15
Temmuz Darbe Girişimi’nin başarısızlıkla sonuçlanmasıyla birlikte mevcut
politik iktidarın “darbeyi savuşturmuş” olmaktan kaynaklı konjonktürel enerjiyi,
o günden beri ve kendisi açısından oldukça işlevsel biçimde kullandığına şahit
olmaktayız. Dahası ortamın elverişliliğinden kaynaklı rüzgârı da arkasına alan
AKP Hükümeti’nin, ülkenin rejimini değiştirme (“Cumhuriyet ile sorunumuz yok”
dense de o Cumhuriyet’in önüne “demokratik” kelimesi de gelebilir “İslâm” da) adına
geriye kalan son iki başlığı, ne yapıp edip, bu aralığa sıkıştırma amacında
olduğu da görülüyor. Herkesin bildiği üzere yeni rejimin inşasında “zorunluluk”
arz eden bu başlıklardan önem sırasına göre birincisi “başkanlık sistemi”, diğeri
de “yeni anayasa” olarak artık önümüzde durmakta. Zira geçen hafta yaptıkları
toplantıda AKP ile iktidarın dilsiz ortağı MHP’nin hem başkanlık hem de yeni anayasa
konusunda (en azından bugün itibarıyla) uzlaştıkları haberi medyaya yansıdı.
Bunun
da ötesinde “başkanlık sistemi” üzerine, bilhassa 2014 Yerel Seçimleri’nden
günümüze ve sürekli artan bir tempoda, yoğun tartışmaların yaşandığı da iyi
biliniyor. Oysaki kanımca başkanlıktan bile daha önemli görülebilecek “yeni anayasa”
meselesine olan ilgi ve bir biçimde bu tartışmalara dâhil olma isteği, kamuoyunda
aynı derece yüksek bir reytinge sahip değil. Kılıçdaroğlu bile “bu ortamda
anayasa tartışmalarının doğru olmayacağından” bahsediyor. Siyasetin mantık
dünyası, meselelere bakışı ve öncelikleri tabi ki farklı; fakat anayasa gibi devletin
temel kurumlarının nasıl işleyeceğini, temel hak ve özgürlükleri eşliğinde
kişilerin görev ve sorumlulukları ile egemenlik haklarının belirlendiği, tüm kanun
ve yönetmeliklerin doğrudan referans almak zorunda oldukları yazılı bir metnin (yani
esasen bir “toplum sözleşmesi”nin) nasıl “daha az ilgi odağı” olabildiğini anlamanın
ise imkânı yok. Üstelik her anlayamadığımız durumda da “akıl, mantık aramayı
artık bırakalım, bu ülke böyle” diyerek bir köşeye çekilmek de bir işe
yaramıyor. Zaten bu nedenle, birçok kişi elinden geldiğince kafa yoruyor, bulduğu
her ortamda yazmaya ve düşündüklerini inatla anlatmaya çalışıyor.
Yine
böyle kıymetli bir çabada Fatih Yaşlı’nın geçenlerde yayınlanan bir röportajı
vesilesiyle sarf ettiği ve başlığa da taşınan haliyle “şeriat anayasada
yazmayacak ama fiilen uygulanacak” cümlesi, epeydir yazmak istediğim bu
makalenin ortaya çıkmasına da bahane yarattı. Yaşlı röportajında özetle, “Şeriatın
resmi olarak ilan edilememekle, yani anayasaya ‘Türkiye,
şeriatla yönetilen bir devlet’ hiçbir zaman yazılmayacak, hatta
‘laiklik’ ilkesine yer
verilecek olmakla birlikte, fiilen uygulamada olduğunu/olacağını düşünüyorum.
Bununla kastettiğim ise İslam’ın Sünni yorumunun yazılı olmayan bir ‘üst ilke’ olarak görülmesi ve
toplumsal/siyasal hayatın, söylemlerin ve pratiklerin meşruiyet kaynağının o
yazılı olmayan üst ilke olması, bir referans kaynağı teşkil etmesi” diyordu. Bununla
birlikte ben bu “üst ilke” kavramını önemli bulduğumu belirtmek, bu kavramı
kendimce biraz açarak yola çıkmak ve yeni anayasa ile ilgili erken bir öngörüde
bulunmak istiyorum.
“Üst İlke” olarak ahlâk
Öncelikle,
Sünnî yorumun bir “üst ilke” haline gelmesinin, ancak, kendi durumunu sağlamlaştırabilmesi
için yine kendi bünyesinden çıkaracağı kolektif, kapsayıcı ve meşru görülen bir
takım referanslara sahip olmasıyla mümkün olacağı tespitiyle başlamak istiyorum.
Zira bu referanslar, kafa karıştırmadan kolay anlaşılır ve kabul edilebilir bir
kavram üzerinden sunulmak zorunluluğunu da beraberinde taşıyor. Kanımca, bu ve benzer
nedenler yüzünden “üst ilke” pozisyonunu doldurmaya en güçlü aday, ahlâk
kavramı olarak sivrilmekte. Öyle ki günümüz
Türkiye’sinde ahlâkın, sadece İslâm dini merkezli anlam ve yorumlarla çerçevelenmiş
bulunması; bu anlam ve yorumların rakiplerine göre sağlam zihinsel altyapılara,
kitlesel desteğe ve norm koyucu yaptırım güçlerine sahip olması; yine aynı
sebeple eşliğinde itiraz edilebilirliğinin ve olası itirazları
savuşturabilmenin kolaylığı gibi etkenler onu fazlasıyla öne çıkarıyor.
Dahası
ahlâk, bugünkü gibi, kurucu gücünü bir dinden aldığında, inanç, o dine ait
olduğu düşünülen ahlâkî normlara karşı daha az şüphe duyulmasını da sağlıyor. Üstelik
bu çift perçinleme işlemi, “üst ilke” olmaya aday her kavram için önemli bir
avantaj anlamına geldiği için, ahlâk kavramının içeriği de zaten bu avantajı
destekler niteliktedir. Çünkü ahlâk, ideal yaşam
düzenini amaçlayan bir toplumda “iyi” ve “kötü”yü belirleyen değerler ve kurallar
bütünü olmasının yanı sıra; kişinin sosyal yaşam içerisinde sahip olduğu
ilkeler, tavırlar, tutumlar, değerler ve mevcut idealler, bunlar üzerinden
gerçekleştirdiği davranış ve eylemler ile bu eylemleri belirleyen toplumsal
normlarla birlikte insanların kendi aralarındaki ilişkileri düzenleyen ve pek
çok alandan beslenen (kültür, din, gelenek, ekonomi vb.’leri) inançlar
toplamıdır ve bu özelliklerinden dolayı da kolektiftir; üstelik bireyin kendi
icadı bir ahlâkı olmadığı için asla kişisel bir durumun adı da değildir. Hatta
insanın içinde yaşadığı toplumsal pratik, ahlâkî yargılarının da kaynağı olduğu
için, din ile ahlâkın tarih boyunca iç içe geçmişliği dinin ahlâk, ahlâkın da
din gibi kabul görmesiyle sonuçlanmıştır. Bu nedenle de İslâmcıların ahlâka “özel
önem” vermelerinin görünür sebebi fertlere çeki düzen vermek, onları iyi bir
mümin yapmak ise, daha az seçilebilen asıl büyük amaç da (kavramın otoriter işlevselliğini
keşfetmeleri neticesinde) topluma disiplin ve nizam getirme tasavvuruyla
donatılmış olmalarıdır.
Şeriat’ın
kendisi yok ama gölge fenomenleri var
İlâve
olara yerelliğin aşırı önem kazandığı; kültür destesi içindeki inancın,
değerlerin, adetlerin yeniden keşfedildiği günümüzde, bu politikaların da bu
politikaların imalatı söylemlerin de altın çağını yaşadıkları söylenebilir. Bu
yüzden yeni rejimin olmazsa olmaz yeni anayasasında bunların tümünün “üst
ilkesi” olarak (genel) ahlâk kavramı yer alacaktır. Keza Platon’dan mülhem
olarak Aristoteles’in holistik (/bütüncül)
düşüncesinin Hıristiyan Ortaçağı’na nasıl ilham verdiğini akla getirdiğimizde, ahlâkın eskimeyen işlevi de
yerli yerine oturmaktadır. Bilindiği gibi, Aritoteles’e göre insanın “ahlâklı”
olma ya da ahlâkî olgunluğa erişebilme durumu, ancak devlet içerisinde olma ve
toplumla birlikte yaşamayla gerçekleşebilecek bir şeydi. Aristoteles burada
devlete bir görev yüklemiş, devletin amacının yurttaşları ahlâkî bakımdan
biçimlendirmek; devletteki koşulları da bu yüksek amaca göre düzenlemek
olduğunu iddia etmişti. İşte bu yüzden tüm Hıristiyan Ortaçağı, tanrının İncil
aracılığıyla yolladığına inanılan emirleri “ahlâk kaideleri” aracılığıyla
yerine getirmeye çalışmakla geçmişti. Yerelliğin yeniden uyanış çağında ne
kadar tanıdık bir çaba, öyle değil mi?
Öte
yandan ahlâkın bir “üst ilke” olarak böylesine hâkim ve belirleyici bir pozisyonda
bulunması, hem Şeriat’ın hem de onun hukukuna ait temel metinlerin yeni
anayasada yer alması gerekliliğini de ortadan kaldırır. Çünkü İslâmcı ahlâk, ideolojik
kurallar demeti olarak Şeriat’ın hayaletini kendi başına anayasanın sayfaları
içerisindeki satırlarda gizlice dolaştırabilecek karakteri de bünyesinde taşımaktadır.
Öyle ki buna göre, yıllardır hemen hemen her alanda (özellikle RTÜK cezalarını
anımsayalım) “genel ahlâk” şeklinde karşımıza çıkan din, örf, adet veya bir
takım geleneksel kodların, yeni anayasada kavram olarak geçmeyecek Şeriat’ın gölge
fenomenleri olacakları ve böylelikle ideolojik vazifelerini layıkıyla yerine
getirecekleri öngörülebilir mesafededir.
Burada
bilhassa genel ahlâk kavramının esnekliği de ayrıca dikkat çekicidir. Zira Şeriat’ın
“kabul etmediği”, kabul edilmesinin “mümkün görünmediği” ve özgürlüklerin
karşısına yasaklarla dikildiği, fakat bu tavrı (şimdilik özenle) gizlemeye
çalıştığı durumlarda bu esnekliğe ihtiyaç her zamankinden daha fazladır. Üstelik
“tutarlılık” görüntüsüne zarar vereceği için ahlâkın elastiki biçimde kullanılması
ama asla esnek olarak kullanıldığının itiraf edilmemesi de gerekmektedir. Burada
olası bir ifşa oluşta (örneğin bir özgürlük talebi karşısında Şeriat’ın
önceliklerinin savunulması gerekliliği gibi), aynı esneklik imdada yetişecek ve
çoğu kez kabul edilebilir bir savunma olan “yorum farklılığı” üzerinden (hem de
daha az dikkat çekecek şekilde) yeniden bir meşruiyet devşirilmeye
çalışılacaktır.
Yerelliğe teyelli “özgürlükler”
Özgürlükleri
yerel değerlerle çerçeveleme şeklinde ortaya çıkan bu postmodern tavır, “ama,
fakat, lakin”lere kadar olan birinci cümlelerde vitrini süsleme zorunluluğundan
“özgürlükçü” metinlere sahip olduğu izlenimi verse de hemen ardından gelen ikinci
cümlelerde bunların tümünü bazı şartlara bağlama davranışından da vazgeçemez. Meselâ
insanlar düşüncede özgürdür ama toplumun
değerleriyle çatışmamak kaydıyla; sanatçı, sanatını serbestçe icra edebilir, fakat genel ahlâk kurallarıyla uyumlu
olmak zorundadır; üniversitelerde
özgürce bilim yapılabilir, lakin
milletin inancına saygı gösterdiği müddetçe, gibi türlü biçimlerde görülmesi
kuvvetle muhtemel olan bu tanıdık tutum, taşralı değerlerin de genel ahlâk,
inanca saygı vb. kavramlarla bir anayasa metnine sirayet edebileceğinin
göstergesi şeklinde de düşünülebilir.
Bitirirken
hafızamda yer eden ve ilgisiz gibi görünse de ufak bir olayda bile bu
zihniyetin nasıl ifşa olduğunu gayet iyi gösteren bir sahneyi örnek vermek
istiyorum. Gezi’nin son günleriydi, göstericiler Park’tan çıkarılmıştı ve bugün
FETÖ’den içeride tutuklu olan İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu ile Belediye
Başkanı Kadir Topbaş, savaş kazanmış muzaffer komutanlar edasıyla basın
toplantısı düzenliyorlardı. O sırada basın toplantısını takip eden bir kadının “parkta
eşimle öpüşebilecek miyim?” şeklindeki sorusu üzerine Vali Mutlu şu yanıtı
veriyordu: “En çok merak ettiğiniz soru bu mu? Bu sizin gönlünüzden geçen bir
şey. Ben size bir şey söyleyeyim. Toplum içerisinde yazılı hukuk kuralları
gibi hukukun kaynaklarından biri örf ve geleneklerdir. Ben hukukçuyum. Hukukun
kaynakları içinde örf ve gelenekler de vardır. Hâkim gerektiğinde hukukun içine
yazılı bir kaynak bulamazsa kararlarını örf ve geleneklere göre verir. Bu
toplumda sizin bahsettiğiniz şekilde bir yaklaşım varsa ve millet
yadırgamıyorsa istediğinizi yapabilirsin.”
Sırayla
ele almak gerekirse, birincisi, ilk iki cümle vasıtasıyla soruyu soran kadın
politik olarak rakip ve üstelik “gayr-ı ahlâkî” görülen bir sosyal yapıyla
çerçevelenmekte; ikincisi sorunun içindeki eylem, sanki bir “suçu” ele
alıyormuş gibi “hukuk üzerinden” değerlendirilmekte; üçüncüsü, örf ve
adetlerden yola çıkılarak bu eylem “milletin yadırgayıp, yadırgamaması” üzerinden
ele alınarak, “milletin değerleri” gibi soyut ve spekülatif bir durum adaletin “keskin
kılıcı” hâline getirilmekte; son olarak
da bir kesimin bu “değerlerle” doldurduğu (ya da öyle olabileceğini varsaydığı)
“genel ahlâk” ve yine ona ait olduğu düşünülen kurallar, kesin ve şaşmaz bir terazi
olarak görülmektedir. Burada özellikle dikkat edilmesi gereken son bir nokta da
bir İslâmcı tavrı olarak “ayıp” olduğu kanaatine varılan bir davranışın, inançtan
referans alarak “suç”a dönüştürülmesi eğilimidir ki, yerelliğin içerisine
gömülmüş bütün “hukuk” yaklaşımlarının tanıdık rahatsızlıklarından birisi
olarak altı çizilmelidir. Nitekim bu vesileyle, yerelliğin hukuku “nasıl
yozlaştırdığı” da başka bir makalenin merak konusu olabilir.[1]
Son
olarak, bilindiği üzere herkes sınıfının insanıdır. Bir burjuvanın yazdığı
tarih ile aynı dönemi ele alıp yazan bir sosyalistin tarihi aynı değildir ve bu
farkı yaratan şey “onların toplumsal varlık” olmalarından kaynaklanır. İşte bu
yüzden anayasayı kimim/kimlerin yazdığı fazlasıyla önemlidir. Hem politik hem
de sosyal alanda İslâmcı yerelliğin her türlü serbestliği yutma eğiliminin
güçlendiği günümüz Türkiye’sinde buna yönelik çarelerden birisi de politik bir
duruş üzerinden alternatif bir dil ve bu dile ait ahlâkî ilkeler seti
oluşturmaktır. Bu otoriter taarruzla mücadele etmenin zorluğunun bilgisiyle günlük
hayatta da buna örnek teşkil edecek biçimlerde davranmaya çalışarak, bu
ilkelerin kaynağı insanı ve tüm olumsuzluklarıyla beraber onun yarattığı
medeniyeti savunmak mecburiyetindeyiz. Günden hoşnut olmayanlar korkuları besleyen
gecenin gelmesini ve bir hiç gitmemesini isterken, insanî ilkelerin kaybının
acıları daha da şiddetlendireceğini aklımızdan çıkarmamalıyız. Zira insana
yakışan bir dünyanın doğması, ancak bu yolla sağlanabilir.
Bu makaleye şu LİNK'ten de ulaşılabilir: http://www.birgun.net/haber-detay/yeni-anayasada-seriat-olacak-mi-136299.html
[1]
Ben tam bu satırları yazarken Meclis’e utanç verici bir yasa teklifi verildi;
teklifin görüşülmesi kabul edilirken bu değişiklik teklifinin “bizim
kültürümüzde ve Avrupa kültüründe reşit olmak aynı şey değildir. Bizde reşit
olmak kız çocuğu için muayyen halleridir” gibisinden cümlelerle savunulduğuna da
şahit olduk.