Geçtiğimiz iki hafta boyunca en çok
gündemde kalan haberlerden birisi de şort giymiş bir kadının, sadece giyiminden
dolayı, otobüste saldırıya uğrayıp, tekmelenmesiydi. Her olayda olduğu gibi yine
bu olayda da Türkiye’deki derin ahlâk probleminin (artık bıkkınlık verici) bir
örneğine daha şahit olduk. Öyle ki “ama, fakat, lakin” ile başlayan ikinci cümlelerde
bu şiddet eylemi aynı bildik gerekçelerle “haklı gösterilmeye” çalışılıyor; hani
neredeyse şiddet gören bir kadın giyiminden dolayı “asıl suçlu” ilân ediliyordu.
Bilhassa böylesi şiddet olaylarında faillerin herhangi bir özelliğinden dolayı
“bizdense haklı”, “değilse haksız” şeklinde de kendisini gösteren bu ahlâk problemi,
sadece küçük bir grubu kapsayan bir sorun biçiminde kalsa, bu şartlar altında belki
ona da razı olabilirdik. Oysaki bugün bu problemin artık kitleselleştiğini, üstelik
insanların akıllarını da alıp götürdüğünü izlemekteyiz. Zira yaşananlar
karşısında soğukkanlı olmaya çalışan, önce olayı anlamaya odaklı kişilerin
sayısı zaten fazla değildi; günümüzde ise iyiden iyiye azaldı. Suçlama ve
düşmanlığın kolaycılığı, yerelleşmenin tutarlılık görüntüsündeki içi boş güveniyle
birleşince, insanlara bir şeyler anlatmak da giderek zorlaştı; maalesef her
geçen gün daha da zorlaşıyor.
Diğer yandan aynı nedenler eşliğinde
şahit olmaktayız ki, bu tür bir şiddet eylemi ile bir siyasal düşünce arasında
bağ kurabilmek, bazıları için imkânsız gibi bir şey. Hâlbuki (özellikle
bireysel hak ve serbestliklere yönelik) hiçbir suç ya da şiddet eylemi, asla bireysel/tekil
bir durumun adı değildir. Çünkü herhangi bir siyasal düşünce için kişiler, yeri
geldiğinde bireysel inisiyatif alabilecek “yüce” misyonlarla da
donatılmışlardır. İlâve olarak bu tür eylemlerde şiddeti sürekli yedeğinde
tutan, bazen açık bazen de gizli biçimde şiddete yönlendirici ya da şiddeti
“kabul edilebilir” hâle getiren bir rıza mekanizması, kolektif bir referans unsuru
da daima mevcuttur. Bu referansın görülememesi, ilişkinin fark
edilebilirliğinin cılızlığı veya şiddet eylemi ile motive edici unsur
arasındaki bağın kurulamaması gibi durumlar, çoğu kez onun vaktiyle zihniyetin
bir parçası haline gelmiş olmasından veya sahiplenilen kültürün içerisine itinayla
sızmasından kaynaklanır.
Nitekim zihniyet ile kültürün
perdelemesindeki bu tarz bir “sızma” harekâtı, tamamen ideolojik bir oluşumun
varlığına da delalettir. Öyle ki buradaki “sızma” fonksiyonu, gerçekleştirilen
her türlü şiddet eylemini, hayatın olağan akışı içerisinde ortaya çıkan “normal”,
“haklı”, basit, sıradan ve “hoş görülebilir” bireysel davranışlara
dönüştürmekte de ustadır. Örneğin, bazı öğretmenler öğrencilerini “onların
iyiliği” için dövmektedir; askere gitmeden asla “adam” olunmaz; gece yarısı
sokağa çıkan kadınlar, tacizi/tecavüzü baştan hak etmiştir; baba, döver de
sever de; insan öldürmek kötü olsa da kutsalımıza saygısızlık edildiğinde bu
geçerli değildir; şort giyen bir kadın aslında erkekleri tahrik ettiği için
tekmeden daha fazlasına layıktır vb. gibi… Keza bu aşamadan sonra her şiddet
eylemi ile onun üzerine sarf edilen her cümle, olayı mevcut bağlamından koparıp
bir takım gerçeklikleri gizlemeye yaramasından dolayı, ideolojik bir hâl alır.
Dahası şiddet eylemlerine zemin
hazırlayan tüm kolektif referanslar, bir takım söylemler aracılığıyla şiddet
eyleminin kendisini ideolojinin nesnesi haline de getirir. Bu yüzden sıkça
rastladığımız ve “ne alakası var?” cümlesiyle karşılığını bulan bir karşı müdafaa
şekli, aslında, meşru şartlarda savunulması güç olan bir şiddet eylemi ile kolektif
referans arasındaki bağı koparmaya yönelik, bazı durumlarda bilinçli olacağını
da düşünebileceğimiz, ideolojik bir manevradan başka bir şey değildir. Bu manevra
başarılı olursa, hem kolektif referansın doğrudan şiddet eylemine sevk edici
unsurlarının varlığı gizlenecek hem de kuvvet alınan bu referansın geçerliliği
sağlama alınacaktır.
Öte yandan böylesi manevralar, bazı
durumlarda ikna etmeye yönelik fazladan söylemlere de ihtiyaç duyarlar.
Böylelikle bu söylemlerin hızla imdada yetiştiği noktada, başka bir ideolojik
manipülasyon unsuru daha “münferit bir olay/vaka/hadise” açıklamasıyla yaşam
bulur. Zira Türk politik kültüründe bir olayı, önemsizleştirmek, örtbas etmek, ilgiden
uzaklaştırmak, kısa zamanda unutulmasını sağlamak için bundan daha işlevli,
hatta genel kabul de gören bir açıklama üretildiğini söylemek güçtür. Üstelik bu
cümle öbeğinin kendi içindeki mantığı, olayın (örneğin bir şiddet eylemi ya da
ayıplanacak bir hareket vb.) tekil biçimde gerçekleştiğini; asla topluma veya
bir topluluğa mâl edilemeyeceğini; devletin/sistemin hiçbir kusurunun
olmadığına yönelik kullanışlı bir bilinçaltı mesajına da sahiptir. Burada
“münferit olay” olarak tanımlanmaya çalışılan, sadece “münferit olan” değil;
yaygın olanın bir an görünür olup ortaya çıkması, yakalanması ya da mevcut suçun
ispata gerek duyulmayacak kadar açık olmasından kaynaklanır. Aslına bakılırsa kayıtsızlığın
verdiği rahatlıkla hemen hemen herkesin ortak yalana dâhil olduğu bu durum, kitlesel
bir konfor anlayışının koca toplumu bir ahlâkî buhrana nasıl sürüklediğinin de
resmi gibidir. Netice itibarıyla olay “münferit” olduğu (?) için kamuoyu derin
bir nefes alır; yerel ve ulusal yetkililer sorumluluklarından sıyrılır;
insanlar bütün nefretlerini en büyük hatası “yakalanmak” olan failin üzerine
kusarlar ve bir sonraki “münferit bir olay”a kadar konu kapanır.
Bu açıklamalar ışığında “münferit bir
olay” şeklinde de değerlendirilen otobüsteki şiddet eylemini artık ele
alabiliriz. Öncelikle şiddet eylemini gerçekleştiren kişinin ifadelerine
bakacak olursak, zanlının polis sorgusunda “kadın olurunda giyinmiş olsaydı manen
tahrik olup bu hareketi yapmayacağını”, “kadının giyinişiyle ülkenin ve toplum
değerlerinin ayaklar altına alındığını”, “inançların yok sayılamayacağını”,
“kadın başka bir kıyafet giymiş olsa, daha az tahrik olacağını” söylediği
görülüyor. Bu ifadeden adamın, hiç tanımadığı bir kadına karşı ortalık yerde “giyiminden”
dolayı şiddet eylemine giriştiğini; kadının giyiminden adamın “inancı ve toplumun
değerleri gereği” manen tahrik olduğunu anlıyoruz. Her fırsatta “münferit” diye
geçiştirilmeye çalışılan, fakat bu toplumda şiddet şekli ve dozu farklı binlercesi
yaşanan böylesi eylemlerin kolektif referansının ya din ya da onunla hemhal
olmuş geleneksel değerler olduğu başka nasıl itiraf edilebilirdi ki?
Açıkçası tüm dünyada İslâmcı
politikaların öncelikle günlük hayata (/kamusal alan) hâkim olmak, toplumsal dönüşümü
oradan başlatmak hevesleri de bilinmeyen bir şey değil. Kişi hakları ve
serbestliklerini ortadan kaldırmaya, gözünün önünden uzaklaştırmaya, başaramazsa
“görünmez kılmaya” yönelik olan bu politikalar, en büyük gücünü yine İslâm’ın
biçimlendirdiği değerler dünyasından alıyor. Bir yandan günümüzün simülasyon
toplumunda yaşayan öte yandan da değerlerine her şartta sürekli saygı bekleyen
bir insan malzemesinin eşliğinde günlük hayatı hedef alan bu mühendislik
çalışmaları, destekçisi de her geçen gün azalan “birlikte yaşama” idealinin önündeki
en büyük engellerden birisi olarak çözüm bekliyor. “Gitsin evinde içsin”, “ne
yapıyorsa ne giyiyorsa evinde yapsın” gibi taşralı değerlerin kolaycılığıyla da
yaygınlaşan bu söylem dağarcığı, öncelikle kadınların giyim kuşamını, daha
sonra ise kadın erkek münasebetleri ile alkol kullanımını “ayıp bir şey” hâline
getirmeyi amaçlıyor. Zaten dikkatli bakıldığında “münferit” diye nitelenen
şiddet eylemlerinin tümünün altında, referans alınan dünya görüşü ile ona ait
değerlerin ruhu yatmakta. Bu ruh, vaktiyle Çorum, Maraş ve Sivas’ta, bugün
Suruç, Ankara, Antep’te kitlesel kıyımlarla yoluna devam ederken; bu
katliamlara alkış tuttuğunu düşünmekte çok da zorlanmayacağımız bazıları da durumdan
vazife çıkarıp, gücü (en azından şimdilik) buna yettiği için, “alkol
tüketiliyor” zannıyla mekân basıyor; Ramazan’da “dövmek için” su içen birini
arıyor; ya da mahallesinde namus bekçiliği yapıyor; hiçbir şey yapamazsa bile otobüste
kadın tekmeliyor.
Yine de hakkını teslim etmeliyiz ki, karşımızda
kolektif referans ile şiddet eylemi arasındaki bağlantıyı silikleştirmekte usta
bir ideoloji, bu ideolojiden beslenen mazeret üretmekte mahir bir dil ve bu
dilin her türlü imkânla işleme sokulduğu kindar bir ahlâk biçimi var. Bu
sebeple “ne alakası var?”dan “münferit bir olay”a uzanan mazeretler silsilesi, kendi
kitlesi nezdinde “kabul edilebilir” dursa da, günümüz şartlarında bu
politikaların sonucu olan düşünce ve eylemler ile bu “ahlâk” şeklinin, gelecekte
ne sürdürülebilirliği ne de meşru olma imkânı yok. Çünkü insanlık da tarih de
tüm yaşananları kaydediyor.
Sonuç itibarıyla ben bu satırları
yazarken ülkenin nadide bir vilayetinde Valiliğin “OHAL kapsamında il genelinde
çalışan tüm alkollü içecek tüketilen umuma açık yerleri kapattırdığı” şeklinde
bir “münferit olay”ın daha haberi geldi. Vali “bir bakıma elektrik verdik, herkes
kendine gelsin burada" diyerek, uyarıda da bulunuyordu. İnsanların bu
yasak sonrasında “kendilerine gelip gelemeyeceğini” tabi ki bilemiyoruz. Fakat esasen
kendisi de bir “büyük anlatı” olan kolektif referans ile bu yasak arasındaki
ilişkiyi net biçimde görebiliyoruz. Tıpkı otobüste kadın tekmelerken “ulvî” bir
misyonla donatıldığını düşünen o adamın, iddia edildiği gibi bu şiddet eylemini
“psikolojik rahatsızlığı olduğu ve antidepresan hapı kullandığı” için
yapmadığını görebileceğimiz gibi…
Yeri
gelmişken “son not” olarak ekleyelim. Psikofarmakoloji Derneği‘nin verilerine göre Türkiye’de yılda 40 milyon kutu civarı antidepresan
hapı tüketiliyormuş. Ülkenin esas sorununun “inanç eksikliği” falan değil,
sosyo-ekonomik sistemin ortaya çıkardığı ahlâk eksenli bir insan problemi
olduğu daha nasıl göze sokulabilir ki? “Münferit” denilenin aslında “genel
vaziyet” olduğunu çözmemiz ve artık beyan etmemiz için acaba başka ne yaşamamız
gerekecek?
Bu makaleye şu LİNK'ten de ulaşılabilir: http://www.birgun.net/haber-detay/antidepresan-katkili-munferit-tekmeler-130031.html