10 Aralık 2014 Çarşamba

MGK kararları Cemaat tabanına nasıl yansır? *




30 Ekim’deki MGK Toplantısı, aslında bizlere yeni hegemonya’nın düşman algısının içeriğine ilişkin ipuçları vermesi bakımından da dikkate alınmalı. Meselâ Bülent Arınç MGK sonrası basın toplantısında “legal görünümlü illegal yapılanma” şeklinde ilginç bir cümle kullandı. Bunu da bir “hukuk terimi” olarak ifade etti. Sadece bu bile bizlere gösteriyor ki, bir zamanlar Gülen Cemaat’ine emanet edilen “hukuk sopası”, bundan böyle hükümet tarafından cemaat mensuplarının başlarında sallanan bir kılıca dönüştürülecek.

Hükümet, 17 Aralık’tan beri her türlü imkânı da arkasına alarak, başarılı bir algı operasyonuyla kendi düşmanını kendi karşısında yarattı. Bu esasen, kendi meşruiyetini sağlama ve Cemaat başta olmak üzere tüm muhalefeti meşruiyet dışına atma çabasıydı. Erdoğan Gülen Cemaati’ni, Türkiye’nin önündeki “en büyük tehdit” olduğunu kabul ettirmeye çalışıyor. Cemaat’in MGK Bildirisine sokulması da bu algıyı meşrulaştırma çabasından başka bir şey değil. Böylece Gülen Cemaati, “hükümet meselesi” olmaktan çıkıp bir “devlet meselesi” haline de getirilecek.

Yine aynı yanlış bilinç operasyonunu kendi seçmen kitlesi üzerinde de başardı ve iki seçim kazandı. HSYK Seçimleri de zaten bu bakımdan önemliydi. Şimdi sıra, elindeki “meşru” kuvvetleri (yargı, emniyet gibi), daha etkin biçimde kullanmaya geldi. Örneğin Arınç aynı toplantıda Cemaat için “böyle tanımlandığı ve bilindiği halde, sonradan değişmiş, farklılaşmış bir yapı içerisine bürünmüş ve yasalara aykırı eylem yapma noktasına gelmişse o zaman bunlara karşı tedbir almak devletin bekası bakımından fevkalade önemlidir. Şüphesiz, bu konuda hükümetimiz üzerine düşeni yapacaktır” da dedi. Sonuç olarak Türkiye’de içerisinde “devletin bekâsı” kavramının geçtiği cümleleri kuran muktedirlerin bundan önce hangi tedbirleri aldığını bilenler için, bundan sonra neler olabileceğini tahmin etmek hiç de güç değil.

Cemaat ise, 30 Mart Seçimleri öncesinden beri köşesine çekilmiş durumda. Cemaat tabanının bütün bu gelişmelere ne tepkiler verdiğine gelirsek, ortada MGK Bildirisi’yle de neler yapacağını anlatan bir hükümet varken, Cemaat mensuplarının kendilerini artık ya daha fazla gizlemeleri ya da saf değiştirmiş görünmeleri gerekiyor. İlk seçeneği tercih edenler köşelerine çekilmiş durumda ama yine de ikinci seçenek daha fazla işleme konulmuş gibi duruyor. Zaten bu sebeple Cemaat’e yakın veya sempati duyduğunu bildiğimiz pek çok kişinin “paralelci” damgası yememek için olur olmaz her durumda ve sıkça hükümeti savunma refleksleri geliştirdiklerine de şahit oluyoruz. Neticede kadroları ve ihaleleri hükümet dağıtıyor, bu “taraf seçme” dayatmasında ise alternatif yok. Bu kişileri büyülü “hizmet” kavramını artık hükümet üzerinden sürdürmeleri gerekiyor.

Hükümetin üst kademelerdeki “paralelci” tasfiyelerinde başarılı olma şansı yüksek ama yerlerini koruyanlar mutlaka olacak. Bu Cemaat için bir umut ışığı olsa da alt kademelerdeki memurların işleri ise çok daha zor. Öncelikle saflarını belli eder biçimde “tövbe etmiş” görünmeleri, “yükselme” veya “daha itibarlı bir yere atanma” ile koltuk ya da kadro kapma beklentilerini epeyce bir ertelemeleri gerekecek.

Fakat Cemaat için buradaki esaslı sıkıntı, “öğrenci bulma” da yaşanıyor. Cemaat evlerine yeni katımlar azaldığı gibi evlerden de büyük kopuşlar var. Evlerin neredeyse yarı yarıya boşaldığı söyleniyor; kendimiz de buna şahit oluyoruz. Hükümetin Diyanet İşleri Başkanlığı üzerinden illerde kurmayı tasarladığı “öğrenci evleri projesi” gerçekleşirse, Cemaat’in bu konuda daha da zor durumda kalacağı da gün gibi ortada.

Erdoğan ve hükümet tarafından 30 Ekim MGK Toplantısı ile resmiyet kazandırılmaya çalışılan “paralelci” adındaki “yeni düşman” algısı karşısında Cemaat güç toplamaya, tasfiyelerden kurtulmaya,  mensuplarının motivasyonunu ise diri tutmaya çalışacak. O motivasyonun haklı ve en kıymetli nesnesi ise siyasal iktidarların politikalarının “dönemsel” olduğu ama buna karşılık Cemaat’in uzun soluklu bir süreci içermesi. Yani “onlar nasılsa gidecekler fakat biz kalacağız” düşüncesini diri tutmaya çalışıyorlar. Zaten başka çarelerinin olduğunu da söylemek, şu durumda güç.

 * 9 Kasım 2014 tarihli BirGün Gazetesi, Pazar Fikir ekinde yayınlanan yazım. Linki: http://www.birgun.net/news/view/mgk-kararlari-cemaat-tabanina-nasil-yansir/8450

27 Kasım 2014 Perşembe

“Akademinin sefaleti”nden “Sefaletin akademisi”ne... *


Son bir aydır ortalama akademinin biricik gündem maddesinin, Hükümet’in “maaşlara yapmayı düşündüğü seyyanen zam” olduğu rahatlıkla söylenebilir. (Keza bu metni tam da bitirdiğim sırada Hükümet tasarıyı hazırlayıp Meclis’e yolladı.) Her kademeden ortalama öğretim elemanının zam içeren “müjdeli” bir haberi dört gözle beklediği bu durum bizlere, akademinin hâl-i pür melâli üzerine yeniden düşünmek için bir fırsat da yarattı. Acaba yapılması düşünülen bu zam, akademinin büyüklü küçüklü herhangi bir sorununa çare olabilir miydi? Veya tersten sorarsak, akademinin sorunları ekonomik miydi? Ya da maaş zammının, böyle bir iddiası var mıydı?
Aslına bakılırsa, yapılması düşünülen maaş zammının, ufak da olsa akademiye ait bir problemi çözemeyeceğinin hemen hemen herkes farkında… Üstelik bir ara bu meselenin tartışıldığı forumlara veya haber altı yorumlara bakarsak, beklenen zam verilirse “ömür boyu bu Hükümet’e oy vereceğini” açıklayanlardan tutun da, neredeyse yalvarırcasına zam isteyen bazı “akademisyenler”le de karşılaşıyoruz. Doğal olarak bu satırların yazarlarının, akademisyenliğin (geriye ne kaldıysa artık) bir itibarı olup olmadığıyla pek ilgilendiği de söylenemiyor. Belli ki bu kesim, sadece cebine girecek parayla ilgileniyor.

Zaten tam da bu sebeple “ekonomik durum”, akademinin problemler listesinin en sonunda yer alıyor. Sırasıyla başlamak gerekirse, meselâ, Prof. Dr. H. Neşe Özgen’in de geçen hafta BirGün’de belirttiği gibi (12 Ekim 2014), öğretim elemanlarının geneli, akademiye, sadece bir “iş” ve kuruma da “işyeri” gözüyle bakıyorlar. Dolayısıyla bakış tarzı bu yönde olunca, “kamusal yarar için çalışmak” (meselâ ücret düşünmeden dersler vermek, karşılıksız emek harcamak; evrensel bilim kriterlerine uygun çalışmalar yapmak; “iyi öğrenciler” yetiştirmek için gayret göstermek vb.) çok gerilerde kalıyor; “işyeri”/“iş”ten beklentiler de sadece maaş veya zam merkezli bir şekle bürünüyor. Örneğin ücret için “ders veya danışmanlık alacağım” diye akademide yaşanan kavgaları bir düşünün; daha geçen hafta bir profesör bizlere “36 tane yüksek lisans öğrencisinin danışmanlığını yaptığını” gururla söyledi. Buraya, bu ve buna benzer yüzlerce örnek ekleyebilirim, her okuyan da bir o kadar örnek verebilir. Türkiye’deki akademinin en tipik özelliğinin, bu tarz örnekler üretmek olduğu zaten iyi biliniyor. Sonuç olarak böylesi örnekler, merkezinde akademik ahlâkın olduğu bir probleme doğru bizleri sürüklüyor. Neticede Türkiye akademyası, nedenleri farklı ve bu metnin sınırlarını aşan içerikleriyle birlikte, geneli itibarıyla, akademik değerler ve evrensel bilim ölçütleriyle alâkasını çoktan kesmiş bir görüntü arz ediyor. Bu yüzden, 12 Eylül’den sonraki vaziyeti ancak “idare eden” bir akademiyi bile, 2000’den sonra mumla arar olduğumuz rahatlıkla söylenebilir.

Diğer yandan, kendi açımdan “akademinin sefaleti” denebilecek en dikkate değer durumun, “özerklik” olduğunu da belirtmeliyim. Öyle ki, akademinin genelinde özerklik, sadece “tepedekilerin bağışlayabilecekleri” bir nimet biçiminde düşünülür. Bu yaklaşım da akademinin, her şeyden çok “hiyerarşik biçimde” algılandığı anlamına gelir. Oysa bu düşüncedeki bir akademisyen, kendisini ve yapabileceklerini iflah olmaz bir atalet içinde önemsizleştirmekte, türlü kişisel çıkarları (lojman, koltuk, kadro vb.) öncelemekte ve zaten kısır olan varoluşsal/özerklik kaynaklarını da iyice tüketmektedir. Dahası özerk olabilme, “kişisel çıkarlar karşısında feda edilebilir bir şey”; ancak “büyükler” verince, “olunabilen” bir istisna; “verilen” ya da “alınabilen” bir durum değildir. Kişi, kendi özerkliğini, kendi iradesiyle inşa eder. Burada irade göstermek, akademik işlevini kendi araçlarıyla yeniden üretmek ve gücünü kendi erkinden (çalışmaları, bilgi birikimi vb.) almak temel prensiplerdir.

Keza akademinin bugünkü sıkıntısı, bu sıralananlara sahip ol(a)mayan, hatta ne haberi ne derdi olan büyük bir kitlenin kendisini, “resmiyetin bir parçası olma” yarışına adamış olmalarından ileri gelir. Sonucu akademik konformizme varan bu insan tipi, resmiyet karşısında irade göstermekten oldukça uzaktır. Bu uzaklık, İhsan Doğramacı’nın elleri belinde ve yarı eğik biçimde Kenan Evren’in karşısında durup, “Ne emredersiniz Paşam?” dediği (tevatür değil, TV’den izlemiştim) günden beri artarak devam etmektedir. Günümüzde üniversite toplantı salonlarını hınca hınç doldurup, avuçlarını patlatırcasına siyasetçileri alkışlayan öğretim elemanları, nasıl oluyorsa artık, “üniversiteye siyaset girmemeli” düşüncesini de aynı bedende taşıyabilen kişilerdir. Eğer dün olduğu gibi bugün de, iktidarı/resmiyeti kutsama ölçüsünde alınacak payın büyüklüğü, pek çok “akademisyen”i heyecanlandırıyorsa, orada bilimden falan söz edemeyiz. Hangisi olursa olsun mevcut iktidarları alkışlama ve onların vereceği olası menfaatlerin peşindeki bir akademi, bilim insanı falan yetiştiremez, ancak siyasetçilerin sürmeye çalıştıkları tarlalar olabilir.

Bununla birlikte, günümüzde akademinin önündeki bir başka büyük dert de piyasalaşma meselesidir. Öğrencileri “müşteri, üniversiteleri “işletme” biçiminde düşünen, “gerçek bilim aslında böyle bir şey” yaklaşımı altında üretim ve kârlılığı dayatan bu neo-liberal saldırı, kendisine “akademisyenler”den de önemli bir destek sağlamış bulunuyor. Hatta geçtiğimiz yıl YÖK tarafından hazırlanıp Meclis’e gönderilen, politik çalkantılar dolayısıyla rafa kalkmış görünen ama ilk fırsatta yeniden gündeme geleceğine emin olduğumuz “Yeni YÖK Tasarısı” ile üniversitelerin işletmeye dönüşmesi de resmiyet kazanmış olacak. Üniversitelerin kamuya yönelik bir yarardan çok, sermaye kesimini memnun edecek meşguliyetler peşinde koşmasını zorlayacak bu tasarı ile gözde kamu (devlet değil) üniversitelerinin parçalanıp yabancı ortaklı sermaye gruplarına satılmasının da önü açılıyor. Ve tabi ki bütün bunlar “rantabl” olma/olamama, gibi neo-liberal söylemin dil oyunlarıyla meşrulaştırılmaya çalışılacak. İnsanî ve kamusal yararların aynı oranda göz ardı edileceği mevcut örneklerinden bildiğimiz bu vahşi işletme mantığının, önümüzdeki yılların en büyük problemi olacağı şimdiden söylenebilir.

Burada asla atlanmaması gereken bir durum da farklı meslek gruplarına ayrı zaman ve oranlarda yapılan zamların yarattığı husumetlerdir. Mevcut Hükümet’in iş başına geldiği günden beri, istikrarlı bir biçimde uyguladığı bu politika ile önce belirli bir meslek grubuna bir miktar maaş zammı verileceği basına duyurulmakta, sonra bu meslektekiler ile diğerlerinin sosyal medya veya forum sayfalarında atışarak birbirlerinden ayrışmaları ve husumet beslemeleri sağlanmaktadır. Meslekler arasındaki bağlılık ve güveni zayıflatan bu durum, örgütlülüğün önündeki en büyük engellerden birisidir. Üstelik politik iktidar, bazen de bir meslek içerisindeki herhangi bir birime (“Araştırma Görevlileri’ne %35 zam yapacağız” da olduğu gibi) vermeyi düşündüğü zam miktarını önceden açıklayıp, o meslek grubu içinde bile benzer parçalanmaları körüklemektedir. Böylesi parçalanmalar da emeği ile geçinenlerin sadece kendi mesleklerini ilgilendiren konularda tavır almalarına yol açarak, birlikte hareket edebilme imkânlarını iyice sınırlamaktadır.

Öte yandan, akademinin önemli bir meselesi de başta felsefe, sosyoloji ve tarih olmak üzere sosyal alanların ilahiyatçılarla doldurulmasıdır. Özellikle taşra üniversitelerinde, sıraladığım bu bölümlere yerleşerek ama asla “ilahiyatçı” olduklarını beyan etmeden, el yordamıyla dersler vermeye çalışan bu kesimin akademiye verdiği feci tahribat, orta vadede nasılsa ortaya çıkacak. “İktidar giderse ne yaparız?” tedirginliğiyle, akademinin (aslında kamunun) kaynaklarına ganimetçilik ile bakan bu resmiyete tapınma kliğinin, “doçentlik başvuru kriterleri”nde onca alan içinde en dip ölçütlere sahip olması da sizce tesadüf müdür?

Nihayetinde akademinin sorunları, tabi ki sadece bunlardan ibaret değil, fakat bu metnin sınırları bunların tümünü yazamaya imkân vermiyor. Son olarak, verilmesi düşünülen zammın “genç akademisyenlerin önün açacağı ve motive edeceği” düşüncesi ise romantizmden ibarettir. Böylesi romantizmler neticesinde, olsa olsa vekil ve bürokrat akrabalarıyla dolu, hatta üç neslin genetik olarak yerleştiği “aile üniversiteleri” ortaya çıkar. Bunlardan geriye kalan ise, analitik düşünce, eleştirel akıl ve özgürlüğün artan biçimlerde kaybı, konformizmin toplumsal yükselişi ve bilimin ölümüdür. Bilim ölürse, dogma yükselir. Akademinin sefaletinden, sefaletin akademisine doğru geçilir. İşte biz şimdi bu günleri yaşıyoruz.

* 26 Ekim 2014 tarihli BirGün Gazetesi Pazar Fikir ekinde yayınlanan yazım. Linki: http://birgun.net/news/view/akademinin-sefaletinden--sefaletin-akademisine/7804

23 Ağustos 2014 Cumartesi

İSPANYA GEZİ REHBERİ / Madrid, Toledo, Córdoba, Granada, Malaga, Almaden / 0rta (Castilla Bölümü) ve Güney (Endülüs Bölgesi) İspanya / Turistik ve Sosyolojik Yaklaşımlar II



Paris Gezi Rehberi ile "eleştirel gezi yazarlığı"na attığım adımın ikinci çıktısını da okuyacak olanların beğenisine sunuyorum. Geçen yılki ilk yazım bugün (24 Ağustos 2014) itibarıyla ve bir yıl içerisinde 11 bin'e yakın okuma oranına ulaştı, ki bu tanınmamış bir blog ve yazarı için fena bir rakam değil... Bakalım bu yazıyla da, aynı zirveyi yakalayabilecek miyim?

Bununla birlikte bu metin, öncelikle, İspanya’yı gezmek için gidecek kişilere yardımcı olmak amacıyla yazılmıştır. Buradaki tüm tespitler, kişisel gözlem ve deneyimlerimden oluşmaktadır. Dolayısıyla, subjektiflik içerebilir. Fakat her farklı gözlem ile her farklı deneyimin de (gözlenen üzerine bilgisi olmak ve bakmasını bilmek kaydıyla) kendi açısından bir “doğruluk payı”nı içerisinde taşıdığı da akla getirilmelidir.

Diğer taraftan, İspanya ile ilgili tespitlerim bu metin içerisinde yer alsa da, İspanya’da çektiğim görsel materyale bloğumun FOTOĞRAFLAR sayfasından (fotoğrafların üzerlerine tıklayıp, hem büyütebilir hem de ilerleyebilirsiniz) ulaşılabilir. Bir not daha, metin içerisinde, “renk değiştiren” kelimeler, sizi, konuyla ilgili LİNK’lere yönlendirmek amacını taşımaktadır.

Dahası, bu metin esasen iki bölümden oluşuyor. Birinci bölümde, Madrid, Toledo, Córdoba, Granada, Malaga ve Almaden’de gezip gördüğümüz yerlerin anlatımlarını, turist beklentilerine yanıt verecek biçimde ve kendi üslubumca şekillendirerek yazdığım, gezimizin geniş ayrıntılarını bulabilirsiniz. İkinci ve son bölümde ise, bu gezide görüp incelikle not aldığım bir takım turistik ve sosyolojik yaklaşımlardan izler bulacaksınız. Zaten bu bölümü, kendi alanımda özgürce kalem oynattığım bir kısım olarak da diğer bölümden ayrı tuttum. Ve laf aramızda bana göre, başka yerde karşılaşamayacağınız, rastlamanızın mümkün olmadığı gözlem ve tespitleri içermesi sebebiyle bu bölüm, bu yazının en değerli kısmını oluşturuyor. Metin, farklı farklı ayrıntılara girdiği için sizlere biraz uzun gelebilir, hatta epeyce zamanınızı da alabilir. Okumazsanız, kaybedeceğiniz hayatî bir şey yok ama tamamını dikkatlice okursanız, gezmeden önce epeyce şey öğreneceğinizi, gitmeden de bir kültürü az buçuk tanıyabileceğinizi iddia edebilirim. 



BÖLÜM I: ORTA (CASTILLA BÖLÜMÜ) ve GÜNEY (ENDÜLÜS BÖLGESİ) İSPANYA

Bu açıklamalardan sonra başlamak gerekirse, bizim İspanya seyahatimizin asıl amacı Erasmus Projesi çerçevesinde "akademik bir ziyaret" yapmaktı. Biz bunun yanına kültürel ve turistik bir geziyi de ilâve ettik. Bazı masrafları kendi cebimizden olmasına rağmen bu gün geriye dönüp baktığımda “iyi de yapmışız” diyorum. Proje kapsamında 7 kişilik bir grupla gittiğimiz için ilk yapacağımız işler, gidiş ve dönüş günlerimizi ayarlayıp, uçak biletlerimizi almak; transferler için araç seçmek (bu süreç bizi resmen tüketti); nereleri ve hangi günler gezeceğimizi plânlamak; nerede ve hangi günler kalacağımızı ayarlamak ve nihayetinde dönüş rotamızı çizmek oldu.

Tabi ki öncelikle uçak biletlerimizi aldık, sonra da kalacağımız yerleri belirlememiz gerekiyordu. Böylece, geçen yılın verdiği deneyimle booking.com adlı site, kalacak yer ayarlamak söz konusu olduğunda yine “en güvenilir” tercih olarak ortaya çıktı. Öncelikle internetten bir İspanya haritası indirdik ve en pratik, bizim için (gezmeyi düşündüğümüz yerler açısından) en işlevsel yolları, şehirlerde görmek istediğimiz yerleri ve bu yerlere uygun bölgelerdeki oda fiyatlarına bakmaya başladık. Grup 7 kişiden oluşunca otel seçeneği, doğal olarak bütçe ve beklenti farklılıklarını, hatta ayrışmalarını da beraberinde getirdi. Böylece beraber gittiğimiz arkadaş grubuyla, gezdiğimiz şehirlerde bazen “farklı otellerde kalma” gerçekliği de kendiliğinden ortaya çıktı.

Fakat burada eşimle benim tercihimizin her zaman “merkezdeki oteller” olduğunu belirtmekte özellikle fayda görüyorum. Çünkü, merkezdeki otellere gece başına 20-30 EURO fazla veriyorsunuz, bu bir gerçek, lâkin, istediğiniz saatte otele geri dönüyorsunuz; “son metro kaçta, acaba kaçırır mıyım?” derdiniz asla olmuyor; gün içinde aldıklarınızı otele geri dönüp bırakabiliyor, duş alabiliyor, kıyafet değiştirebiliyorsunuz; şehir merkezlerindeki 24 saat açık market ve restoranlardan dilediğiniz saatte yararlanabiliyorsunuz; meselâ sabah çevreden merkeze gelmek için vaktinizi harcamıyorsunuz; hatta geceleri keyifli bir ortamdan “dönmek zorundayım/dönmeliyiz” diyerek ayrılmak zorunda da kalmıyorsunuz vs. vs.

Diğer yandan, uçak biletlerimizi alındıktan sonra, belirlediğimiz yerleri gezerken transfer için büyük bir araç kiralamamız gerekti. Bu iş bizim için çok zorlu bir süreç oldu. 7 kişilik sayımıza uygun araç firmaların listesinde olmasına ve biz bu aracı kiralamak istememize rağmen, firmalar bize “istediğimiz araç o gün doluysa muadilini/benzerini verme” şartı koştukları için ve muhtemelen verecekleri araç eşyalarımızı (yedi kişinin eşyalarını düşünün) almayacağından dolayı, iki ayrı araç kiraladık ve turumuza iki farklı araçla devam etmek zorunda kaldık. Bu arada İspanya’da araç kiralarının Türkiye’den çok daha ucuz olduğunu söylemek zorundayım. Bizim gibi kiraladığınız aracı biraz incelikli seçerseniz, “bilinen bir firma olsun” (biz AVIS’i tercih ettik) derseniz, full kasko (cam ve lastik dahil) yaptırırsanız, “illâ ki 2. şoför” de olsun isterseniz, 6 günlük kira bedeli 750 TL civarı (Euro 2,90) oluyor. Üstelik bize verilen araç henüz 1 aylık, 8 bin km’de, otomatik vites ve dizel Seat Toledo’du. Yok “ben her türlü riski alırım”, “başıma bir şey gelmez, kasko full olmasa da olur”, “firma ve araç modeli de önemli değil”, “2. şoför olmayacak zaten” derseniz, 6 günlük fiyat neredeyse yarıya, 400 TL civarına iniyor. Yani birkaç şehir gezecekseniz,  size rahatlıkla “tren garlarında helak olmayın, kesinlikle araç kiralayın” tavsiyesinde bulunabilirim. Yollar ise mükemmel, hiç zorluk çekmezsiniz. Aşağıda, metnin ikinci bölümünde, bu konuyla ilgili ayrıntılı bir paragraf da yazacağım.

Bununla birlikte, bizim İspanya gezimiz 17 Mayıs - 25 Mayıs tarihleri arasında olduğu için, öncelikle hava sıcaklığından bahsetmek gerekebilir. Öyle ki, gezdiğimiz tüm yerlerde hava harikaydı. Gece ile gündüz arasında sıcaklık farkı çok fazla değildi, nem azdı ama Güney’e indikçe doğal olarak arttı. Bazı yerlerde aralı yağmur geçişleri olsa da bu gezimizi engelleyecek kadar uzun sürmedi. Hele ki sıcak, hiç değildi. Zaten giderken aldığımız bilgilere göre de İspanya’yı gezmek için en uygun zamanlar olduğunu öğrenmiştik. Meselâ yazın Güney kesimi çok sıcak oluyormuş. Eğer bizim gittiğimiz bu tarihlerde Orta ve Güney İspanya’ya gezi yapacaksanız, olağanüstü bir hava durumu olmadığı taktirde, tişört, gömlek, şort, ince yazlık bir ceket veya hırka sizin için yeterli olacaktır.

Öte yandan, biz bilet fiyatları daha uygun olduğu için PEGASUS Havayollarını tercih ettik. Aynı hatta THY biletleri kişi başına 700 TL daha pahalıydı, üstelik THY’nin saatleri, iç hat aktarmalarız için, hiç de uygun değildi. Yeri gelmişken bilhassa belirtmeliyim ki, Madrid’te tek havaalanı var. Barajas Uluslararası Havaalanı, Madrid’in Kuzey kesimine doğru düşüyor ve merkezdeki “Puerta del Sol” Meydanı’na 13 km uzaklıktaymış.

Böylelikle hazırlıklarımızı tamamladık ve 17 Mayıs sabahı, saat 9’da, İstanbul Sabiha Gökçen Havaalanı’nda yerimizi aldık. Vakitlice işlemlerimizi yaptırdık, fakat 10:15 kalkışlı uçağımız, yoğunluk sebebiyle, 11:15’te, yani 1 saat rötarla kalktı. Sonuçta Pilot’un özürleri eşliğinde havalandık. Uçak rotamız da oldukça ilginçti: Bulgaristan, Sırbistan, Bosna Hersek, Hırvatistan, İtalya, İsviçre, Fransa ve İspanya…

Fakat Fransa hava sahasına kadar gökyüzü parçalı bulutluydu. Fransız şehirlerinden Nice’ın, Marsilya’nın uçaktan fotoğrafını çektim; merak ettiğim yerlerden biri olan ve film festivaliyle ünlü Cannes’ı ve meşhur plajını da havadan gördük.

Buraları da kareledim (Sırasıyla, 1. kare: Nice; 2. kare: Cannes; 3. kare: Marseille, yanda görülüyor.)






MADRİD

İstanbul’dan Madrid, Avrupa’nın taa bir ucu, meridyen bakımından Londra’dan bile daha uzakta, zaten buradan sonra geriye bilindik bir tek Portekiz/Lizbon kalıyor. Bu yüzden yolculuk 3 saat 15 dakika sürdü, üstelik rötar bunun içine dâhil değil. Madrid’e inerken sarsıntı ve ani alçalmalardan dolayı epeyce bir heyecan yaşasak da sonunda bir biçimde de olsa uçağımız piste indi ama sonrasında nedense 20 dakika aprona girmek için havaalanında dolaştık. Barajas, güzel bir havaalanı, oldukça da basit. İçeride biraz yol aldıktan sonra pasaport kontrolüne sıra geldi. Pasaport kontrolü yapan memurlar oldukça güler yüzlüydü. Türkiye’den geldiğimizi anlayınca, Türkçe “hoş geldiniz” dediler.  Giriş yapıp, valizlerin alımından sonra, metroya yöneldik. Metroyu bulmak da zor değil, zaten işaretler sizi doğrudan metroya yönlendiriyor. Dışarıda havaalanı ringlerini de gördük ama metro hattı daha ucuz, daha pratik ve gideceğimiz yere yakın olduğu için bunları tercih etmedik. Havaalanı metrosunda biletler, otomatik makinelerden alınıyor. Yine de bilet konusunda asla paniklemeyin. Makineler Türkiye’dekine benzer bir sistemle çalışıyor, yani bilet almak oldukça basit. Üstelik bozuk para üstü de veriyor, hâlbuki bizimkiler en küçük kâğıt paradan yukarıya doğru tüm paranıza sahip çıkıyor.

Yanda Madrid Metro Haritası’nı paylaştım. Geçen yılki Paris gezimizden deneyimli olduğumuz için hiç zorluk çekmedik. Bu sebeple, Madrid metro hattıyla ilgili burada yeniden bir açıklama yapmayacağım. Çünkü, Paris’teki metro işleyişi nasılsa, Marid’te de tıpa tıp aynısı geçerli. Dileyenler şuradaki PARİS GEZİ REHBERİ başlıklı yazımı inceleyip, bu yazının hemen başlarındaki “metro hattı işleyiş” şekline bakıp, “metroyu nasıl kullanacaklarını” öğrenebilirler.

Havaalanından metroya binip, 2 aktarma yaptıktan ve aktarmalar dahil 15 dakika civarı yol aldıktan sonra, tam da Puerta del Sol Meydanı’nın ortasında metrodan dışarıya çıktık. Otelimizin konumu harikaydı, Meydan’ın 250 m yakınındaydı. Otele yerleştikten sonra çevreyi keşfe çıktık. Yaptığımız plân gereği, Madrid’e sadece 2,5 gün (dönüş noktamız yine burası olduğu için dönüşte de yarım gün) ayırabileceğimiz için, ben aşağıda sadece gezip gördüğümüz yerlerin anlatısını yapmayı tercih ettim. Şimdi düşünüyorum da böylesine kısa zaman zarfında yine de iyi gezmişiz.
 
PUERTA DEL SOL MEYDANI

Öncelikle Puerta del Sol Meydanı’ndan başlamak gerekirse, bu Meydan, Madrid’in göbeğinde, hatta daha güzel bir tabirle, sınıf noktasında yer alan, etrafında tarihi kiliselerin, cafe, bar ve restoranların, mağazaların, ünlü caddelere (meselâ Gran Via gibi), ünlü meydanlara açılan (meselâ Cibeles Meydanı gibi), kesinlikle görülmesi, gezilmesi gereken bir yer. Yerel moda markalarının yanı sıra fiyatları uygun olan H&M, Zara, Bershka gibi uluslararası markalar da burada bulunabilir. Beni çok da alakadar etmediği için, kısa bir bilgi verip geçelim. Ayrıca yakındaki hediyelik eşya dükkânlarında eski, tarihi ve yerel ürünleri de bulmak mümkün ama bu konuda aşağıdaki uyarılarımı da okuyun. Puerta del Sol’e, metroyla sadece 1, 2 veya 3. hatlarından ulaşılıyor. Hatta daha ayrıntılı olması için Meydan’ı mihenk noktası alarak, şuradaki Google/map/place’dan çevredeki görülecek yerlere ve yakınlıklarına bakılabilir.

Meydan, eski Madrid’in şehir kapılarından birinin alanına inşa edildiği için, “Puerta del Sol - Güneşin Kapısı” adı buradan geliyormuş. Tabi artık ortada “kapı” falan yok. Yarım daire şeklinde olan “Puerta del Sol”, günümüzdeki şeklini 1854 – 1860 yılları arasında yapılan yenileme çalışmalarına borçluymuş. Dahası bu meydanın Madrid’in en işlek noktalarından birisi olduğunu zaten ilk görüşte anlıyorsunuz. Kral III. Charles'ın at üzerindeki bir heykeli de (yanda) bu meydanın tam ortasında bulunuyor.

Üstelik tüm yerel ulaşım noktaları buraya açılıyor; festival ve politik gösteriler de burada düzenleniyormuş. Meydan, turistlerin ortak uğrak noktası (ortalık turist kaynıyordu), Madrid sakinlerinin buluşma yerişmiş (yani İstanbul Taksim, İzmir Saat Kulesi ayarında); dahası aklınıza hayalinize gelmeyecek gösteriler sunan sokak sanatçıları burada izlenebilir; hatta bizler birçoğuna rast geldik. Buradaki "pişmiş aşa su" ise, "bir ülkede ne kadar fazla sokak göstericisi varsa, o kadar işsiz ve göçmen vardır" formülünü anımsamak olsa gerek...

Bu ve benzer sebeplerden dolayı, bu meydan ayrıca hotel, hostel, turistik kalınacak yerler açısından da zengin bir yer. Puerta del Sol’un Güney tarafında “Real Casa de Correos” olarak bilinen yapıya ait bir de saat kulesi var. 18. yüzyılda postanenin bir parçası olarak inşa edilen saat kulesi günümüzde de hâlâ dimdik ayakta. Yeni yılda kutlamalar esnasında geri sayım yapılırken bu saat kullanılıyormuş. Eğer yılbaşında Madrid’deyseniz, kesinlikle Puerta del Sol’e gelip bu tecrübeyi yaşamalısınız.

Öte yandan, Casa de Correos’da bulunan bir kaldırım taşı da “sıfır kilometre” olarak kabul ediliyormuş. 1950 yılında yerleştirilen taş, 2009 yılında yenisi ile değiştirilmiş.

Bu binanın tam karşısındaki yani Puerta del Sol’de görülebilecek en önemli üç heykel de var. Bunlardan en ünlüsü şehrin sembollerinden “El Oso y El Madrono” (The Bear and the Strawberry Tree / Ayı ve Çilek Ağacı) heykeli... Bu heykel 2009 yılında meydandaki orijinal yerine taşınmış. Şehrin önemli sembollerinden biri olduğu için (Atletico Madrid takımının armasında da var), hemen hemen tüm hediyelik eşya çeşitlerinde Çilek Ağacına Tırmanan Ayı’yı görebilirsiniz. Hikâyesinin Madrid’deki tarlalarda gezinen ayılar ve bol miktarda yetiştirilebilen çilekten geldiği düşünülmekteymiş. Bu konuda değişik efsaneler olsa da bir diğer heykel “El Oso y El Madrono”, ünlü sanatçı Antonio Navarro Santa Fe tarafından yapılmış. Diğer heykellerin Venüs ve Diana’yı tasvir ettiğini söyleyerek bu paragrafı bitirelim. Yine de Paris sonrası bu heykeller çok sönük kalıyor bunu da belirtmeliyim.

GRAN VIA CADDESİ

Gelelim şehrin en önemli caddesi olan ünlü Gran Via’ya... Burası bizim Bağdat Caddesi gibi geniş ve çok hareketli, 2 km kadar uzunluğunda bir cadde. Bir ucu şehrin popüler meydanlarından PLAZA de ESPAÑA’ya, diğer ucu da şehrin en uzun caddesi Calle de Alcala’ya çıkıyor.

Gran Via, Madrid’in en önemli alışveriş bölgelerinden birisi olmakla birlikte (ünlü mağazaların tümü burada) ayrıca gece hayatıyla da oldukça popüler. Birçok bar, restoran, gece kulübü ve pub bu cadde üzerinde sıralanmış. Üstelik bu cadde, çok fazla tiyatro ve gösteri merkezine sahip olmasından dolayı, İspanya’nın Broadway’i olarak da biliniyormuş.

Caddenin en dikkat çekici olan yönü ise, çok katlı ama etkileyici mimariye sahip binaları ki bunlardan en meşhur iki tanesi Metropolis ve Telefonica binaları. Metropolis Binası, mimari olarak müthiş bir yapı, hemen dikkatinizi çekiyor (yanda güzel bir fotoğrafını yakaladım). Telefonica da güzel bir bina, fakat üzerindeki ışıklı reklâmlar genel silüeti bozuyor. Bir de Plaza de España’daki EDIFICIO ESPAÑA binasını da mutlaka görmelisiniz, bu yapı da dikkate değer...

PLAZA DE CIBELES

Gran Via’dan aşağıya inip Alcala Caddesi’ne çıkmışken, Madrid’in en önemli meydanlarından biri olan ve 1782’de yapılan Kibele Çeşmesi (Fountain of Cibeles) - Plaza de Cibeles’e de mutlaka uğramanız gerekiyor. “Plaza de Cibeles”, Madrid’teki ünlü meydanlardan bir başkası… Alcala Sokağı, “Paseo del Prado” ve “Paseo de Recoletos” arasında bulunuyor. Ventura  Rodriguez’in tasarladığı Charles III döneminde inşa edilen bu çeşme, mermerden ve neo-klasik tarzda yapılmış. Roma doğa tanrıçası Kibele’den adını almış. Madrid’in sembollerinden olan bu yer, yine hemen hemen tüm hediyelik eşyalarda rastlanabilecek bir simge...

Meydanda Fuente de Cibeles, yani bir Roma Dönemi Anadolu Tanrıçası olan Kibele Çeşmesi de bulunuyor. Zaten meydan da ismini, bu heykelden almış. Heykel çok orijinal, aslanların çektiği bir arabada Tanrıça Kibele’yi görüyoruz. İnsan bir Anadolu Tanrıçası’na ait heykeli kendi ülkesinde değil de Madrid’te görünce tuhaf oluyor, hatta öfkeleniyor. Medeniyetler beşiği olan bir ülkede, tek medeniyet ve onun militer sembolleri dışındaki tümünün dümdüz edilmesi (en hafif tabirle) ne hazin!

Meydanın dört bir köşesi 18. ve 20. yüzyılda inşa edilmiş sanat eserleri ile dolu. Plaza de Cibeles’de bulunan “Kibele Sarayı - Cibeles Palace” da görülmeye değer. 1777 yılında Alba Dükü tarafından inşa edilen saray Ventura Rodriquez’in tasarladığı Fransız tarzı bir bahçe ile çevrili. Aynı meydanda dikkati çeken bir diğer yapı İspanya Banka Binası - Espana Bank Building adıyla tanınan banka binası. 1882 – 1891 arasında yapılan banka binasının eski adları “Dük Sarayı - Palace of Duke” ve “Duchess of Bejar - Bejar Düşesi”ymiş. Ayrıca “Linares Sarayı - Linares Palace da Plaza De Cibeles”de burada bulunuyor. Barok tarzında inşa edilen bu yapı 1873 yılında yapılmış.

Bir de bu meydanda, tanrıça heykelinden ihtişamını gölgeleyen, mimarisi ve görüntüsüyle insanı oldukça etkileyen ve yapımı 1919’da tamamlanan “Palacio de Cibeles” ya da eski adıyla “Palacio de Comunicaciones” binası da var. Binanın içerisini, vaktimiz olmadığı için, gezemedik. Dışarıdan ise gerçekten muhteşem görünüyordu. Yanda çektiğim kareleri görebilirsiniz.

Bir not daha, Madrid takımlarından Real Madrid şampiyonluk ve kupa ile futbol zaferlerinin kutlamalarını burada yapıyor (meselâ tam döndüğümüz gün Şampiyonlar Ligi şampiyonluğu kutlamaları burada yapıldı). Atletico Madrid ise 500 m ilerideki, Prado Müzesi’nin yanındaki Plaza Lealtad Meydanı’nda (kısacası meydanlar bölünmüş durumda) kendi kutlamalarını yapıyor ki, geldiğimiz gün buna şahit olduk ve biz de katıldık. Yukarıda kutlamalar sırasında çektiğim videoyu ekledim. Full HD videonun siteye aktarınca ne hâle geldiğini de böylece görmüş olduk. Orijinali ise burada: https://www.youtube.com/watch?v=3inC6yr7i-w Ayrıntıları ise aşağıda detaylı bir biçimde yazacağım.

Son bir not: Plaza de Cibeles’e metro 2. hat ile “Banco de Espana” durağında inerek ulaşabilirsiniz.

PLAZA MAYOR

Madrid’in tarihi merkezinde bulunan ve saltanat kokan Plaza Mayor, bence ilk görülmesi gereken yerlerden birisi. Tıpkı Avrupa’daki diğer muadilleri gibi, ihtişamlı ve etkileyici bir meydan olarak “görülmesi gerekli yerler” listesinde sivriliyor. Okuduğum blog’larda, Brüksel’deki Grand Place’a benzediği de belirtiliyor. Burada dört bir yanı kırmızı renk ağırlıklı, balkonlu, birleşik binalardan oluşan, dikdörtgen şeklinde, günün her anı canlı bir meydan ile karşılaşıyorsunuz.

Plaza Mayor, ayrıca, oldukça da büyük de bir meydan. 129 m x 94 m ölçülerinde, yani bir futbol sahasından %30 daha büyük. Meydanı çevreleyen binaların alt katlarında da cafe, restoran, bar ve hediyelik eşya, antikacı dükkânları var.

Plaza Mayor, şehrin en eski yerleşim bölgesinde olduğu için, çevresindeki sokakları da gezmenizi özellikle tavsiye ederim. Biz bu meydanı gezerken, meydanın bir bölümüne büyük bir sahne ve dev bir ekran kurulmuştu ve yerel flamenko grupları, kalabalık bir seyirci kitlesine gösterilerini sunuyorlardı. Böylesi bir gösteriye şahit olmak gerçekten güzeldi.

PALACIO REAL (DE MADRID)

Plaza Mayor’un hemen yakınlarında  bulunan altın ve gümüş ile işlenmiş “Palacio Real de Madrid Real” (İng: Royal Palace of Madrid) ise, kraliyet ailesinin resmi sarayı, zaten kelime anlamı da “Madrid Kraliyet Sarayı” biçiminde kendisini buluyor. Madrid’in en büyük ve güzel yapılardan olan bu saray, Plaza de Oriente’nin de yanında yer alıyor. Batı Avrupa’daki en büyük saray olan “Palacio Real”, 1734 yılında yangından zarar gören eski Alcazar alanı üstüne inşa edilmiş. Eski şehir duvarları günümüzde hâlâ görülebiliyor.

Bu yapı, Filippo Juvarra tarafından, V. Felipe ve hükümdarlığı için inşa edilmiş. Saray, “Güzel Sabatini” ve “Campo del Moro” parkları ile çevrili, buralar gezince dinlenmek için oldukça ideal... Aşağısında ise, muhteşem bir orman mevcut ve manzarası da harika... Günümüz İspanya’sında “krallık”, toplumda, sadece sembolik bir şekilde yer aldığı için, 1738 yılında yapımına başlanan bu saray, artık sadece resmi törenler için kullanılıyormuş. Kraliyet ailesinin temsilcileri Kral Juan Carlos ve krallık ailesinin geri kalanı, Madrid’in hemen dışında yer alan, “Palacio de la Zarzuela”da yaşıyormuş.

Sarayın hemen karşısında bulunan Almudena Katedrali de, gezilmesi gereken yerlerden birisi. Yapımına 1883’de başlanmış ve 1993’te tamamlanmış. Kapalı olduğu için burayı dolaşamadık. 2004 Yılında bu katedralde kraliyet ailesinden Prens Felipe, eski TV spikeri Letizia Ortiz ile evlenmiş ve tören televizyonları başında tam 25 milyon kişi tarafından izlenmiş. Kraliyet ailesinden birilerinin, halktan biriyle evlenmeleri, lezzetli bir magazin olması nedeniyle, dünyanın her yerinde oldukça ilgi çekiyor.

Tekrar saraya dönmek gerekirse, Palacio Real içerisinde mobilya, halı, resim, seramik ve Tiepolo’nun önemli sanat ve fresk çalışmaları ve daha fazlası görülebilir. Sarayın gezi plânı, birbirinden güzel onlarca odadan oluşuyor. Giriş yerinden itibaren “girilmez” şeklindeki kırmızı şeritler sizi zaten direkt olarak çıkışa doğru yönlendiriyor (IKEA’nın gezi plânı gibi düşünün). Odalar muhteşem mobilyalar, tablolar, heykeller, kraliyet ailesine ait eşyalar, mücevherler ve bu aileye Dünya’nın farklı yerlerinden gelen hediyeler, harika halılarla dolu. Bildiğimiz "saray" yani...

Şöyle bir ayıklamak gerekirse, “Porsellona Room” ve “Gala Dinning Room” benim favori odalarım oldu. Fakat Kral ve Kraliçe’nin ikamet ettiği “Salôn del Trono” üzerine söylenecek bir şey olduğunu düşünmüyorum. Gerçekten bu salon için “muhteşem” lafı az kelime kalıyor. Salonun yerleşimi ve dekorasyonu bir tarafa, özellikle insanlar, hayvanlar, melekler, ilginç kuşlar, kötülüğü temsilen yarasalar, askerle, meyve ağaçları ile dolu tavan süslemelerine dikkat edilmeli. Notlarına göre salon, Giovanni Battista Tiepolo tarafından dizayn edilmiş.

İlginçtir, sarayı gezen turist kafilelerinin neredeyse tamamı rehberli tura katılan İspanyol turistlerden oluşuyordu. Kendi yaşadığı şehirdeki müzenin önünden bile geçmemiş bir ülke insanının anlaması zor tabi... Daha da enteresanı, kaç tane bebek arabası gördük ama ağlayan bir tane bile bebek yoktu. Nasıl bir bebek eğitimidir? Ya da bu çocuklara ne yediriyorlar arkadaş?...

Dikkatimi çeken bir nokta da şuydu ki, saray camları yıllanmış oldukları için doğal olarak pürüzlü bir görüntü arz ediyorlardı, bu da ışığın daha az içeriye girmesini sağlıyordu. Bize olaydı da verileydi ihalesi hükümet yanlısı bir camcıya, içerisi ışıl ışıl, değil mi yaa... Bu yüzden odalar ve ara holler daima loştu. Saray'ın ortasında bir de avlu var ama iç mekânlar ne kadar ihtişamlıysa, yapının dış mekânı da bir o kadar sönük ve gösterişsiz.

Benim için en feci durum ise, daha girişte fotoğraf makinemi gören görevli tarafından, “fotoğraf çekmenin yasak olduğuna” dair aldığım uyarıydı. Hâlbuki, iyi bir DSRL makineye sahibim ve flash’sız da gayet güzel kareler çekebiliyorum. Taşı, kuşu, sineği çeken "Capon turist" de değilim; birkaç güzel kare bana yeterliydi, yeter ki izin verselerdi, neyse artık... Oysa Giriş’te sarayın her odasının boy boy fotoğrafı olan katalogların satıldığı bir müzede, bir turistin çekeceği birkaç karenin nesi "yasak olur" anlaşılır gibi değil. Sanırım asıl amaç “katalog satmak” üzerinde düğümleniyor, illâ ki sinekten yağ çıkarılacak. Yine de ben birkaç kare çektim. Fakat her odada bir görevli olduğu için, gizli gizli de olsa güzel bir kare almak için çok zorlandığımı, bu yüzden 5-6 kez ciddi uyarılar aldığımı da belirtmeliyim. Hatta bu konuda, turist gezdiren rehberlerin hepsinin de (onların üzerine ne vazifeyse artık) “işbirlikçi” olduklarını da özellikle eklemem gerekiyor. Makinemde flash kullanmamama rağmen, hiçbir biçimde fotoğraf çekmeme izin verilmedi. Fotoğraf makinesini kaldırdığım anda beni ihbar ediyorlardı. Bu yasağı gezdiğimiz diğer müze ve saraylarda da gördük. İspanya bu konuda çok kötü ama sonuçta bize de yasak mı işler (bu sıradaki iç mekân karelerinin tümünü gizli çektim), daha onun farkına varamamışlar.

Sarayın bir de savaş aletleri bölümü var. Burası model atlar ve onların üzerindeki savaşçılar, toplar, kılıçlar, şövalye kıyafetleri, tüfekler, oklar, kalkanlar, tabancalar, zırhlar vb. ile dolu bir bölüm. Bazı zırhlarda, “arkadaş iyi yırtmış” dedirten, derin mermi çekirdeklerinin de izleri vardı. Buranın bir salonu silme asker ve savaş atıyla doluydu ki, sanki bir Haçlı ordusuyla karşılaşmışsınız hissi uyandırıyordu, içeriye girince alt çenenizin aşağıya düşme garantisini şimdiden verebilirim.

Yine de aman dikkat, bu bölüm, sarayın karşı cephesine denk düşüyor, fark edilmeyen küçük bir bina ve gezmek için yer altına iniliyor. Yani fark etmeden atlayıp geçme ihtimaliniz çok fazla ama “mutlaka görün” derim. Görevliyle köşe kapmaca oynayarak, hızlıca ve tam karelemeden gizlice çektiğim fotoğraflar yanda… Sonunda yine dibimden ayrılmaz oldu, tabi ki benim de gardım düştü.

Bir de Saray, “efsane burunlu” III. Carlos’un tablolarıyla dolu. Kırmızı ve patates burunlu bu adamın “kral” olmasının, vaktiyle bunların tümünü örttüğü de sanıyorum herkesin malumudur. Hatta kadınlara “seksi” bile gelmiş olabilir. Daha fazla okuyup bir “kral” olamadık mı demeliyiz? Sarayda ayrıca Velazquez, Goya, Giordano ve Mengs’un birçok meşhur tablosu da mevcut ve sanat zevkinizi arttırabilir. Bu çalışmaların Palacio Real’ı Avrupa’nın en önemli ve en çok ziyaret edilen yerlerinden biri yaptığı da zaten ortada. Örneğin; 2006 yılında 880.000 den fazla kişi sarayı ziyaret etmiş.

“Palacio Real” Ziyaret Günleri ve Ücretleri ile Ulaşım da şöyle:

Resmi kutlamalar ve resepsiyonlar dışında yılın hemen her günü açık. Bailen Caddesi’nde bulunan Palacio Real’e en yakın metro istasyonu Opera durağı... Palacio Real’in Google Maps üzerindeki konumu da şu… Madrid Card ile giriş ücretsiz. Tam bilet 10 Euro, rehberli bilet 11 Euro, indirimli bilet 5 Euro, Avrupa Birliği vatandaşları için ücretsizdir. Rehberli tur seçeneği mevcutmuş. Ziyaret saatleri ise şu şekilde:

Ekim – Mart: Pazartesi – Cumartesi, 09.30 – 17.00 / Pazar – Tatil günleri, 09.00 – 14.00

Nisan – Eylül: Pazartesi – Cumartesi, 09.00 – 18.00/ Pazar – Tatil günleri, 09.00 – 15.00

1 ve 6 Ocak, 1 ve 15 Mayıs, 12 Ekim, 9 Kasım ve 25 Aralık’ta ziyarete kapalıdır.

PRADO MÜZESİ

Prado İspanya’nın en çok ziyaret edilen müzesi olmakla birlikte Dünya’nın da en çok ziyaret edilen 11. müzesiymiş. 1819 yılında kurulmuş. Eski İspanyol Kraliyet koleksiyonuna ait, 12. ila 19. yüzyıllar arası Avrupa sanatının önemli parçalarına ev sahipliği yapıyor. El Greco, Velazquez, Goya gibi İspanyol ve Bosch, Rubens gibi Hollanda ressamlarının yapıtlarının yanı sıra, 7600 tablo, 1000 heykel, 4800 baskı, 8200 çizim ve 1000 para ile 2000 adet süs eşyası ve çeşitli sanat eserlerini içeriyor. Diğer bir önemli ve görülmesi gerekli yer de Reina Sofia Müzesi’ydi ama vaktimiz bu müzeyi görmeye yetişmedi. Belki bir dahaki sefer…

Diğer taraftan, maalesef bu müzede de fotoğraf çekmek yine yasaktı. “Yatılı okul mürebbiyesi” tipli 50’li yaşlardaki bir güvenlik görevlisi kadınla, müzedeki koşuşturmamız ise dillere destandı... Kadın “uyarılardan” etkilenmeyeceğimi sezmiş olmalı ki, bana feci biçimde taktı, yan gözle kontrol etmeler, uyarmalar vs. vs., sağolsun “bütün müzeyi beraber gezdik” denebilir. Hatta neredeyse kapıya kadar beni geçirdi. Benim “fotoğraf çekme” inadım, onun “çektirmem inadıyla” birleşince, işte bu komik durum ortaya çıktı.

Yine de şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki, eğer resim sanatına çok veya az buçuk ilginiz varsa, Prado Müzesi’ni mutlaka gezmelisiniz. Benim bu sanat dalına ilgim, oldukça sınırlı olmasına rağmen, nasıl etkilendiğimi anlatamam. Not defterime tek tek notlar aldım. Beni en çok etkileyen ressamlar ve tabloları ise şöyle:
Pedro Pablo Rubens (1577 - 1640): http://www.youtube.com/watch?v=BqTiNCiNxN0
Burada Rubens'e özel bir parantez açmam gerekiyor. Ben bir "sanat tarihçi" değilim, bu yüzden Rubens eserlerinin iç ayrıntılarını bilmem imkâsız. Sadece tablolarındaki ifadelerin (özellikle yüz ifadeleri), kişilerin, doğa tasvirleri ile nesne yerleşimlerinin beni çok etkilediğini söylemek zorundayım.

Özellikle şu "Saturno Devorando a Un Hijo / Saturn Devouring His Son / Çocuklarını Yiyen Satürn" tablosu (ki Prado Müzesi'nde mevcut) beni benden aldı. Bu alana da "vakit olsaydı da, kıyısından köşesinden girebilseydim" diye hayıflanıyor insan... Malesef insan ömrü çok ama çok kısa... :(

Francisco Rizi (1614 - 1685): http://es.wikipedia.org/wiki/Francisco_Rizi
Anthony Van Dyck (1599 - 1641):  http://tr.wikipedia.org/wiki/Anthony_van_Dyck

Son not: Müze sabah 10:00’da açılıyor. Önemli bir tüyo da “Prado Müzesi” için vereyim. Akşamları 18:00-20:00 arası girişler ücretsiz. Fakat üzülerek söylemeliyim müzenin yarısı, bu “ücretsiz seans”ta gezintiye kapatılıyor.

EL RASTRO

“El Rastro” ise, Madrid’in en büyük bitpazarı olarak "gezme listemiz"in ilk üç başlığında kendisine yer buldu. İflah olmaz bir bitpazarı delisi olduğum için, doğal olarak böylesi bir yeri kaçırmam mümkün değildi. Bu amaçla, sabah 8’de Sol Meydanı’ndaki otelimizden çıktık, 10-15 dakikalık bir yürüyüşten sonra, sora sora bitpazarını bulduk. Hâlbuki ilk başlarda pazarın girişi çok da umut vermiyordu, hani Yalova Yolu’nda “Şaşırmayın Birazdan Denizi Göreceksiniz” diye bir uyarı tabelası vardır ya, işte tam öyle oldu, ilk sokaktan döndüğümüzde birden muhteşem manzarayla karşılaştık, hemen söyleyeyim, burası çok büyük bir bitpazarı. Yanlı yönlü sokakların tamamı, Pazar sergileriyle tıka basa dolu durumda. Bu sergilerin içerisinde insan saatlerce kaybolabilir ki, bende de tam da böyle oldu. Bilhassa Puerta del Sol Meydanı’ndaki hediyelik eşyacılardan pek bir şey almamak lazım, aynıları burada yarı fiyatına satılıyor.

Pazarda yok, yok gibi… Aklınıza gelebilecek her türlü ürün mevcut. İzmir birpazarında gördüğüm full aksesuar "otel lobisi"nden sonra neye rastlasam şaşıracağımı zannetmiyorum ya neyse... Yine de pek çok bitpazarı görmüş birisi olarak ve ayrıca yaklaşık 25 yıllık bitpazarı deneyimimle şu tespitlerimi sıralayarak söyleyebilirim:

a-Bizim bitpazarlarına nazaran sanatsal eserler (tablolar, şamdanlar, hatta fil dişleri, cam eşyalar, heykeller, müzik araçları, porselenler, yemek takımları, plaklar, CD’ler vb.) oldukça fazlaydı. Fiyatları da maşallah yani… Gördüğüm kadarıyla bunların alıcısının da fazla olduğunu belirtmeliyim. İnsanlar genelde, sanki bu tür ürünlere aramaya ve bakmaya gelmişlerdi.

b-Pazarda en ucuz şeyler CD, plak ve kitaptı. Plaklar 1-2 EURO, en baba kitaplar 0,50-2 EURO arasında değişen fiyatlarla satılıyordu. Plaklar genelde İspanyol şarkıcılara ait eserlerdi. Ünlü rock grupları veya pop şarkıcılarının LP’lerine gelince işin renginin birden değiştiğini ve fiyatların 20 EURO'nun üzerine çıktığını da söylemeden geçemeyeceğim. Yine de fanatik bir plak koleksiyoncusu olmadığım, düzensiz aldığım için bütçeyi yine ucuzdan yana kullandım ve 1-2 Euro'ya yanda görülenleri LP'ler ile 0,50 EURO'ya 45'likleri toparladım. Hani almaya kalksan buna benzer çok LP, 45'lik vardı ama çok da gereği yoktu. Sonrasında bunları, onca yer gezdirip, aşırı bir dikkatle, Dersim'e kadar sağ salim getirdim. Birkaç ikon ve üzerinde Londra'daki Trafalgar Meydanı'nın eski halinin resmedildiği küçük ve eski bir tabak da aldım.
Kitaplar ise sudan ucuzdu. Zaten bu Avrupa'da en ucuz şey, ikinci el kitaplar; lâkin çok fazla vaktim olmadığı için, çok ayıklayamadım, bakamadım. Elime gelen ve 1887 basımı 2 EURO’luk büyük ciltli “İspanya Tarihi” kitabını almadığıma ise hâlâ çok pişmanım. Bu yaşa geldik hâlâ şu kuralı öğrenemedik: Buldun mu alacaksın!... Kitap İspanyolca’ydı ve içki getirme hesabıyla (kitap nereden baksan 2 kg civarıydı) “bagaj hakkını aşacağım” diye alamadım. İspanyolca okuyacağımdan değil de, çizgi resim hayranı olduğumdan dolayı; içindeki harita, gravür ve resimler çok güzeldi. Selâmlarınız bizlere yurtdışından şişe şişe alkol taşıtan zorba zihniyete gelsin… Aşağıdaki bölümde, ülke içinde satılan alkolü içkilerin yurtdışındaki fiyatlarıyla da kabaca bir karşılaştırma yaptım, meraklısı oradan da bakılabilir.

c-Pazarda çizgi roman severlere özel, ayrı bir bölüm vardı ve antikasından tutun da, dergisine, yeni baskı yapılan yayınlara kadar her şey bu bölümde mevcuttu. Nasıl bir güzellik anlatamam. Böyle bir görüntülü en son 1980'lerin sonunda İzmir'in Çankaya'sında kurulan bitpazarında rastlamıştım. Benim için nostaljik ve heyecan vericiydi.

Malesef eserlerin çoğunluğunun yine İspanyolca olduğunu üzülerek belirtmeliyim. Vakitsizlikten (çünkü gruptaki arkadaşlarımızla buluşacaktık) yine yeterince bakamadım, ayıklayamadım.

Üstelik antika çizgi romanlar da vardı. Yandaki TARZAN'da görüldüğü gibi… Böyle yerler her zaman sürprizlere açık oluyor, Türkçe bir şeyler veya Türkiyeli yazarlar/sanatçıların Avrupa baskılı eserlerini bulma umudum da, ayrıntılı bakamadığım için suya düştü.

d-Dahası bizde "bitpazarı" dendiğinde silme erkek dünyası akla gelir. Madrid’teki pazarın yarısı da kadındı. Her yaştan insan, merakı neyse ona uygun bölümlerde ve sergilerde hem alışveriş yapıyor hem de mal satıyordu. Zaten Avrupa’da nereyi gezdiysem, hayatı müşterek paylaşınca ortaya çıkan tablonun güzelliğini gördüm. Tabi bunun için de “bakmasını bilen bir göz” lazım! Keza daha Avrupa’da uçaktan inice “vatanım” diye tuturanların, Avrupa’ya gezmeye neden/niçin gittikleri sorusu da apayrı bir makalenin konusu olabilir.

e-Yine pazarda futbolcu kartlarının değiş tokuş edildiği, satın alındığı koca bir meydana da burada şahit oldum. İnsanların merak ve heyecanlarını size anlatamam. “Kartlardan seri yapacağım” veya “eski/yeni eksik futbolcu kartımı bulacağım” diye koca bir kitlenin nasıl dalgalandığını görmeliydiniz. 7 yaşından 75 yaşına kadar, kadınlı erkekli, çocuk, yaşlı veya genç bu insanları izlemek, gerçekten ilgi çekiciydi. Tabi burada da kural değişmiyor. Futbolcu albüm kartı ne kadar eskiyse, bulunması bir o kadar zor, fiyatı da bir o kadar pahalı oluyor. Oğluyla futbolcu kartları yığını içerisine dalmış bir annenin, oğlu kadar neşeli hâli beni derinden etkiledi. Çünkü ilk ergenlik dönemlerimde bitpazarından aldığım türlü şeyleri “annem görmesin, kızar” diye gizleye gizleye eve sokuyor, evde de dip bucak saklıyordum. O gün bu gündür ne annemle ne de babamla böyle bir heyecanı yaşayamadım. Derin bir yerlerde, burun sızlatan kalıcı bir iz kalmış demek ki…

f) Bu bitpazarında bizdeki gibi, hani "karıştır-parçala" diye bağırılan, yer sergileri de mevcut. Buralarda 0,50 ile 1 EURO arasında bir sürü mal var. Çoğu da tıpkı bizdeki gibi çer çöp olsa da, karıştırmak heyecan vericiydi. :)) Ne ikonlar vardı, hiç anlatmayayım ama Türkiye'ye nasıl geleceklerdi, yine hiç bilmiyorum.

Biz, vakitsizlikten, pazarın ancak yarısını gezebildik; fakat El Rastro’da satışın yapıldığı ana bir cadde olsa da ara sokaklarda da beğeninize ve ilginize uygun, mutlaka değerli şeyler bulabilir. Civardaki pek çok antikacı dükkânı da beklentileriniz için farklı seçenekler sunuyor. Bir şey satın almayacaksanız bile pazar her adımda size renkli bir dünyalar bekliyor.

Eskiden pazarlar kullanılmayan antika eşyaların satıldığı ya da değiştirildiği bir yerdi. Günümüzde ise ikinci el ürünlerle birlikte yeni ürünler bulmak da mümkün. Yeni elbise, takı, çanta, poster, ayakkabı, hatta makyaj malzemeleri ve dekoratif ürünler talep gören ürünler olarak sıralanabilir. Getirme imkânım olsa yandaki “gaz maskeleri”nden alacaktım. Malum, son dönemde "temel ihtiyaçlar" arasına girdi.

Pazarda dolaşırken birilerinin arayıp da bulamadığı, rüyalarında gördüğü ve görüp de gerçek sandığı, UEFA'ya gidip gidip geldiği, CAS'ın kapısında yattığı "kupa"ya tezgâhların birinde rastladık. Fırsat ve imkânları varken buraya gelip alıp götürsünler, yoksa yarın bunu da bulamayabilirler.

El Rastro’da alışveriş yaptıktan sonra “La Latina” Bölgesi’nde oturup dinlenmeniz ve bir şeyler içmenizi tavsiye edebilirim. Burası Madrid’in en eski yerleşim yerlerinden birisiymiş. El Rastro konusunda dikkat edilmesi gereken bir nokta da kalabalık nedeniyle yan kesicilik olaylarının yaşanması ihtimalinin olması. Yine alışverişe giderken yanınızda yüklü miktarda nakit ve değerli eşya götürmemenizi tavsiye ederim. Benim cüzdanı gören bir pazar esnafının gözleri yerinden fırlayacaktı ama hiç tenha yollara sapmadık ve cüzdan kapı gibi sağlam bir yerdeydi.

Pazardaki bir tezgâhta da (yanda) asla bir araya gelemeyecek ikiliyi (Maradona ile Pele) tişörte basmışlardı; Zidan da araya katılmış. Komik ve ilginç... Sizlere yine bir uyarı, bence bitpazarına öğleden önce çok kalabalıklaşmadan gitmeniz yararlı olacaktır. Buradan arkadaşlarına hediye götürmek isteyen ama "ne alayım?" diye kendi kendine soranlara ufak bir tavsiye, pazarda bir posterci var. 1 m'ye 60 cm ebatlarında flamenko dans gösterisi veya boğa güreşi resimleriyle dolu posterlere arkadaşınızın ismini mürekkep baskı ile yazıyor. Bence ortaya harika bir hediye çıkıyor, öneririm.

El Rastro'nun açılış günleri ve saat aralıklarıysa şöyle: Sadece Pazar sabahları ve resmi tatil günlerinde (09.00 – 16.00 arasında) açık olan pazar “Calle Embajadores” ve “Ronna de Toledo” arasında bulunuyor ve buraya metro 5. hat ile “La Latina” ya da “Puerta de Toledo” istasyonlarında inerek rahatlıkla ulaşılabilir.

Madrid’te iki gün böyle hızla geçti. Arada 2-3 kilise, birkaç meydan ve yapı gezip gördük ama onları da belirtmeye gerek yok. Zaten yazımın ikinci bölümünde, bu türden ufak notlara,  mutlaka sıra gelecek. 

ALMADEN

Ertesi gün sabah erkenden (Pazartesi) kalktık ve Gran Via Caddesi üzerindeki AVIS acentasından aracımızı aldık. Erasmus Anlaşmamız’ın olduğu ve buraya gelmemize vesile olan Almadén’e doğru yola çıktık. Aracı, acentanın 100 m yakınında olan bir yer altı otoparkından alıyorsunuz. İç ve dış yıkamayı yapıp, tertemiz biçimde, “yarım depo dolu” olarak veriyorlar. Şehirden ayrılırken Madrid’in çeperini de görme fırsatımız oldu. Hani gözünü bağlasalar insanın ve ilk burada açsalar, “İstanbul’un dış semtlerinden birinden geçiyoruz” sanırsınız. Binalar yapılaşma, o kadar benziyordu ki, bizler de şaşırıp kaldık.

Kahvaltı için durduğumuz süre dâhil 3,5 saatlik yolculuktan sonra Almadén’e ulaştık. Burası 20 bine yakın nüfusuyla küçük bir şehir, küçük de bir üniversitesi var; bizim meslek yüksek okulu ayarlarında. Otelimize yerleştikten sonra üniversiteye geçtik. Bizi Almadén Üniversitesi Erasmus Koordinatörü Prof. Dr. Demetrio Fuentes karşıladı. Güler yüzlü, sevecen bir insandı. Öncelikle üniversiteyi gezdik. Sınıflar, atölyeler, laboratuarlar bizlerden farklı değil. Zaten istediğiniz kadar güzel binalar yapın, insan malzemesi neyse ancak o kadar "bilim" üretebilirsiniz. Okulda “final dönemi” olduğu için pek öğrenci yoktu. Bulduğumuz öğrencilere de küçük bir “tanıtım sunumu” yaptık. Bu üniversitede Türkiye’den de Erasmus öğrencileri vardı. Onlarla sohbet ettiğimizde, “memnun olduklarını” söylediler.

Almadén şehri, adını da aldığı, madencilikle ünlü bir şehir, dolayısıyla üniversitenin de en kıymetli bölümü “maden mühendisliği”… Tabi ki bu bölüme ayrı bir önem verdiklerini tahmin etmek de zor değil. Prof. Fuentes bizlere üniversiteyi gezdirdikten sonra, hem bizimle sohbet etmek hem de bizlere bir şeyler ısmarlamak istediği için üniversite kantinine geçildi.

Kantin yanda görüldüğü gibi oldukça küçük ama benim dikkatimi çeken şey, burada bira satılıyor olmasıydı. Demek ki buradaki üniversite gençliği sarhoş(?), edepsiz(?) ve ahlâk yoksunuydu(?); hocaları da bir o kadar sorumsuz(?) ve öğrencileriyle aynı masada bira içecek kadar düşük(?) insanlardı; üstelik belli ki İspanyol politikacılar gençliğe hiç önem vermiyorlardı(!). Şimdi bakar mısınız, bu gençler burada “demlenecek” derslere sarhoş gelecek, ona buna sataşıp sınıfta kavga çıkaracaklar(?), ders işlemek mümkün olmayacak aman dostlar başına... Bir de muhafazakâr zihniyetin bilinçaltı fantezilerinin biricik konusu kızlı-erkekli mevzular var tabi ama ona şimdi hiç girmeyelim. Şaka bir yana, doğal olarak bunların hiçbiri vuku bulmuyor. Bunlar ancak İslâmcılar’ın topluma yaydıkları ezeli korkular... Hangi alkol, insanları diri diri yakan, kafa kesen bir IŞİD'liden daha kötü olabilir ki? Ha bir de "gerçek İslâm" mevzusu var, değil mi? Ben uzatıp, karıştırmayayım, siz şu LİNK'e bakın! Unutmayın, dışarıdan bakanları okumak, yarar sağlar!…

Neyse, Prof. Fuentes defalarca Türkiye’ye gelmiş, uzun süreler kalmış bir insan… Ülkemiz gündemine de oldukça hâkim. Sohbet esnasında benim Gülen ve Cemaati üzerine eleştirel olarak çalıştığımı öğrenince bana “special man!!!...” dedi. Hepimiz güldük! İşte adam bu derece biliyor bizim gündemi... Dahası, biz onunla görüştüğümüzde "Soma Katliamı" gerçekleşeli sadece 5 gün olmuştu. Prof. Fuentes’in olaydan daha ilk günde haberi olmuş. Bir maden şehrinde yaşayan, bir maden mühendisi profesörün, iki tespiti aynen şöyleydi:

1-Ülkenizde hangi alan olursa olsun “iş güvenliği” diye bir şey yok.

2-Politikacılarınız aklını kaçırmış.

Önemli de bir bilgi verdi bizlere: İçi dışı maden ve onun yan sektörleri olan bir şehirden en son ölümlü iş kazası 1905 yılında olmuş ve beş madenci ölmüş. Bundan sonrasını artık siz düşünün…

Prof. Fuentes ile sohbetimizi tamamlayıp, yarın için sözleştik ve Almadén’i keşfe çıktık. Burası da, tıpkı diğer İspanyol yerleşim birimleri gibi sanki terk edilmiş izlenimi uyandırıyordu. Sokaklar bomboş, evlerin kepenkleri çekilmiş. Tek tük insan ya var ya yok, iki tur atsan bitecek öyle bir ufak şehir işte… Zaten akşam oluyordu, bir yerde yemek yedikten sonra otelimize çekildik. 

Ertesi gün yine Almadén Üniversitesi’ndeydik ve Prof. Fuentes ile birlikte buradan şehrin önemli ziyaret yeri, Maden Müzesi’ne geçtik. Dışarıdan bakınca Müze'nin bir albenisi yoktu, sıradan bir yer görüntüsü taşıyordu. İçeriye girince biraz umutlandık. Müze dört ana bölümden oluşuyordu. Birinci bölümde, maden yatağının katlarını gösteren krokiler, hediyelik eşyalar, çıkarılan çeşit çeşit madenlerin sergilendiği salonlar, eski fotoğraflar ve madenci eşyaları var.

Rehber eşliğinde geçilen ikinci bölümde ise, eski maden makineleri, madenin ve madencilerin çalışma sistemleri fotoğraflar yardımıyla sergileniyor. Bu bölümde madene inmek için kıyafetler hazırlanıyor, giyiniyorsunuz. Rehberiniz sizlere güvenlik önlemlerinden bahsediyor ve maden içerisine inince neleri yapmanız ve yapmamanız konularında bilgilendirmede bulunuyor. (Madenin üç boyutlu grafiği yanda)

Sonra müzenin üçüncü bölümüne yani maden çıkarılan yere, bir asansör vasıtasıyla indik. Rehberimiz bizi 70 m’ye kadar indirdi. Aşağısı 8 - 10 derece civarındaydı. Tedarikli gelmeyen (nasıl bilecektik ki?) arkadaşlarımız epey zorluk çekti. Rehberimiz çok sempatik, İngilizcesi de basit ve akıcı olan genç bir kadındı. Hiçbir sorumuzu da karşılıksız bırakmadı ve ayrıntılı olarak yanıtlar verdi. Bir madende neler yapılıp, nelerin yapılmayacağını, madenin tarihçesini, nasıl yaşandığını, olası kazalara karşı nasıl tedbirler alındığını, nasıl çalışıldığını, çıkarılan madenlerin nasıl transfer edildiğini, madenci eşyaları, kıyafetleri, makineleri ve teçhizatlarının ne gibi işlere yaradığını ve daha bir sürü bilgiyi burada dinledik.

Maden çıkarılırken rastlanan (bize anlatıldığı şekliyle) 3 milyon yıllık balık fosilini de gördük. (Bu müzede çektiğim bazı fotoğrafları yanlarda görebilirsiniz.)

Madenin son bölümüne madenci treni ile geçtik, evet bu külüstür, "hurda yığını" gibi gördüğünüz şey aslında fişek gibi çalışıyor, manuelin gözünü seveyim; hoş bir deneyimdi çocukça şendik. Son ve dördüncü bölüm diğerlerine nazaran oldukça düzenli bir başka müzeydi.

Araçlar, makineler, videolar (sinevizyon gösterisi de vardı) ve fotoğraflar eşliğinde, çıkarılan madenlerin nasıl öğütüldüğünü, özellikle civa bakımından zengin olan bu bölgede elde edilen civanın sıvı hâle gelesiye kadar hangi işlemlerden ve nasıl geçtiği sergileniyordu. Yine burada, madenden çıkarılan deniz hayvanlarının küçük fosillerinin de sergilendiği bir bölüm vardı. Müzeyi gezmemiz üç - üç bucuk saatimizi aldı. Çıktıktan sonra yeni rotamız 125 km mesafedeki Córdoba şehriydi.

CORDOBA

Bir saatlik araba yolculuğundan sonra Córdoba’ya (Emeviler zamanındaki adı: Kurtuba) ulaştık. Şehirde tipik bir Akdeniz havası seziliyordu. Oysa gezdiğimiz diğer iki yerde bu duyguyu hiç yaşamamıştık. Güney’e inmiş olmanın getirisi miydi, bilemiyorum artık… Ayarladığımız otel yine şehrin merkezindeydi, hani “merkez” dedik ama ilk kez “otel bazen, bu kadar da merkezî yerde olmasa da olurmuş” ruh halini burada yaşadık.

Öyle ki otelimiz, Kurtuba Camii’nin / Katedrali’nin tam da karşısındaydı. Yandaki fotoğrafta daha net görülüyor ("Hotel Conquistador Cordoba" yazan yer, yapının sağ sırasına düşüyor).Otelin çevresini şöyle bir tahayyül edin, Camii etrafını saran, Córdoba’nın klasik mimarisine ait o en fazla iki katlı evler ve burada kentsel doku hiç ama hiç bozulmamış. Bu sebeple, sokaklar arabaların geçmesi için çok dar, ancak dikiz aynalarını içe alarak geçebiliyorsunuz; hele bir de yanlış sokağa girdiyseniz (ki biz girdik) yandınız. İleriye gidip aynı yerleri bir daha geçmektense, polise, turiste, esnafa inat ters yöne daldık ve kan ter içinde otele ulaştık. Yaşadığımız (hele ki arabayı kullanan arkadaşımızın halini bir düşünün) stresi anlatamam. Biz şimdi de “arabayı nereye bırakacağız” diye dertlenirken, şansımıza otelin oto parkı varmış. Bir geceliği 12 EURO’ya bu işi de kapattık. İnanın, 30 EURO da olsa “o sokaklara bir daha girmek mi?”, yoksa 30 EURO ödemek mi?” diye sorsalar,” EURO’lar helâli hoş olsun” derdim! İşte öylesine stresliydi…

MEZQUITA CORDOBA veya KURTUBA CAMİİ (/KATEDRALİ)

Eşyaları bırakıp dışarıya çıktığımızda zaten gidilebilecek ilk yer karşımızdaki Kurtuba Camii’ydi. Cami, şehrin en görkemli yeri olan Yahudi Mahallesi’nin (/Jewish Quarter) içerisinde bulunuyor. Yapı, ortasında büyük bir avlusu olan, kiliseye dönüştürüldükten sonra bir de “çan kulesi” eklenen, devasa bir eser. Bahçe duvarlarına tutturulmuş tarihi kalıntılarda ise, eski Cami’den kalan/kurtarılmış tahta oymalı, Arapça yazılı ve işlemeli parçalara da rastlıyorsunuz. Neticede savaş ve din kavgalarının, Dünya ve insanlığa verdiği zararı anlatmaya gerek yok.

Diğer yandan, WEB’deki şu yerden derlediğim bilgiler de yapının tarihi hakkında bizlere fikir verebilir:

İspanya’nın Cordoba (Kurtuba) şehrinin ortasından geçen Guadalquivir (Vad’il Kebir) ırmağının kenarında, 8 yy.'daki Arap-Afrika mimari tarzı ve süsleme stilini yansıtan, aynı zamanda Emevilerin de Endülüs topraklarında inşa ettikleri ilk görkemli yapıdır. Mezquita Endülüs Devleti’nin başşehrinde olması sebebiyle devletin de en görkemli camisiymiş. Asıl ismi La Mezquita Aljama de Cordoba olan ve İspanyolcada Arapça مسجد “Mescit” kelimesinden türemiş Mezquita adıyla bilinir. I. Abdurrahman tarafından 786’da tarafından temelleri atılan farklı dönemlerde eklemeler yapılarak 10. yüzyılda tam olarak tamamlanıyor.


Caminin kare minaresinin kenarları 8.48 m’dir. Uzunluğu 180, genişliği 135 m’dir. Alanı ise 24.300 m²’dir. … Harika hesaplamalarla ve sadelikle sıralanan sütunlar 19 paralel yol, bu doğrultuya dik 36 adet yolu dik açıyla kesiyor. Sütunların çoğu granitten, bazıları da çeşitli taşlardan yapılmıştır ve tuğlalardan ve beyaz taşlardan meydana gelen kemerleri destekliyor. Bu kemerleri hurma ağaçlarına benzemesine bir sebebte aralardaki kırmızı taşlar olsa gerek diye düşünüyorum. Camii tamamlanınca (avlu ile birlikte) 180 m. boyuna, 130 m. enine, yani toplam 23.400 metrekareye ulaşır. Bu sebeple uzun süre tüm İslam âleminin en büyük camii olarak kalmış…
Cami’nin mihrabı, II. Hakem dönemindeki genişletmeler sırasında yapılmış. Buradaki en göze çarpan özellik diğer camilerde duvarda açılmış bir mihrap varken, burada ayrı bir oda olarak göze çarpması. Mihrabın iç bölümündeki bu odada zemin, altıgen biçiminde ve köşelerdeki duvarların üzerine her biri üç boğuma sahip at nalı şeklinde süslemeler yerleştirilmiş. Fakat asıl önemlisi mihrabın üst kısmındaki kubbenin süslemeleri. Sekizgen bir tavanın istiridye motifleri ile süslenmiş kubbeli tavanı çepeçevre kufi yazılarla işlenmiş. Mihrabın giriş kemeri üzerindeki süslemelerin mozaikleri ise o zamanki Bizans’tan getirilmiş. 13. yüzyılda Kurtuba şehrinin düşmesiyle Cami’nin içine İspanyollar bir katedral inşa etmeye başlamışlar. Mihraba paralel pozisyondaki 6 koridor içinde birçok sütun yıkılarak şuandaki haline çevrilmiş. Ortaya çıkan ilk sonucu gören V. Carlos’un: ‘Dünyada bir benzeri bulunmayan bu güzel eseri böylesine tahrip edeceğinizi bilseydim, hiç size izin verir miydim? Sizin yaptığınız bu kilisenin benzeri her yerde bulunabilir ama bu caminin bir benzerini yeniden yapma imkanı yoktur.’ dediği de rivayet ediliyor.”

Biz ulaştığımızda Cami’nin içi turist doluydu. Daha çok turlarla gelen turist kafilelerine rastladık. Başlarda GİRİŞ kuyruğu insanı korkutsa da, sıra hızla ilerliyor. Cami’ye giriş 8 EURO, bence oldukça makul bir fiyat. Hatta içeriye girince, “az bile alındığını” düşünebilirsiniz.  Cami’nin sütunları sizi sizden alıyor. Cami içerisinde binden fazla sütun olduğu söyleniyor. Cami’ye girer girmez dikkatimi çeken şeylerden birisi de mimari yapısı yüzünden, içerisinin oldukça ferah ve havadar olmasıydı. Caminin temelini teşkil eden sütunlar ve at nalı kemerlerden oluşan taşıma sistemi, yapıya mükemmel bir hava veriyor. Kemer sisteminin, her ne kadar Şam’da camii kemerlerinden esinlenildiği söylense de, Kurtuba Camii’nde ilk defa üst üste iki kemerli bir yapı tekniği kullanılmış.

Cami içerisinde flaş’lı çekime ya da tripod’a izin verilmiyor, buna da şükür... Bunların dışındaki teçhizatla çekim yapılabilir. (Çektiğim karelerden bazıları yanda) Çekim yaparken aşırı kalabalık, karelemede sorun yaratıyor. “Cami boşalır” diye hiç beklemeyin, bilakis dolup dolup boşalıyor. Yapının göze çarpan bir başka özelliği de avize, kandil ve şamdanları… Vaktiyle cami, 113 avizedeki binlerce kandille aydınlatılıyor, bu kandiller için her yıl takriben 20 ton zeytinyağı alınıyormuş. Ayrıca, caminin kokulandırılması için öd ağacı ve amber kullanılıyormuş.

Katedralin içerisindeki bir başka ilginç durum ise, şapel kısımlarının hepsinin demir parmaklıklarla çevrili olması… Bunun sebebini sorduğumuzda Napolyon ordularının işgali sırasında burada bulunan değerli mücevher ve eserlerin yağmalanmasını engellemek içinmiş. Engelleyebilmişler mi acaba?

Cami’nin, Kiliseye dönüşmüş şeklinin, tam ortasında rahiplerin ayin yönetecek şekilde sıralandıkları bir oturma grubu var. Hepsi de tahtadan (sanırım ceviz) olan ve ince işçilikle yapılmış muhteşem iskemlelerden oluşan bu bölüm, Hıristiyanlık sembolleri ve süslemeleriyle dikkatinizi çekiyor. Yapının bir bölümü, camekânlar içinde altın ve gümüş eşyaların sergilendiği bir alana çevrilmiş. Bir başka bölümde ise, yapının tadilat halindeyken çekilen fotoğrafları ile ilk hallerinin tahta maketi var. Eğer Córdoba’ya yolunuz düşerse, bu muhteşem eseri görmeden gitmemenizi tavsiye edebilirim. İzleyebilmeniz için şu LİNK'e içeride çektiğim bir videoyu yükledim: https://www.youtube.com/watch?v=xp0sGZyxN_A Biz yararlanamadık ama sizlere bir de müjdem var, müze sabah 08:30 – 09:30 arası ücretsiz gezilere açıkmış. Bir de şu link'te Cami/Katedral'in güzel bir sunumu var.


PALACIO de CONGRESOS / KONGRE BİNASI

Cami içerisini yaklaşık 2,5 saat dolaştıktan sonra dışarıya çıktığınızda, sizi hemen yanı başındaki Placio de Congresos/Place of Congresses/Kongre Binası karşılıyor. Büyük bir kapıdan girilen, iki katlı olarak inşa edilmiş, ortasında bahçesinde limon ağaçları, taş süslemeleri ve sütunlarıyla oldukça sade bir yapı olan bu bina günümüzde (adından da anlaşılacağı gibi) kongreler ve toplantılar için kullanılıyormuş. Zaten biz gezerken de içeride bir toplantı vardı. Gezmenizin yarım saati bile almayacağı bu yapıyı, geçiş güzergâhınız üzerinde olması sebebiyle, yine de görmelisiniz.


ALCAZAR de Los REYES CRISTIANOS / FORTRESS of THE KING / KRALIN KALESİ

İşte Kurtuba Camii’den sonra “mutlaka gezmelisiniz” diyebileceğim yegâne bir yer de burası. Kurtuba Camii’ne yürüme mesafesiyle 8-10 dakika mesafede, sadece şehir manzarası ve bahçesi için bile görülmesi gerekli bir yapı olan bu Kale’nin giriş ücreti kişi başına 4,5 EURO…

Kale’nin iç mekânında pek bir şey yok. İçerisindeki heykeller, tablolar ve eşyalar, daha önce gördüklerimiz yanında oldukça sönük kalıyor. Hatta bu yüzden ilk anda öylesine hayal kırıklığına uğradık ki, avuntu olarak “en azından tuvaleti kullandık” falan demeye başlamıştık. Ama kalenin tepesindeki surlara çıkıp Córdoba manzarasını izlemeye başladığımızda bu fikrimizden vazgeçtik. Üstelik Kale’nin bahçesini gezip, muhteşem havuzlar, envai çeşit ağaç ve bitkiler ile bahçeye sanat katan heykelleri de görünce, keyfimiz iyice yerine geldi. Kale'den otantik şehir manzarası ise şu LİNK'teki videoda:  https://www.youtube.com/watch?v=ZuaEqWdmsxs

Kale’nin yanı başında, yine ayrı olarak ücretlendirilmiş gösteri atlarının eğitildiği tarihi bir yer de (Caballerizas Reales) var. Biz atların eğitimini kaleden izlemeyi tercih ettik. Fakat meraklısı, daha yakından görmek için ziyaret edebilir.


TRIUNFO de SAN RAFAEL / SAN RAFAEL’s TRIUMPH

Kurtuba Camii ile Kral’ın kalesi arasında kalan bu eser, bir zafer anıtı… Yaklaşık 20 m yüksekliğinde, tepesinde kanatlı bir melek figürü var. Yapının yanlarında ise yine melekler ona eşlik ediyorlar. Abidenin çevresi parka dönüştürülmüş, turistlerin ayak uzatıp dinlenebilcekleri bir yer ve içerisinde bir de küçük havuzu var.



PUERTA del PUENTE / THE BRIDGE GATEWAY ve PUENTE ROMANO / ROMAN BRIDGE

Puerta del Puente, Roma Köprüsü’nün giriş kapısı… Köprü’ye böylesine bir “tak” içerisinden geçerek giriyorsunuz. Kapı’nın da, hele hele Köprü’nün de aslında çok büyük bir cazibesi yok. Hatta Köprü bize çok kaba bir yapı olarak göründü. Üzerinde turistler fotoğraf çekiyor, birkaç satıcı turistik ve hediyelik eşya satıyor, o kadar. Köprü’nün belki de en cazip yönü, gün batımının güzel ve romantik bir görüntü oluşturması… Daha başka alternatifiniz yoksa öylesine uğranabilir ve yine taş çatlasa yarım saatinizi alır.

Karşıya geçince, şehrin Campo de La Verdad isimli bölümüne ulaşıyorsunuz ama bu bölümde görmeniz gerekli herhangi bir yer yok. Evler ve küçük dükkânlardan oluşan şehrin bir mahallesi...


AAHH CORDOBA!

Genel görünüm olarak, gezdiğimiz yerler içinde biz Córdoba’yı daha çok beğendik. Küçük, sevimli, belki İzmir’deki Alaçatı veya Sığacık’ın muadili bu şehir, insanda huzur hissi uyandırıyordu. Bütün bu yapıları çevreleyen Yahudi Mahallesi/Jewish Quarter adıyla anılan bölüm, eşim ile bana çok samimi, şehrin dokusunu yansıtan ve el değmemiş bir yer olarak göründü ve biz cezbetti. Diğer arkadaşlarımızın yorumlarının ise “burada bir gece kalmakla hata ettik” olduğunu da belirtmeliyim. “Yorum farkı” veya “beğeni farklılıkları” dedikleri de böyle bir şey zaten…

Belki de biraz da Córdoba’nın bizi çekim gücüne almasının sebeplerini sıralamalıyım. Öncelikle Yahudi Mahallesi bölümü harika evlerden oluşuyor. Bu evler iki katlı, rengarenk boyalı, avlulu, yine farklı renklerdeki ve tahta pervazlarından çeşit çeşit renklerde çiçekler sarkan, orta bölümleri bahçeli ve meyve (mandalina, yeni dünya, portakal, limon vb.) ağaçlarıyla dolu, sokaklarının Arnavut kaldırımları döşeli olduğu, muhteşem ötesi tahta işçiliğin eseri kapılara (Córdoba’da özellikle kapılara dikkat edin!) sahip yapılar. Córdoba Belediye’si her yıl, “en güzel ev ve bahçeyi” seçmek için yarışma düzenliyormuş. Bu da bizi hiç şaşırtmadı; sokaklar ve evler o derece düzenliydi ki, sanki herkes 365 gün yarışmaya hazır gibiydi. Burada Jalle de “Las Flores/Çiçekler Sokağı” isimli bir sokak var. Bulun ve mutlaka görün, ne demek istediğimi hemen anlayacaksınız.

Kurtuba Camii etrafı hediyelik ve turistik eşya satıcılarıyla dolu… Eğer El Rastro bitpazarına gidemiyorsanız, Madrid’ten mecbur kalmadıkça bir iğne almayın, aşağıya indikçe fiyatlar da iniyor, benden söylemesi...

Yine Avrupa’ya çıkanların bir derdine derman da burada mevcut: Salatalar… Cami’nin iki kapısı var ve Çan Kulesi dışındaki diğer giriş kapısının karşısında veya yukarıda kaldığımız oteli gösteren kareye bakarsanız otelimizin 15 m sağına denk gelen binanın altında (ancak böyle tarif edebildim) “SUBWAY” adıyla bir yer var. Burada salata çeşitlerini bulabilir, keyfinize göre seçebilir, "domuz etinden kaçacağım" diye "vejeteryan pizza" ve "helâl döner" yemekten helâk olan midenize azıcık ziyafet çekebilirsiniz. Aynı yerde güzel tost ve sandviçler de yapılıyor ve yine çeşit çeşit ürün arasından içeriğini siz kendiniz belirleyebiliyorsunuz. Yine aynı bölgede “Bodega Campos Restaurant” var. Yemek yemedik ama şarap içmek ve sohbet etmek için harika bir yer; biz denedik gördük, özellikle akşam yemeği sonrası tavsiye edebilirim.

Córdoba’da aralarda dolaşırken öylesine geçtiğimiz bir yolda, bir de sahafa rastladım, adı: El Laberinto... “Ronda de Isasa Caddesi” üzerindeki bu sahaf, itiraf etmeliyim ki, çok hoşuma gitti. Zaten yanda da etrafı kurcalarken görülüyorum. Fakat Madrid bitpazarındaki durum, burada da geçerliydi. Kitapların neredeyse tamamı İspanyolca’ydı.

Bu yüzden ben de sadece LP ve 45’liklere baktım. Kısmetime ise, gençliğimin gözde pop grubu BANANARAMA’nın çift plaklı LP’i düştü. Bu LP’yi 6 EURO’ya aldım ki, sanki plaklar hiç kullanılmamış gibi yeniydi. LP’i almak için kasaya götürdüğümde sahafın sahibi, “ulan bu adam bunu nereden buldu?” der gibi LP’i evire çevire baktı, baktı, yanındaki arkadaşıyla bir şeyler konuştular ve sonun da paket yapıp, bana verdi (yanda). Böylece koleksiyona bir de Córdoba’dan LP eklenmiş oldu.

Ertesi gün önce Malaga’ya sonra Granada’ya geçeceğimiz için gece saat 2’ye doğru otelimize döndük. Fakat “gece hayatı”nı sevenler için şunu da eklemeliyim, Yahudi Mahallesi ve çevresindeki mekânlarda aksiyon sabaha kadar devam ediyor.


MALAGA

“Granada’ya geçmende önce Malaga’yı da görelim” dedik ve rotamızı bu şehre çevirdik. Córdoba’dan 1 saat 15 dakikalık mesafedeki Malaga, her yönüyle tipik bir Akdeniz yerleşkesi ve sahil turizmini tercih edeceklerin şehri. Belki kalibre bakımından asla bir Antalya değil ama Alanya olabilir.

Arabamızı bir otoparka bıraktıktan sonra arkadaşlarımızla “5 saat bitiminde yine otopark önünde buluşmak için” sözleştik ve ayrıldık. Otoparkın yanında harika bir kapalı Pazar yeri vardı. Bu pazardaki bazı meyveler öylesine ucuzdu ki, biz de inanamadık. Yenidünya, kiraz 2-2,5, muz 0,77, çilek 1,5-2 EURO’ydu ki, bu ayarda bile olmayan bu kirazı, ne Dersim (25 TL’ydi) ne de İzmir’de (15 TL’ydi) mümkün değil bu mevsimde bu fiyata bulmanız.

Avrupa’daki Pazar yerlerinin zengin çeşitliliğini bilen bilir, bir sahil şehri olmasının da katkısıyla buradaki balıkçılardaki çeşitliliği ancak görünce anlayabilirsiniz. Sanki denizden çıkan ne varsa bu balıkçılarda mevcuttu. Biz sadece kiraz aldık, çok lezzetliydi. Yalnız pazar yeri malesef saat 13'te kapanıyor, "bunu da dikakte alın" derim. Türkiye'de saat 13'te tezgâhları toplayan pazarcılar düşünebiliyor musunuz? Durumu hayal bile edemiyoruz değil mi?

CATEDRAL de la ENCARNACION de MALAGA / MALAGA KATEDRALİ

Pazardan çıkınca doğruca yakındaki “Catedral de la Encarnacion de Malaga”/Malaga Katedrali’ne yöneldik. Biz otopark ararken açık olan Katedral, gittiğimizde kapanmıştı; bu yüzden içerisini gezemedik. Katedral ile ilgili bilgiler ise şöyle: Malaga şehrinde görülmesi gereken yerlerden en önemlilerinden birisi, eski şehir içerisinde, yüksekliği sebebiyle her yerden görülebilir. Katedral, 1528 ile 1782 yılları arasında yapılmış, önemli  Rönesans eserlerinden birisiymiş. Şehir kalesi Alcazaba’nın hemen yanında olması sebebiyle temel taşlarının bir kısmının kaleden alındığı tahmin ediliyormuş. Katedralin planları Diego De Siloe tarafından çizilmiş. Koro bölümü ise Pedro De Mena’nın eseriymiş. Fasadı (cephesi/dış görünümü) barok stilinde, kapılar mermer sütunlu. Kuzey kulesi 84 metre yüksekliği ile Sevilla’daki “Giralda”dan sonra Endülüs’ün en yüksek ikinci kulesiymiş. Güney kulesi ise tamamlanmadan bırakılmış. Katedral’in giriş ücreti: 5 EURO’ymuş.

Malaga’nın merkezinde İstiklâl Caddesi kıvamında bir cadde var. Bu cadde, mağazalar, restoranlar, cafe’ler vb. ile dolu… Mağaza dolaşmaya gelmediğimiz için hiç bize uygun değildi, buradan transit yürüdük, birkaç kare fotoğraf çekip, denizi görmek için Liman’a gittik. Malaga Limanı, yoğunluklu tır konvoylarından anladığımız kadarıyla, belli ki oldukça işlek bir ticaret hacmine sahip ve epeyce de büyük bir limandı. Sahil şeridini ise çok güzel düzenlemişler, banklarda oturup hem dinlendik hem de deniz havasını göğsümüze çektik.

ALCAZABA / MALAGA KALESİ

Malaga’nın en yüksek yeri olan tepede, bir de kalesi var: Alcazaba… Yukarıya tırmanma ve inme epeyce vakit alacağı için, içeriyi gezemedik ama giriş bölümündeki küçük müzeyi dolaştık. Yukarıdan liman ve şehir manzarasının, görülmeye değer olduğunu söyleyebilirim. Aynı vakit darlığı sebebiyle yine Malaga merkezindeki Picasso Müzesi’ne de gidemedik, en çok da bu içimde kaldı.

Yanda Malaga Kalesi'nden limanın görüşünü... Mübarek Kale Amazon Ormanı cangılları gibi olmuş; her an bir maymun zıplayıp çıkacak, bir Bengal kaplanı üzerinize atlayacak hissiyle yürüyorsunuz; kısacası bir aşamadan sonra "koyver gitsin" yapmışlar. Nasılsa her bitki bir diğerinin içine girmiş, karışmış. Bakımsızlık dizboyuydu. Yine Malaga sahiline bakan caddelerden birinde dolaşırken bir Türk dönercisiyle karşılaştık. İçeriye girip “merhaba” dedik, tipler “Türkiyeli” havası verse de kimse bize karşılık bile vermedi. “Sonra biz ne alalım, nasıl olsun” diye kendi aramızda konuşurken meğer kasadaki kişi bizi tartıyormuş. Hani “ne konuşacaklar acaba? ilginç bir şey mi konuşacaklar” diye… Demek ki, bir süre bizi dinledikten sonra karşılık vermiş oldu. Şaşırdık ve bunu da görmüş olduk!

Bizi Malaga’da memnun eden bir yer de, bir zamanlar Türkiye’de olan (ama bizim yetişemediğimiz) “tek tekçi” yerlerinden birine rastlamak oldu. Burayı gezerken tesadüfî olarak gördük. Fark edince de hemen içeriye girdik.

Yandaki karelerde de görüleceği gibi, burada, fıçılar içerisinde farklı tatlardaki, çeşitlerdeki üzümlerden (üzüm dışındaki meyvelerden de şaraplar vardı) şarap mevcut. Beğeninize göre seçiyorsunuz ki biz, yanda “tek atan” bir çiftin bizi yönlendirdiği şarabı tercih ettik. Bu mekânda oturacak yer veya tabure yok, mezeyi ve içkiyi ayakta tüketiyorsunuz; özelliği de zaten buradan kaynaklanıyor. Bir tek atıp, gideceksiniz. Mekânın bir bölümünde de mezeler vardı ve vitrinde en çok da balık mezeleri yer alıyordu. Biz midyeyi tercih ettik. Hemen söyleyeyim, buradaki midyeler, denizden çıkmış şekliyle önünüze geliyor, yani çiğ... Üzerlerine limon sıkarak yiyorsunuz. Dahası barmen, tükettiğiniz tek atım şarapların ve mezenin fiyatını, önünüzde bulunan tahtaya beyaz tebeşirle yazıyor. İkinci bir tura geçip de içmeye devam ederseniz, yazdığını silip yeni miktarı yazıyor. Hesabı da bu tahtanın üzerinde yazan miktara göre ödüyorsunuz. Mekândaki (solda adı var) müziğin otantikliğinin yanına, böylesi yerlerde kadınlı erkekli bulunabilmenin güzelliği da eklenince, keyfimiz zirve yaptı. Meraklanmayın, keyfimizi yükselten ufacık bardakta bir tek attığımız şarap değildi, şişeyi bitirsem sarhoş olmam; fakat böylesi güzellikleri olağanüstü hâle getiren asıl şey, rejimi değişen bir ülkeden geliyorsanız, bu manzaranın, bu ortamın kendisi bile biz ve bizim gibileri mest etmeye yetiyor olmasıydı, bir şey içmenize bile gerek yok! Yeri gelmişken şunu bir kez daha anımsayalım: KADINLI ERKEKLİ HEP BİRLİKTE YİYİP İÇEMEYEN, EĞLENİP GÜLEMEYEN TOPLUMLAR, BİRLİKTE BİR GELECEK DE KURAMAZLAR! Anlayana…

GRANADA

Akşama doğru Granada’ya geçtik. Malaga’dan 1 saat 10 dakikalık bir yolculuktan sonra Granada’ya ulaşıyorsunuz. Granada, ismini İspanyolca’da “nar” anlamına  gelen kelimeden alan ve Endülüs Emevileri’nin 1492 yılında yıkıldığında bölgede son terk ettikleri yer unvanını taşıyan bir şehirmiş. Müslümanlar arasında ise, “Gırnata” olarak da biliniyor.

Otelimizi bulduk ve yerleştik. Otel, eski bir kilisenin, bir zamanlar belki de misafirhane olarak kullandığı binaydı. Yapının hemen yanında kilise ve kiliseye bağlı ortaokul hâlâ hizmet veriyordu ama belli ki öğrenci sayısı oldukça azdı.

Vakit akşama doğru döndüğü için eşyalarımızı çabucak otele bırakıp Granada’yı keşfe çıktık. Otelimiz yine şehir merkezindeydi ve bizim için her yer yürüme mesafesindeydi. Tam merkezde boylu boyunca “Calle Reyes Catolicos Caddesi” var. Bu cadde, yine boylu boyunca restoranlar, cafe’ler, oteller, mağazalar ve turistlerin geçiş güzergâhı olması sebebiyle hediyelik eşya dükkânlarıyla dolu. Arada birkaç kilise, görkemli kamu binaları da bulunuyor.

Bu cadde boyunca yürüyerek önce Plaza Bib-Rambla’yı görüyoruz. Barcelona’da da yer alan Ramblas Caddesi’nin adaşı olan bu meydan, altında eski şehrin olmasından dolayı bu ismi alıyormuş. Plaza Bib-Rambla’ya açılan sokaklardan Alcaiceria’ya (yani Arap’lardan kalma ipek çarşısı) giriyorsunuz. Bu çarşıda İspanyol ürünlerinden çok Hint ve Arap esintisi taşıyan hediyelik eşya ve özellikle deri ürünleri ile ipek şallar satılıyor. Burası dar sokaklarıyla, kendinizi bir Avrupa şehrinden çok, bir Fas ya da bir Arap şehrinde geziyormuş gibi hissettiriyor. Kısacası, kentin eski ruhu hâlâ yerinde duruyor.

Alcaiceria’dan geçerek Katedral’e, yani “Palacio de la Madraza” olarak bilinen eski medreseye ulaşıyoruz. Katedral Müzesi’ne girmek isterseniz 4 EURO ödemeniz gerekiyor. Ferforje bir kapıyla caddeden ayrılan bu bölüm “Gran Via de Colon” adıyla bilinen Granada’nın en işlek caddelerinden birine de açılıyor.

Ferforje kapıdan çıkıp “Gran Via de Colon”dan sağa doğru biraz ilerlediğimizde, kendiminizi tekrar “Calle Reyes Catolicos”da buluyorsunuz. Bu kez bu caddeden kuzeye doğru ilerleyerek önce “Plaza de Isabel Catolica”, sonra da “Plaza Nueva”dan geçerek Darro Nehri’ne ulaşıyoruz. Ancak yazın yaklaşmasıyla nehrin suları hayli azalmıştı; hatta nehir olduğunu söylemeseler sadece derin bir çukura baktığım izlenimine kapıldığımı itiraf etmem gerek…  Nehir vadisi boyunca uzayan “Carrero del Darro” yolundan ilerledik.

Sağ tarafımızda başımızı kaldırıp (yanda) Elhamra Sarayı’nı gördüğümüz noktada ("Elhamra seni yarın yeneceğim!...") solumuzda da Granada’nın eski yerleşim yerlerinden “Çingene Mahallesi” olarak da bilinen “Albayzin” yer alıyor.  Bulunduğumuz yerden Albayzin’e doğru yükselen dar yokuşlu sokaklar bana, eski Mardin sokaklarını çağrıştırıyor.

Albayzin, “atmaca avcılarının yeri” demekmiş ve buradan özellikle gün batarken Alhambra (El-Hamra) manzarası harika oluyormuş. Hayli yorulduğumuzdan ve Elhamra’yı ertesi gün yakından göreceğimizden Albayzin’e tırmanmıyor ve merkeze geri dönerek yemek yemeyi tercih ediyoruz.

Granada’da yemek konusunda çok sayıda alternatif mevcut. Yine bu bilgi faslını içimizdeki "küçük gurme"lere bırakayım ve sadece yediğimden bahsedeyim. Bizim gibi "illâ bir İspanyol klasiği deneyeceğim" diyorsanız, “gazpacho” dedikleri "soğuk domates çorbası"nın tadına bakabilirsiniz. Yine de midemize sulu bir şeyler gitmesinden öteye faydası ve orijinalliği yok. Ekmek istemezseniz getirmiyorlar, bu da bir küçük not! Burada da İspanya’nın çoğu yerinde olduğu gibi, yemek geç saatlerde yeniyor. Biz de yemeğimiz bitirip, restorandan ayrılırken, gece hayatının daha yeni başladığına tanık oluyoruz. Yarın Elhamra randevumuz öğleden sonra saat 14’ye olduğu için, erkenden kalkıp Granada’nın deniz kenarındaki turistik ilçelerine gideceğiz. Bir ihtimal denize girme plânımız da vardı. Bu yüzden, otelimize çekilip dinlenmeye başladık.

Ertesi gün kahvaltı sonrasında arabalarımıza binip yola koyulduk, hedefimiz Salobrena isimli küçük sahil ilçesiydi (belki de “belde” demek lazım, bilemiyorum artık). Granada’dan arabayla 30 dakika mesafede bulunan bu yere ulaştığımızda tipik tatil yöresi havasına hemen rastladık. Sabah olduğu için etrafta kimsecikler yoktu, yollar da boştu. Bir tek köpeklerini gezdirenler vardı ki, bu insanlardan bazıları sanırım çevre temizliğini çok da umursamıyorlardı; çünkü etrafta köpek pislikleri de görülüyordu. Plajlar şehrin içinde olduğu gibi, ki biz bunları beğenmedik, asıl güzel plajların (arabayla geçerken gördük) şehir dışında olduğunu da belirteyim. Şehrin tepesinde bir de kale var. Çocukluğumdan beri tipik bir “kale delisi” olmama rağmen, yine vaktimiz olmadığı için bu kaleye de çıkıp dolaşamadık.

Yaklaşık bir saat kadar turlayıp, birkaç alışveriş yaptıktan sonra yine aynı sahil şeridinde bulunan Almunecar’a doğru yola çıktık. Buraya da 10-12 dakikada ulaşabilir, burayı da ziyaret edebilirsiniz. Almunecar, Salobrena'dan daha büyük ve daha düzenli bir tatil yöresi… Üstelik şehir, Salobrena’ya nazaran çok daha hareketliydi. Hani teşbihte kusur olmaz, Salobrena, “Davutlar” ise, Almunecar’a “Kuşadası” diyebiliriz. İçerisinde güzel görünen çok uzun ve geniş bir plajı var; bu plajların arkasında büyük ve gösterişli oteller de yapmışlar (yandaki 1. Kare Salobrena, 2.’si Almunecar’a ait). Çok rüzgâr vardı ve deniz suyu çok soğuktu, bu yüzden denize girme hevesimiz kursağımızda kaldı. Bir turlayıp, Granada’ya dönmek için yola koyulduk.

ELHAMRA / ELHAMRE SARAYI

Otele değil de doğrudan Elhamra Sarayı’na geçtik. Biletlerimizi internet üzerinden 20 gün öncesinden aldığımız için ne bilet ne de sıra sıkıntımız yoktu, hemen içeriye girdik. Bir de “General Life” (ki saray bahçesi ve diğer yaşam alanlarının gezintisini ifade ediyor)  ile “saray” (Sarayın içi dahil her yeri kapsıyor) biletleri birbirinden farklı, buna özellikle dikkat edin. Biz mecburen “general life” bileti (8 EURO) almak zorunda kaldık, çünkü “Saray” bileti (14 EURO), o gün o saatte belirli sayıda ziyaretçi aldıkları için, kalmamıştı.

UNESCO Dünya Miras Listesi’nde yer alan ve Granada’ya hâkim bir tepe üzerinde kurulu El-Hamra Sarayı’ı hakkında WEB’de o kadar fazla bilgi var ki, burada tekrar etmemin gereksiz olduğunu düşünüyorum. Biz turla gezmediğimiz için bilet rezervasyonumuzu önceden yapmıştık ama bireysel olarak gezecekseniz mutlaka biletinizi önceden internet üzerinden alın; hem zaman kaybetmeyin hem de sınırlı ziyaretçi kabul ettikleri için bitme ihtimali var, aman dikkat! Ziyaret saatleri sabah (8:30-14:00) ve öğleden sonra (14:00-18:00) (18:00-2000), gece biletleri ise 8 EURO’ymuş. Ancak rehberli tur isterseniz bu fiyatlar biraz daha artıyor. İçeriye bilet saatinize göre alıyorlar. Eğer saatinizi kaçırırsanız tekrar bilet almanız gerekiyor. Saraya günde belirli sayıda ziyaretçi aldıklarından biletler konusunda çok hassaslar.

Saray’ın hikâyesi de şöyle: Endülüs mimarisinin en güzel örneklerinden biri olan Elhamra Sarayı, Gırnata (şimdiki adıyla Granada) şehrinde, Daro ve Ganil ırmaklarına hâkim sarp bir tepe üzerinde yer alır. 9.yüzyılda Müslüman İspanya'nın iç savaşları sırasında Gırnata'ya egemen bu tepede, korunaklı bir kale vardı. 1232 yılında Endülüs Emeviler’inin devamı olarak Nasri Hanedanı, Muhammed İbn'ül Ahmer bölgede yeni bir devlet kurduğunda, yapısında kullanılan toprak malzemenin renginden dolayı, El Hamre/kızıl) adı yakıştırılan kaleye dört yeni kule daha yaptırarak onu daha da sağlamlaştırdı. İlk olarak askeri bir alan olarak tasarlandıysa da zamanla oğlu Sultan I. Yusuf ve ondan sonra gelen emirlerin eklediği bahçeler, kasırlar ve köşklerden oluşan, muhteşem bir saraya dönüşmüş. Muhammed İbn'ül Ahmer Dönemi, Gırnata için altın çağın başlangıcı olmuş. İspanyolların eline geçen Sevilla (1236), Kurtuba, emirliklerin halkları olan Müslüman Arap, Yahudi din değiştirip Müslüman olan İspanyolların akın akın bu yeni şehre gelmesiyle gücü artan Gırnata, bölgenin cazibe merkezi haline gelmiş. Siyasi bir varlık olmaktan çok kültür, sanat, bilim ve medeniyet üstünlüğü ile anılmaya başlanmış.

Elhamra bileti alındıktan sonra kompleks, General life Bahçeleri, V. Carlos sarayındaki “Güzel sanatlar Müzesi”, “Alcazaba Kuleleri” ve “Nasrid Sarayı” başta olmak üzere dört bölüm halinde geziliyor. İspanya'da gezdiğimiz yerler içerisinde en çok turiste de burada rastladık. O kadar kalabalıktı ki, koca Saray arazisini, büyük bir insan kitlesi işgal etmiş gibiydi.

Generalife (Cennet'ül Arif Bahçeleri) ve içindeki yazlık saray, 1302-1309 yılında Sultan III. Muhammed'in hükümdarlığı sırasında  çevredeki kurak arazinin, dorukları devamlı karlı olan Siera Nevada Dağları’ndan (yanda kareledim) kanallarla getirilen su sayesinde bin bir çeşit bitkiyle yeşertilerek beş yılda inşa edildi. Elhamra Sarayı’nın cennet özlemini ifade eden bu görkemli bahçeleri ve içindeki yazlık saray, daha sonra 1313-1324’te emir Ebu Velid İsmail tarafından tekrar dekore edildi. Fıskiyeli havuzları, kenarındaki oluklardan  devamlı suların  aktığı  merdivenlerle çıkılan, Granada'nın  Elhamra ile birlikte dünya mirası listesine alınmış beyaz evler topluluğu, tarihi “Mağribi Mahallesi” Albaicin manzaralı terasları, sarmaşıklardan yapılı revaklar, defne, zakkum gül çiçekleri, portakal, mersin, şimşir, servi ağaçlarından çeşitli geometrik şekillendirmelerle oluşturulmuş duvarlar odacıklar ve labirentleri ile bu rüya bahçede gezerken 4 saatin nasıl geçtiğini doğrusu anlamadık.

Bahçelerin ve bitki örtüsünün muhteşemliğini zaten anlatmama gerek yok. Kuş popülasyonu ise harikaydı; Paris Disneyland’da öten “simülasyon kuşlar”dan sonra burası çok doğaldı. Sultanların, özellikle harem kadınlarının sefa ile yaşadıkları yazlık sarayın önünde, bir metre genişlikte etrafının fıskiyelerle çevrili uzun havuzu ayrıca görülmeye değerdi.

Saray içerisinde bir de kilise var. Cennet-ül Arif bahçelerinden saraya uzanan yol bir hayli uzak. Nasrid Sarayı’na ilk giriş kapısı orijinal Arapça adıyla “Bab-ül Şeriat”, İspanyolca “Puerta de La Jucticia / Adalet Kapısı” olarak anılıyor. Ne de manidar değil mi? 1348 yılında I.Yusuf zamanında yapılan, Gırnata sultanlarının önünde, belirli günlerde halkın dertlerini sorunlarını dinlediği bu kapı iç içe iki kemerli. Üzerindeki beş parmaklı açık el ve anahtar motiflerinin anlamı “Dur yolcu, cennetin anahtarının beş vakit namaz olduğunu hatırlamadan bu kapıdan girme” şeklinde özetlenmiş. Adalet kapısından sonra uzunca bir koridoru geçip “Vino / Şarap Kapısı”na ulaşılıyor. Saray ile sur içindeki Medine’yi ayırdığı için akşamları hava kararınca kapanan bu süslü kapı III. Yusuf zamanında yapılmış. Adının anlamı olarak bazı tarihçiler Hıristiyanların, Al Hamra (kızıl)ı, Al -Hamar (şarap) kelimesi ile karıştırıp yanlışlıkla bu şekilde anıldığını anlatıyormuş. Bazıları ise İspanyol istilasından sonra her yıl 2 Ocakta kutlanan zafer gününde bu kapıdan halka bedava şarap dağıtıldığı için bu adı aldığına inanıyorlarmış.

Her iki kapıdan sonra Elhamra'ya nazire olarak yapılan günümüzde Güzel Sanatlar Müzesi (yandaki binada ve içeride kesinlikle fotoğraf çektirilmiyordu, deklanşöre bir pozluk için bile dokunamadım) olarak düzenlenmiş V. Carlos Sarayı’nın kalın taş duvarlarının yanından Alcazaba ve Nasrid Sarayının olduğu avluya girdik. Alcazaba, ilk yapılan askeri amaçlı kuleleri içeren bir bölüm. Aklınızda bulunsun, bahçeleriyle, yazlık sarayla, müze ve kulelerle birlikte Elhamra’yı layıkıyla gezmek için, aslında bir tam gün gerekiyor.

işte Saray'dan Albayzin'e bakış... Buradan şehrin manzarası da bir harika... (Saray ile ilgili daha fazla fotoğraf için LİNK'e tıklayın) Granada, bizlerin “Endülüs”, İspanyolların “Andalucia” dedikleri bölgede Müslümanlar’ın en son terk ettikleri yer olması açısından önemli bir şehir...

Granada demek “Elhamra” demek aslında ama Elhamra dışında da görülesi yerleri mevcut... Granada sokaklarında dolaşırken bir yandan kendinizi Avrupa’da hissederken diğer yandan da oryantal bir hava soluyorsunuz sanki...

Akşama doğru yine "Calle Reyes Catolicos Caddesi" üzerinde turlayıp, birkaç hediyelik eşya alıp, yemek yedikten sonra otelimize çekildik. Yarın uzun bir araba yolculuğu ve hedefte Ortaçağ şovalyelerinin merkezi Toledo şehri vardı.

TOLEDO

Granada ile Toledo arası 350 km civarıydı. Zamandan tasarruf için yine erken kalkıldı, "erken" sabah ezanıyla değil tabi, saat 9'da kapıda hazırdık ve otel ile ilişiğimizi kesip yola çıktık. 4,5 - 5 saatlik yolculuktaki notlarımı aşağıdaki ikinci bölümde okuyabilirsiniz. Toledo’ya ulaştığımızda saat 13:30 civarlarıydı. En büyük problem arabalar için park yeri oldu. Hemen uyarayım, park yerlerinde otomatik sayaçlar var; buradan kaç saat kalacaksanız saati yazıp, bilet alıyorsunuz, bileti de otomobilin camına iliştiriyorsunuz. Olası bir kontrolde, görevli camdaki biletin saatinin geçtiğini görürse, cezanızı iliştiriveriyormuş. Buna özellikle dikkat edin.

Biz kent merkezini pas geçip, doğrudan kale ve katedrallerin bulunduğu şehrin en eski bölümüne geçmeyi tercih ettik.  Sokak işaretlerini izleyerek, direkt olarak yukarıya doğru yöneldik. Toledo, tüm İspanya’da Ortaçağ motifi en iyi korunmuş antik İspanyol şehriymiş, bunu zaten sokaklarda ilerlerken rahatlıkla görebiliyorsunuz. Her yapı sizde, Ortaçağ’da yaşıyormuşsunuz, her an bir duvarın ardından birisi çıkıp, selâm vererek "İsa mesih seni korusun kardeşim, bir ekmek parası" diyecekmiş ya da "Kolomb'un gemisi limana girmiş mi?" diye soracakmış  izlenimi uyandırıyor.
Yukarıya doğru yöneldikçe, sokaklarda sağlı sollu sıralanmış hediyelik eşya dükkânlarına denk geliyorsunuz. Size bir şey itiraf edeyim, o kadar Avrupa şehrini gezdik; bu kadar lüks, göz alıcı, orijinal, gösterişli ve güzel hediyelik ama aynı zamanda da pahalı turistik eşya dükkânlarına hiç rastlamadık. Bir daha rastlayabilir miyiz, doğrusu onu da tam bilemiyorum. Yanda görüldüğü gibi, çoğu ürün el yapımıydı ve bu yüzden oldukça pahalı fiyatlarla satıldıklarını tahmin edersiniz, diye düşünüyorum.

Hele o kılıçlar, heykeller, zırhlar beni benden aldı. Toledo’nun ismiyle nam saldığı “Toledo Kılıçları”ymış bunlar... Ortaçağ kılıçları, zırhları, hançerleri ve Toledo bıçakları çok meşhurmuş. Öyle ki, Hollywood’da çekilen savaş filmlerinde kullanılan zırhlı elbiseler, kılıç ve şövalye mızrakların hepsinin Toledo’daki atölyelerde yapılıyor, buradan ünlü filmlere yollanıyormuş, bunu da öğrendik. Son bir not, aman ilk gördüğünüz dükkânlardan alışveriş yapmayın, yukarıdaki yerler çok daha ucuz… Bilhassa toplu alışverişte pazarlık şansınız var, fakat her yerde değil.

Doğrusunu söylemek gerekirse, hediyelik eşya dükkânları çok zamanımızı aldı ve akşama Madrid’e döneceğimiz için Toledo’yu yeterince gezemedik. Sadece bir yapıyı ziyaret edebildik. Dışarıdan baktığımda doğrusu sıradan bir yapı gibi görünmüştü bana ama “Catedral de Santa María de Toledo” isimli katedral, hem büyüklüğüyle hem de içindeki koro kısmıyla hepimizi etkiledi.

Katedralin inşası çok uzun sürmüş, 1226’da başlamış ancak 1493’te tamamlanabilmiş. Katedarlin Kutsal Emanetler Bölümünde (Sacristia) El Greco’nun başyapıtı Expolio-İsa’nın Çarmıha Hazırlanışı tablosu, Goya, Lucas Jordan, Tiziano, Rafael’in paha biçilmez tabloları sergileniyor. Bu katedral ve başpiskoposluk, Katolik kilise hiyerarşisinde Vatikan’dan ve Papa’dan sonra ikinci sırada geliyormuş. Çok özenilmiş süslemeleri var. Fakat bunları biz sadece 10 dakika görebildik. Katedrali kapatıyorlardı, çıkmak zorunda kaldık.

Katedral’den çıkınca yine ışıltılı dükkânların sıralandığı sokaklardan vitrinlere bakarak ilerledik. Yemek vakti geldiğinde "Çin medeniyeti" hayranı bir Dersimli arkadaşımızın tavsiyesiyle bir Çin Lokantası’na oturup, noodlee, hot beef ve shark fin soup yedik; çorbayı kesinlikle tavsiye ederim. "Hot beef" ise acıydı. Toledo merkezinde görülecek çok yapı (kaleler, saraylar, katedral ve kiliseler vb.) olmasına rağmen, plânımızdan sapmamak adına bunları gezip göremedik. Vakit akşamı bulduğunda ise araçlarımıza atlayıp Madrid’te kalacağımız otelin yolunu tuttuk.

45 Dakikalık bir yolculuktan sonra Madrid’e ulaştık ve otele yerleştik. Eşyalarımızı bırakıp, son gecemizin tadını çıkarmak ve yemek yiyebilmek için yine Puerta del Sol Meydanı’na gittik. Meydan, her zamanki gibi eğlence ve aksiyon arayanlarla doluydu. Amatör gösteri gruplarını izledik ve renkli yerel kıyafetleriyle dans eden 60 yaş üzeri kadın ve erkekleri seyrettik.

BÖLÜM II: TURİSTİK ve SOSYOLOJİK YAKLAŞIMLAR

"İspanya" denince benim aklıma gelen ilk şeylerden biri de Ken Loch'un muhteşem filmi "Land and Freedom - Ülke ve Özgürlük"tür. Özellikle de şu sahne: http://www.youtube.com/watch?v=H7ylKMmvGuU 

Ya bu insanın yüreğine işleyen sese ve müziğe ne demeli:
http://www.youtube.com/watch?v=tVMDp6YxW4I

Evet, pek çoğumuzun bilmediği, günümüzde de politik anlamda geri plâna çekilen, İspanya'nın sosyalist tarihi... Uzatmaya gerek yok, bugün tüm Avrupa II. Genel savaş sonrası bir "refah devleti" deneyimi yaşadıysa, bunda sosyalizmin önemli payı var ve bugün (İspanya'da dahil) emeği ile geçinenlerin bütün hakları bir bir geri alınıyorsa, bunda sosyalist düşüncenin geriletilmesinin, ortalığın neoliberal yamyamlara kalmasının birinci derecede etkisi var. Yani "İspanya" denince boğa güreşi, futbol, flamenko, egzotik geceler, danslar vb. akla gelebilir ama ama arada özellikle İspanya İç Savaşı'nı, günümüz İspanyası'nı kuran temel gücü, güvenilir kaynaklardan okumak da gerekmektedir.

Bu girizgâhtan sonra, öncelikle Madrid’ten başlamak gerekirse, bu şehir gezdiğim diğer Avrupa şehirlerine nazaran nedense İstanbul’u anımsattı bana… Özellikle Madrid merkezi, “İstanbul’dan bir level daha yukarıda” şeklinde bir değerlendirme de yapabilirim. Bir kere, Gran Via Caddesi, bir İstiklâl bir Bağdat Caddeleri kıvamında, Puerta del Sol Meydanı’nı da Taksim ile kıyaslayabiliriz. Madrid ne bir Roma kadar antik dünyaya ait ne de bir Paris kadar Ortaçağ’ı yansıtıyor. Çoğu yapılar ve binalar yeni, hani “yeni” dediysem pek çoğu taş çatlasa 100-150 yıllıktır. Meselâ Paris merkezinde 400 yıllık evler vardı. Bunların bazıları da “eski mimarîye uygun yapılmış, yeni binalar” şeklinde de değerlendirilebilir.

Bir de Madrid’teki bu yapıların tepesinde heykeller bulunuyor ki, bu da bizlere 20 yy. başlarındaki Amerikan tarzı mimariyi anımsatıyor. Örneğin, yandaki karede, yapının tepesinde atların koştuğu savaş arabasıyla ihtişamlı biçimde duran Apollon heykelini görüyoruz. Fakat bir farkla, Madrid'teki binalar Amerikan şehirlerindeki kadar yüksek değiller. Diğer yandan, şehrin mahallelerine geldiğimizde, Madrid karşısında İstanbul kat be kat aşağılarda yer alıyor. Madrid temizliği, yolları ve düzeni bakımından İstanbul’a nal toplatır.

Küreselleşmenin medya kolunun sonucu olarak giyim-kuşam, Türkiye’nin ilk üç büyük şehrinin merkezleriyle (buradaki ayrımıma dikkat!) çok da farklılık az ermiyor. Göçmenler yine çakma Çin malları satıyor ve farklı farklı sokak gösteriyle günlük ihtiyaçlarını karşılayacak birkaç kuruş kazanma derdindeler. Sokak satıcıları, fotoğraflarının çekildiğini fark edince büyük tepki gösteriyorlar. Hâlbuki ben arkadaki Gucci Mağazası ile önünde boğa heykelleri satan Afrika göçmeninin içler acısı çelişkisini kareleyecektim, olmadı.

Dahası, Madrid başta olmak üzere gezdiğimiz tüm şehirlerde genç nüfusun oldukça fazla olduğuna rast geldim. Bu, belki gezdiğimiz gözde mekânların bize sunduğu bir yanılsamaydı, bilemiyorum ama İspanya genç bir nüfusa sahip gibi geldi bana…

Puerto del Sol Meydanı’na yakın, Gran Via’nın çaprazında (nasıl tarif edeyim ki, bilemiyorum) müthiş bir müzik arşivcisine rastladık: Discos La Gramola... İçeride “müzikle ilgili” hani “yok yoktu” derler ya, işte öyleydi. LP’ler, 45’likler yine sudan ucuzdu ama ayrıntılı ayıklamak oldukça zaman alacağı için “sonra bir daha uğrayalım” diye ayrıldık. Bir kez daha uğramak için de zaman bulamadık.

Madrid sokallarını dolaşırken kulağımıza çalınan ve bizi cezbettiği için peşinden gittiğimiz bir müzik sesi, bizim karşımıza bu amca ve teyzeleri çıkardı. Bizim orada bulunduğumuz hafta, büyük ihtimalle İspanyollar'ın geleneksel bayramlarından biriydi ve bu da onun geçiş töreniydi.

Kıyafetler, şık kadınlar ve güzel giyimli erkekler, danslar,  müzik her şey çok güzeldi. Her grubun kendine ait bir flaması ve giyim tarzı vardı. Bir yarışmaya hazırlık mıydı, yoksa sadece bir sunum muydu, merakta kaldık.

Öte yandan, Madrid’e ulaştığımız günün akşamı LA LIGA’da şampiyon belli oluyordu. Son hafta BARCELONA-ATLETICO MADRID maçı vardı. Maçı veren cafe, bar ve restoranların nasıl dolu olduğunu sizlere anlatmamın ihtimali yok. Bu "fado, fiesta, futbol" yarımadasında (kavram ve uygulama, Portekiz diktatörü Salazar'ındır ama ihâle İspanya diktatörü Franco'ya kalmıştır) daha ne beklenebilirdi? Tabi ki futbol burada da çok seviliyor ve bunu bilmek için buraya da gelmeye gerek yok. aynı sebeple, geçtiğimiz yerlerde maçın heyecanına biz de ortak olduk.
Sonunda maç 1-1 bitti ve bu skor ATLETICO’yu şampiyon yaptı. Taraftarın ufak ufak toplandığını görünce biz de konvoya katıldık ve kendimizi kutlamaların yapıldığı Prado Müzesi’nin yanındaki Plaza Lealtad Meydanı’nda bulduk. Kutlamaların genel görüntüsü bizlerdekinden çok da farklı değildi.

Taraftar bir meydanda toplanmış, polis alanı çevirmiş, TV’ler uygun yerlere konuşlanmış, muhabirler röportajlar yapıyor vs. vs. Fakat bir fark vardı ki, kültür denen şeyin nasıl bir farklılık yarattığını suratımıza çarpar gibiydi. Kutlama için meydana gelenler arasında ne bir cinsiyet ne de bir yaş benzerliği vardı. 7’den 77’ye genç, yaşlı, orta yaşlı, çocuk kadın erkek herkes hep beraber eğleniyor ve takımlarının marşlarını söylüyorlardı. Kendi açımdan kıskanılası bir tabloydu, hele ki bizdeki kuru ve yoz erkek kalabalığını anımsayınca… Yine belki tesadüf ama tek taşkınlığa ya da kavgaya rastlamadık.

Meydana çıkan yolları polis kesmişti ve meydana giren herkesi arıyordu. Polisler, bira, bayrak ve flama satıcılarını meydana almıyorlardı ama meydandan çıkarak bunları alıp geri dönebilirdiniz. Bir “üçüncü dünya” ülkesi olduğumuz ve Batı coğrafyasındaki vatandaşlarımızın başarılarını yüzle çarparak anlattığımız için gururu balon gibi şişirilmiş bu ahali için buraya bir not düşmek gerekiyor.

Medya sayesinde neredeyse adı “Atletico Madrid” değil de “Ardalı Atletico Madrid” olan takımın taraftarları arasında sadece bir kişide “Arda forması” görmem durumu yeterince anlatıyor mu bilemiyorum. Neticede taraftan sevdiği futbolcunun formasını alır, bu Arda’nın “sevilmediği” anlamını ise asla taşımıyor. Arda, önemli bir oyuncu buna söylenecek sözüm olamaz ama abartıyı beşle çarpan bir memleket ahalisine göre buradan öyle görünmüyor. Hatta Almaden’de girdiğimiz bir pastane sahibine futboldan muhabbet açalım dedik, “Arda Turan” deyince adamın yüzü buruştu ve hemen “Nihat Kahveci, best footballer” dedi. Bir not daha ekleyeyim, Atletico taraftarlarının en çok tercih ettiği formalar, Falcao ve Forlan (ki ikisi de geçen yıl transfer olup gitmişlerdi), Diego Costa, David Villa, R. Gracia yazan formalardı.

Yine meydanda coşkuyu yaşarken bir görüntü vardı ki, hani nasıl söyleyeyim, bilemiyorum. Öyle ki, aynı akşam şampiyonlukta iddiasını, bir hafta önce aldığı mağlubiyetle yitirmiş REAL MADRID, kendi evinde Espanyol ile (maç 3-1 bitti) oynuyordu. Şöyle tasavvur edin, koca bir meydan hınca hınç ATLETICO taraftarlarıyla dolu ve REAL MADRID formalı bir genç kız, kendi takımının maçından çıkmış, bu kalabalığın arasından gururla geçiyor ve en ufak bir tacize uğramıyor. Özellikle dikkat ettim ve baktım, kimse bu genç kızı taciz etmedi, kız kalabalığı yarıp geçip gitti.

Ertesi gün Atletico Madrid'in şampiyoluğu anısına, saklamak için (ki ben 1980'lerin sonundan beri Real Madrid taraftarıyımdır) İspanyol ulusal gazetelerinden aldım (yanda). İspanya'da gazete fiyatları Larazon 2,50, El Mundo 2,80 EURO ve diğerleri de bu civarda... Şimdi bu fiyatları, Türkiye ile karşılaştırma yapmaya değmez. Bizdeki merkez medyanın rezilliklerinin tabi ki bedeli parayla ölçülemez.

Diğer taraftan, Puerto del Sol Meydanı, otel ayarlamak için müthiş bir yer olmasına rağmen, asla meydana bakan bir otele yerleşmeyin. Bu meydan 24 saat insanlarla dolu, 24 saat eğlence ve aktivasyon var. Bizim otelimiz bile meydana 250 m uzaklıkta olmasına rağmen uzaktan eğlenenlerin sesleri geliyordu. Daha yakın olsak, geceleri uyumak için sıkıntılı olabilirdi.

Şimdi de biraz, Toledo'da yakaladığım bir kare üzerine konuşacağım. Mamafih, karenin bombasını dönüşte Sabiha Gökçen Havalimanı'nda çekecektim ama ben makineyi çıkarana kadar pozisyon kaçtı. Şöyle düşünün, bir reklâm tabelası, reklâmın sloganı "Size Yeni Bir Hayat Sunuyoruz", içerikte ise lüks daireler, ihtişam vs. ve hemen reklâm tabelasının altındaki yere bağdaş kurup oturmuş, bisküvi yiyen, asla o dairelerde oturamayacak muhafazakâr tipler... Amerikalı ünlü kadın fotoğrafçı Margaret Bourke-White'ın şu unutulmaz karesi gibi olacaktı: The American Way - 1937 ... Çeksem, tabi ki bu karenin çakması olacaktı ama kapitalist gerçeklik bir gün içerisinde bile bizlere ne kareler sunuyor, akıl almaz...

Yine de ben bu kareyi, "fotoğrafı insan çekmez, makine çeker", "pahalı makine çektiği için fotoğraflar güzel oluyor" diyerek "makine"yi (ki insan yaratısıdır) insan emeği ve yaratıcılığının ardına yerleştiren arkadaşıma armağan ediyorum. Zengin olsam ona en iyisinden bir makine alıp "al bakalım çek şimdi, o 'güzel' kareleri" diyeceğim ama "malesef maykıl bende de yok!..."

Uzatmayalım, yukarıdaki karede, sokaktaki çöp bidonundan yiyecek bir şeyler arayan bir adam var. Adam elinde köpeğinin tasmasını tutuyor. Köpeği de dükkâna bağlanan bir başka köpek ile koklaşıyor. Diğer köpeğin sahibi de içeride alışveriş yapıyordu. Bu kişi dışarıya çıktığında ise kendi köpeğini sertçe çekip, evsizin köpeğinden uzaklaştırdı. Neme lazım, hastalık falan kapar veya olası çiftleşmelerde saf ırk bozulur (damıtılmış ırkçılık) vs. vs. diye düşünmüş olma ihtimali fazla, adama sevimsiz de bir bakış atıp gitti... Neticede hayvanlar bunun bilincinde değildi, olamaz da; fakat yine de onlar doğal olanı yaşıyorlardı. Velhasılı kelâm, burada, normalde insan toplumlarında iki kişi arasında gerçekleşmesi gereken diyalog/yakınlaşma/ilişki, hayvanlar arasında gerçekleşiyordu. Tabi ki bu insanların, sınıflı bir toplumda aynı mekânları tüketme, oralarda birlikte bulunma şanşları hiç yok. Ancak böyle sokakta, köpeklerimiz vasıtasıyla karşılaşıyoruz ve hemen kaçar gibi uzaklaşılıyor. Aynı havayı soluyoruz ama farklı mekânları tüketiyoruz. Baksanıza, birisi içeride alışveriş keyfi yaşıyor; diğeri karşıdaki çöp kutusundan karın doyurma derdinde; bir başkası da kalkmış bir ülkeden turist olarak gelmiş, elindeki makineyle çektiği karelerin sınıfsal analizini yapmaya çalışıyor. Rezalet!... Ne demişti Theodor Adorno, "yanlış hayat doğru yaşanamaz"... İşte, buyrun bakalım...

Öyleyse "rezalette" yeni bir sayfa daha açıp, devam edelim. Yine Avrupa’ya geziye çıkanların en büyük sorunlarından birisi de yemeklerdir. Kendi açımdan böyle durumlarda her şeyi yiyebilen bir bünyeye sahip olduğum için böyle bir problemi yaşamasam da, yaşayanlar için birkaç ufak tavsiyede bulunacağım. Marketler oldukça ucuz ve acıkınca kurtarıcı oluyor, hatta şöyle belirteyim, İspanya diğer Avrupa ülkelerine oranla çok daha ucuz bir ülke, bunu rahatlıkla söyleyebilirim. Üstelik otellerde kahvaltı almayın, etraf pastane dolu, buralardan alacaklarınızın otel kahvaltılarından çok daha güzel olacağına emin olabilirsiniz. Hatta Puerto del Sol Meydanı’ndan Calle del Correo Sokağı’ndan yukarıya doğru çıktığınızda, sokak sonunda köşede güzel bir İtalyan salatacısı var. 5,90’a çeşit çeşit salatalar mevcut, oldukça da doyurucu. Mideye saf zeytinyağı giriyor, daha ne olsun? Bir not: Zeytinyağı, salatanın yanında gelmiyor, ekstradan istemeniz gerekiyor.

Tabi ki, ispanya’ya gidip de “tapas” yemeden dönmek de olmaz. Hepimizin bildiği gibi tapas, İspanyol mezelerinin genel adı. Envai çeşit tapas var, deneyebildiğiniz kadar da denemek lazım. Genellikle sebzeli olanların menüsü, 1 - 2 EURO civarı; işin içine et girince fiyatlar yükseliyor. Fakat daha çok 3 ve daha fazla tapas bir menü haline getirilip, yanına da 33’lük birayla birlikte sunuluyor. Bunların fiyatları da 8 - 10 EURO civarında dolaşıyor.

Yine Madrid’te de birçok dönerci var. Bunlar ayaküstü hazır yiyecek sektörünün vazgeçilmezleri... Hatta yanda görüldüğü gibi politik özlemini yansıtanlara da rastlanabiliyor. Dahası "dış etkenler" nedeniyle, gittiğiniz her yerdeki tüm dönercilerin yerlerini öğrenmek zorunda da kalabiliyorsunuz. Menüler fena değil, dolu dolu, öğün anlamında karnınız yeterince doyuyor ama 2-3 günden sonra bıkkınlık verebilir; ha bir de mide fesadı geçirebilirsiniz.

Bu fotoğrafı da Gran Via Caddesi üzerindeki (sanırım bu da Suriyeliydi; Granada’daki kesin Suriyeliydi ama bunu tam anımsayamadım), iyi Türkçe bilen Bulgar bir kadın garsonun da çalıştığı dönercinin camında çektim. Camda birkaç dilde “helâl” ürün (et ürünlerini kastediyor) satıldığı yazılmış, aşağıda ise bol köpüklü bira "1 EURO" ilânı var. İçki içen ama domuz eti yemeyenlere derkenar…. (Kısa bir not: İslâm’a göre ikisi de “haram”...)

Bir de “paella” (“paeya” diye okunuyor) var tabi… “Gurme” falan değilim, zaten lazım da değil, onu yazan çoktur, tercihe göre onların yazdıkları okunabilir. Sadece gittiğimiz ülkelerdeki yerel yemeklerin tadına bakmak derdindeyiz, daha fazlası değil... Bu yüzden, farklı malzemelerden yapılan ama benim “kesinlikle deniz ürünleri olanını tercih edin” diyebileceğim bir lezzet bu… Bulgur pilavına yakın bir lezzette... Gerçi tadını çıkarmak için kah bıçağınızı, kah ellerinizi kullanmanız gerekecek ama olsun, buna değer.

İspanya’nın genelinde rastladığım bir başka şey de genç ve orta yaşlı çiftlerin fazlalığıydı. Bunun kendi açımdan rahatsız edeci bir yanı yok ama bunun bir “ahlâk şekli” olduğunu düşünen milyonların olduğu bir ülkede yaşayınca iş birden değişiyor. Yine de insanlar mutluysa, bundan kime ne? Öte yandan, "hamile" olan kadın sayısı da azdı, çok az rastladık.

Madrid’te hava mayıs ortasında 21:35’te kararıyor. Türkiye ile saat farkı “1 saat geri” şeklinde… Madrid caddelerinde sokak lambalarına da dikkat edin, özenli ve güzel tasarlanmışlar. Paris gibi burada da akşamları marketler alkol alan gençlerle dolu, İspanya’da “başvekil” değil, korkuluk var zaten, değil mi?

Mevzu başvekilden açılmışken, hani “otoban yaptık” falan deniyor ya, insanlar gidip İspanya’daki yolları, otobanları bir görmeli, sonra gelip buraya bir daha düşünmeli. Gittiğimiz her yerde bölünmüş geniş yollar vardı. Belki aklınıza şu soru gelebilir: Ne olmuş, olmasın mı? Tabi olacak ama ya ara yollar, köy ve ilçe yolları? Şehirlerarası giderken bir ara yanlış bir yola girdik, o yol bizi küçük bir köye çıkardı; taş çatlasa 1000 nüfuslu bir yer... Ama size şunu söyleyeyim, o köyün bir yolu vardı, o yolun kalitesi bizim otobanların kalitesindeydi. Üstelik mecburiyetten girdiğimiz tüm ara yollar da harikaydı. Sırası gelmişken yine belirtelim, İstanbul’daki “tüp geçit”e sevinen Bartınlılar şeklinde karikatürize edilen durum, aslında ülkenin acınacak hâlinin resmi gibi… Çünkü, memleketin tüm fazlalığı özellikle İstanbul’a akıyor, taşranın payı, hakkı sürekli gasp ediliyor ve taşra, her yönden, günden güne fakirleşiyor. Ahali tabi ki bunun farkında değil, belki bilmiyorsunuz ama 2014 Türkiye’sinde yolu, okulu, interneti, telefonu olmayan, susuz köyler de var. Gören gözler için tabi ki… Bir de otobanlarda giderken radarlara dikkat edin; uyarı cihazımız sağ olsun her yer radar kaynıyordu; hız sınırlarını aşmayın.

Diğer yandan, Güney İspanya’nın coğrafyası da tıpkı Türkiye’ye benziyor. Farkı ise, insan malzemesi yaratıyor. Yer gök, dağ taş zeytin ağaçlarıyla dolu, uçsuz bucaksız zeytinlikler var ve nasıl düzenli dikilmişler anlatamam… Buğday tarlaları da epeyce fazla ve verimli görünüyorlar. Kısal yerleşim oldukça küçük köylerden oluşuyor. Yol boyunca minik minik bir sürü köy gördük. Köyler, yerel öğeler ve ürünlerle dolu: Küçük kiliseler, tek katlı evler, hayvanlar, şarap, peynir, kuru meyve vb.

Bir Akdeniz bitkisi olarak zakkum ve palamut ağaçlarına da sıklıkla rastladık. Hatta palamut (“pelit” de deniyor) ağaçlarının bahçeleri vardı. Bir ihtimal, bir “yarar” adına mevcuttular ama ben (hani “şu her şeyin var” denildiği) internette bulamadım. Belki Türkçe dışındaki dillerde vardır.

Yol boyunca gördüğümüz ve dikkatimizi çeken önemli bir tespit daha, İspanya’da büyük “güneş enerjisi paneli” tarlaları ile yüzlerce ve devasa büyüklükte "rüzgâr gülleri" var. Eloğlu, baraj yapmayı (bu arada sadece bir tek baraja rastladık) bilmiyor demek ki.. Veya biliyor da en uzun ömrü 80 yıl olan bir barajın insanı, hayvanı, bitki örtüsü ile doğayı ve çevresini nasıl geri dönülmez biçimde tahrip/yok ettiğini hesaplıyor olabilir mi? "Bilgi Çağı" içinde, BETON ÇAĞI’nın büyüsüne kapılan bir ülkede yaşadığımız için ne desek boş!

Otoban girişlerinde “manuel” gişeler var. Bizdeki gibi elektronik değil, para ödeyerek geçiyorsunuz. Şimdi bu satırları okuyup, bir hafta sonra unutacağı Tv dizilerini ağız dolusu izleyerek saatlerini harcayan (tabi herkesin hayatı ve zamanı kendine) ama mesele “gişe”ye gelince “zamandan tasarruf” etmeye çalışmak da ne oluyor? Gişeler elektronik sisteme geçtiğinden beri de tatil, bayram vs günlerde gişelerde yine kuyruklar oluyor, merak etmeyin siz... Mesele o değil. O zaman kestirmeden şöyle soralım: Türkiye’de otoban gişelerinin elektronik sisteme geçişiyle birlikte, kaç bin kişinin işsiz kaldığını (aileleriyle birlikte hesaplayın lütfen) biliyor musunuz? Peki “işsizlik” nasıl bir şey, onun farkında mısınız? Teknoloji, bütün getirilerini, ancak muktedirler ve teknolojiyi tekel olarak üretenlerin hesabına yazdırır. Diğerleri sadece tüketicidir ve tükete, tükete, tükenirler…

Eğer araba kiralayacaksanız, özellikle bir şeye dikkatinizi çekmek istiyorum. Otobanlarda sıklıkla benzin istasyonu yok. Olanların da otoban girişleri çok garip… Yani istasyona giriyorsunuz ama girdiğiniz yola tekrar çıkamıyorsunuz, böyle bir şey. Benzin istasyonlarında pompacı yok. Benzini/Mazotu kendiniz doldurup, içeriye ödüyorsunuz. Hemen paniklemeyin; basitmiş, biz de öğrenince sakinleştik. Önce, ne kadar benzin alacaksanız onun miktarını “euro” cinsinden manuel olarak yazıyorsunuz. 10 mu? 35 mi? Vs. vs. Sonra alacağınız benzin mi, mazot mu onu seçiyorsunuz. Pompayı elinize alıp, benzin deposuna getirip, dili kaldırıyorsunuz, yazdığınız miktar kadar yakıt depoya doluyor. En nihayetinde içeriye gidip, kasaya ödemeyi yapıyorsunuz. Benzinciler de burada işi müşteriye yıkıp, pompacı ücretinden tasarruf etmişler. Ne kadar az işçi, o kadar daha fazla kâr ha!

Yol boyunca çiftliklerde bolca küçükbaş hayvan var. Koyunlar “yünleri tamamen alınmış” biçimde geziniyorlardı ama en çok da domuz sürüleri ilginizi çekiyor. Hani göz aşinalığı yok ya ondan, bir de “pembe” değiller... :)) Ama İspanya’da nereye giderseniz gidin her yerde karşınıza İspanyollar’ın domuz budundan yaptıkları ve “jamon” (“hamon” diye okunuyor) dedikleri bir tür pastırma karşınıza çıkıyor. Fakat bizdeki pastırma gibi etin üzerine çemen sürülmüyor. Zamanı gelince kesilen domuzların butları tuzlanıyor, 2 hafta havadar bir yere asılıyormuş. Daha sonra üzerindeki tuz temizlenip kurutulmak üzere kuru bir yerde saklanıyor ve 1-3 yıl sonra et iyice kuruyor, ağırlığının 1/3’ünü kaybediyormuş. Bu süre ne kadar uzun tutulursa et o kadar lezzetli oluyormuş. Ben şahsen de denedim, adamlar doğru söylüyorlar :) Restoranlarda, marketlerde her yerde var bu jamon'dan, yukarıya doğru bacaklarından tavana asılıyor, yağı da aşağıya süzülüyor ve bu yağ altta bulunan bir kaba doluyor. Ne kadar uzun süre asılı kalır ve kurursa jamon'un fiyatının da o derece arttığını hemen belirteyim. En tazesinin kilosu 15 EURO civarındayken, 3 yıla yaklaşanların kilosu 80-90 EURO civarında seyrediyor. Satış ise şöyle oluyor: Kemikli but bir düzeneğe bağlanıp aynı bizim pastırma gibi ince ince kesiliyor ve taze taze dilimlendikten sonra servis ediliyor. O anda yenmezse hızla kuruyor. Genelde ekmek ve zeytinyağı ile birlikte tüketiliyormuş. İçecek olarak yanında bira veya kırmızı şarap tavsiye ediliyor. Kesildikten sonra kalan parça budun üzeri "kurumasın” diye bir bez ile örtülüyor.

Sırası gelmişken belirteyim, İspanyol’ların meşhur sucuğu Chorizo’nun da tadına bakılmalı. Chorizo’nun çiğ olarak hazırlanan ve işlenerek kurutulan çeşitleri varmış. Çiğ olanları mutlaka pişirmek gerekirken, isli olanlar çiğ olarak yenilebiliyormuş. Dönerken marketten aldım. Bizim damak tadımıza uygun olmadığı için başlarda tuhaf geliyor. Bizim sucuklara göre oldukça yağlı olduğunu da belirtmeliyim.

İnsanlar burada “hediye almak”tan çekiniyorlar/pek sevmiyorlar. Eşimin doğum gününü kutladığımız restoranda çalışan kadınlar, yaş günü pastasından almadılar. Üniversiteye götürdüğümüz hediyeleri ise neredeyse zorla verdik. Yine de tersi durumlarla da karşılaştık. Kültürel bir farklılık tabi ki, insanlar çoğu kez bunu “ufak bir rüşvet”, “diğerlerinin elde edemediği bir yarar” biçiminde algılayabilirler, dikkat edilmeli…

Önemli bir uyarı da anı niyetine hediyelik eşya alacaklar için… Hediyelerinizi kesinlikle Madrid merkezinden almayın. Güney’e indikçe hem fiyatlar düşüyor (neredeyse yarı fiyatına) hem çeşirler artıyor hem de pazarlık şansınız var. Yok, eğer Madrid’ten hiç çıkmayacaksanız, merkez dışındaki yerlere yönelin, acele etmeyin. Özellikle Granada’da, Calle Reyes Catolicos Caddesi sonundaki “Artesanias Medina” adlı hediyelik eşyacı (caddenin sağına düşüyor) çok ekonomik ürünler satıyor. Eğer Madrid’ten çıkmayacaksanız, hediyelik eşyaların en uygun fiyatlı olanlarını Prado Müzesi’nin olduğu caddeden, ana yolu ayıran yürüyüş yolunun üzerindeki tezgâhlarda bulabilirsiniz. Mağazalarda tanesi 3 EURO'ya satılan shot bardaklarının iki tanesini yine 3 EURO'ya bu tezgâhlardan alabilirsiniz. Ayrıca Madrid’e özel tişörtleri de yine bu tezgahlarda 5 EURO’ya alabilirsiniz. Mağazalarda bunların fiyatlar 8 ile 12 EURO arasında değişiyor.

Bir bu bir hafta boyunca, 5 büyük kenti, bir sürü küçük yerleşim birimini ya gezdik ya da yanından geçtik, 2 bin km’ye yakın yol yaptık ve şunu söyleyebilirim ki, bizim FORUM, KİPA tarzına bile yaklaşamayacak biçimde sade ve sönük, sadece 3-4 tane alışveriş merkezi gördük. Buradan memleket güzellemesi yapmanın cehaleti bir yana, her gün veya her hafta sonu AVM’lere yığılan insanların içten içe sefaletini ve tükenişini fark etmek için sosyoloji bilmeye de gerek yok! Bildik resmî tarih ve söylem, Batılılar’ın yozlaşmışlığından, insanî değerleri kaybetmişliklerinden bahsederek ülke insanının ezilmiş ruhunu okşamaya devam etsin, bu “gerçeklik” Batı’nın farklı yanlarından sadece birisi… Bir başkası da bu yanı rahatlıkla imha edebilir. Fakat her ne olursa olsun, bu ülke insanının şu soruya verecek yanıtı, epeyce sıkıntılı: Öyleyse, neden Avrupa ülkelerine kapağı atmak, orada çalışıp, yaşama arzusuyla yanıp tutuşuyoruz? Şimdi 30 yaş üzeri kesim “benim böyle bir amacım da idealim de yok” diye karşılık verebilir. Olamaz tabi, evlenmiş, çocuk sahibi olmuş, çalışan veya emekli, evini almışsın, orada geçer akçe olan bir niteliğin yok, üstelik yerel değerlere gömülmüş, dünya’nın “en güzel” ülkesinde, “en iyi” insanlarla birlikte yaşadığını falan düşünüyorsun (laf aramızda buna da “milliyetçilik” deniyor). Avrupalı dört bir yanı AVM’lerle doldurmayı bilmiyor mu? Meselâ Madrid, hatta Paris Belediyeleri’nin AKP’li Başkanlar’ın elinde olduğunu düşünün. Kaçımız, taşın taş üzerinde kalacağını sanabilir? Bütün kentlerdeki rant alanlarının ("kupon arazi" mi demeliydik?) plaza ve AVM’lere dönüştürüldüğünü görmüyor muyuz? İşe bakın ki, o AVM’lerde ancak temizlik işçisi olacaklar da yoğunluklu biçimde bu politikaları destekliyor; kıyamet alâmeti mi bekliyordunuz, içindesiniz ya, fecaat!

Dikkatimi çeken bir başka şey de, Granada’daki insanların diğer gördüğümüz tüm şehirlerdeki insanlardan daha şık giyinmeleriydi. Bu durum Madrid’in daha fazla genç nüfusa sahip olmasından mı kaynaklanıyordu, ki onun da kendisine göre bir şıklığı olmasına rağmen gençler kot-tişört takılır, bilemiyorum. Yine de ispanya’nın beni etkileyen önemli özelliklerinden birisi de kadın ile erkeğin her işte (Toledo’da bize denk gelen belediye otobüslerinin şoförleri hep kadındı; Madrid’te çöp kamyonunda temizlik işçisi kadınlar gördük vs.), her yerde, her eğlencede birlikte omuz omuza olmasıydı. Batı modernleşmesi, cinsiyet anlamında nasıl bir “eşitlikçi toplum”a ulaşmış (“mükemmel” de denemez), ancak buralara geldiğinizde görebiliyorsunuz. Doğulu toplumlardaki erkeklerin sıkça tekrar ettikleri ve sonunda topu (ne alakaysa?) dine attıkları (aslında taca) ama her biçimde dillerine hiç yakışmayan şu “kadın erkek eşitliği” kavramını gelin bir de burada görün. Bu öyle bir durum ki, ihtişamda da aynı, sefalette de aynı biçimini asla kaybetmiyor. Geceleri büyük binaların, Gar’ların çevresinde erkekler gibi yatan 20’li yaşlarda bir sürü evsiz kadın da gördük. Kapitalist tokat, cinsiyet ayrımcılığı yapmadan herkese eşit derecede denk gelmiş.

Laf her türlü “ayrımcılık”tan açılmışken, Madrid’te hem diğer gezdiğimiz ülkelere hem de İspanya'daki diğer şehirlere oranla daha az Afrikalı göçmene rastladık. Özellikle Granada’da Afrikalı ve çok fazla Faslı göçmen vardı, ki zaten bu da tarihsel ve kültürel arka plânıyla oldukça anlaşılır bir şey... Sergicilik yapma ve özel yeteneklerini sokak gösterileriyle sergileme, zaten tüm Dünya'da göçmenlerin olmazsa olmazları. Polis gelince sergiyi 1 sn'de nasıl toparladıklarını ise sadece görmeniz lazım. Yine de İspanya polisinin bu sergicilere müsamaha gösterdiği de rahatlıkla söylenebilir. Yoksa hiçbiri, hiçbir yere bir tek sergi açamazdı.

Öte taraftan, Granada’daki Suriye’li dönerci ise Türkçe olarak iki arada bir derede muhaliflere sevgi, Esad’a nasıl da kin beslediğini bizlere anlatıp durdu. Okuyanlar bilirler, diğer gezi yazımda da bahsettiğim gibi, Paris’te de RTE hayranı Adıyamanlı bir Kürt’e rastlamıştık. Sanırım oradan bakınca böyle “yamuk” görünüyor bazı gerçeklikler… Bunlara ayrıca, “ee buyrun gelin, geri dönün o zaman” dediğimizde, “yok biz almayalım” da diyorlar. “Vatan sevgisi” nedir, bilemezsiniz...

Salobrena ve Almunecar sahil yerlerini gezerken fazlasıyla köpeği olan insana rastladık. Laf evcil hayvanlardan açılmışken, Madrid’te denk geldiğimiz bir protesto gösterisinden bahsetmeden geçemeyeceğiz. Gran Via Caddesi’ni turlarken aşağıdan ellerinde pankartlarla ve evcil hayvanlarıyla büyük bir kalabalığın geldiğini ve bu kalabalık tarafından yolun trafiğe kapandığını gördük. Memleketten deneyimliyiz ya, “biraz sonra polis gelir, göstericileri dağıtır” dedik. Evet, polis geldi, bir güzel göstericileri çevirdi ve ne yapsa beğenirsiniz; trafiği kesti, yol verdi, protestocuların önünü açtı ve “dışarıdan bir karışma olmasın” diye onların güvenliğini sağlamaya başladı. Grup bir güzel protestosunu yaptı, sonra dağılıp gitti. Bizim de ağzımız açık kaldı.

Mevsimin ilk dutlarını da Granada’da yemek nasip oldu, hem de Elhamra Sarayı’nın bahçesindeki otoparktaki dut ağaçlarından... Biz dutları yerken (aslında deyim yerindeyse saldırmışken), diğer turistlerin bizlere bakışını görmeliydiniz. Kültürel fark dedikleri de böyle bir şey zaten, yerine göre "görgüsüzlük" de denebilir :) …

Pek çok durumda olduğu gibi, hele ki trafik söz konusu olduğunda da bu farklılık iyice belirginleşiyor. öyle ki, Avrupa’ya çıkanlar iyi bilirler, “yaya geçitleri”nde yayaların geçiş üstünlüğü vardır. Eğer bir yaya geçidinden geçiyorsanız, araçların size kesinlikle yol vermeleri gerekmektedir. Yoldan son yaya geçene kadar arabalar bekler/beklemek zorundadır. Türkiye'yi bir düşünün, ooff... Biz İspanya’dan döndükten sonra, İspanya ile ilgili şöyle bir habere de denk geldik: Kırmızı ışıkta geçenAnayasa Mahkemesi yargıcı istifa etti… Her ne olursa olsun koltuğa sımsıkı yapışan ülke politikacılarını anımsadınız mı?

İspanya’da dikkati çekici derecede her yerde ve her biçimde, çeşit çeşit “plaka” kullanımı var. Sokak adları süslü ve şık plakalardan, restoran veya cafe’lerin adları da bu tarz plakalara işlenmiş. Yani aklınızın alabileceği her şey, bu sanat ürünü plakalarla ifade ediliyor. Şehirlerde ve mekânlarda çok göz alıcı durduğunu da söylemeliyim.

Madrid merkezde Puerta del Sol ne kadar merkezi ise, etraftaki temizlik bir o kadar sıkıntılı. Arka sokaklar idrar ve kusmuk dolu, geceleri buralarda fazla kendinizi kaybetmeyin. Neticede turistsiniz ve yankesiciler hasretle sizleri bekliyor.

İflah olmaz bir arşivci ve biriktirici olduğum için, yandaki müze biletlerini de İspanya anısı olarak saklayacağım. Gittiğimiz her yerdeki bu dar vakitlerde epeyce bir müzeye girmişiz. Yine de hiçbiri Paris Louvre Müzesi'nin yanına bile yaklaşamaz, bu çok net!

Bunca tespite dikkatli dostlarımızın bir katkısı da (ben atlamışım) İspanyollar'ın sigara tutkusu... Her yaş grubundan o kadar çok sigara içiyorlardı ki,  ben buna denk gelip de nasıl not almadım, kendi kendime şaşırdım. Sigara tüketimi konusunda AB Ülkeleri içerisinde de liderlik İspanya'daymış.

Gelgelelim alkollü içki mevzusuna… Memleketin rejimi ufaktan ufaktan değiştiği ve ahalinin hafifçe ısınan suda keyifle yüzen kurbağa misali bunun farkında bile olmadığı bir ülkeden geliyorsanız, Avrupa’dan şişe şişe alkol getirmek de işin olmazsa olmazını oluşturuyor. Alkol almak için marketler, şarap ve alkol dükkânları Avrupa’nın her şehrinde olduğu gibi İspanya’da da var. Alkollu içki fiyatları elbette Türkiye’ye göre çok ama çok uygun. Çünkü Türkiye’de alkollü içeceklerinvergi oranı %50’den başlıyor. “Biz kimsenin özel hayatına karışmadık” değil mi? Yaw, he he, geçiniz... Bu vergilerin birkaç kuruşu da cami yapımı ve din adamlarının maaşına gidiyor mudur abaca? Alın size kafaya kurt...

Madrid’in bazı bölgelerinde “liquor mağazaları” var. Dışarıdan bakıp köhne bulduğunuz bu dükkânlarda, envai çeşit ve marka içki satılıyor. Meselâ litrelik Glenlivet Viski (12 yıllık) 26 EURO... Hani bizim burada viski niyetine içtiğimiz Johnny Walker’lar, Jack Daniels’lar orada 10-12 EURO’ya (70 cc'si) satılıyor. Şaraplar (ki Fransız şarapları kadar güzel bulmadığımı kesinlikle söyleyebilirim) keyfinize ve bütçenize göre 1,5 EURO’dan 15 EURO’ya kadar var. Ben denemek için 3 ile 5 EURO arasında 4 şişe aldım. Tabi marka ve tat da bilmek lazım ama 3’lüğü hiç beğenmedim; 4’lük iyiydi. İki tane 5’liğe ise daha dokunmadım. Bunun yanında 2 adet 50 cc’lik Martini Blanco ve Martini Rosso aldım. Fiyatı şişe başına 3,5 EURO’ydu, çalan vermez... 1 lt’lik Absolut Votka 12 EURO, 1 lt’lik Olmeca Tequila Blanco 22 EURO’ydu, uçuşta kişi başı toplam valiz ağırlığını doldurduğum için, malesef alamadım.

Üstelik Madrid Barajas Havaalanındaki “duty free”lerde, şehrin içindeki dükkân ve marketlerde görebileceğiniz kadar çeşitte alkol yok, “işi asla oraya bırakmayın” derim. Bir de marketlerdeki alkol reyonlarında dolaşırken, yanda karelediğim içkiyi gördük. inanılır gibi değil, alkol oranı %80 yazıyordu. Yani asla “ateşle yaklaşmayın” misali, neydi bu böyle, nasıl bir şeydi?

Alkolle devam edelim. Her gittiğim Avrupa ülkesinde biralara da özel ilgi gösteririm. İspanya’da da bundan farklı olmadı. Her fırsatta (daha Çek biralarını geçen olmasa da) gördüğüm her markayı denemeyi ihmal etmedim. En favori markalarım San Miguel ve yine aynı gruba bağlı olarak üretildiğini öğrendiğim Mahou’ydu. İkisi de çok iyi, diğerleri de iyiydi ama bu ikisi çok farklı, kesinlikle tavsiye ederim.

Biz bilemedik, siz şaşmayın ve mutlaka gündelik ihtiyaçlarınızı karşılayacak kadar İspanyolca kelime ve cümle kalıpları öğrenin. Nasıl iştir ki, tarihi yerlerde, hediyelik eşyacılarda ve hatta havaalanında bile görevlilerin İngilizce bilmemesi şaşılacak şeydi ve ne yazık ki gerçek... Bir noktadan sonra bu durum çok can sıkıcı olabiliyor. Elinizde veya telefonunuzda bir İspanyolca sözlük olursa çok rahat edersiniz. Akıllı telefonunuz varsa mutlaka “offline” çalışan bir uygulama indirin. Yönünüzü, sokakları, metro istasyonlarını rahatlıkla bulabiliyorsunuz. Paris’teki gibi bize çok yardımcı oldu.

Son satırlarını yazdığım bu kişisel metin, Microsoft Word’de tamı tamına 27 sayfa tuttu. Gezemediğimiz bir sürü yerin daha olduğunu düşündüğümüzde, bu metin, bir "İspanya Gezi Rehberi" için oldukça fazla görülebilir. Bu uzunluğun bir nedeni de, formasyonu konuşturup, biraz da farklı bir şeyler yazma isteğimden kaynaklandı.

İçimde kalacağına, herkesle paylaştım veya latincesi: Dixi et salvavi animam meam...

Sabırla okuyanlara teşekkürler, yararlı olabildiysem ne alâ… Herkese keyifli, eğlenceli, gönüllerindeki gibi bir tatil geçirmeleri dileklerimle…