7 Haziran 2018 Perşembe

Gezi: Ve Muğlaklığın Reddiyle Başlayacak Her Şey... (BirGün Gazetesi PAZAR Eki - 3 Haziran 2018)


İnsanlığın her devirde ve her türlü iktidara karşı söyleyecek bir sözü mutlaka vardır. Sözün ağırlığı, iktidarı çatlatabilir, büyüsünü bozabilir ve bundan dolayıdır ki, tüm Bolu Beyleri’nin yüreğinde mütemadiyen bir “Köroğulları korkusu” saklıdır. Yine de burada esas mesele, bu “söz”ün ne zaman, nasıl ve hangi yollarla söylenebileceği üzerinedir. Bu sebeple, eğer derdiniz her dönem ve her iktidara karşı bir takım temel insanî değerleri, haklar ile özgürlükleri savunmak ve demokrasi mücadelesiyse, bugün Gezi Parkı’nın öğrettikleri artık önümüzde duruyor.

Elbette Gezi pek çok farklı açıdan ele alınabilir, analiz edilebilir. Benim burada yapmaya çalışacağım ise, tek tek gelişen bazı örneklerden kavramsal çıkarımlara ulaşmak olacaktır. Öyle ki bazen benzersiz olay ya da vakalar, kendi başlarına derinlikli analizlere imkân verebilir. Dahası basit görülen olaylar, önemli bulgulara da ulaştırabilir. Hatta o olgular başka ifadelere ihtiyaç duymadan bizlere pek çok şey anlatabilir. Sonuç itibarıyla tek örnek, iyi örnek olabilir.



İdeolojik bir yöntem olarak muğlaklık

Bu yüzden öncelikle Gezi Eylemleri’nin fitilini ateşleyen anı düşünmekle meseleye başlayabiliriz. Anımsanacağı üzere ağaçların kesilmesini engellemek isteyen gençler Park’a gelip ağaçların altında çadır kurmuşlardı. Sonrasındaysa polis ve belediye görevlilerince bir sabah o çadırların nasıl parçalandığını, gençlerin nasıl korkunç bir şiddete maruz kaldıklarına şahit olduk. Hatta aldığı darbeler sonucu üniversite öğrencisi Hazar Tunca’nın kasığı ve testisleri yırtılmıştı. Gezi günleri boyunca bütün yurtta benzer şiddet görüntüleri devam etti. Bu şiddet eylemlerinin tüm müsebbibleri ise o sıralarda gençleri “yasallık dışında” göstermeye çalışacak sağlam bir muğlaklığın peşindeydiler. Muğlaklık burada önemli bir kavram. Zira otoriter zihniyetlerin temsil ettiği dil ile söylemler, mevcut olayları kamuoyu nezdinde muğlaklaştırdıkları ölçüde o günün koşullarında kendi pozisyonlarını korur ve sağlama alırlar. Muğlaklık burada, mevcut durumun anlaşılmasını bozmanın ideolojik yollarından biridir.

Dolayısıyla herhangi bir hak/özgürlük gaspı kitlelerin gözünde, ne derece silikleşirse, anlamı da o kadar bozulur ve iktidarın yönlendirmelerine açık hâle gelir. Örneğin ilerleyen günlerde “demokratik taleplere canımız feda” ya da “gezi ilk üç gün iyiydi” diyen bir söylemin yaygınlaşması, işte bu silikleşmenin ideolojik tezahürleridir. Yine de muktedirler adına burada vahim bir handikap da gizlidir. Çünkü tahakküm oluşturmaya çalışan bu söylem demeti, bir süre sonra muğlak hâle getirmeye çalıştığı şeye dönüşüp aynı akıbete uğrayabilir. Keza Gezi’deki hak taleplerine karşı üretilen “meşru demokratik haklarla gelin” vb. söylemlerle ne anlatılmak istendiği de o günden beri muğlaklığını koruyor. Hatta hatırlanacağı gibi, aynı günlerde Büyükşehir Belediye Başkanı’nın mecburiyetle ağzından dökülen “durakların renklerini bile İstanbullular’a soracağız” sözlerinin buharlaşması da yatsıyı bile bulmamıştı.

Meselâ yine başka bir örnek için Gezi Parkı’nda yapılan bir basın toplantısında bir kadının, (şu günlerde hapisten yeni çıkan) zamanın İstanbul Valisi’ne “parkta kocamla öpüşebilecek miyim?” şeklindeki bir soruya karşı Vali Hüseyin Avni Mutlu’nun verdiği yanıta bakabiliriz: “Toplum içerisinde yazılı hukuk kuralları gibi hukukun kaynaklarından biri örf ve geleneklerdir. Ben hukukçuyum. Hukukun kaynakları içinde örf ve gelenekler de vardır. Hâkim gerektiğinde hukukun içine yazılı bir kaynak bulamazsa kararlarını örf ve geleneklere göre verir. Bu toplumda sizin bahsettiğiniz şekilde bir yaklaşım varsa ve millet yadırgamıyorsa istediğinizi yapabilirsin. Ama ortak geleneklere saygı da bir gerekliliktir.

“Öpüşme” gibi bir eylemi her şeyden önce “hukukî” açıdan ele almak ve algılamak, ahlâkı yedeğine almış bu İslâmcı zihniyetin önemli ipuçlarından birisidir. Burada “öpüşmeye” bir “suç unsuruymuş”casına hukukî açıdan yaklaşmak; öpüşme eylemine karşı “inancımıza göre” kavramını kullanamadığı için onun kabul edilebilir hâli olan “örf ve gelenekler” ile değerlendirmeye çalışmak, daha da ileriye götürüp bunu “ortak gelenekler”in biçimlendirdiği bir “saygı” barajıyla birlikte düşünmek, egemenlik çabasındaki bir dilin zihnî çıktılarıdır. Biz bu çıktıları, yönetmeliklerde, uygulamalarda, konuşmalarda da sık sık görüyoruz. Bu zihniyet buralarda, İslâmcılar’ın pek bayıldığı “genel ahlâk kuralları” adıyla yaşıyor. Tabi dokunduğu her yerde de bir başka muğlaklık destanı yazılıyor.



Devlet baba hep dövmek zorunda mı?

Diğer yandan, devlete sahiplik üzerinden, devlet ile bütünleşmiş görüntüsündeki iktidara da sahiplenilmesi gerektiğini vaaz eden (hatta buyuran) tahakküm heveslisi bu İslâmcı tavır, “samimiyet” üzerinden kurduğu ahlâk barajlarını da Gezi Eylemleri boyunca yeniden tahkim etmeye çalıştı. Örneğin, “özgürlük mücadelesi”nin nasıl yapılacağını didaktik biçimde bizlere açıklayan zamanın Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın şu cümlelerine bir bakalım: “Belediye otobüslerini yakıp yıkıyorlar, sonra da geçiyor şoförün makamına oradan poz veriyorlar. Bu bir vatansevere, bu ülkenin evladına, vatandaşına yakışır mı? Bunun adı özgürlük mücadelesi olamaz. Bunun adı bir hak arama mücadelesi olamaz. İşte ben o samimi çevreci dürüst kardeşlerime diyorum ki, bizi daha fazla üzmeyin. Siz oradan çekilin ve bizi o uç terör örgütleriyle iç içe olanlarla karşı karşıya bırakın. Biz o Gezi Parkı’nı temizleyelim ve bunu sahiplerine teslim edelim.

12 Eylül’de “devlet ve millet düşmanı solcular”ı radyodan “teslim olmaya” çağıran cümlede olduğu gibi: “Gelin, devletin şefkatli kollarına teslim olun”, bugün artık cümlenin son kelimesini “edin” şeklinde de okuyabiliriz. Bu tür bir zihnî algı, ilk elden insanları ayrıştırmayı hedefler.  Sonrasında ise “marjinal”, “aşırı uç” vb. nitelemelerle bazı insanları kategorileştirip, diğerleri nezdinde “temizlik” konusu haline getirilebileceğinin kabullenilmesi için rıza üretilmesini sağlamaya çalışır. “Sade vatandaş” ile “kirli” olan tespit edilirken, politik kültürel mirasın içine işlemiş şekilde satır altından süzülen, “saf vatandaşlarımız” söylemi de gözden kaçmaz. Zira onlar bir türlü olgunlaşamayan, daima “hainlerce” kandırılan ve bu sebeple de sürekli devlet baba’nın korumasına muhtaç durumdaki ebedî masumlardır. Nihayetinde onlar aradan çekilince devlet gereğini yapacaktır.

Bir diğer örnekte ise bu devlet baba tavrı, bugün Türkiye’de ahlâkî açıdan neyin “iyi”, neyin “kötü” olduğunu kaç yaşına gelirse gelsin, hangi makamı işgal ederse etsin rüştünü bir türlü ispat edememiş çocuklarına sürekli tekrarlayıp duran, İslâmcı bir tahakküm aracına dönüşmüş bulunuyor. Yine de bundan memnun olanlar için burada bir problem görünmüyor. Lakin asıl mesele, hem aynı “çocukluk” pozisyonunu hem de yukarıdan buyuran bu efendinin dili’ni kabul etmeyenlerde düğümleniyor. Meselâ Gezi Günleri’nde Hükümet Sözcüsü Bülent Arınç eylemcilere karşı şöyle sesleniyordu: “Yasadışı yollarla demokratik taleplerde bulunmak doğru değil. Bir insanın iki dili olur. Ya siyasetin ya da şiddetin dilini kullanırsınız. Şiddetin dilini kullanırsanız kimse sizin taleplerinize bakmaz. Terörle bunu ayırt etmeye çalışırken kullandığımız bir sistemdir bu. Şiddetle bir yere varamazsınız. Şiddet daha büyük şiddeti celp eder ve devletin gücü karşısında hepiniz ezilirsiniz.”

Öncelikle, Türkiye’nin gördüğü tüm siyasî iktidarların beğenmedikleri siyasî talepleri bu alandan sürüp, bu taleplere yaşam şansı tanımayarak “yasadışı” ilân etmeleri oldukça bilinen politik bir davranıştır. Dahası, geride bıraktığımız kısa sürede dün “yasadışı” olarak ifade edilen pek çok şeyin, bugün “yasal” olduğunu anımsamamız bile, bu ayrımı geçersiz kılmak için yeterli gelebilir. Bir de şu şiddet meselesi var ki, üzerine bir şeyler söylemeden geçmek neredeyse imkânsız. Şiddetin sadece muhaliflerin eylemleri sonucunda ortaya çıktığı üzerine inşa edilen bu zihnî çıktı, şiddeti de ısrarla devletin “meşru güçleri”ne karşı koymak ile eşitlemeye çabalar. Zira aksini düşünmek, “devletin gücü karşısında ezilmeyle” son bulmak anlamına gelecektir.

Hâlbuki şiddet kavramı günümüzde, çok geniş bir yelpazede anlam bulan bir kavramdır. Meselâ, basit bir yasa değişikliği bile, özellikle ideolojikse ve eğer kamusal anlamda insanları doğrudan mağdur etmek amacını taşıyorsa, şiddet kapsamına girer. Yine Gezi Parkı Eylemleri öncesinde “Türkiye’nin sorunları” listelerinin hiçbirisinde yer almayan alkol başlığının, “kamu sağlığı/gençleri koruma” adına hazırlanan bir yasayla “alkol yasakları”na dönüşmesi, net biçimde alkol kullananları hedef alan ve bireysel haklara müdahaleyi amaçlayan açık bir şiddetti. O günden bugüne alkol yasağı genişleyip arttı ve mazereti yine “kamu yararı” adındaki bir başka muğlaklık akidesi oldu.



Bir direniş aracı olarak popüler kültür

Fakat Gezi’de özen gösterilmesi gerekli bir konu da Türkiye’nin tüketim toplumu olmasıyla birlikte hızla yayılan popüler kültür gerçeğidir. Duvar yazılarından akıllı telefonların haberleşme programlarına; atılan sloganlardan yaratıcı posterlere; sosyal medya mesajlarından politik söylemlere karşı hızla bestelenen şarkılara; karikatürlerden futbol marşlarına, fotoğraflardan çıkartmalara kadar popüler kültürün kullanılabilecek tüm araçlarının, Gezi Günleri’nde birer birer sahne aldığına şahit olduk. Örneğin dizi oyuncusu Necati Şaşmaz’ın dönemin Başbakan’ı ile görüşmesinden sonra çıkışta basına konuşurken kullandığı “ülkemize nazar değmiştir” cümlesinden sadece yarım saat sonra Gezi Parkı’na dev bir “nazar boncuğu” posterinin asılması, yaşamımızdaki akıl almaz iletişim hızının etkisini de gözler önüne seriyordu. Burada özellikle kapitalist mal üretimi, pazarlaması, dağıtımı ile tüketimine dayanan popüler kültürün, pazarda ticarî bir meta halindeyken, bir muhalefet ve direnme aracına dönüşmesi dikkatle izlenmelidir.

Altını çizmek gerekirse, bunun asıl sebebi, popüler kültürün, kitle kültüründen tamamen kopabilen bir yanının bulunmasında gizlidir. Popüler kültür, kendisini oluşturan değerlerin halk kitleleri tarafından üretilip yaygınlaştırılmasıyla hayat bulur. Üstelik popüler kültür, günümüz sosyal medya imkânları göz önüne alındığında, iktidarın nüfuz edemeyeceği açık alanlara da sahiptir. Keza Gezi’deki, “ ‘Twitter’ denen baş belası” cümlesi, öylesine söylenmiş bir laf olmadığı gibi, iktidarın kontrol edemediği alanlardan nasıl rahatsız olduğunu göstermesi açısından da önemlidir. Çünkü popüler kültür, yapısı gereği İslâmcı dilin tümüyle nüfus edemediği nadir alanlardan birisidir ve bundan dolayı kitlesel muhalefet Gezi’de, bu alanlarda yeşermiştir.



Gezi dersleri

Netice itibarıyla Gezi, hangi siyasî görüşten olursa olsun, Cumhuriyet’in kazanımlarını yok etmeye, insanları homojenleştirmeye çalışan bir otoriteye karşı bir itiraz, bir sözdü. Bu birleşimin enerjisi de özgür kolektif değerlere, dayanışmaya yeniden inanmak üzerinden üretildi. Bu nedenle Gezi Parkı eylemleri, İslâmcı bir iktidar tarafından türlü yollarla ehlileştirilmeye çalışılan bir toplumun direnişi, kendisine giydirilmek istenen tek tip gömleği kabul etmeyenlerin bir karşı çıkışı, yaşamın her alanında önümüze çıkan zifirî bir muğlaklaştırmaya reddiyedir.

Dolayısıyla bugün 5. yılında, Gezi ile yeniden keşfedilen toplumsal dayanışma duygusunun unutulmaması ve geliştirilmesi gerekiyor. Bu itibarla küreselleşmenin güç verdiği neo liberalizm politikalarına karşı, örgütlülüğün ve dayanışmanın öneminin hiçbir zaman azalmadığına şahit olduğumuz Gezi Parkı’nın bize öğrettiği, ürkütücü bir muğlaklık ve keskin bir hiyerarşi içeren “bir olma/birlik olma” değil; aslen eşitlerin ilişkisini barındıran, gücünü birlikte yaşama isteğinden alan bir toplumsal barış fikridir. Ağacı, kuşu, kelebeği, insanıyla var olma meselesidir. Bir nostalji değil, karanlığa meydan okuyan bir ateşböceğidir.

Bu makaleye, şu LİNK'ten de ulaşılabilir:

29 Nisan 2018 Pazar

Şuursuzluğun Kökenleri Üzerine Bir Deneme (BirGün Gazetesi PAZAR Eki - 29 Nisan 2018)


Öyle zamanlarda yaşıyoruz ki, görüp duyduklarımız, okuyup şahit olduklarımıza inanmamız çoğu kez güçleşiyor. Sıklıkla “nasıl olur?” diyoruz; hatta şaşırma refleksimizi soğutmak için günlük popüler dilde “şaka gibi” tabirini kullanıyoruz. Bazen de acı acı gülümsüyor, bu devirlerin bir gün gelip “geçeceği” düşüncesiyle kendimizi avutuyor ya da “bir kişinin eylemi herkesi bağlamaz” rahatlığına sığınmak istiyoruz. Oysaki rahatsızlık duyduğumuz pek çok durumun sebepleri ne kişisel problemlerden kaynaklanıyor ne de bugüne özel bir soruna dayanıyor. Aksine tüm problemlerin kaynağı toplumsal; üstelik farklı biçim, yoğunluk ve etkilerle insanlık tarihinin her anında benzer sorunlarla karşılaşmak da mümkün.

Yine de bütün bu sorunlar içerisinden bir tanesi var ki, üzerine bir miktar düşünmeyi artık hak ediyor. Zira genel itibarıyla rahatsızlık veren düşünce ve davranışların temelinde, tabi kişileri yaptıkları eylemlere sevk etmesindeki güçlü etkisi sebebiyle de, bir “şuur noksanlığı”nın yattığı söylenebilir. İşte çoğu kereler “nasıl böyle bir şeyi yapar/düşünebilirler?” diye hayretler içinde sorduğumuz soruların tüm yanıtları, bir açıdan da şuursuzluk problemine dayanıyor.

Öyleyse nedir bu şuur veya şuursuzluk? Türkçe Sözlük, şuur için “uyanık olma”, bilinç ve “bilinçli olma” durumu, diyor. Dolayısıyla olumlu bir anlama sahip. İki “u”nun yan yana gelmesiyle “küfür gibi” bir kelimeye dönüşen şuursuzluk da tam tersi. Burada şuur, bilinç kavramıyla karşılansa da bilinç/bilinçli olmanın kullanımı bana hep soğuk ve muğlak gelir. Bu kavramı daima sonradan üretilmiş, yapay, günlük dilin basit ve popüler bir malzemesi olarak algılarım. Dahası, ben bu yaşıma kadar “bilinçsizim” diyen, aksi her türlü emareye rağmen bunu gönül rahatlığıyla kabul eden bir insana da rastlamadım. Herkes kendi ölçeğinde kudretli bir bilince sahip ve “bilinçsiz olanlar” hep başkaları. Aslında bu bile buradaki ciddi problemlerin varlığına işaret ediyor ve böylesi bir olgu da yine anlama ile anlamlandırma çabasına ihtiyaç duymakta.


Şuur üzerine

Bununla birlikte şuur, yapılan eylemlerin sorumluluğunu taşıyarak herhangi bir şeyi anlama, kavrama, idrak edebilme durumunun göstergesi biçiminde ele alınabilir. Bir nev-î aklını kullanabilme, olayları akıl süzgecinden geçirebilmeyi ifade eder. Buradaki akıl, yalın anlamıyla değil, içerisinde nesnel bir benlik duygusunu, güçlü bir toplumsal hafıza ile tarih bilincini, yaptıklarının sonuçlarına dair karşılaştırmalar yapabilmeyi sağlayan analitik bir düşünceyi, yeterli ve sistematik bir bilgi birikimini barındırmak zorundadır.

Lâkin şuur sadece sergilenen davranışlarla ortaya çıkan bir somutluk da değildir. Düşüncenin türlü biçimlerde kendisini ortaya koyduğu anlarda da açığa çıkabilir. Hatta özellikle bu tarz bir açığa çıkma, hepsinden daha değerlidir. Örneğin, çevresinde “bilinçli”, “yardımsever”, “dürüst”, “dengeli” olarak tanınan insanların ağızlarını açtıklarında ırkçı, ayrımcı, şiddet yanlısı vb. düşüncelere sahip olmaları gibi… Dahası şuur, dışarıdan gelen uyarılar ve eleştirilere açıklığı da ifade eder. Dolayısıyla bu açıklık onun, değişmez ve katı bir durumun adı olmasını engellemeye yarar.

Öte yandan, öznel sayılabilecek bu kriterlere bakılarak şuur sahibi olabilmenin, yüksek ideallerin vücut bulacağı üstün bir karaktere ihtiyaç duyduğu da iddia edilebilir. Zaten şuur ile erdemin kesiştiği nokta, belki de burasıdır. Erdem felsefî anlamda insanın ahlâksal olana yönelmesi, ölçülü, dengeli olması, Sokratesçi anlamda kendisini tanıması, bilmesi demektir. Akıl ve özgür düşünebilme gücü olarak da ifade edilebilecek erdem, varlığın bilincine ulaşarak insan ve onun yaşamına dair anlamların peşine düşme eylemlerini içerir. Kısacası şuur sahibi olabilmek, aynı zamanda bir erdem meselesidir.


Bir problem nesnesi olarak şuursuzluk

Şuura dair bu sınırları belirledikten sonra asıl meselemiz olan şuursuzluğa artık geçebiliriz. Öyle ki çağımızın güncel problemi olarak da ele alınabilecek bu olgunun, pek çok etkenin bir araya gelmesiyle zemin bulduğu, ortaya çıktığı da öngörülebilir. Birkaçını sıralamak gerekirse, kitle iletişim araçlarının biricik bilgi elde etme yoluna dönüşmesiyle beraber artan ideolojik dezenformasyon; yazılı kültür henüz yaygınlaşmadan görsel kültürün girdabına girilmesi; yüzeysel bilginin makbul ve yeterli hâle gelmesi; dinsel ve etnik politikalar; bilimden uzaklaşıp teolojiye yönelme; özgürlüklerin kısıtlanmasından dolayı demokratik bir kültürün kök salamaması; yerelliğin aşırı derecede yüceltilmesi; eğitim politikalarının birey değil de kolektiflik içerisinde erimiş kullar yetiştirmeye yönelik olması; lümpenlik ile vasatlığın bir “değer” biçiminde kitleselleşmesi ilk elden önemli başlıklar olarak ele alınmalıdır. Nitekim bu ve benzeri etkenlerin sonucunda şuursuzluk, hem de hiç farkında olmadan, kitlelerin omuzlarında yüce bir değer olarak yükselir.

Üstelik şuursuzluk, nev-î şahsına münhasır özelliklere de sahiptir. Öncelikle, bir şuursuz doğası gereği yaptıklarının öncesi ve sonrasını değerlendirme sorumluluğu taşımaz. Dolayısıyla ondan tutarlılık ve ahlâkî tavır göstermesini beklemek de zordur. Bilgi ve analiz yeteneği sınırlı olduğu için el yordamıyla bir şeyleri keşfetmeye çalışır. Bunu yaparken de en büyük referans kaynağı, onu içten yöneten duygularıdır. Zira bir şuursuz, duygularının onu asla yanıltmayacağına tartışmasız inanmıştır. Dahası bizler, kolaylıkla manipüle edilebilecek bu “duygu yönetimi”ni 1933’te Almanya’da Hitler’i şansölyeliğe taşıyan motivasyondan gayet iyi tanıyoruz. Sonuçlarıysa herkesin malumu…

Keza bazen böylesine bir motivasyonun da peşine kolayca takılabilen şuursuzluk, düz bir mantık aracılığıyla dünyayı yorumlamaya çalışmaktır. Bir şuursuz için, farkında olma ihtimali az olduğundan dolayı, ne dediği, neyi nasıl yorumladığı çok da önemli değildir. Öngörüleri birer birer döküldüğünden nasıl olsa yarın hepsini unutacaktır. Bu yüzden de bir ahlâkî kaygıya sahip değildir. Zaten ahlâktan anladığı da çoğu kez dinden ibarettir. Böylelikle günlük çıkar ve ihtiyaçlarının yönlendirmesiyle, daha sonra sıklıkla değişebilecek, hızlı kararlar alır. Temelinde bu tarz kişisel çıkar ve ihtiyaçlar yatsa da, kararlarının çevreye sunumunda vitrini yine, bireysel beklentilerin toplumsallaşmış kılıkla sahneye çıktığı sahte bir “ahlâkîlik” süsler.

Öte yandan şuursuzluk bir toplumsal hafızasızlık çeşididir. Bir şuursuz için tarih, sadece kutsanacak olanların biriktirildiği geniş bir ezber deposu yerine geçer. Ayrıntılar gereksiz ve önemsizdir, yüzeysellik ve sığlık ise bu “tarih şuuru”nun has özellikleridir. Ne var ki yalnızca kahramanlar, dostlar, düşmanlar, zaferler, yenilgiler ve hainlerin olduğu böylesi bir ezberdeki fukara tarih bilgisi, tuhaf bir biçimde “şuur sahipliğinin” kendisine dönüşmüştür. Lâkin bu emanet şuur, sistematik bir bilgiye dayanmadığı için ancak pozisyonel ihtiyaçlar dâhilinde işe yarar. Dolayısıyla bir şuursuz, hızla ezberler ama çok çabuk unutur.

Nitekim bir yönüyle de şuursuzluk, yapıp edilenin kolaylıkla unutulması ve nihayetinde üstüne hiç düşünülmeden hayattaki tüm tercihlerin ikili ayrımlar üzerinden değerlendirilmesidir. Bu değerlendirmeye göre hayat sadece ödül ile cezadan ibarettir, korkaklık ile cesaret arasında da gidip gelinir ve orada bir tek dostlar ile düşmanlar vardır. Hatta arzu doluluk ve kendinden asla şüphe etmeyen bir eminlik de aynı süreçleri destekler. Dolayısıyla ortalama bir şuursuz, kavradığı ya da idrak ettiği her durumu “gerçekliğin ta kendisi” zanneder. Görmüş duymuştur, şahit olmuş izlemiştir, ona göre her şey ortadadır. Bu sebeple de onun için doğru “tektir” ve “doğru”nun üzerine tartışma yapılması artık gereksizdir. Bunun sonucunda da onunla mutabakat sağlamak zorlaşır.

Çünkü çoğu durumda ve sadece bir süreliğine bir şuursuzu iknâ edebilecek yegâne etken, güç ve otoritedir. Keza şuursuzluk her şart ve koşulda, irili ufaklı bütün otoritelere itaati öngörür.  Öyle ki şuur kaybı, “rıza gösterir” görüntüsü altındaki anlarda bile, aslında sabırla üzerindeki otoritenin hafiflemesini bekleyen tembel bir ruhu hâlidir. Böylelikle bir şuursuzun gün gelip çıkar ve şartlar değiştiğinde kolaylıkla saf değiştirebilmesinin, dün söylediğini yarın yutmasının nedenleri de burada aranabilir.


Kavramlar ne diyor?

Şu da hesaba katılmalı ki, şuursuzluğun aslî kökenlerinde, çocuklukla başlayıp gençlikte yoğunlaşan güçlü ve amansız bir endoktrinasyon faaliyeti de saklıdır. Üstelik bu faaliyete maruz kalıp güç de olsa bir biçimde sıyrılamayanlarda, yaş ilerledikçe endoktrinasyon sonucunda edindikleri düşünce, tavır ve inançlar, benliğin bir parçası haline gelir ve zamanla katılaşır. Dolayısıyla ilerleyen yaşlar hesaba katıldığında endoktrinasyon, şuursuzluğu hem besleyen hem de çelikleştiren bir eğitim faaliyeti yerine geçer. Zira kişi bir kez "ikna edildiğinde" algılamasını ortadan kaldıracak ve aklını kullanmasını sağlayacak yollar da artık köreltilmiştir.

Nitekim en nadide örnekleriyle endoktrinasyonun Nazi Almanyası’nda bir "eğitim felsefesi" olarak okullarda uygulanmış olması hiç de şaşırtıcı değildir. Irkçı ve empati yoksunu insanlar yetiştiren bu eğitim sisteminde, öğrencilere ayrıca "Führer'e koşulsuz şartsız biat etmeleri" de empoze edildiği bilinmektedir. Bu da bir endoktrinasyon imalatı olarak kabul edilebilecek şuursuzluğun kendiliğinden oluşan bir olgu ya da “bireysel” bir durumum adı olmadığını, bir eğitim politikası, kitlesel yaşanan bir problem olduğunun kanıtı yerine geçebilir.

Diğer yandan şuursuzluğun ideolojik bir yanının bulunması da su götürmez bir gerçeklik şeklinde karşımızda durur. Zaten Marx’ın “yanlış bilinç” doğurabileceğini ısrarla belirttiği ideolojinin, tam da bu tespite denk geldiği de gayet açık. Öyle ki Marx’ta yanlış bilinç, insan zihni ile toplumsal gerçeklikler arasına giren manipülasyon amaçlı düşünceler olduğuna göre, şuursuzluk da böylesi bir durumun doğal sonucu biçiminde ortaya çıkar. Nasıl ki bugün zihnimizi ve düşüncelerimizi bulandıracak binlerce dış etken (kitle iletişim araçları, oralarda yazanlar ve onların yanı başımızdaki ufak versiyonları gibi kafa karıştırıcı pek çok şey) mevcutsa, işte ideolojik bir sürecin eseri şuursuzluk da buna bağlıdır. Hatta ezilenlerden olmalarına rağmen burjuva ideolojisinin ışıltısına şevk ve sevinçle katılan lümpen proleter kitleler de aynı şuursuzluk kavramı içerisinde kendilerine yer bulabilirler.


Sonuç niyetine

Yine de şuursuzluk insanlık tarihi kadar eski olsa da sanki günümüzde görülen örnekleri daha bir kabul edilemez duruyor. Çünkü insanlığın aldığı onca yol ve bunca birikim sonrasında bile şuursuzluğun kitlesel bir problem olarak giderek yaygınlaşması son derece düşündürücü. Aynı şekilde şuursuzluğu basit ve insanî bir “yanılgı” olarak ele alıp, masum bir durumun adı gibi görmek de bir o kadar vahim. Tıpkı en acınası şuursuzluk örneklerinin “eğitimli” olanlarda görülmesi gibi…

Bitirirken, merak edenler için söyleyelim, bu satırların yazarı kendisini “şuur sahibi” olarak ifade etmiyor ve bu şekilde tanımlamıyor. Üstelik hiç bitmeyecek bir öğrenme sürecindeki bir toplum bilimci hassasiyetiyle kavramları anlamaya ve yorumlamaya çalışıyor. Bunu yaparken, şuursuzluğun toplumsal çöküşün işaret fişeği olduğunu, daha güzel bir dünyada ve barış içinde yaşama hayalini yok ettiğini, insanlığın birikimini alabildiğine erittiğini de esefle görüyor. Ve en nihayetinde bir baba olarak kendi ve tüm çocukların geleceğine dair şüphe duyup, üzülüyor. Sadece bu…


3 Nisan 2018 Salı

İslâmcılar, Cinsellik ve Ötesi: Çamura Düş, Şehvete Düşme! (BirGün Gazetesi PAZAR Eki - 1 Nisan 2018)


Bir süredir kadın ile erkek arasındaki cinsi münasebetler (cima) başta olmak üzere, cinsellikten cinsler arası ilişkilere kadar uzanan pek çok konuya dair İslâmcılar’ın tepki uyandıran açıklamalarına şahit olmaktayız. Bu açıklamalar bazı dönemlerde yoğunlaşmakla birlikte, aslında bu tarz söylemlerin evveliyatı uzun zaman öncesine dayanıyor ve ben kendimi bildim bileli türlü türevleriyle İslâmcılar, benzer görüşleri zaten her fırsatta dile getiriyorlar.

Fakat eskiden bir miktar “acaba ne denir?” kaygısı mevcuttu ve bu kaygının sonucu olarak az da olsa bir toparlanma görülebiliyordu. Dahası tepki verenler nezdinde, açıklamaları böyle sıcağı sıcağına duymak ve kitlesel infiale hızla katılmak da mümkün değildi. Aksine bu cinsiyetçi söylemleri bir biçimde okuyan, duyup da onaylayan sayısı (belki) yüksek olsa bile, onlar için de bu çıkışlara destek vermeye yarayan imkânlar yine çok sınırlıydı. Aynı açıklamaların günümüzdeki sahipleri ise, hem mevcut politik ortamı hem de kitle iletişim araçlarının sunduğu fırsatları arkalarına alarak, daha fütursuz ve artık daha cesurlar. Zira önceki muadillerine nazaran “kitlesel kabul gördüklerini” düşünerek daha da hadsizleşiyorlar.

Anımsatmak açısından bu açıklamalara birkaç örnek vermek gerekirse: Birisi “annen de olsa diz kapağının altından göbeğine kadar ve sırtına bakamazsın. Annen de olsa, diz kapağının üstü tahrik eder. İslam gerçeği konuşuyor” derken; bir diğeri “kadın sesinin tahrik ettiğini” belirtiyor. Algıda seçicilik sonucu kot pantolona odaklanan bir başkası, üniversiteye giden kız öğrenciler için “kot pantolonuyla erkeklerin bakışı arasında kızın yürüyor, delikanlılar arkasına takılmışlar, arkasından gidiyorlar. Yavrunu cehenneme attın cehenneme!” şeklinde müminleri uyarırken; yine bir diğeri “cinsel münasebet esnasında afedersiniz eşeklerin yaptığı gibi tamamen soyunmayın” buyuruyor. Son dönemlerin Yıldız’ı bir başkası da “gıdayı şehveti azdırmayacak tarzda kullanmak. Baharatlı yiyecekler, aşırı et tüketimi, cinsel şehvete uyaracak gazlı –kahve gibi, çay gibi, kakaolu içecekler- bunlar şehvet uyandırıcı şeylerdir. Bunlara dikkat edeceğiz”; “uyku çok önemli. Yatağa, yatar yatmaz gözünü kapatıp uyuyacak yorgunlukla ve vaktinde girmek gerekir. Yatakta geçirilen her boş dakika, şehvete doğru kaymış bir dakikadır ve yatağın şekli, yorgandan battaniyeye varıncaya kadar insanı, bilhassa erkeği gıdıklayan cinsel dürtüleri rahatsız eden bir yapıda olmamalıdır” ile “yabancı bir erkekle kadının asansörde yalnız kalması neticesinde İslam’a göre ‘halvet’ şartlarının oluşacağı” yönünde açıklamalar yapıyor.

Örnekler çoğaltılabilse de kamuoyunun bir süreliğine yoğun ilgisine mazhar olan bu açıklamalarda, kimi zaman tarikat liderleri, bazen politikacılar veya kamu görevlileri, çoğu kez de ilahiyatçıların böylesi “orijinal” görüşlerini farklı ortamlarda ve herkesle paylaşmaktan hiçbir sıkıntı duymadıkları da dikkatlerden kaçmıyor. İnsan aklı ve mantığının bu görüşleri anlamada pek çok kez zorlandığı, hatta her işitildiğinde “bir insanın aklına böyle şeyler nasıl gelebilir?” sorusunun sıklıkla sorulduğu bu açıklamalar, esasen, İslâmcılar’ın cinsellik ve cinsiyetlere dair “ne gibi sorunları” olduğu üzerine düşünmemize de yol açıyor.

Anlamaya Çalışma Çabası

Yine de başlamadan söylemek gerekirse, böylesi görüş ya da açıklamaları “sapıklık”, “cinsel açlık” vb. tabirler çerçevesinde değerlendirmek, öfkeyle geçiştirmek, İslâmcılık adındaki bu siyasal düşünce dünyasında nelerin olup bittiğini, bu zihniyetin (örneğin, gece üzerimize örttüğümüz battaniye ile “tahrik olma” arasında) nasıl olup da bir ilişki kurduğunu anlama çabasından bizleri uzaklaştıracaktır. Öyle ki, eğer öncelikli derdiğimiz “bilimsellik” ise, burada doğru tavır konuya analitik yaklaşmak olmalıdır. Ne kadar saçma sapan ya da değersiz bulunsa, hatta öfkelenilse de “anlamaya çalışmak” bilimselliğin gerekliliğidir ve bu anlama çabası, asla kabul etme ya da sevimli göstermeyi içermez. Tersine herhangi bir olgu/vaka anlama çabasıyla karşılanmazsa, çözüm de üretilemez. Dolayısıyla anlama çabasının bir gerekliliği olarak öncelikle bu tarz söylemlerin hangi zihni kanallardan temellendiğine bakmak yararlı olacaktır.

Nitekim böylesi söylemleri besleyen, benzer açıklamalara dayanak olan temel referans noktalarından ilkinin, dinî bir ahlâk anlayışında gizlendiği söylenebilir. Zira İslâm dininin gündelik hayatta toplumsal kural ve normlarını sağlamlaştırmak amacını taşıyan İslâm ahlâkı, içeriği itibarıyla bu söylemleri destekler özelliklere sahiptir. Çünkü bu “ahlâk” şekli, kadın bedeni ve cinselliği başta olmak üzere, kadın ve kadına dair ne varsa ilgi alanına almıştır. Hatta erkeklerden bahsedildiği anlarda bile erkeğin “ahlâkı”, kadın üzerinden (namus, iffet vb.) tanımlanır. Öyle ki İslâm’ın cinsellik ile ilgili yasakları, aynı zamanda ahlâk kaideleri/normlarını da ifade ettiği için, burada bir değerler bütünü olarak ahlâk, uyulması gereken normları oluşturur, yasağa/buyruğa karşı gelenlerin toplumsal cezaları da farklı biçimlerde belirlenir.

Şehvete Odaklanan Bir “Ahlâk” Biçimi

Bununla birlikte şehveti önlemek adına İslâmî norm ve kurallar çerçevesinde ne kadar “ahlâklı”(/“terbiyeli”) olunursa o derecede de mevcut ilâhî düzenin farkına varılacak ve kişi aynı oranda var olduğunu düşündüğü ilâhî yasalara uyum sağlanmaya çalışacaktır. Lâkin bu düşünceden boy veren uyumun bir ucunun da toplumun huzur, emniyet ve asayişinden başlayıp nizamına kadar uzandığı dikkatlerden kaçmamaktadır. Üstelik aynı “ahlâk”a göre şehvet ya da cinsellikle ilgili herhangi bir durumun doğrudan günah, dinsizlik, millî hissiyat yoksunluğu, kültür/gelenek düşmanlığı, anarşi, yozlaşma, inançsızlık veya “ahlâksızlık” gibi farklı nitelemelerle birlikte anıldığı da görülmektedir.

Diğer taraftan İslâm ahlâkı, tıpkı diğer dinî ahlâk biçimleri gibi, öncelikle nefs kontrolüne odaklanmıştır. Öyle ki bu kontrol biçimi, ferdi (İslâm’da “birey” yok) ilgilendiren ve insan doğasına ait yaşamsal içgüdüler ile yeme-içme, cinsellik gibi yaşamı devam ettirmeye yarayacak bedensel bütün ihtiyaçlara dair eylemlere sınırlamalar getirme üzerine kuruludur. Fakat nefs ile anlatılmak istenenin aslında, yeme-içme, öldürme tutkusu, zevk ve eğlenme, aşırılığa karşı direnç vb’lerinden daha fazla, cinsellik ile alâkalı durumları kapsadığı görülmektedir. Keza cinselliğe yenik düşecek nefs, listedeki diğer “yenilgilere” göre hem toplum, hem de ferd açısından düşünüldüğünde, daha “tehlikeli” kabul edilen bir pozisyona sahiptir. Tabi nefs’in cinsellikle örtüştürülmesi, kavramın temelindeki asıl kuşkuyu ve cinsel dürtülere her an meyletme potansiyeli olan ferde/mümine karşı duyulan güvensizliği de bizlere işaret eder.

Dolayısıyla İslâm ahlâkı, ferde karşı derin bir güvensizlik eşliğinde “şehvete/dürtülerine yenik düşen müminler” üzerinden kendisini tanımlar ve yaptırımlarını meşru kılar. Zaten nefs, cinsellik ve ahlâkın birbirlerini destekledikleri nokta, tam da burasıdır. Cinsel yaşam ve dürtüler, nefs’in yoldan çıkmasına neden olan şeytanîlik’ler ve günahlar’la dolu olabileceği için, kontrol edilmeli ve sınırlandırılmalıdır. Bu sınırlandırmalar da genelde, az yeme-içme, az uyuma ile tembellikten kaçınma ve cinsel dürtüleri dinin uygun gördüğü bir çerçeve içerisinde yaşama etrafında örgütlenmiştir. Burada beyan edilen amaç, tanrının emirlerini uygulamak ve onun öngördüğü sosyal düzenin yerine getirilmesi olsa da örtük amaç, iktidarın ve dinî otoritenin sürdürülmesi, emirlerin “tüm inananları kapsadığı” iddiası eşliğinde herkesin aslında tanrı katında “eşit” olduğunu fikrine güvenin sağlanmasıdır. Böylelikle alt sınıflardakilerin ellerindekine kanaat etmesi, rıza göstermesi ve olanlarla yetinmesi de devam ettirilebilir.

İşte bu sebeple, dinin meşru gördüğü ya da haram kıldığı cinselliğin bir biçimde “kontrol edilebilir” hâle gelebileceğine inanç, yukarıdaki söylem sahiplerinin hemen her fırsatta bu tarz açıklamaları yapmalarına neden olmaktadır. Dolayısıyla mevcut ferde güvensizlik, kadın ile erkek ilişkileri mevzubahis olduğunda (bir cinsel temas ihtimali söz konusu olmadığında dahi) zirvelere tırmanır. Çünkü türlü felaketlerin, depremin, hatta (tüm iktisat teorilerini yerle bir edecek biçimde) fakirliğin bile zinadan kaynaklandığına tartışmasız inanmışlar için bir yerlerde “zina yapıldığı” düşüncesi ya da ihtimali, başka hiçbir konuda olmadığı kadar İslâmcılar’ı rahatsız etmektedir. Böylelikle cinsellik ve şehvet kaynaklı “kötülükler”den korunarak toplumsal huzurun sağlanacağı fikri, kadınlar ile erkeklerin ortak kullandıkları mekânları ortadan kaldırma, yasaklama ve haram kılma ile sonuçlanır.

Fakat engellenmeye çalışılan şehvet duygusu her zaman karşı cinsten kaynaklanmaz. Keza İslâm’a göre “cinsel dürtü uyandırdığı” düşünülen şeyleri kapsayacak genişlikte bir “database” henüz icat edilmemiştir. Bazen iç gıdıkladığı düşünülen bir battaniye, bazen alkol dahi içermeyen gazlı bir içecek, bazı zamanlar bir film ya da fotoğraf, bir kot pantolon/tayt, bir şarkı veya kadın sesi, otobüste tesadüfen de olsa bir kadına sürtünme, zihin perdesine düşen bir görüntü, annemizin çıplak dizi vb. bile İslâmcı düşünce erbabı için “şehvete sürükleyenler” kategorisine alınabilir. Dolayısıyla bunların tümünden uzaklaşmak (nasıl başarılabilecekse artık?) haram’a bulaşmamak adına elzemdir. Tabi günümüz dünyası şartlarında buradaki asıl problem İslâmcı’nın bunu sadece çevresi için değil, başkalarının hayatlarını da içerisine alacak biçimde engellemeye çalışmasından kaynaklanmaktadır.

“Engelleme” kelime anlamı bakımından şık durmasa da buradaki sıkıntının imdadına başka bir kavram dağarcığı yetişir. Çünkü İslâm’da uyarmak ve ikaz (/tebliğ/İslâm’a davet), kime karşı olursa olsun zorunlu bir yükümlülüktür ve ölünceye kadar devam eder. Nitekim İslâmcılar (cinsellik ve şehvetle ilgili mevzular başta olmak kaydıyla) her konuda ve herkesi sürekli uyarmalarının meşruiyetini buradan alırlar ve bunun bir “görev” olduğu düşüncesiyle yaptıkları ikazlardan da hiçbir sıkıntı veya utanç duymazlar.

Dahası kadınların (hatta küçük kızların bile) cinsel obje haline getirilip kamusal hayattan dışlanarak eve kapatılma çabaları, karma eğitim karşıtlığı, kızlı-erkekli evler tartışmaları, flört, kadınsız tiyatro gösterisi, asansörde yalnız kalma üzerine beyanlar ve daha fazlasının temel çıkış noktası, yine türlü biçimleriyle birlikte birilerinin, bir yerlerde zinaya düşme ve harama bulaşma riskidir. Başkaları bile olsa, zina ve harama bulaşıldığında tanrı tarafından bir şekilde ve herkesin cezalandırılacağını peşinen kabul etmiş korku dolu İslâmcı tahayyül, başka hiçbir mevzudan duymadığı kadar derin bir mesuliyet duygusu eşliğinde, yaşanan ve yaşanacak tüm belaların sorumluluğunu öncelikle kendi üzerinde hissettiği için, bir cinsi münasebete olanak sağlayacak her ortama daha baştan engel olmaya çabalamaktadır. Bunun da biricik yolu, yine kadınlar ile erkeklerin mekânsal ayrımı ve şehvet/cinselliği çağrıştıracak her şeyden uzaklaşma zorunluluğudur.

Çözüm: Seküler Bir Ahlâkta

Bitirirken genel kabul gören bir hadisten bahsetmek yararlı olabilir. Zira bu metin, konu ettiğimiz meselenin birkaç meczubun bireysel çıkışları olmadığını, bu açıklama sahiplerinin kendilerini de aşan bir zihniyet biçiminden referans aldıklarını ispat açısından önemli olabilir: “Kadınlarla bir arada yalnız kalmaktan sakının. Allah-u Teala’ya yemin ederim ki, bir kişi bir kadınla yalnız kalınca, aralarına şeytan girer. Bir kimsenin çamurlu bir domuzla sıkışmış durumda olması, o kimse için kendine helal olmayan bir kadına dokunmasından daha hafif kalır.

Sonuç olarak ahlâkın içeriğinin bir din (duruma göre etnisite) tarafından doldurulması veya bunları içeren bir “ahlâkî” yaklaşım, tüketim çılgınlığıyla israfın bile ihtiyaca dönüştüğü günümüz dünyası karşısında, yenilgiye uğrayıp biçimsizleşmeye ve bozulmaya mahkumdur. Dahası, ayrımcı, fakir ve içeriksiz olduğu için de uygulanma imkânı bulunmamaktadır. Nitekim Türkiye’de tüm sosyal sorunların altında yatan temel problemlerden biri de olay, durum, eylemler vb.’ne karşı verilen tepkileri toparlayacak ortak bir ahlâkî konsensüs yokluğu ve bunun neticesinde herkesin olan biteni kendi mutlak doğrularını yaşadığı, kendi ahlâk adacıkları üzerinden değerlendirmesi olarak tespit edilebilir. Örneğin buna göre, herhangi bir İslâmcı için bu cinsiyetçi, ayrımcı ve fütursuz açıklamalarda bir problem bulunmamaktadır. Zira bazılarının “gerçek İslâm bu değil” karşı çıkışlarına rağmen, bu kişiler açıklamalarını inançlarının gerekliliği olan ahlâka göre yapmaktadırlar.

Dolayısıyla norm ve kurallar bütünü olan ahlâk, bugün yaşadığımız ülkenin temel çatışma noktasıdır ve daha da vahimi, bu durum artık “birlikte yaşama” adına sürdürülebilir olmaktan çıkmıştır. Çözüm ise insan bireyciliği ve egoizminin bir inanç vasıtasıyla değil, güçlü bir ahlâkî merkez, yeni bir sosyal ahlâk aracılığıyla genel çıkarlara uygun hâle getirilmesinde yatmaktadır. Bu da ancak toplumda seküler bir ahlâk eğilimi ve eğitimiyle, yeni bir adalet duygusu ve kamu vicdaniyle mümkün olabilir.

Bu makaleye, şu LİNK'ten de ulaşılabilir: