21 Kasım 2016 Pazartesi

Yeni Anayasada Şeriat Olacak Mı? (BirGün Gazetesi Pazar Eki - 20 Kasım 2016)



15 Temmuz Darbe Girişimi’nin başarısızlıkla sonuçlanmasıyla birlikte mevcut politik iktidarın “darbeyi savuşturmuş” olmaktan kaynaklı konjonktürel enerjiyi, o günden beri ve kendisi açısından oldukça işlevsel biçimde kullandığına şahit olmaktayız. Dahası ortamın elverişliliğinden kaynaklı rüzgârı da arkasına alan AKP Hükümeti’nin, ülkenin rejimini değiştirme (“Cumhuriyet ile sorunumuz yok” dense de o Cumhuriyet’in önüne “demokratik” kelimesi de gelebilir “İslâm” da) adına geriye kalan son iki başlığı, ne yapıp edip, bu aralığa sıkıştırma amacında olduğu da görülüyor. Herkesin bildiği üzere yeni rejimin inşasında “zorunluluk” arz eden bu başlıklardan önem sırasına göre birincisi “başkanlık sistemi”, diğeri de “yeni anayasa” olarak artık önümüzde durmakta. Zira geçen hafta yaptıkları toplantıda AKP ile iktidarın dilsiz ortağı MHP’nin hem başkanlık hem de yeni anayasa konusunda (en azından bugün itibarıyla) uzlaştıkları haberi medyaya yansıdı.

Bunun da ötesinde “başkanlık sistemi” üzerine, bilhassa 2014 Yerel Seçimleri’nden günümüze ve sürekli artan bir tempoda, yoğun tartışmaların yaşandığı da iyi biliniyor. Oysaki kanımca başkanlıktan bile daha önemli görülebilecek “yeni anayasa” meselesine olan ilgi ve bir biçimde bu tartışmalara dâhil olma isteği, kamuoyunda aynı derece yüksek bir reytinge sahip değil. Kılıçdaroğlu bile “bu ortamda anayasa tartışmalarının doğru olmayacağından” bahsediyor. Siyasetin mantık dünyası, meselelere bakışı ve öncelikleri tabi ki farklı; fakat anayasa gibi devletin temel kurumlarının nasıl işleyeceğini, temel hak ve özgürlükleri eşliğinde kişilerin görev ve sorumlulukları ile egemenlik haklarının belirlendiği, tüm kanun ve yönetmeliklerin doğrudan referans almak zorunda oldukları yazılı bir metnin (yani esasen bir “toplum sözleşmesi”nin) nasıl “daha az ilgi odağı” olabildiğini anlamanın ise imkânı yok. Üstelik her anlayamadığımız durumda da “akıl, mantık aramayı artık bırakalım, bu ülke böyle” diyerek bir köşeye çekilmek de bir işe yaramıyor. Zaten bu nedenle, birçok kişi elinden geldiğince kafa yoruyor, bulduğu her ortamda yazmaya ve düşündüklerini inatla anlatmaya çalışıyor.

Yine böyle kıymetli bir çabada Fatih Yaşlı’nın geçenlerde yayınlanan bir röportajı vesilesiyle sarf ettiği ve başlığa da taşınan haliyle “şeriat anayasada yazmayacak ama fiilen uygulanacak” cümlesi, epeydir yazmak istediğim bu makalenin ortaya çıkmasına da bahane yarattı. Yaşlı röportajında özetle, “Şeriatın resmi olarak ilan edilememekle, yani anayasaya ‘Türkiye, şeriatla yönetilen bir devlet’ hiçbir zaman yazılmayacak, hatta ‘laiklik’ ilkesine yer verilecek olmakla birlikte, fiilen uygulamada olduğunu/olacağını düşünüyorum. Bununla kastettiğim ise İslam’ın Sünni yorumunun yazılı olmayan bir ‘üst ilke’ olarak görülmesi ve toplumsal/siyasal hayatın, söylemlerin ve pratiklerin meşruiyet kaynağının o yazılı olmayan üst ilke olması, bir referans kaynağı teşkil etmesi” diyordu. Bununla birlikte ben bu “üst ilke” kavramını önemli bulduğumu belirtmek, bu kavramı kendimce biraz açarak yola çıkmak ve yeni anayasa ile ilgili erken bir öngörüde bulunmak istiyorum.

“Üst İlke” olarak ahlâk

Öncelikle, Sünnî yorumun bir “üst ilke” haline gelmesinin, ancak, kendi durumunu sağlamlaştırabilmesi için yine kendi bünyesinden çıkaracağı kolektif, kapsayıcı ve meşru görülen bir takım referanslara sahip olmasıyla mümkün olacağı tespitiyle başlamak istiyorum. Zira bu referanslar, kafa karıştırmadan kolay anlaşılır ve kabul edilebilir bir kavram üzerinden sunulmak zorunluluğunu da beraberinde taşıyor. Kanımca, bu ve benzer nedenler yüzünden “üst ilke” pozisyonunu doldurmaya en güçlü aday, ahlâk kavramı olarak sivrilmekte.  Öyle ki günümüz Türkiye’sinde ahlâkın, sadece İslâm dini merkezli anlam ve yorumlarla çerçevelenmiş bulunması; bu anlam ve yorumların rakiplerine göre sağlam zihinsel altyapılara, kitlesel desteğe ve norm koyucu yaptırım güçlerine sahip olması; yine aynı sebeple eşliğinde itiraz edilebilirliğinin ve olası itirazları savuşturabilmenin kolaylığı gibi etkenler onu fazlasıyla öne çıkarıyor.

Dahası ahlâk, bugünkü gibi, kurucu gücünü bir dinden aldığında, inanç, o dine ait olduğu düşünülen ahlâkî normlara karşı daha az şüphe duyulmasını da sağlıyor. Üstelik bu çift perçinleme işlemi, “üst ilke” olmaya aday her kavram için önemli bir avantaj anlamına geldiği için, ahlâk kavramının içeriği de zaten bu avantajı destekler niteliktedir. Çünkü ahlâk, ideal yaşam düzenini amaçlayan bir toplumda “iyi” ve “kötü”yü belirleyen değerler ve kurallar bütünü olmasının yanı sıra; kişinin sosyal yaşam içerisinde sahip olduğu ilkeler, tavırlar, tutumlar, değerler ve mevcut idealler, bunlar üzerinden gerçekleştirdiği davranış ve eylemler ile bu eylemleri belirleyen toplumsal normlarla birlikte insanların kendi aralarındaki ilişkileri düzenleyen ve pek çok alandan beslenen (kültür, din, gelenek, ekonomi vb.’leri) inançlar toplamıdır ve bu özelliklerinden dolayı da kolektiftir; üstelik bireyin kendi icadı bir ahlâkı olmadığı için asla kişisel bir durumun adı da değildir. Hatta insanın içinde yaşadığı toplumsal pratik, ahlâkî yargılarının da kaynağı olduğu için, din ile ahlâkın tarih boyunca iç içe geçmişliği dinin ahlâk, ahlâkın da din gibi kabul görmesiyle sonuçlanmıştır. Bu nedenle de İslâmcıların ahlâka “özel önem” vermelerinin görünür sebebi fertlere çeki düzen vermek, onları iyi bir mümin yapmak ise, daha az seçilebilen asıl büyük amaç da (kavramın otoriter işlevselliğini keşfetmeleri neticesinde) topluma disiplin ve nizam getirme tasavvuruyla donatılmış olmalarıdır.

Şeriat’ın kendisi yok ama gölge fenomenleri var

İlâve olara yerelliğin aşırı önem kazandığı; kültür destesi içindeki inancın, değerlerin, adetlerin yeniden keşfedildiği günümüzde, bu politikaların da bu politikaların imalatı söylemlerin de altın çağını yaşadıkları söylenebilir. Bu yüzden yeni rejimin olmazsa olmaz yeni anayasasında bunların tümünün “üst ilkesi” olarak (genel) ahlâk kavramı yer alacaktır. Keza Platon’dan mülhem olarak Aristoteles’in holistik (/bütüncül) düşüncesinin Hıristiyan Ortaçağı’na nasıl ilham verdiğini  akla getirdiğimizde, ahlâkın eskimeyen işlevi de yerli yerine oturmaktadır. Bilindiği gibi, Aritoteles’e göre insanın “ahlâklı” olma ya da ahlâkî olgunluğa erişebilme durumu, ancak devlet içerisinde olma ve toplumla birlikte yaşamayla gerçekleşebilecek bir şeydi. Aristoteles burada devlete bir görev yüklemiş, devletin amacının yurttaşları ahlâkî bakımdan biçimlendirmek; devletteki koşulları da bu yüksek amaca göre düzenlemek olduğunu iddia etmişti. İşte bu yüzden tüm Hıristiyan Ortaçağı, tanrının İncil aracılığıyla yolladığına inanılan emirleri “ahlâk kaideleri” aracılığıyla yerine getirmeye çalışmakla geçmişti. Yerelliğin yeniden uyanış çağında ne kadar tanıdık bir çaba, öyle değil mi?

Öte yandan ahlâkın bir “üst ilke” olarak böylesine hâkim ve belirleyici bir pozisyonda bulunması, hem Şeriat’ın hem de onun hukukuna ait temel metinlerin yeni anayasada yer alması gerekliliğini de ortadan kaldırır. Çünkü İslâmcı ahlâk, ideolojik kurallar demeti olarak Şeriat’ın hayaletini kendi başına anayasanın sayfaları içerisindeki satırlarda gizlice dolaştırabilecek karakteri de bünyesinde taşımaktadır. Öyle ki buna göre, yıllardır hemen hemen her alanda (özellikle RTÜK cezalarını anımsayalım) “genel ahlâk” şeklinde karşımıza çıkan din, örf, adet veya bir takım geleneksel kodların, yeni anayasada kavram olarak geçmeyecek Şeriat’ın gölge fenomenleri olacakları ve böylelikle ideolojik vazifelerini layıkıyla yerine getirecekleri öngörülebilir mesafededir.

Burada bilhassa genel ahlâk kavramının esnekliği de ayrıca dikkat çekicidir. Zira Şeriat’ın “kabul etmediği”, kabul edilmesinin “mümkün görünmediği” ve özgürlüklerin karşısına yasaklarla dikildiği, fakat bu tavrı (şimdilik özenle) gizlemeye çalıştığı durumlarda bu esnekliğe ihtiyaç her zamankinden daha fazladır. Üstelik “tutarlılık” görüntüsüne zarar vereceği için ahlâkın elastiki biçimde kullanılması ama asla esnek olarak kullanıldığının itiraf edilmemesi de gerekmektedir. Burada olası bir ifşa oluşta (örneğin bir özgürlük talebi karşısında Şeriat’ın önceliklerinin savunulması gerekliliği gibi), aynı esneklik imdada yetişecek ve çoğu kez kabul edilebilir bir savunma olan “yorum farklılığı” üzerinden (hem de daha az dikkat çekecek şekilde) yeniden bir meşruiyet devşirilmeye çalışılacaktır.

Yerelliğe teyelli “özgürlükler”

Özgürlükleri yerel değerlerle çerçeveleme şeklinde ortaya çıkan bu postmodern tavır, “ama, fakat, lakin”lere kadar olan birinci cümlelerde vitrini süsleme zorunluluğundan “özgürlükçü” metinlere sahip olduğu izlenimi verse de hemen ardından gelen ikinci cümlelerde bunların tümünü bazı şartlara bağlama davranışından da vazgeçemez. Meselâ insanlar düşüncede özgürdür ama toplumun değerleriyle çatışmamak kaydıyla; sanatçı, sanatını serbestçe icra edebilir, fakat genel ahlâk kurallarıyla uyumlu olmak zorundadır;  üniversitelerde özgürce bilim yapılabilir, lakin milletin inancına saygı gösterdiği müddetçe, gibi türlü biçimlerde görülmesi kuvvetle muhtemel olan bu tanıdık tutum, taşralı değerlerin de genel ahlâk, inanca saygı vb. kavramlarla bir anayasa metnine sirayet edebileceğinin göstergesi şeklinde de düşünülebilir.

Bitirirken hafızamda yer eden ve ilgisiz gibi görünse de ufak bir olayda bile bu zihniyetin nasıl ifşa olduğunu gayet iyi gösteren bir sahneyi örnek vermek istiyorum. Gezi’nin son günleriydi, göstericiler Park’tan çıkarılmıştı ve bugün FETÖ’den içeride tutuklu olan İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu ile Belediye Başkanı Kadir Topbaş, savaş kazanmış muzaffer komutanlar edasıyla basın toplantısı düzenliyorlardı. O sırada basın toplantısını takip eden bir kadının “parkta eşimle öpüşebilecek miyim?” şeklindeki sorusu üzerine Vali Mutlu şu yanıtı veriyordu: “En çok merak ettiğiniz soru bu mu? Bu sizin gönlünüzden geçen bir şey. Ben size bir şey söyleyeyim. Toplum içerisinde yazılı hukuk kuralları gibi hukukun kaynaklarından biri örf ve geleneklerdir. Ben hukukçuyum. Hukukun kaynakları içinde örf ve gelenekler de vardır. Hâkim gerektiğinde hukukun içine yazılı bir kaynak bulamazsa kararlarını örf ve geleneklere göre verir. Bu toplumda sizin bahsettiğiniz şekilde bir yaklaşım varsa ve millet yadırgamıyorsa istediğinizi yapabilirsin.”

Sırayla ele almak gerekirse, birincisi, ilk iki cümle vasıtasıyla soruyu soran kadın politik olarak rakip ve üstelik “gayr-ı ahlâkî” görülen bir sosyal yapıyla çerçevelenmekte; ikincisi sorunun içindeki eylem, sanki bir “suçu” ele alıyormuş gibi “hukuk üzerinden” değerlendirilmekte; üçüncüsü, örf ve adetlerden yola çıkılarak bu eylem “milletin yadırgayıp, yadırgamaması” üzerinden ele alınarak, “milletin değerleri” gibi soyut ve spekülatif bir durum adaletin “keskin kılıcı” hâline getirilmekte;  son olarak da bir kesimin bu “değerlerle” doldurduğu (ya da öyle olabileceğini varsaydığı) “genel ahlâk” ve yine ona ait olduğu düşünülen kurallar, kesin ve şaşmaz bir terazi olarak görülmektedir. Burada özellikle dikkat edilmesi gereken son bir nokta da bir İslâmcı tavrı olarak “ayıp” olduğu kanaatine varılan bir davranışın, inançtan referans alarak “suç”a dönüştürülmesi eğilimidir ki, yerelliğin içerisine gömülmüş bütün “hukuk” yaklaşımlarının tanıdık rahatsızlıklarından birisi olarak altı çizilmelidir. Nitekim bu vesileyle, yerelliğin hukuku “nasıl yozlaştırdığı” da başka bir makalenin merak konusu olabilir.[1]

Son olarak, bilindiği üzere herkes sınıfının insanıdır. Bir burjuvanın yazdığı tarih ile aynı dönemi ele alıp yazan bir sosyalistin tarihi aynı değildir ve bu farkı yaratan şey “onların toplumsal varlık” olmalarından kaynaklanır. İşte bu yüzden anayasayı kimim/kimlerin yazdığı fazlasıyla önemlidir. Hem politik hem de sosyal alanda İslâmcı yerelliğin her türlü serbestliği yutma eğiliminin güçlendiği günümüz Türkiye’sinde buna yönelik çarelerden birisi de politik bir duruş üzerinden alternatif bir dil ve bu dile ait ahlâkî ilkeler seti oluşturmaktır. Bu otoriter taarruzla mücadele etmenin zorluğunun bilgisiyle günlük hayatta da buna örnek teşkil edecek biçimlerde davranmaya çalışarak, bu ilkelerin kaynağı insanı ve tüm olumsuzluklarıyla beraber onun yarattığı medeniyeti savunmak mecburiyetindeyiz. Günden hoşnut olmayanlar korkuları besleyen gecenin gelmesini ve bir hiç gitmemesini isterken, insanî ilkelerin kaybının acıları daha da şiddetlendireceğini aklımızdan çıkarmamalıyız. Zira insana yakışan bir dünyanın doğması, ancak bu yolla sağlanabilir.





[1] Ben tam bu satırları yazarken Meclis’e utanç verici bir yasa teklifi verildi; teklifin görüşülmesi kabul edilirken bu değişiklik teklifinin “bizim kültürümüzde ve Avrupa kültüründe reşit olmak aynı şey değildir. Bizde reşit olmak kız çocuğu için muayyen halleridir” gibisinden cümlelerle savunulduğuna da şahit olduk.