Öyle
zamanlarda yaşıyoruz ki, görüp duyduklarımız, okuyup şahit olduklarımıza
inanmamız çoğu kez güçleşiyor. Sıklıkla “nasıl olur?” diyoruz; hatta şaşırma
refleksimizi soğutmak için günlük popüler dilde “şaka gibi” tabirini
kullanıyoruz. Bazen de acı acı gülümsüyor, bu devirlerin bir gün gelip
“geçeceği” düşüncesiyle kendimizi avutuyor ya da “bir kişinin eylemi herkesi
bağlamaz” rahatlığına sığınmak istiyoruz. Oysaki rahatsızlık duyduğumuz pek çok
durumun sebepleri ne kişisel problemlerden kaynaklanıyor ne de bugüne özel bir
soruna dayanıyor. Aksine tüm problemlerin kaynağı toplumsal; üstelik farklı
biçim, yoğunluk ve etkilerle insanlık tarihinin her anında benzer sorunlarla
karşılaşmak da mümkün.
Yine
de bütün bu sorunlar içerisinden bir tanesi var ki, üzerine bir miktar
düşünmeyi artık hak ediyor. Zira genel itibarıyla rahatsızlık veren düşünce ve
davranışların temelinde, tabi kişileri yaptıkları eylemlere sevk etmesindeki güçlü
etkisi sebebiyle de, bir “şuur noksanlığı”nın yattığı söylenebilir. İşte çoğu
kereler “nasıl böyle bir şeyi yapar/düşünebilirler?” diye hayretler içinde sorduğumuz
soruların tüm yanıtları, bir açıdan da şuursuzluk problemine dayanıyor.
Öyleyse
nedir bu şuur veya şuursuzluk? Türkçe Sözlük, şuur için “uyanık olma”, bilinç
ve “bilinçli olma” durumu, diyor. Dolayısıyla olumlu bir anlama sahip. İki
“u”nun yan yana gelmesiyle “küfür gibi” bir kelimeye dönüşen şuursuzluk da tam
tersi. Burada şuur, bilinç kavramıyla karşılansa da bilinç/bilinçli olmanın
kullanımı bana hep soğuk ve muğlak gelir. Bu kavramı daima sonradan üretilmiş, yapay,
günlük dilin basit ve popüler bir malzemesi olarak algılarım. Dahası, ben bu
yaşıma kadar “bilinçsizim” diyen, aksi her türlü emareye rağmen bunu gönül
rahatlığıyla kabul eden bir insana da rastlamadım. Herkes kendi ölçeğinde kudretli
bir bilince sahip ve “bilinçsiz olanlar” hep başkaları. Aslında bu bile buradaki
ciddi problemlerin varlığına işaret ediyor ve böylesi bir olgu da yine anlama
ile anlamlandırma çabasına ihtiyaç duymakta.
Şuur üzerine
Bununla
birlikte şuur, yapılan eylemlerin sorumluluğunu taşıyarak herhangi bir şeyi
anlama, kavrama, idrak edebilme durumunun göstergesi biçiminde ele alınabilir.
Bir nev-î aklını kullanabilme, olayları akıl süzgecinden geçirebilmeyi ifade
eder. Buradaki akıl, yalın anlamıyla değil, içerisinde nesnel bir benlik
duygusunu, güçlü bir toplumsal hafıza ile tarih bilincini, yaptıklarının
sonuçlarına dair karşılaştırmalar yapabilmeyi sağlayan analitik bir düşünceyi, yeterli
ve sistematik bir bilgi birikimini barındırmak zorundadır.
Lâkin
şuur sadece sergilenen davranışlarla ortaya çıkan bir somutluk da değildir. Düşüncenin
türlü biçimlerde kendisini ortaya koyduğu anlarda da açığa çıkabilir. Hatta
özellikle bu tarz bir açığa çıkma, hepsinden daha değerlidir. Örneğin,
çevresinde “bilinçli”, “yardımsever”, “dürüst”, “dengeli” olarak tanınan
insanların ağızlarını açtıklarında ırkçı, ayrımcı, şiddet yanlısı vb. düşüncelere
sahip olmaları gibi… Dahası şuur, dışarıdan gelen uyarılar ve eleştirilere
açıklığı da ifade eder. Dolayısıyla bu açıklık onun, değişmez ve katı bir
durumun adı olmasını engellemeye yarar.
Öte
yandan, öznel sayılabilecek bu kriterlere bakılarak şuur sahibi olabilmenin,
yüksek ideallerin vücut bulacağı üstün bir karaktere ihtiyaç duyduğu da iddia
edilebilir. Zaten şuur ile erdemin kesiştiği nokta, belki de burasıdır. Erdem felsefî
anlamda insanın ahlâksal olana yönelmesi, ölçülü, dengeli olması, Sokratesçi
anlamda kendisini tanıması, bilmesi demektir. Akıl ve özgür düşünebilme gücü olarak
da ifade edilebilecek erdem, varlığın bilincine ulaşarak insan ve onun yaşamına
dair anlamların peşine düşme eylemlerini içerir. Kısacası şuur sahibi olabilmek,
aynı zamanda bir erdem meselesidir.
Bir problem nesnesi olarak
şuursuzluk
Şuura
dair bu sınırları belirledikten sonra asıl meselemiz olan şuursuzluğa artık
geçebiliriz. Öyle ki çağımızın güncel problemi olarak da ele alınabilecek bu olgunun,
pek çok etkenin bir araya gelmesiyle zemin bulduğu, ortaya çıktığı da öngörülebilir.
Birkaçını sıralamak gerekirse, kitle iletişim araçlarının biricik bilgi elde
etme yoluna dönüşmesiyle beraber artan ideolojik dezenformasyon; yazılı kültür henüz
yaygınlaşmadan görsel kültürün girdabına girilmesi; yüzeysel bilginin makbul ve
yeterli hâle gelmesi; dinsel ve etnik politikalar; bilimden uzaklaşıp teolojiye
yönelme; özgürlüklerin kısıtlanmasından dolayı demokratik bir kültürün kök
salamaması; yerelliğin aşırı derecede yüceltilmesi; eğitim politikalarının
birey değil de kolektiflik içerisinde erimiş kullar yetiştirmeye yönelik olması;
lümpenlik ile vasatlığın bir “değer” biçiminde kitleselleşmesi ilk elden önemli
başlıklar olarak ele alınmalıdır. Nitekim bu ve benzeri etkenlerin sonucunda şuursuzluk,
hem de hiç farkında olmadan, kitlelerin omuzlarında yüce bir değer olarak yükselir.
Üstelik
şuursuzluk, nev-î şahsına münhasır özelliklere de sahiptir. Öncelikle, bir
şuursuz doğası gereği yaptıklarının öncesi ve sonrasını değerlendirme
sorumluluğu taşımaz. Dolayısıyla ondan tutarlılık ve ahlâkî tavır göstermesini
beklemek de zordur. Bilgi ve analiz yeteneği sınırlı olduğu için el yordamıyla
bir şeyleri keşfetmeye çalışır. Bunu yaparken de en büyük referans kaynağı, onu
içten yöneten duygularıdır. Zira bir şuursuz, duygularının onu asla
yanıltmayacağına tartışmasız inanmıştır. Dahası bizler, kolaylıkla manipüle
edilebilecek bu “duygu yönetimi”ni 1933’te Almanya’da Hitler’i şansölyeliğe
taşıyan motivasyondan gayet iyi tanıyoruz. Sonuçlarıysa herkesin malumu…
Keza
bazen böylesine bir motivasyonun da peşine kolayca takılabilen şuursuzluk, düz
bir mantık aracılığıyla dünyayı yorumlamaya çalışmaktır. Bir şuursuz için, farkında
olma ihtimali az olduğundan dolayı, ne dediği, neyi nasıl yorumladığı çok da
önemli değildir. Öngörüleri birer birer döküldüğünden nasıl olsa yarın hepsini
unutacaktır. Bu yüzden de bir ahlâkî kaygıya sahip değildir. Zaten ahlâktan
anladığı da çoğu kez dinden ibarettir. Böylelikle günlük çıkar ve
ihtiyaçlarının yönlendirmesiyle, daha sonra sıklıkla değişebilecek, hızlı
kararlar alır. Temelinde bu tarz kişisel çıkar ve ihtiyaçlar yatsa da,
kararlarının çevreye sunumunda vitrini yine, bireysel beklentilerin
toplumsallaşmış kılıkla sahneye çıktığı sahte bir “ahlâkîlik” süsler.
Öte
yandan şuursuzluk bir toplumsal hafızasızlık çeşididir. Bir şuursuz için tarih,
sadece kutsanacak olanların biriktirildiği geniş bir ezber deposu yerine geçer.
Ayrıntılar gereksiz ve önemsizdir, yüzeysellik ve sığlık ise bu “tarih şuuru”nun
has özellikleridir. Ne var ki yalnızca kahramanlar, dostlar, düşmanlar,
zaferler, yenilgiler ve hainlerin olduğu böylesi bir ezberdeki fukara tarih
bilgisi, tuhaf bir biçimde “şuur sahipliğinin” kendisine dönüşmüştür. Lâkin bu
emanet şuur, sistematik bir bilgiye dayanmadığı için ancak pozisyonel ihtiyaçlar
dâhilinde işe yarar. Dolayısıyla bir şuursuz, hızla ezberler ama çok çabuk
unutur.
Nitekim
bir yönüyle de şuursuzluk, yapıp edilenin kolaylıkla unutulması ve nihayetinde üstüne
hiç düşünülmeden hayattaki tüm tercihlerin ikili ayrımlar üzerinden
değerlendirilmesidir. Bu değerlendirmeye göre hayat sadece ödül ile cezadan
ibarettir, korkaklık ile cesaret arasında da gidip gelinir ve orada bir tek dostlar
ile düşmanlar vardır. Hatta arzu doluluk ve kendinden asla şüphe etmeyen bir
eminlik de aynı süreçleri destekler. Dolayısıyla ortalama bir şuursuz, kavradığı
ya da idrak ettiği her durumu “gerçekliğin ta kendisi” zanneder. Görmüş
duymuştur, şahit olmuş izlemiştir, ona göre her şey ortadadır. Bu sebeple de onun
için doğru “tektir” ve “doğru”nun üzerine tartışma yapılması artık gereksizdir.
Bunun sonucunda da onunla mutabakat sağlamak zorlaşır.
Çünkü
çoğu durumda ve sadece bir süreliğine bir şuursuzu iknâ edebilecek yegâne etken,
güç ve otoritedir. Keza şuursuzluk her şart ve koşulda, irili ufaklı bütün
otoritelere itaati öngörür. Öyle ki şuur
kaybı, “rıza gösterir” görüntüsü altındaki anlarda bile, aslında sabırla üzerindeki
otoritenin hafiflemesini bekleyen tembel bir ruhu hâlidir. Böylelikle bir
şuursuzun gün gelip çıkar ve şartlar değiştiğinde kolaylıkla saf değiştirebilmesinin,
dün söylediğini yarın yutmasının nedenleri de burada aranabilir.
Kavramlar ne diyor?
Şu
da hesaba katılmalı ki, şuursuzluğun aslî kökenlerinde, çocuklukla başlayıp
gençlikte yoğunlaşan güçlü ve amansız bir endoktrinasyon faaliyeti de saklıdır.
Üstelik bu faaliyete maruz kalıp güç de olsa bir biçimde sıyrılamayanlarda, yaş
ilerledikçe endoktrinasyon sonucunda edindikleri düşünce, tavır ve inançlar, benliğin
bir parçası haline gelir ve zamanla katılaşır. Dolayısıyla ilerleyen yaşlar
hesaba katıldığında endoktrinasyon, şuursuzluğu hem besleyen hem de
çelikleştiren bir eğitim faaliyeti yerine geçer. Zira kişi bir kez "ikna
edildiğinde" algılamasını ortadan kaldıracak ve aklını kullanmasını
sağlayacak yollar da artık köreltilmiştir.
Nitekim
en nadide örnekleriyle endoktrinasyonun Nazi Almanyası’nda bir "eğitim
felsefesi" olarak okullarda uygulanmış olması hiç de şaşırtıcı değildir.
Irkçı ve empati yoksunu insanlar yetiştiren bu eğitim sisteminde, öğrencilere
ayrıca "Führer'e koşulsuz şartsız
biat etmeleri" de empoze edildiği bilinmektedir. Bu da bir
endoktrinasyon imalatı olarak kabul edilebilecek şuursuzluğun kendiliğinden
oluşan bir olgu ya da “bireysel” bir durumum adı olmadığını, bir eğitim
politikası, kitlesel yaşanan bir problem olduğunun kanıtı yerine geçebilir.
Diğer
yandan şuursuzluğun ideolojik bir yanının bulunması da su götürmez bir
gerçeklik şeklinde karşımızda durur. Zaten Marx’ın “yanlış bilinç”
doğurabileceğini ısrarla belirttiği ideolojinin, tam da bu tespite denk geldiği
de gayet açık. Öyle ki Marx’ta yanlış bilinç, insan zihni ile toplumsal
gerçeklikler arasına giren manipülasyon amaçlı düşünceler olduğuna göre, şuursuzluk
da böylesi bir durumun doğal sonucu biçiminde ortaya çıkar. Nasıl ki bugün
zihnimizi ve düşüncelerimizi bulandıracak binlerce dış etken (kitle iletişim
araçları, oralarda yazanlar ve onların yanı başımızdaki ufak versiyonları gibi
kafa karıştırıcı pek çok şey) mevcutsa, işte ideolojik bir sürecin eseri
şuursuzluk da buna bağlıdır. Hatta ezilenlerden olmalarına rağmen burjuva
ideolojisinin ışıltısına şevk ve sevinçle katılan lümpen proleter kitleler de aynı
şuursuzluk kavramı içerisinde kendilerine yer bulabilirler.
Sonuç niyetine
Yine
de şuursuzluk insanlık tarihi kadar eski olsa da sanki günümüzde görülen
örnekleri daha bir kabul edilemez duruyor. Çünkü insanlığın aldığı onca yol ve
bunca birikim sonrasında bile şuursuzluğun kitlesel bir problem olarak giderek
yaygınlaşması son derece düşündürücü. Aynı şekilde şuursuzluğu basit ve insanî
bir “yanılgı” olarak ele alıp, masum bir durumun adı gibi görmek de bir o kadar
vahim. Tıpkı en acınası şuursuzluk örneklerinin “eğitimli” olanlarda görülmesi
gibi…
Bitirirken,
merak edenler için söyleyelim, bu satırların yazarı kendisini “şuur sahibi”
olarak ifade etmiyor ve bu şekilde tanımlamıyor. Üstelik hiç bitmeyecek bir
öğrenme sürecindeki bir toplum bilimci hassasiyetiyle kavramları anlamaya ve
yorumlamaya çalışıyor. Bunu yaparken, şuursuzluğun toplumsal çöküşün işaret
fişeği olduğunu, daha güzel bir dünyada ve barış içinde yaşama hayalini yok
ettiğini, insanlığın birikimini alabildiğine erittiğini de esefle görüyor. Ve
en nihayetinde bir baba olarak kendi ve tüm çocukların geleceğine dair şüphe
duyup, üzülüyor. Sadece bu…
Bu makaleye, şu LİNK'ten de ulaşılabilir: https://www.birgun.net/haber-detay/suursuzlugun-kokenleri-uzerine-bir-deneme-213958.html