşturulmuş ve içerisindeki tüm
anlamlar da resmî olarak sabitlenmiş. Bu sabitleme de meşruiyetini, inancı ve
değerlerini hayatının dahi önüne koymuş koca bir kitleden alıyor. Tahmin
edileceği üzere de bu kitle için tüm Dünya’daki en yüce değerler bizde…
Dramatik olan da bu ya, kitlenin “değerlerle” ilgili hiçbir problemi yokken, birileri
bunu dert edinmiş. Sadece bu örnek bile dindarlığın, bir yönüyle de, sonu hiç
gelmez ve asla kimsenin bir diğerinin inancını beğenmediği amansız bir yarış
olduğunu ispat etmeye yetebilir.
Diğer taraftan değerler eğitimine dair sıkıntılar bununla da
sınırlı değil. Zaten asıl problem de bu eğitimin “kimlerin fikri” olduğuyla
ilgili soruya sıra geldiğinde ortaya çıkıyor. Çünkü değerler eğitiminin fikir
merkezleri ve sahne arkası komutası, DİB ile İslâmcı vakıf ve cemiyetlere
emanet edilmiş durumda. Bu vakıf ve cemiyet mensupları, müfredat içeriğini
belirledikleri gibi, (MEB ile protokol yaptıkları için ve başta İHL’ler başta
olmak üzere) okullara gidip bazı derslere de girebiliyorlar. Bu kişilerin
derslere girdikleri görüntüler neredeyse her hafta sosyal medya ortamlarında yoğun
olarak paylaşılıyor. Sarıklı, cübbeli, sakallı bazı adamlar, herkese eşit
mesafede olunması gereken kamusal bir kurumda (çünkü malum listeye giremeyen
evrensel değerler bunu öngörür) ve velilerin tercihleri dışında gelip bu “değerleri”
anlatıyorlar.
Tabi bu yapı ve grupların “değerler”den anladığı tek şey
İslâm ile onun ahlâkı ve örnekleri de sadece peygamber ile sahabelerin
hayatlarıyla sınırlı. Zira doğal olarak bunların eğitim materyallerinin geneli,
hadislerden alıntılar, dinî öyküler, ulvî kişilerin sözleri, davranışları vb.’den
oluşturulmuş. Burada bir kez daha görülüyor ki, bu uygulama, “eğitim yoluyla
ferdi değiştirmeyi,” “onun içerisine iman yerleştirmeyi” amaçlayan klasik İslâmcı
eğitim tarzının iyi bilinen bir örneği. Dolayısıyla değerler eğitimi de bu
amacın tedarikçisi pozisyonunda. Birileri yine topluma bakarak orada “ahlâkî
bir yozlaşma” tespit etmiş ve bunun çözümünü de kadim İslâmcı reflekslerle,
değerler boşluğunu doldurmakta bulmuş.
Neticede sosyal
ve ekonomik durumlarla ilgili problemlerin nedenleriyle hiç ilgilenmeden,
toplumsal sorunların politik kaynaklarına hiç el sürmeden, sadece fertleri
İslâm ahlâkıyla donatma amacı net olarak seçilebiliyor. Bu yüzden İslâmcı
politikaların değerler eğitimi vasıtasıyla burada odaklandığı şey, değerleri
asıl erozyona uğratan bir sosyo-ekonomik sistem ve onun insanlıktan çıkarıcı
etkileri değil. Temel amaç dinî bir düzen kurma, onu istikrarlı hâle getirme ve
nihayetinde de düzeni statikleştirme. Bu konudaki yakın hedefin bir “rejim
değişikliği” olduğu zaten bir süredir gizlenmiyor. Dolayısıyla değerler eğitimi,
esasen, yeni rejimin düşüncesini taşıyacak “genç bekçiler” yetiştirilmesi
gayesinin bir ara sonucu. Fakat ne var ki, tüm toplum mühendisliği çalışmaları
tarihin bir anında ve mutlaka tarumar olmakla da mükellef…
Hatta bütün
toplumsal sorunlar da uygulanan politikaların bir sonucu. Öyle ki ben lisans eğitimimi
1995 yılında tamamladığımda, şimdi peri masalı gibi gelecek ama “eski
Türkiye”de öğretmen olmak için iki şey gerekliydi: Lisans diploması ve öğretmen
olma isteği… Bunlar tamamsa yaşadığın İl Milli Eğitim Müdürlüğü’ne başvuruyor
ve sadece atama bekliyordun. Bir yıl beklesen de sonunda atanıyordun. Peki ne
değişti? Değişen şu ki, ülke neoliberal politikaların esiri oldu. Bunda İslâmcı
politikalar ile onların kitlesel destekçilerinin önemli katkıları da yadsınamaz.
Ve şimdi bu kesim, “değerler eğitimi” adı altında, tüm bunların en masum
mağduru olan çocukları "ahlâklı" kılma gibi yine bir beyhudeliğin
peşine düşmüş görünüyor. Yani gençler “değerlerle” donatılacak ama o değerleri
yok eden sosyal şartlar yerinde duracak.
Sonuç olarak
şunu da belirtmem gerekmekte, fikir itibarıyla, eğer bu eğitim laik, içeriği bilimsel
ve herhangi bir etnik ve dinî taarruza uğramamış insanî değerlerden oluşacaksa
(evet böyle değerler mevcut: Durkheim’daki “sosyal ahlâk” kavramına ve
uygulamalarına bakılabilir) benim böylesi bir eğitim şekline itirazım olamaz. Fakat
bugün ve bu şekliyle "değerler eğitimi" denen şey, ancak, tek tipçi,
ayrımcı, militarist, tek doğrucu, toplumsal anlamda bölücü, bireyi değil
kulluğu önemseyen, aklı yeniden tanrısallığa emanet etmeyi, metafizik düşünceyi
ve dikey feodal hiyerarşileri yeniden canlandırmayı amaçlayan, statükocu,
dogmatik ve tarih dışı bir anlayışın adı olabilir.
Belki bunca
kelâmdan sonra bile "İslâm'ın ve onun 'ahlâkı'nın temel alındığı değerler
eğitiminden neden rahatsız oluyorsun?" sorusunu soranlar mutlaka çıkacaktır.
Onlar için kısa bir not ile bitirelim: Ahlâk, o mahalleyi terk edeli epeyce
zaman oldu. Geçmişler olsun!
Bu makaleye şu LİNK'ten de ulaşılabilir: