28 Haziran 2016 Salı

İslâm Ahlâkı ile İslâmcı Ahlâk Farklı Mı? (BirGün Gazetesi Pazar Eki - 19 Haziran 2016)



İki ay önce yine bu sütunlarda İslâmcı ahlâk üzerine yazdığım bir makaleye[1] gelen tepkiler, beni, bu kez mevzunun ilgili diğer kavramı üzerine düşünmeye sevk etti. Öyle ki, önemli bir kesim (ki bunların neredeyse tamamı “gerçek İslâm ahlâkı”na sahip oldukları izlenimi vererek) ısrarla bazı İslâmcıların/Müslümanların yaptığı ahlâk dışı eylem ve tavırların, “İslâm’a yüklenemeyeceğini” iddia ediyorlardı. Kısacası bu kişilere göre sorun, İslâm’da değildi ve esas sıkıntı “İslâm’ı yanlış anlayanlar” ya da “menfaati için kullananlardaydı.” Böylelikle bu yorumlar eşliğinde şu sorular ortaya çıktı: İslâmcı ahlâk ile İslâm ahlâkı ayrı anlamlara ve gerçekliklere mi tekabül ediyor? Bir takım ahlâkî sıkıntılar, İslâm’ın “doğru uygulanmamasından” mı kaynaklanıyor? “Gerçek İslâm” diye bir şey varsa, aynı derecede bozulmamış ve saf “gerçek İslâm ahlâkı” da mı var?

Yine de bu soruların peşine düşmeden önce buradaki asıl meselenin, İslâm ahlâkının “ne olduğuna” dair ancak ilahiyatçıları memnun edecek beyhude bir tartışmadan uzaklaşıp, onun nasıl algılanıp, yorumlandığına dair daha sosyolojik bir merak üzerinden ilerlemek olduğunu görmemiz gerekiyor. Çünkü “kutsal” kabul edilen metinlerin önce din âlimleri ve sonra da inananlarca nasıl anlamlandırıldığı konusu, zihniyet çözümlemeleri çalışanlar için her zaman öncelikli bir öneme sahip. Buradan devam ettiğimizde ise, İslâm’da Kur’an ve hadisler yoluyla vaaz edilen ahlâkî normlar ile onların yorumlanmasının, sadece kişisel uygulamalarda değil, bilhassa resmî yorumların kendi içerisinde de bazı sıkıntılara sahip olduğu gerçekliğiyle karşılaşıyoruz.

Öyleyse genel kabul görmüş bu resmî yorumlardaki sıkıntıların tespiti için ilk elden bazı kavramlara bakmak yararlı olabilir. Öyle ki İslâm ahlâkına ait normların “bazı hâllerde” bir de “caiz olma” durumları var. Yani norm orada duruyor ama aynı ahlâkî norm sübjektif bir biçimde kişisel yorumlamaya ve esnetilmeye de açık. Örneğin “gıybet yapmak” (kötüleme; dedikodu) bunlardan birisi ve İslâm’da hem günah hem de ahlâken kabul edilmeyen bir davranış olarak ele alınıyor. Fakat “gıybet hangi hallerde caizdir?” şeklindeki bir soruyu internetteki herhangi bir arama motoruna yazdığınızda ortaya çıkan sonuçlar fazlasıyla şaşırtıcı. Açıkçası gıybetin “caiz olduğu” durumları öğrendiğimizde, neredeyse “gıybet yapmamak” için hiçbir engelin kalmadığına da şahit oluyoruz.

Zira İslâm âlimlerine göre şu “özel” şartların oluştuğu düşünüldüğünde “haksızlığa uğrayan bir kimse, hakkını alabileceğini, zulmü engelleyebileceğini umduğu şahıslar” hakkında; “dine ve ahlâka aykırı bir davranış görüldüğünde”; “kötülerin şerrinden sakındırmak için insanları uyarmak gerektiğinde”; “günahını ve kusurunu gizlemeyen, açıkça yapan ve gösteren kimsenin bu davranışlarını konuşmak ile haram olanlara karşı” gıybetin hiçbir engele takılmadan “caiz olduğu” görülüyor. Liste böyle uzayıp giderken, sıklıkla tekrarlanan “birbirinizi gıybet etmeyiniz” hadisinin elbirliğince nasıl da “gıybet etmemenin imkânsızlığına” dönüştürüldüğüne de tanıklık ediyoruz. Çünkü muktedirken bile kitlesel olarak “mağdur” olunan bir ülkede, acaba sizce hakkı yenmeyen, hiç haksızlığa uğramadığını düşünen bir kimse var mı? Ya da böyle bir insan olabilir mi? Tabi norm kabul edilen kavram bu hâliyle esnetilince de hep başkaları “dinsiz”, hep diğerleri “kötü” ve “ötekiler” sürekli uyarılması gereken insanlar olarak gıybeti sınırsızca “hak etmiş” oluyorlar.

Dahası aynı durumun benzeri “büyük günahlardan” olan “yalan söylemek” için de geçerli. Yine “yalan söylemek hangi hâllerde caizdir” biçiminde bir aramanın sonuçları da “yalan söylemenin” aslında (belli şartlar içinde) sanıldığı gibi “ahlâksızlık”, günah ya da yasak olmadığını gözler önüne seriyor. İslâmcılar arasında yalanın neden bu kadar yaygın olduğunu ve yalanın çoğu kez kişisel bir kusur olmadığını, hatta ahlâken fazlasıyla sıkıntılı durumların kendi mevcudiyetlerinin meşruiyetini nereden sağladığını da aynı İslâmî yorumları okuduğumuzda anlıyoruz. Örneğin burada “yalan söylemek” söz konusu olduğunda, “harp bir hileden ibaret olduğu için, harpte yalan söylenebilir” şeklinde din âlimleri onaylı ortak kabul gören bir “caiz olma” durumu vücut buluyor. Zaten tüm dünyada radikalizmin kıskacındaki İslâmcılar/Müslümanlar kendilerini cihad’ta (dolayısıyla kâfirlere karşı harpte) saydıkları için, olur olmaz her şey adına yalan söylemek ne günah ne de ahlâksızlık yerine geçiyor. Dolayısıyla cihad’a inanan (ya da en azından karşısındakileri kâfir/münafık vb. gören) siyasetçilerden medya mensuplarına, esnaftan memura, tarikat üyelerinden talebelere kadar hemen hemen herkes, harp şartlarının bilinci, omuzlarda yüce bir görevi ifa etmenin ağırlığı ve caizlik referansının güvencesiyle sürekli yalan söylemekte herhangi bir beis görmüyor.

Netice itibarıyla “kutlu bir dava” yolunda yürür ve ortada mutlak kazanılması gereken bir mücadele varken, gelecekteki güzel günler (asr-ı saadet) adına ve “İslâm’ın yüce zaferi için” şu an ancak ayak bağı olacak ahlâkı bir yana bırakıp yalan söylemek, kandırmak, hile yapmak, iftira atmak, bencil ve öfkeli davranıp kin beslemek, insan öldürmek, zulmetmek, hatta hırsızlık yapmak bile birden kâfire/münafığa/ateiste karşı sürdürülen bu “kutsal mücadele”nin basit teferruatlarına dönüşüveriyor.  Zira bu teferruatların yarattığı ve topluca altında kaldığımız toplumsal sorunlara baktığımızda, İslâmcıların/dindarların az önce sıraladığım esas mevzulardan uzaklaşıp ahlâkı neden kadın ve cinsellik ile çerçeveleyip ahlâk bekçilerine dönüştüklerini daha iyi anlıyoruz. Bakınız 98 yaşındaki adam Erzurum’dan kalkıp İzmir’e heykel kırmaya geliyor; keza onun ahlâktan anladığı sadece bu fakir yorum.

Diğer taraftan, İslâm ahlâkının esasen yarı feodal ve taşralı özelliklere sahip bir “mağdur ahlâkı” olduğu tespitini de bu bulgulara teyellemezsek olmaz. Zaten yine aynı sebeplerle Batı karşısında özellikle bilim ve teknoloji konularında “geri kalmış” olmanın yarattığı kitlesel bir örselenmişlik duygusu, böylesi bir mağduriyeti besleyen önemli unsurlardan birisi olarak, sürekli bir duygusal “haklılığa” yol açarken, mevzu artık sosyolojinin konusu olmaktan çıkıp psikiyatrinin alanına giriyor. Üstelik bu “mağdur ahlâkı” (özü gereği) yeri gelince nalıncı keseri gibi her konuyu kendi lehine çevirebilen güçlü bir zihni altyapıya da sahip, hiçbir zaman yanılmıyor, mağlup olsa bile bu yolda galip, şaşmaz terazi gibi eksiksiz tartacağına inanılıyor ve onun hayatta asla rakibi yok. Nitekim bu ahlâk kendisini her durum ve hâlden “haklı çıkma” üzerine kurduğu için, yüce amaçlar karşısında adalet ve onun mayalandığı vicdan duygusu da yitip gidiyor. Fakat ironik ve acı bir biçimde kişiler, nasıl da “vicdanlı” davrandıkları düşüncesiyle yaptıklarını yüksek sesle savunabiliyor, rahatça uyuyabiliyorlar.

İşte bu ahlâk biçimi, tam da bu niteliklerinden dolayı, birlikte ve barış içinde yaşayabilmenin asgarî şartlarına dahi karşı olan bir içeriğe de sahip. Keza bunun için bu “ahlâka” malik olduğunu, rehber olarak aldığını beyan eden kişilerin ölümleri, katliamları, vahşetleri, bin bir türlü insanlık ayıplarını (özellikle sosyal medyada) nasıl değerlendirdiğine bakmak bile yeterli gelebilir. Bunlara göre “ama, lâkin, ancak, fakat”lı kelimelerle başlayan cümlelerde Berkin Elvan’ın elinde ekmek değil taş olduğu için “vurularak öldürülmesi doğal”; Charlie Hebdo’da katledilen karikatüristler ölmeyi çoktan hak etmişti; Özgecan, gecenin bir vakti yalnız başına minibüse bindiği için kabahatliydi; Batı ülkelerinde patlayan bombalar sonucunda öldürülen siviller “bizim terörden neler çektiğimizi Batı’nın görmesi için” iyi bir gelişme; Roboski’de ise katırlara yazık oldu; Ankara Katliamı’nda ölenler zaten “bölücülerdi ve yaşamaları için bir neden yoktu”; Orlando’da katledilen LGBTi’lere üzüldüğümüz kadar Filistinli çocuklara neden üzülmüyoruz vb. şeklindeki fecaat örnekleri uzayıp gidiyor.

Ölümden laf açılmışken, hem “büyük günahlar”dan sayılan hem de ahlâken norma aykırı olan “insan öldürmek” için de aynı sübjektif durum geçerli. Nitekim din âlimlerinin ortak yorumuna göre “haksız yere insan öldürmek” yasak. Lakin burada “haksız” kelimesi dikkat çekiyor. Çünkü birini öldürürken o an herkes kendisini “haklı” görebilir; vücuduna bombaları bağlayıp etrafındaki çoluk çocuk herkesi katleden bir cihatçının da kendince “haklı” sebepleri olduğunu görmedik mi? Üstelik dinde bunun meşruiyetini sağlayacak (Tevbe-5) referanslar da mevcut. Böylelikle ahlâkî davranış, evrensel bir ilkeden (insan öldürmemek) değil de inanç gibi yerel bir değerden yola çıkıyor, kavramlar ahlâkîlikten sıyrılıp sübjektif hislere dönüşüyor.

Hâl böyle olunca yaşanan her durumdan mağduriyet, her ölümden mazlumluk, hatta her galibiyetten bile mağrur bir örselenme çıkarabilme kapasitesine sahip olan bu ahlâk biçimiyle mücadele etmek de fazlasıyla zor. Örneğin Orlando’da katledilenler için açılan bir tag’a (kendi tespitiyle) İsrail bombardımanı sonucu yanarak ölen Filistinli bir çocuğun videosunu ekleyen kişi, bir karşılaştırma yapmanın rahatlıkla “Filistinli çocukların i.neler kadar değeri yok!” yazabiliyor. Zira kâfirlere karşı cihad henüz bitmediği gibi, her yerde her biçimde her ölümün riyakâr sömürüsü üzerinden süreceğe de benziyor. Bu yüzden İslâm ahlâkına ait olduğu söylenen “merhamet göstermek”, “iyi niyetli olmak” gibi özellikler (inançtan derlenen ahlâkî değil sübjektif hisler) için mütemadiyen “onlar bize gösteriyorlar mı?” şeklinde bazı mazeretler de mevcut. Tarihin tozlu sayfalarından bolca hüzünlü örnek bulunma ihtimalini de hesaba katarak söylemek gerekirse, yine aynı şekilde, “İslâm’da kime merhamet gösterilir, kime gösterilmez?” sorusunun yanıtı da “bizden olana, bize saygı gösterene merhamet edilir” biçiminde karşılığını buluyor. Ve burada da önde cereyan eden kavramların dikkatli bir okuma sonucunda arka plânda nasıl yorumlandığı bilgisine yine ulaşıyoruz.

Yeri gelmişken İslâmcı dilin “güzel ahlâk” örnekleri üzerine de birkaç kelâm etmezsek mevzu eksik kalacak. İslâm’ın geçmişe öykünerek “güzel ahlâk” modelleri olarak sıklıkla bahsettiği din adamları, âlimler, ulvî kişiler vb. ortak özelliği kapitalizm öncesi tarım toplumlarında yaşıyor olmalarıydı. Üstelik tarım toplumları görece fakirdi; tüketim üzerinden düşünüldüğünde toprak sahibi ile köylü arasındaki makas dar, kapitalist üretim ilişkilerinin ortaya çıkardıklarıyla karşılaştırıldığında ise eşitsizlikler daha azdı. Dolayısıyla bu kıtlık toplumlarında ahlâkın en önemli özelliklerinden birisi olan “nefs’e hâkimiyet” kolaylıkla sağlanabiliyordu. Çünkü özellikle sıradan insanlar için tüketim ve mülkiyet anlamında paylaşılacaklar sınırlıydı. Hem bundan hem de dinin çerçevelediği bir dünyada yaşamaktan dolayı da dindarlık anlamında sivrilebilmek görece kolaydı. Hâlbuki bugün kendi kurallarını dayatan kapitalist toplumlarda aklı çelen binlerce çeşit mal ve hizmetin ortasında nefs’e hâkimiyet de ulvi kişilik olabilmek de dindarlar için epeyce güç. İslâm’ın kapitalizm ile mutlu izdivacı bir yana, müminlerin paraya yaklaştıkça ahlâktan uzaklaşmaları da ayrı bir gerçeklik olarak artık karşımızda duruyor. İşte bu nedenlerle günümüzden “güzel ahlâk” örnekleri bulmak zor ve kadim dünyada kalmış Hz. Ömer'in “bir ipin hesabını vermekten korktuğu” ya da “mum olayı”nda geçen güzel ahlâktan sıklıkla bahsetmek bugün müminler için fazlasıyla işlevsel. Yine “ahlakı örneklerden çıkarsamak, ona yapılabilecek en kötü hizmettir” diyen Kant’ı burada anımsamamak ne mümkün?

Öte yandan, genel bir yorum olarak İslam ahlâkını “en iyi/en doğru” ahlâk olarak kabul etme hâli, yaşadığımız dünya açısından makul bir durum olmadığı gibi, sürdürebilir de değil. Zaten temel sıkıntılar da bundan dolayı ortaya çıkıyor. Çünkü İslam ahlâkı, içerisinde kendisinden başka her türlü ahlâkî alternatifi “dışlamıyormuş gibi” yaparak dışlayan, halkın değerleriyle uyumluluk söylemi eşliğinde insanları kendi normlarına mecburen uymak zorunda bırakan, dirençli bir yorum gücünü de bünyesinde barındırıyor. Mesela buna göre Hıristiyan ahlâkı zaten bozulmuş; laik ahlak ise ateist yetiştiriyor; Budist ahlâkı putperestlik vs. Çoğu kereler tarikat önderleri ya da ilahiyatçı profesörler vasıtasıyla da resmileşen bu yorumların, kişiler nezdinde de aynı dışlama, hatta nefret ilişkilerini nasıl körüklediği zaten hepimizin malumu.

Dolayısıyla İslâm ve onun ahlâk biçimleri, ideal olanı sunsa da “ideal olan” her zaman “doğru olan” değil. Fakat dini buyruklar çoğu kez yasalardan daha değerli görüldüğü için, ideal olanın uhrevî hayat olduğu fikri kabul ediliyor. Lakin bu mevcut üzerine ahlâkî normun ihlalinin “bazı şartlarda kabul edilebilir” olduğunu söylemek, aynı yönde yorumlar yapmak aslında normu bozmaktan başka bir şey değil. Bu sebeple, İslâmcı ahlâk ile İslâm ahlâkı farklı anlamlara ve gerçekliklere tekabül etmiyor. Çünkü genel kabul görmüş resmî yorumlara baktığımızda İslam ahlâkı, düşünce ve eylemlere sirayet edip bir takım sıkıntıların asıl mümessili İslamcı ahlâkına ruh verip, referans olan bir gölge fenomen. Aynı şekilde bir takım ahlâkî sıkıntılar da İslâm’ın “doğru uygulanmamasından” değil, düşünce ve eyleme sevk eden ahlâkî kavramların kişisel keyfiyete açık sübjektifliğinden kaynaklanıyor. Hatta “gerçek İslâm” nasıl bir ütopyaysa, şu yaşadıklarımız da “İslâm ahlâkı” adındaki distopik bir gerçeklik.

Sonuçta ahlâk üzerinden olup bitenler İslâm için bir yozlaşmanın ifadesi; fakat öyle görünüyor ki bu çağda bile kimsenin bunlar üstüne pek düşünesi yok. Oysa vaktiyle Hıristiyanlığın nasıl yozlaştığına bakmak dahi yeterli gelebilirdi. Hâlbuki güç sarhoşluğu bir yandan ahlâkın içerisini boşaltırken, Titanic’te orkestra çalmaya devam ediyor, Minerva’nın Baykuşu ise sadece akşam karanlığı çökünce kanatlarını çırpıyor.





[1] http://www.birgun.net/haber-detay/islamci-ahlak-ya-da-utopyadan-distopyaya-evrilen-bir-peri-masalinin-hal-i-p%C3%BBr-melali-108021.html

4 Haziran 2016 Cumartesi

Laiklik Neden Önemli? (BirGün Gazetesi Pazar Eki - 15 Mayıs 2016)



İnsanın aklı ve iradesini tanrı(lar)dan geri alma mücadelesi, onun en kadim savaşlarından birisidir. Bedeli her dönem yüksek olan bu mücadele sonucunda insanlık (ya da en azından onun bir kısmı), zorunlu bir belirlenmişlik durumuyla insanlara hükmeden “mutlak irade” sahibi tanrı karşısında, meşru bir hak olarak kendi aklı ve iradesini, kişisel doğruları ve hayat görüşleri eşliğinde kullanabilme kazanımını elde etmiştir. Fakat vaktiyle Rönesans, Reform, Hümanizm ve Aydınlanma düşünceleri eşliğinde büyük bir eşiği geçen insanlığın, bu kazanımları sosyal hayatla da desteklemesi, yerleşik kılması gerekiyordu. İşte laiklik düşüncesi böylesi bir dünyevileşmenin sonucu olarak ortaya çıktı ve bugün biz bu duruma kısaca “insanın özgürleşmesi” diyoruz.

Öte yandan Türkiye’nin laiklik ile macerası ise baştan itibaren hep sorunlarla birlikte anıldı. Öyle ki Cumhuriyet kadroları Osmanlı mirası köklü bir İslâmî gelenek karşısında tutunmanın biricik yolunu, dinî alanı sekülarize etmede bulmuşlardı. Böylece dine, devrimleri destekleyecek biçimde, yeni bir işlev yüklemeyi uygun gördüler. Devlet sözde laikti; lakin din de tarikat ve cemaatlerin eline bırakılmayacak kadar önemli işlevlere sahipti. Çünkü dinin ihtiyaç olduğunda kitleyi yönetmede/yönlendirmede kullanışlı bir araca dönüşebileceğini, onlar da keşfetmişti. Örneğin Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kurulması (1924), Kur’an dilinin Türkçe olması gayretleri bu “keşif” üzerinden gerçekleşen ilk icraatlardı.

Bununla birlikte Cumhuriyet Tarihi boyunca laiklik ve ona dair uygulamaların, İslâmî kesim tarafından sürekli eleştirildiği ve her daim “mağduriyet” aracı haline getirildiği de mevzunun bir başka boyutu olarak önümüzde duruyor. Zira burada laikliğin, demokrasi ile güvence altına alınmasından ziyade jakobenliğe teyellenmesinin, bu kesimin jakobenist uygulamaların ihalesini laikliğe çıkarmasıyla sonuçlandığı da söylenebilir. Zaten buradan devşirilenlerin birikimiyle ve bugün gelinen noktada laiklik, iktidardan güç alan İslâmî kesimler için “acilen ortadan kaldırılması gerekli” kavramların ilk sırasında bulunuyor. Bu sebeple birkaç hafta öncesinde Meclis Başkanı’nın “laiklik çıkışı”, kişisel bir hezeyandan ziyade, bir zihniyetin dışa vurumu, mevcut iktidarın işbaşına geldiği günden beri uyguladığı kamuoyunun tepkisini ölçmeye yönelik bir nabız yoklama, bir mizansen olarak da ele alınmalıdır.

Hâlbuki laikliğin Anayasa’dan kaldırılmasını talep etmek, zaten mevcut haliyle bile fazlasıyla sıkıntılı olan toplumsal barışın temelini hepten dinamitlemekle eşdeğerdir. Çünkü laiklik, öncelikle din, devlet ve kişiler arasındaki ilişkileri düzenleyen, ilhamını metafizik güçlerden değil insan aklından alan, demokratik hukuk devleti anlayışı çerçevesinde temel insan haklarının ve sosyal barışın güvencesidir. Bununla birlikte bugün dindarlık, her soruna karşı mucizevî bir kurtuluş reçetesi olarak sunulurken, laikliğin Anayasa metninden çıkarılması, “tanrının kelâmını” tekrardan yeryüzünde hâkim kılmak isteyenlerin hukuken de güçlenmesi anlamına gelecektir. Ve tam burada bizleri bekleyen kritik soru şudur: Tanrının kelâmının yeryüzünde hâkim kılınmasını istemeyenlere ne olacak? Bu sorunun yanıtı için bundan önceki yüzyıllarda neler olmuş onlara veya yakın çevremizde olan biten kıyımlara bakmak belki yeterli gelebilir.

Zira insanın tanrı ile ilişkisi “eşit” bir ilişki değildir; boyun eğişi, kabullenilmişlikleri, zorunlulukları içerir ve fazlasıyla hiyerarşiktir. Üstelik tanrı yeryüzünde olmadığı için, onun “hükmü” olduğu düşünülenleri daima (bu konuda merak uyandırıcı derecede istekli olan) aracılar (krallar, halifeler, din adamları vb.) yerine getirmeye çalışır. Dahası tarih sayfaları, bu aracıların kişisel, çıkar, hırs ve düşmanlıklarının insanlara yaşattığı acı hatıralarla da doludur. İşte bu yüzden, birilerinin din adına “6 yaşındaki küçük kız çocuklarıyla bile evlenilebileceğini” rahatlıkla söyleyememesi; çocukların tanrı ve cehennem korkusuyla yetişmemesi; bilimin ve eğitimin bir dine ve o dine ait bir mezhebin keyfiyetine bırakılmaması; cinsiyet ayrımcılığının meşru görülmemesi; dinî mecburiyetlerin insan ihtiyaçlarının önüne geçmemesi; hesap verilebilirliğin sadece bu dünyada gerçekleşmesi; insanların kadın bedeni ve cinselliği dışında bir ahlâk formu geliştirebilmeleri; tüm itaat biçimlerinin sorgulanması; iş cinayetlerinin “takdir-i ilâhi” olarak değerlendirilmemesi; insan vücudundaki tasarrufun, sadece kişinin kendine ait olması; tecavüz ve tacizlerin üzerinin kolayca örtülmemesi, bunların cezasız kalmaması; iman/takvanın değil insan niteliğinin ve liyakatinin önemli sayılması; kız çocuklarının eğitiminin engellenmemesi; bir takım kutsal/yüce çıkarların kamusal sorumlulukları ezip geçmemesi; eşitsizliğin bir değere dönüşmemesi; devlet ile yurttaşlar arasındaki ilişkilerin rasyonel kurallara tabi olması; hurafelerin bir bilgi biçimi haline gelmemesi; geleneksel otorite biçimlerinin temel eğitim aracı olarak görülmemesi; herkesin bireysel haklarının meşru olabilmesi; dinin bir imtiyaz nesnesi olmaması; yaşadığımız sorunların “dinsizlikten” değil de insanlık ve dünya meselelerinden kaynaklandığının düşünülmesi; giyim kuşamın bir ayrışma kriterine dönüşmemesi; saygının sadece inanç ve on ait mekânlara özel bir durumun adı haline gelmemesi; yöneticilerin türlü dokunulmazlıklar ve kutsallıklarla donatılmaması; inancın tek ölçüt, kişiliği tartan tek terazi olmaması; siyasetin metafizik söylemlerin işgalinden arındırılması; dinin, politik demagojinin aslî unsuru olmaktan çıkması; insanların inançtan başka değerlerinin de olduğunu keşfetmeleri; devletin hiçbir dinî oluşuma ayrıcalık tanımaması, sempati beslememesi; bilim ve sanatta özgürce düşünebilmek vb. adına laiklik, dün olduğundan daha fazlasıyla ve özellikle bugün, en önemli dayanak noktasıdır.

Üstelik aynı laiklik tartışmalarında söylemsel anlamda ayrım yaratabilmek için üretilen “özgürlükçü laiklik” kavramı da AKP başta olmak üzere İslâmcı kesimin kendi otoriterliğini gizlemeyi amaçladığı, bir manipülasyonun adıdır ve bu sebeple de fazlasıyla ideolojiktir. İslâmcıların iktidara geldiği günden beri Sol’a ait bir takım kavramları yozlaştırma geleneğinin “son örneği” olarak da görülebilecek bu tavrın özü, özgürlükten sadece “inanç özgürlüğü”nü anlayan bu kesimin uydurma bir kavramın içerisini doldurarak bunu kendi söylem dağarcığında “kullanışlı” hâle getirebilme çabasıdır. Böylelikle bir yandan laikliğin çerçevelediği anlam dünyası lanetlenir ve bu yolla kavramın içi boşaltılırken diğer taraftan da “modern olma” eksiklenmesini de ruhsal olarak doyuracak “özgürlükçülük” gibi süslü bir kavram perdesi arkasında ülkeyi sadece Sünnî İslâm’ın cennetine dönüştürme çalışmasının alt yapısı da hazırlanmaktadır.

Sonuç olarak, bugün durduğumuz noktada hem dinci fanatizme hem de etnik milliyetçiliğe karşı hukuk, barış ve özgürlüğün üstünlüğüyle birlikte laikliği savunmak da elzemdir. Burada laiklik, entelektüel bir arzu nesnesi değil, tüm olumsuzluklara rağmen insanca, özgür ve barış içinde yaşayabilmenin mihenk taşıdır. İvedilikle yapılması gereken, laikliği bir toplumsal değer olarak merkeze yerleştirip, düşüncenin ve bireysel seçimlerin özerkliğini korumaya almaktır. Bu değişimin yolunun politik iktidardan geçtiği düşüncesi moral bozucu olsa da mücadelenin kısa soluklu olduğunu sizlere kim söyledi?
 
Bu makaleye şu LİNK'ten de ulaşılabilir: