2 Nisan 2014 Çarşamba

30 MART SEÇİMLERİ ve SONUÇLARINA DAİR


Gerilim dozu oldukça yüksek bir seçimi daha geride bıraktık. Zaman şimdi “ben bildim”, “sonuçları ben tutturdum”, "görün bakın halk demokrasiden yana tavrını koydu" diye kanal kanal gezip yorum yapan, gazete köşelerinde yazan veya sizi yolda yakalayıp ahkâm kesen bir takım siyasal iddia oynayıcısı, “gazeteci”, “araştırmacı-yazar” ya da “akademisyen”in zamanı…

İşte bu sebeple, BBC Türkçe Bölümü’nden Mahmut Hamsici de benden 30 Mart Yerel Seçimleri’yle ilgili yayın standartlarının imkânları dahilinde “tek soruluk” bir sual sorup görüşlerimi istediğinde, yukarıda bahsettiğim kesimlerden işitilmesi mümkün olmayan bir şeyler yazmak istedim. BBC Türkçe’ye gönderdiğim röportaj metnine, şu link’i tıklayarak ulaşabilirsiniz. (http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/140331_canli_secim_sonrasi.shtml#WS_TC2_LiveText_31081260_turkish) Sonra o metni, çok da ayrıntıya girmeden, biraz daha geliştirdim ve sonuçta ortaya kabaca bu yazı çıktı.



- Bu seçimlerin en önemli sonuçları sizce nelerdir?

Neticeyi birkaç başlıkta ele almak gerekirse;

30 Mart Seçimleri’nin “ekonomi” başlığı adı altında ele alınabilecek sonuçlarından biri, Türkiye alt ve orta sınıflarının ekonomik beklentiler söz konusu olduğunda, yine ve yeniden, demokrasiyi ve ahlâkı kolaylıkla bir kenara bırakabildiklerine şahit olmamızdır. Öyle ki, resmî rakamlara göre bugün Türkiye’de her iki kişiden biri ya kredi kartı ya da banka kredisi borçlusu. Bu veri bize şunu söylüyor: AKP iktidarı döneminde “yoktan harcayarak” banka kredileri ile aşırı derecede borçlandırılan kitle, olası bir kriz/belirsizlikte “borcumu nasıl öderim?”, “faziler artarsa ne yaparım?” korkularına kapılmış durumda. Bu korkular, böylelikle, artık sağır sultanın bile duyduğu yolsuzluk, rüşvet kayıtlarına karşı insanların tepkisiz kalmasına da yol açıyor. Dahası devlet kurumlarında, yargıda, poliste “devlet parti-parti devlet olan” ve muhaliflere karşı giderek otoriterleşen bir iktidar, demokrasiyi ve ahlâklı olmayı değil de cebini düşünen bu kitleleri hiç rahatsız etmiş gibi görünmüyor. Hatta muhaliflere karşı uygulanan zorbaca politikalara karşı iktidar seçmenlerinin bu durumu, bitmez tükenmez bir “mağduriyet” haliyle ve riyakârca “zamanında biz de neler çekmiştik” şeklinde karşıladıklarını da görüyoruz.

Ekonomi listesine bir başlık daha eklemek gerekirse, AKP iktidarının kendi açısından 12 yıldaki en büyük “başarı”larından birisi de, toplumdaki birbirinden farklı kesimleri menfaat ağları ile kendisine bağımlı hâle getirmesiydi. Bugün bunun ne derece etkili olduğuna, bir kez daha şahit olduk. Bu menfaat ağları, öylesine tutucu bir etkiye dönüştü ki, evimizin karşısındaki okul kantini ihalesine giren kişi ile milyon Dolarlık ihalelere giren kişilerden tutun da, üye olduğu sendika vasıtasıyla senede 2-3 kez sürücü kursu sınavlarında görev alan öğretmene, devletle iş yapan tüccar veya müteahhitten, onların yanlarında çalışanlara, evde yaşlı bakıp sigortası yatıp maaş alan kadından, Sosyal Yardımlaşma'dan düzenli yardım alanlara, hatta özellikle Güney Doğu’da Kaymakamlık, Valilik çekleri ile alışverişini yapan ailelere kadar herkes başka bir partinin gelmesi halinde bu “imkânlar”dan mahrum olacağım kaygısı içerisine düşmüş durumda. Bu kaygıları üst üste koyduğunuzda ise, “CHP gelirse bittiğimiz andır” şeklinde özetlenebilecek bir başka etken ile karşılaşıyoruz. Tabi ki bütün bu korku ve kaygıların bildik “ahlâkî” kılıfı, “AKP millî ve manevî değerlerimize saygılı bir parti”, “vesayete karşı demokrasiden yanayız”, hatta "Dünya'ya kafa tutuyoruz" gibi içi boş popülist söylemler oluyor. Tabi ki bu insanlar, bu ufak yardımlarla daha da fakirleştirildiklerinin ve böylelikle daha da bağımlı hale getirildiklerinin farkında değil.

Bununla birlikte kanımca, kişilerin borçlanarak yarattıkları göreli refah, tüketim toplumunun imkânlarıyla bir anda karşılaşıp bunu "iktidar partisinin sağladığı" ve ancak AKP'yle istikrarlı biçimde sürebileceği düşüncesine kapılmak ve her köşesi şantiyeye dönen ülkede inşaat sektörüyle ayakta tutulmaya çalışılan ekonomik dengeler de iktidar partisinin oy oranlarını korumasının en temel sebeplerinden birisi. Bu durum öylesine perdeleyici bir etkiye sahip ki, özellikle AKP seçmenleri başta olmak üzere, geniş kitlelerin ülkedeki neo liberal soygunculuğu görmesini de engelliyor. Halbuki bu soygunda, devlet ihaleleri aracılığıyla yandaşlar'ın ceplerinin doldurulması bir "hak" biçiminde algılanıyor; kent alanlarının talan edilip, ranta açılması “projelerimiz” şekline bürünüyor; ülke doğası ve suyuna el konulması “bir ihtiyaç” (köprü, otoyol, tüp geçit, elektrik vb.) adı altında meşrulaştırılıyor;  memleket ormanları maden ocakları ve baraj projeleri ile katledilirken, “ilerlemeyecek miyiz?” şeklinde başka bir dayatma ile karşı karşıya kalıyoruz. Bu postmodern dünyada amorf bir görüntü sergileyen siyasal iktidar, hem o hem de bu olabilmenin,  böylece de hem her şekle bürünebilmenin hem de her durumdan "mağdur" ve "muzaffer" çıkmanın nimetlerini yiyiyor. Sonuç olarak da, ani ve sert bir ekonomik kriz olmadıkça, kısa dönemde bu kesim AKP’ye oy vermeye devam edecek gibi görünüyor.

30 Mart’ın kültürel bir sonuç olarak da şunu söylemek gerekirse, iktidar partisinin muhafazakâr politikaları, siyaseti Türkiye tarihinde hiç olmadığı kadar dinselleştirdi. Siyaset dinselleştirildiğinde ise, liderler de insanlara birer “ulvî”, “nebi”  kişilikler, “üstün insanlar” biçiminde görünmeye başlar. Bir hiyerarşi çıtası kurulur ve kişiler kendilerini bu hiyerarşinin aşağılarında kabul ederler. Dolayısıyla, liderlerin kutsiyetine inanmış kişiler, gözleriyle dahi görseler yolsuzluğa, rüşvete inanamaz hâle gelirler, bunu liderlerine yakıştıramazlar. İşte bu dinselleştirme, ekonomik korkuların etkisiyle tetiklenen beklentileri güzelce gizliyor ve hatta “meşru” bir söyleme de dönüştürüyor. “Kredi borcum var, olası bir krizde nasıl öderim” demek ahlâken her zaman mümkün olmadığı için de, “çaldığını gözümle görsem inanmam” demek, böylelikle kolaylaşıyor.

Diğer taraftan, Türkiye toplumunun kültürel anlamda iyice ayrıştığını da yine bu seçimler sonucunda görebiliyoruz. İktidar partisi yandaşları ile diğer partilerin seçmenleri arasındaki nefretin hani o hep lanetlenen 1970’li yılları aratmadığına da şahit oluyoruz. Bir tek silahlı cinayetler eksik ama ben kişisel olarak, bu ülke insanının, bu potansiyeli her daim içerisinde taşıdığına inanıyorum. Gezi Günleri’ndeki paramiliter güçlerin ara sokaklarda yaptıkları hafızalarımızın en taze görüntüleri olarak duruyor. Üstelik, kurumlara güvensizlik, toplumsal huzursuzluk, sevgi eksikliği ve politikacıların nefret söylemleri de 1970’leri kat be kat aşmış durumda. Siyasal iktidarın “balkon konuşması”nda, “hesap sorulacak kitleleri” özenle işaretlemiş olması da, önümüzdeki günlerde siyasal ortamın daha da ısınacağının habercisi şeklinde okunabilir.

Dolayısıyla, bu seçimlerin siyasal sonucu ise, AKP iktidarının önümüzdeki dönemde her türlü muhalefete karşı daha fazla sertleşeceğinin işaretlerini net olarak vermesidir. Çünkü Başbakan'ın aldığı her oyu, “muhaliflerin canına oku” biçiminde değerlendirdiğini de esefle izliyoruz.  Bu durumda, ülkenin kısa vadede temellerini siyasal ama özellikle kültürel farklılıklardan alacak biçimde daha fazla ayrışacağı ve başka çıkar yol bırakılmayan muhalefetin yeniden sokağı bir tercih olarak göreceği söylenebilir. Bu da daha fazla devlet şiddeti ve sonucunda yarası sarılamayan yeni yeni toplumsal acıların ortaya çıkması demektir.

Netice itibarıyla, 30 Mart Yerel Seçimleri'nin tarihsel sonucu da, bugün değil ama ilerleyen dönemde siyasal İslâm’ın zemin kaybedeceği ve İslâm’ın “bir ahlâk düzeni” olma iddiasının uzun vadede yara alacağıdır. Yine de biz bu gelişmeleri en erken 2020’li yılların ortalarına doğru görebileceğiz. Çünkü siyasi iktidar, oy anlamında gücünü koruyor ve tarihsel mayalanma için her şeyin daha başlangıcındayız.