Yaşı
50 ve üzeri civarı olanlar hemen anımsayacaklardır. Çok da uzak olmayan
zamanlarda, konuşma dışında kendimizi bir başkasına/başkalarına ifade etmemizin
tek yolu, mektup yazmaktı. Arkadaşlarımıza, ailemize, tanımadığımız kişilere, sevdiklerimize
(hatta nefret ettiklerimize bile) mektup yazarak ulaşılırdı. Mektup,
sevinçlerden hüzünlere, olaylardan başarılara, nefretlerden acılara, havadislerden
kişisel yorumlara kadar geniş bir yelpazede uzanan biricik anlatım yoluydu.
Sayfalar dolusu yazılır, ne düşünülüyorsa samimiyetle anlatılır ve karşı
tarafın (yine bir mektupla gelecek) tepkileri merak ve sabırla beklenirdi. Bir
üslubu, seviyesi, nezaketi vardı. Herhangi bir konuya merakı, kolaycılık şubesi
Google bitirdi; sabrı da “hız toplumu” aldı götürdü; üslup ve seviyeden ise hiç
bahsetmeyelim. Geriye sadece hüzün kaldı. Yani bir postacının getireceği mektubu
beklemenin o kendine has güzelliğine dair özlemler…
Zira
o vakitler postacılar da muteber insanlardı, saygı görürlerdi, karşılaşılınca
ufacık da olsa ayaküstü sohbet edilirdi. Bugün postacılar da hayalet gibi görünmez
oldular. Posta kutusuna bir takım zarflar bırakılıyor ama kimin bıraktığını
bilmiyoruz. Kültürün, geleneğin, yerli ve milli olmanın peşindeyiz ama mahallemizdeki
postacıyı tanımıyoruz. Hasbelkader karşılasak bile bizi ilgilendiren bir şey
olmadığı düşüncesiyle yüzüne bile bakmıyoruz. Zaten artık fatura, icra ya da
mahkeme kâğıdı dışında getirdikleri pek “hayırlı” bir şey de kalmadı. Dahası
yüzyıllardan gelen kadim bir alışkanlık olan mektubun itibarı da çok çabuk
yıkıldı. Önce internet, sonra da mail, mektubu o ihtişamlı tahtından indirdiler.
Kolaylık ve hız tüm alışkanlıkları bir çırpıda değiştirdi. Ve en nihayetinde
“sosyal medya” adıyla bir şey icat oldu. Mertlik ise bozulmak bir yana, buralar
her saniye yeni bir “mertlik” destanının yazıldığı; güvenli evlerinde oturup “açlık
sınırı” altında kazanan milyonların, hiç de böyle bir beklentisi bulunmayan
dünyanın geri kalanına, nizam ve adalet getirme sevdasıyla somutlaştıkları
mekânlar biçimini aldı.
Nitekim
bugün içinden geçtiğimiz makûs zamanlarda, bünyeyi yokluktan varlığa taşıyan sosyal
medya ismiyle müsemma bir heyula ile karşı karşıyayız. Öyle ki sosyal medya, en
çok da onun içerisinde doğup büyüyenler için, bir varlık ifadesine, yani
soyuttan somuta geçmek için mecburî bir istikamete dönüştü. Üstelik bu mekânlar,
sanal olmasına ve profildeki kişinin gerçekliğine dair derin şüphelerimiz
bulunmasına rağmen, ironik biçimde insan varlığının somutlaşmış halinin yegâne
göstergesi hâline de geldi. Kişinin bir sosyal medya hesabı yoksa sanki kendisi
de kocaman bir hiçlik içerisindeymiş, ne bir geçmişi var ne de varoluşuna değer
katacak bir anlama sahip değilmiş gibi zorba bir algı ortaya çıktı. Dolayısıyla
buralardaki mevcudiyet, yapılan herhangi bir paylaşım ya da paylaşılanları
izleme, teknoloji bağımlısı günümüz insanlarına kendilerinin yaşadığını, var
olduğunu anımsatıyor. Herhangi bir paylaşımın altına yazılan ufacık bir yorum, kalpli
bir beğeni hayatta olduğunun, orada bulunduğunun hissedilmesi için de yeterli.
Hatta tuhaftır, bazen yüz binlerce takipçisi olan sahte hesaplar bile, kim
olduğunu bilemediğimiz bu hesap sahiplerine de aynı hazzı verebiliyor. Üstelik
artık kişiler birbirlerini sosyal medya hesapları üzerinden tanıyor,
değerlendiriyor, eleştirip yargılıyorlar. Yine merak edilen birisiyle ilgili
bilgi sahibi olabilmenin en basit yolu, varsa sosyal medya hesabına bakmaktan
geçiyor.
Tabi
meselenin çok farklı yönleri de var. Mektup devirlerinde ulaşılmaz görülen (belki
çevremizdeki ulaşamadıklarımız da dahil) pek çok ünlü ünsüz siyasetçi, şair,
yazar, gazeteci, aydın, şarkıcı, oyuncu vb. artık bir twit kadar yakınımızda. Çünkü
vahimdir ki, tam da Yeni Türkiye’ye denk gelen bu dönemde, bu sosyal duvarlar aniden
yıkıldı. Sevgiler, övgüler, eleştiriler ama özellikle de öfkelerin arzuyla döküleceği
biricik yer de belli oldu. Böylece o duvarların yıkılması, sayısı on milyonları
bulan koca bir kitlenin ruhsal problemlerini apaçık görmemizi de sağladı. Zira ülkenin
senelerdir içerisinde tuttuğu (belki de için için beslediği) o yıkıntıların
ardından çıkan hadsiz bir canavar, ipten kazıktan kurtulup kötücül bir virüs
şeklinde aramıza karıştı. Kötülük buralarda normalleşti, “akılcı”, “mantıklı” ve
“zorunlu” görüldü, hatta karizmatik bir aura’ya
sahip olduğu düşüncesiyle destek buldu ve yaygınlaştı. Kısacası bu sosyal
mekânlar, sahte vicdan gösterilerinin, en ucuz demagojilerin, riyakâr bir sembolizmin,
her türlü sömürünün, cinsiyetçiliğin, sahtekârlığın, şiddet övücülüğün, gerçekliğine
inanılmış akıl almaz paranoyaların, yalanın dolanın yeri haline geldi. Böyle
olunca da güzellik, doğruluk, iyilik, insaniyet, bir yandan vitrin dindarlığı
üzerinden ucuzlarken (örneğin Facebook hesabında ayet, hadis, Cuma mesajları
paylaşan Özgecan Aslan’ın katilini anımsayın), diğer taraftan da iyice pahalı
bir lükse dönüştü. Hani bir “iyilik” görüldüğünde buğulu gözler eşliğinde yoğun
biçimde beğenilip, paylaşılıyor ya, işte bizlerin asıl trajedisi artık burada
yatıyor. Zira kaybetmiş olduğumuzla yüzleşiyor, bir türlü olamadığımıza içten
içe ağlıyoruz.
Öte
yandan çoğu kez sosyal medyanın aslında demokratik bilinci geliştiren “diyalog
mekânları” olduğuna dair romantik iddialar da ileri sürüldü. Hâlbuki buraların gerçekte
kimsenin kimseyi dinlemediği yerler olduğunu öğrenmemiz de fazla zamanımızı
almadı. Tersine bu alanların, arsız bir keyif eşliğinde birbirlerinin olası utancını,
ayıbını yüzlere sınırsızca vurma yeri vazifesi gördüğü; o “diyalog” denilen
durumda aynı siyasal görüşü paylaşıyorsanız pek bir problemin çıkmadığı, oysa karşıt
noktalardaysanız birkaç cümle sonra küçümseme, hakaret, küfür ya da tehdidin
başladığı; buraların esasen sosyal diyalog mekânlarından çok bir “mahkeme
salonu” yerine geçtiği de böylelikle çabucak anlaşıldı. Dahası hak, adalet,
ahlâk silikleşince herkes, kimin “suçlu” kimin “masum”, kimlerin
“hain/terörist” kimlerin “vatansever” olduğuna, kimlerin aslında “neye hizmet
ettiklerine” de, savunma makamının olmadığı bu “mahkemede” ve birkaç cümleyle
karar verir oldu. Çünkü ne konuşulursa konuşulsun insanların bir tek kendi
anladıklarını esas aldığı bu mekânlarda temel amaç asla “dinlemek” değildi; aksine
konuyla ilgili ne hissediliyor ya da düşünülüyorsa bir an önce söyleyip
rahatlamaktı. Bu yönüyle sosyal medya, modern insanın içerisindeki şiddet yüklü
otoriter bir kişiliğin de gösteri alanı şekline büründü. Doğal olarak böylesi
bir şiddetin olduğu yerde ne diyalogdan ne de kamusallıktan bahsetmek ihtimali
de kalmadı.
Lâkin
sosyal medya kullanıcılarının genelinin bu yönde bir talebinin olduğu da daima
şüpheliydi. Keza buralarda akıldan geçen, akla gelen, hissedilen, kulaktan
duyulan her düşüncenin büyülü birer bilgi/gerçeklik sanılmaya başlandığına da
şahit oluyoruz. Seviyesiz ve alabildiğine ahlâksız bir dilin hâkim olduğu sanal
ortamlarda takılan pek çok kişi kendisini, özellikle her konuda birer küçük
uzman, birer bilgi deposu, bir kamu iradesi şeklinde görüyor. Bilgiye götüren
yol (kendisi esasen bir bilgi çöplüğü olan) Google ile kısalınca, öğrenmek
adına gerekli çaba, zahmet ve emek de peşi sıra anlamsızlaştığı için bilme ve
öğrenme de değersizleşti. Dolayısıyla her taşın altında gizli bir komplo, sinsi
bir plân, her yanımızın hain ya da düşmanlarla çevrildiği ve başkalarının
sürekli biçimde “büyük oyun”u göremeyen tarafta olduğuna dair yargılar da tavan
yaptı. Yalan yanlış fotoğraflar ve haberlerle feci biçimde ikna edilip,
diğerlerini alt etme yarışında geceli gündüzlü birbirine giren milyonların tek
derdi, “laf sokma” çabası oldu. Böylelikle bir “Kurtuluş Savaşı” veriliyormuş
gibi motive olunan bu cenk mekânları, oraları tüketen koca bir kitlenin içerisindeki
öfkeyi, kini, zorbalığı, küfrü, cinsiyetçiliği, faşizmi hadsizce döktüğü bir
foseptik çukuruna dönüştü. Son yaşadığımız meselede de görüleceği üzere,
kitlenin aklının fallus ile vajinadan öteye geçemediğine de şahitlik ettik. Ağaca,
yeşile karşı düşmanca tavırları biliyorduk da, bitmez tükenmez bir “duhûl” merakının
eşliğindeki masum bir zeytin dalı, hiç bu kadar kirletilmemişti.
Diğer
taraftan, sosyal medyanın insanlarda bir özgüven patlaması yarattığı ya da var
olan özgüveni zirvelere taşıdığı da söylenebilir. Bu özgüvenin içi bilhassa cehaletin
sağladığı bir egoizmle dolu olduğu için sağlam bir kaynağa dayanması da
gerekmeyebilir. Örneğin profilinden “17 yaşında” notu olan ideolojilerden
arınmış Furkan kardeşimiz, boyu kadar kitap yazmış bir profesöre seslenirken rahatlıkla
“ne kadar aptalsın, ideolojik bakma olaylara” diyebiliyor. Yine Sevinç Hanım, meşhur
bir yazarımızın attığı twit’in altına “sen kitap yaz kitap oku, savaşma asker
işidir, bilmediğin işlere karışma” uyarısını bırakabiliyor. Önüne gelene “yerli
ve millilik” ayarı veren bir hesabın adı Clark Kent… Dahası bazı hesapların
isimleri Bourdieu, Foucault, Nietzsche, Spinoza olsa da paylaşılan içerikler
Recep İvedik kıvamında. Attığı twit’te “tekbir getirenler” mi, profilinde silah
fotoğrafı olmasına rağmen sevgi mesajları verenler mi arasınız ya da sanal bir
boşluk üzerinden lisans okumanın da verdiği kof heyecanla bir akademisyene karşı
çıkarken “bunların kafalarına vura vura öğreteceğiz” hadsizliğini ne yapalım,
bilemiyorum. Kısacası bugün, kitlesel akıl sağlığımızın önündeki en büyük
engel, sosyal medyaymış gibi duruyor. Dahası bunlar gibi milyonlarca örnek aynı
sosyal ortamlardayken, buralarda akıl, tutarlılık, ahlâk ve mantık aramanın da
çok az karşılığı bulunuyor. Böylece iki haber okumak, birkaç ilginç kitap, makale
ya da yorum görmek veya edebî, sanatsal, kültürel vb. paylaşımlar yapmak adına yeni
insanlar tanımak için nasıl bir cehennemin içerisine düştüğümüze de asla inanamıyoruz.
Netice
itibarıyla, basitçe bile olsa herhangi bir şeye ikna olunduğu zaman insan güven
dolu olur. Güvenin sıcaklığı, inandığınız mevzu hakkında artık hiçbir kuşkuya
düşmemenizi sağlar. Böylece kafa karıştırıcı tüm çelişkilerden de uzaklaşılır. Fakat
aksine bu durumun toplumsal olarak makbul olduğu söylenemez. Çünkü ölümüne ikna
edilmiş kitleler, asla dinlemez. Onlar sadece haykırır. Kitlelerin ülke
menfaatine dair tek ve net biçimde bir “doğru”ya inandığı bir yerde yaşamak, eğer
düşünceniz ve doğrularınız farklıysa, boğucudur. Bugün Türkiye, tam da
böylesine boğucu bir toplumsal atmosferin içerisinde bulunuyor. Üstelik
konuşmayı kısıtlayan, diyalogu boğan, kamusal alanda da monologu güçlendiren,
çoğu kereler toplumsal linç mekânı olan sosyal medya da bu ölümcül ortamı
alabildiğine körüklüyor.
Sokaktaki
en basit tartışmalardan siyasetin en tepesindeki politik kavgalara, eğitim
sorunlarından çevresel problemlere kadar sosyal medyaya yansıyan pek çok
mevzuda, ülkedeki farklı kesimlerin bir arada yaşama, aynı ortamlarda bulunma
vb. kararlılıklarının artık kalmadığını da görüyoruz. İşte sosyal medya bunları
da açığa çıkaran, toplumsal yarıkları iyice açan, kanatan, düşmanlıkları
coşturan işlevlere de sahip bulunuyor. Kısacası bu alanlara analitik bir
pencereden bakınca, milyonlarca insanın, şu an örtük biçimde ama bir süre sonra
daha yüksek sesle “bir arada yaşamak istemediklerini” haykıracaklarını söylemek
tuhaf olmayacak. Ve o gün net biçimde geldiğinde, sosyal medya yine bunun
kuvvetli biçimde dillendirildiği yer olacak.
Bitirirken,
ABD’nin kendi kirli çamaşırlarını yine ABD’yi överek anlatan Homeland isimli
bir dizinin, son sezonundaki bir sahneden bahsedelim. Bir biçimde CIA’den
ayrılmış ama o çevreden de bir türlü kopamamış eski bir ajan, şüphe üzerine kimliğini
gizleyerek bir bilişim şirketine uzman olarak girer. Çalışmaya başladıktan kısa
bir süre sonra da bu şirketin aslında, hükümet adına on binlerce sahte sosyal
medya hesabı üzerinden kamuoyu yönlendirmesi yaptığını ve bu sahte hesapların yine
itinayla takip edilen binlerce seçilmiş profile taciz için yollandığını fark
eder. Politik duruma göre, hedefteki muhalif profilin sosyal medya hesabındaki
bir yorumun altına gönderilen “bot hesaplar”, peşine taktığı kitleyi bir kuş
sürüsü gibi o yorum altına toplamakta, kamuoyu da birkaç saat içerisinde o
kişiyi linç ederek sistemin meşruiyetini sarsacak olası tehditleri yok
etmektedir.
İşte
bugün sosyal medya, böylesi itibarsızlaştırma oyunlarının; bilincin yerini
uyumun aldığı sanal kamuoyu gösterilerinin; “özgürlük alanı” sanılırken
muktedirlerin istediği zaman şalteri indirebildiği; herkesin kolaylıkla kendini
ele verdiği, karakter, zihniyet ve düşünce imalatının; putperestçe bir
aldatının ikna mekânlarıdır. Yine de sıkı bir sosyal medya takipçisiysek ve bir
türlü vazgeçemiyorsak, zamanımız, akıl sağlığımız ve insanlığımız adına daha az
vakit geçirmemiz, şeklindeki bir reçete tavsiyesi belki yararlı olabilir.
Bu makaleye, şu LİNK'ten de ulaşılabilir: