14 Haziran 2014 Cumartesi

KENDİ KRİZİNİ DÜŞÜNEN SOSYOLOJİ / Çalakalem Notlar



Sosyolojinin, felsefe ile birlikte, tüm bilimler arasında kendi üzerine de düşünebilme kabiliyetine sahip yegâne bilim dalı olduğu söylenebilir. Bunu sağlayan temel neden ise, sosyolojinin ama özellikle felsefenin ontoloji problemi ile fazlasıyla meşgul olmalarıdır. Bu nedenle günümüzde, bilhassa sosyolojinin içine düştüğü krizi kendisi üzerine düşünerek, tartışarak aşmaya çalıştığına da şahit oluyoruz.

Öncelikle modern toplumun krizi gibi, hatta modern toplum ile hemen hemen aynı zaman diliminde, sosyolojiyi bir kriz ile yüz yüze bırakan nedenler üzerine düşünmeye başladığımızda, sanırım bu nedenlerden ilki ve belki de en önemlisi, bir noktadan sonra sosyolojik teorilerin yaşanan gerçeklikle bazı noktalarda ters düşmeleri ya da bazı sosyal olguları yeterince açıklayamamalarının (ki bu da doğaldır) görüntüsünden kaynaklanmaktadır. Meselâ, sosyolojinin klasik toplum kurgusu (ulus devlet, sivil toplum, sınıflar vb.) ile bireylerin toplum içindeki konumu ve işlevleri (siyasal katılım, rol dağılımları, sınıfsal durum vb.) Dünya tarihinin gördüğü en hızlı değişimler döneminde, hızla değişmektedir. Böylelikle sosyolojik teorilerin yaşanan gerçeklikleri açıklamada yetersiz kalmaları, yeni metodolojik tekniklerle farklı teoriler oluşturma sorununu da beraberinde getirir. Çünkü sosyolojinin toplumsal yaşamdan ayrı olmamak ve bu yaşamı bütün değişimleri ile önce anlamaya, sonra açıklamaya çalışmak gibi zorunlulukları da mevcuttur.

İşte bu nedenle, bu sorun, sosyolojinin geriye dönüp baktığında kendisini sorgulaması gerekliliğini de ortaya çıkarır. Sosyolojinin kendisini sorgulamaya başlaması, sosyoloji içerisinde farklı şekillerde de olsa ele alınmıştır. Meselâ, kimi sosyologlar şimdiye kadar yapılan pozitivist araştırma tekniklerinin yetersizliğini, hatta artık geçerli olmadıklarını iddia etmişlerdir (hermönetik ekol gibi). Onlara göre, olgulardan yola çıkan pozitivizm olguların ardında olan ve o olguyu anlaşılabilir kılan “anlam”ı ıskalıyordu. Bundan sonra “anlam”, “dil”, “yorum” vb. üzerine yapılan tartışmaların yoğunlaştığını görüyoruz. Zaten günümüzde de aynı tartışmalar artarak devam ediyor. Diğer taraftan, sosyolojinin evrensel, makro ölçeklerde teoriler ürettiği eleştirisinde yola çıkan sosyal bilimciler ise, daha mikroya, hatta bireye inerek, onun varoluşunu oluşturan, onu etkileyen, belirleyen koşulların araştırılmasıyla günlük yaşamın anlaşılabileceğini öne sürdüler (fenomenolojik ekol gibi).

Dahası, sosyolojinin geldiği bu noktada kendisi ile yüzleşmesini sağlayan bir diğer etken de modernizm eleştirisidir. Modern toplum ve modernizm üzerine yapılan eleştirilerin, kendi teorilerini bu toplum projesi üzerine temellendirmiş sosyolojiyi etkilemesi doğal karşılanabilir. Bu eleştiri rüzgarı, sosyolojinin kendisini, hem epistemolojik hem de metodolojik olarak sorgulamasına neden oldu. Ve aslına bakılırsa, sosyoloji herşeyden fazla yöntem ise, yöntemi sosyolojinin bağrından söküp aldığımızda da geriye pek bir şey kalmıyorsa, sosyolojinin esas krizi de (hâlâ) metodolojik demektir.

Öyle ki metodoloji, sosyolojinin epistemolojik temellerini meşru kılacak bir araçtır. Ayrıca bunun bilgisini de sağlar. Fakat postmodernistlerin modern topluma getirdiği eleştiriler, dünyanın içinde bulunduğu bir kriz şeklinde değil de, ezeli ve ebedi bir kaos şeklinde düşünülmesi, sosyolojinin genelinde yaygın olan pozitivistik araştırma tekniklerinin sorgulanmasına da yol açtı. Çünkü bu teknikler o zamana kadar sosyolojinin ayaklarını yere sağlam basmasını sağlıyordu, ama bu eleştirilerle birlikte artık geçerlilikleri tartışılmaya başlandı. Üstelik nesnellik kavramı da büyük bir yara aldı. Böylelikle sosyolojinin meşruiyet zemini metodolojiye doğru kaydı ve sosyolog (dolayısıyla sosyoloji) kendisini bir kriz içerisinde buldu.

Hâlbuki sosyolojinin bu metodolojik krizini yorumlayan postmodernist düşünürler bir kuram ya da metodoloji oluşturma kaygısı içinde de değildirlerdi. Hatta bu çabayı yeniden bir “büyük anlatı” oluşturma olarak gördükleri için, böyle bir probleme sahip olmadıkları da söylenebilir. Tabi hepimizin de bildiği gibi, bunun tehlikesi sınırsız ve aşırı rölativizmdir. Ve aslında bu yaklaşım, sosyal bilimlerin meşruiyetinin daha da sorgulanmasına yol açmaktadır. Bunun da sosyal bilimlerin, ama özellikle sosyolojinin, krizini derinleştirdiği söylenebilir.

Diğer taraftan, sosyolojide makro analizler yerine daha mikro ve bireyi temel alan analizlerin öne çıkmaya başlaması “kültürel” olanın önem kazanmasıyla sonuçlanmıştır. Sosyolojide (aslında tüm sosyal bilimlerde) ortaya çıkan bu kültür eksenli farklı paradigmalar sosyolojinin nesnellik, geçerlilik ve evrensellik iddialarının sorgulanmasına da neden oldu. Böylelikle kültür, kültürel süreçler ve kültüre ait bütün değerlerin sosyolojinin merkezine yerleşmesi, bilhassa Marksizm’in etkisindeki sosyolojiyi de aynı krizin içine soktu. Çünkü gelinen noktada kültür, Marksizm için ekonomi temelli bir üst yapısal kavramdı. Kültürel etkiler kabul edilmekle birlikte, öncelik kapitalizm ve onun ekonomik uygulamalarına aitti. Kültür ancak bunlardan sonra geliyordu ve edilgin konumdaydı. Frankfurt Okulu yazarlarının bile kültürü, sadece kitleleri pasifleştirmek, yüksek kültürün değerlerini (sanat kaygısı, özgürlük vb. gibi) ortadan kaldırmak ve ideolojisini yaymak şeklinde tarif edilebilecek yabancılaştırıcı bir kapitalizm ideolojisi içerisinde açıkladığını da anımsayalım. Kültür, Enstitü yazarlarına göre bir “endüstri”ydi ama bu açıklama kültürü yine sadece kapitalizm üzerinden anlamayı gerektiriyordu.

Oysa ki kültür, kapitalizm ile olduğu gibi kendi dinamikleri ile de anlaşılabilecek ayrıntılı bir kavramdır. Kültürün yaşamımızdaki en keskin ayrımlardan biri olmasından dolayı ayrıştırıcı bir yanı da vardır. Bu nedenle eleştirel ekol ve onun sosyolojisinin krizi, kültürü, bütünsel, makro bir alan olarak görmelerinden kaynaklanmaktadır. Hâlbuki son 25-30 yılda politik ve kültürel yaşamın her alanında görülen kültür merkezli ayrımlar, Marxizm’in “emek-sermaye”, “burjuvalar-proleterler” gibi bütünsel açıklamalarının dışında bir yerlere de denk gelmektedir. Zaten post-Marxistler de, Marksizm içinde yeni bir kuramsal çerçeve oluşturmak için bu kültürel etkileri de içeren yeni bir politik düşünce şekli sunmaya çalışmaktadırlar. Sonuç olarak bu arayış, Marksizm etkisindeki sosyolojinin bu türden bir krizi aşmak için gösterdiği çabalardan biri olarak sayılabilir.