2 Ağustos 2023 Çarşamba

Gökhan Yavuz'un Sol Ayağının Romanı / Bir Metafor Denemesi

 

Bazı anlar ve o anlara ait yarım saniyelik görüntüler vardır, zihne takılıp kalır. Belki sıradan bir eylem, bir mimik, davranış ya da harekettir, gerçekleştiği anda ve çoğu kez bir bilincin sonucu olarak ortaya çıkmaz. Hatta bilinçaltına dair içsel bir derinliğe de sahip değildir, olmayabilir. Vücudun bir hareketi esnasında denk gelmiş ve öylesine bir görüntü oluşmuştur. O anı yaşayan veya o görüntüye bakan bazı kişiler de belki o yarım saniyelik hareketin farkında bile olmamıştır. Fakat birileri fark eder, dikkat buyurur, ilginç gelir ya da etkilenir, belleğine yazar, zihninde tutar ve vakti geldiğinde bazı nesneler/durumlarla o anlık görüntüyü bütünleştirir, örtüştürmeye çalışır. Dahası belli belirsiz işlenen o an, yıllar boyunca düşüncede yaşayan bir iz, zamanla zihinde ikâmet eden bir gölge hâline de gelebilir. O zihnî gölge, artık gelecekte karşılaşılacak bir gerçeklikle eşdeğer kılınmak için bilinçsizce bekletilir; çünkü vakti gelince “ilgisiz” görülen başka bir gerçekliğe ilmeklenecek, iliştirilecektir.

İşte o an benim için bugün geldi. Bu sebeple, aşağıdaki metnin, zihnimde sırasını bekleyen "o anın" günümüzde nihayet kendi gerçekliğini bulmasının sonucunda ortaya çıktığını söylemek doğru olacaktır. Başlayalım...

 

Sevgili Gökhan Yavuz Demir’in “Kesin Döneceksiniz” isimli kitabı yayınlandığında (Ocak, 2022) kazandığım bir yurtdışı bursu vesilesiyle saha araştırması yapmak için Londra’da bulunuyordum. Kitabı ancak Temmuz ayında ziyaretimize gelip iki hafta bizimle kalan yeğenimiz aracılığıyla edinebildim. Ailecek beklediğimiz bir eserdi, bu yüzden hızla okumaya başladım. Kitabın yazılışı kadar günde de okuyup, bitirdim. Sonrasında kitapların da insanlar gibi hikâyeleri olduğuna inandığım için kitabın künye sayfasının karşısına adımı, notumu ve tarihi yazıp dönüşte (kitaplar da dâhil olmak üzere aklın alamayacağı her şeyin, önce bağış olarak kabul edilip sonra yardım amacıyla satıldığı) “charity” adıyla bilinen “ikinci el” dükkânlarından birine (Ekim 2022) bıraktım. Konumu da şu:

https://www.google.com/maps/place/797A+High+Rd,+London+N12+8JT,+Birle%C5%9Fik+Krall%C4%B1k/@51.6160397,-0.1766034,18z/data=!4m15!1m8!3m7!1s0x487619f2fee460b3:0x261185c754230892!2sNorth+Finchley,+Londra,+Birle%C5%9Fik+Krall%C4%B1k!3b1!8m2!3d51.6135087!4d-0.1754198!16zL20vMDJiZDA5!3m5!1s0x487619e61e6dd7e9:0x831ec0b875de288d!8m2!3d51.6158301!4d-0.1769774!16s%2Fg%2F11cskmf00q?entry=ttu

Dünya’nın her coğrafyasından yağmur gibi kitabın (ve tabi milyon tane nesnenin de) yağdığı Londra’da, bir gün birisi orada bu kitabı görecek, merak edecek ve alacak. Tabi böylelikle kitabın yeni bir hikâyesi de başlayacak. Belki kitapla, künye notlarının “ne gibi bir ilişkisi olduğu” sorusunun peşine düşecek. Heyecan vericiydi!

Diğer taraftan, itiraf etmeliyim ki beklentilerin aksine bu metin kitabın edebî analizine dayanmıyor, aşağıda bunları bulamayacaksınız. Edebiyat eleştirmeni falan değilim, kendimi kitabın bu tarz bir analizini yapacak yeterlilikte de görmüyorum. Yine de bir kitap aşığı olarak kısa fikrim şudur ki, kitabı beğendim. “Birileri artık bu yaşadıklarımızı yazsa” deniyor ya, “ne sinemada ne edebiyatta şu yeni rejimin gölgesi bile yer almıyor” şeklinde eleştiriler var ya, işte bu eser, o talebe karşılık geliyor ve benim adıma bu bakımdan kıymetli. Bu kitap, yaşananların edebî bir haykırışı, aynı zamanda bir iç çekiş, bir hayal kırıklığı ve yüce bir sitem!... Aynı nedenle de Gökhan Yavuz’un novella’sı, yaşananların yakın şahidi olmuş olmamış herkesin vicdan teline dokunuyor. Yazar konformist olmanın “genel değer” şeklinde kabul gördüğü yeni rejimde vicdanları eleğe dönmüşlere de (duvara konuştuğunu bile bile) arada iki çift laf ediyor. Üstelik fazlasına gerek olmadığının da bilincinde, kelimelerinden itinayla tasarruf etmiş. Neticede iyi biliyor ki bu artık boşa zaman kaybı!

 

Bununla birlikte, bana bu metni yazdıran gücün, solda bulunan karedeki o donmuş görüntü olduğunu artık itiraf etmem gerekiyor. Kanımca yazarın novella’sını en iyi ifade edecek anlam da yine aynı karenin içerisinde yatmakta... Fotoğraf, Gökhan Yavuz Demir’in bir gece yarısı KHK’si ile üniversiteden, kendini adadığı mesleğinden ve öğrencilerinden koparıldığı olayın birkaç gün sonrasına ait. Fakülte önünde öğrencileri onu hüzünlü bir şekilde uğurluyor. Bu kaydın videolu görüntüsünde Gökhan Yavuz da aynı hüzün içerisinde ama öğrencilerine karşı dirayetli durmaya çalıştığı görülüyor. Sonrası vedalar, alkışlar ve ayrılış…

 

İşte o anda çekilen bu kare, bir ruh hâlinin bedene yansıması olarak ortaya çıkmakta... Sağ ayak, sabit, adım atıp gidecek. Lâkin sol ayak, tedirgin, çelişkili, gitmek istemiyor, bir garip ve eğreti, neredeyse bıraksan tek başına geri dönecek. Hani yapmak istenmeyen her şeyde “ayak sürünür” ya, adımlar geri geri gider ya, işte öyle! İki ayak, iki farklı dünya… Sol ayak duygu, vicdan, sanki kalp ve ruhun ifadesi  gibi, “gitme, kal” diyor; sağ ayak ise hayatın yükü, zorunlulukların, zorbalıkların mecburi ortağı, “kalamazsını” yüze vuran netlikte dimdik durmakta! Her şey bir yana, bütün o insan kalabalığının içinde o ayak görüntüsü zihnimde asılı kaldı, nedense o günden beri bu kareyi unutmadım. Ve artık günü geldi! O an, gerçekliğiyle buluştu!

 

Üstelik böylesi bir “ayak anlatısı”, başka bir alanda da karşımıza çıkıp, eşsiz bir sanat eserini çözebilmemiz için bize yol gösteriyor. Nitekim benzer bir durum, büyük usta Michelangelo’nun Roma San Pietro in Vincoli Kilisesi’ndeki Musa Heykeli'nde de mevcut... Çok iyi bilinen kutsal bir hikâyeye göre Musa, Sina Dağı’ndan elinde tanrının yolladığı ve On Emir’in yazılı olduğu levhalarla geri döner; ancak giderken gönül rahatlığıyla geride bıraktığı halkını, “altın bir buzağı” yapıp ona tapar halde bulur ve elindeki levhaları öfke ve hayal kırıklığı ile yere atarak, parçalar. Michelangelo’nun bu heykelde, işte bu anın öncesini tasvir ettiğine inanılır. Musa, dönüşte yorulmuş, dağın eteklerinden inerken de bir kaya üzerinde dinlenmeye başlamıştır. Fakat tam o sırada gelen sesler üzerine başını çevirmiş, seslerin geldiği yere bakmış ve gördükleri karşısında hüsran ve öfkeyle, ayağa kalkmaya yeltenmiştir.

 

Michelangelo burada, böylesi bir anı sonsuza kadar ölümsüz kılandır. Yani sağ ayağı sabitken, "tanrısallık görevi" adına orada dururken, sol ayağı hafif geride ve parmak uçlarında bir hareketlenme oluşturarak, Musa’ya (ve dolayısıyla heykele bakan bizlere de) devam etmek ile gitmek arasında kalan bu çelişki anını yaşatır. Sağ ve sol ayaklar, yine benzer işlevlerde ve yine aynı çelişkiler içindedir. Fotoğrafın olmadığı bir çağda zihinde canlanan görüntü, böylece sanat eserinde hayat bulur. Mermeri ölümsüzlüğe dönüştüren bu muhteşem eser, o anın sanat üzerinden aktarılması, hikâyeye yabancı olmayanların da görerek etkilenecekleri muazzam bir sunumdur.

Diğer taraftan mutlaka akla gelecektir, sorulmadan ben yanıtlayayım: Doğal olarak burada yapılan metaforlar sübjektif olarak değerlendirilebilir. Öyledir de… Hatta başkaları da aynı karelere bakıp, farklı ve tamamen zıt anlamlarda metaforlar üretebilirler. Keza görüntü asla “objektif” değildir. Böylesi bir kategorinin içerisine de alınamaz. Ve esasen görüntüyü (semboller, nesneler vb. de) herkesin bakıp farklı/ortak düşünceler ürettiği bir anlamlar yığını olarak değerlendirmek gerekmektedir. Belki bu konunun ince ayrıntısı şu olabilir, görüntü/sembol/nesneye bakılıp onun hangi sistematik yollarla, nasıl ele aldığı ve anlamlandırdığın burada bir farklılık yaratacaktır. “Bakmak” ile “görmek” arasındaki fark belki de budur!

Sonuç olarak düşüncem odur ki, bu novella Gökhan Yavuz’un sol ayağının romanıdır. Onun sesi ve seslenişi, onun vicdanının dile gelişi, yaşayıp gördükleri ile onları kelimelere dökülüşüdür. İyimser ama bir o kadar da kırgın, yalnız ama hayata tutunmaya çalışan, “olan” ile “olması gereken” arasında kalan bir ruh hâlinin eseridir. Gerçi Gökhan Yavuz, her fırsatta Refik Çavuş’un kendisi olmadığını söylese de romanı okuyup da bunu kabul eden herhangi bir insan evladı bulabilmiş midir, bilemiyorum. Oysa yazar sonuna kadar haklıdır, Refik Çavuş kesinlikle kendisi değildir. Refik Çavuş, Gökhan Yavuz’un bir roman karakterinde vücut bulmuş sol ayağıdır. Bir anlık refleksle hareket eden ve vicdanı rahat olmayan Musa’nın sol ayağıyla da kader ortağıdır. Çünkü o eylem, iktidarın enseyi yalayıp geçen soğuk nefesi ile kitlelerin şuursuzluğunu görüp, irkilen anlık bir insanî harekettir...

Bir heykel veya bir novella olarak ortaya çıksalar da sol ayakların haklı refleksi, dünyada güzelden yana tavır alanların varlığını görmemiz açısından umut vericidir. Dünya’yı belki sol ayaklar kurtaramayabilir, lâkin umut yine sol ayaklardadır.

 

Son bir not: Yazarımızın defaatle “bu romanı üç günde yazdığını” belirten açıklamalar yapması, gençleri hikâye ve roman yazmaya teşvik kapsamında değerlendirilmelidir.

“Son Nottan” bir sonraki not: Bu yazı, tam bir yıl önce plânlandı ama ancak şimdi metne döküldü. Tüm gecikmiş metinler için özür! Ve bir ek daha, Gökhan Yavuz Demir'in yukarıdaki fotoğrafını çeken muhabirin adına da ne yazık ki ulaşamadım. Kendisinden özür dilerim, ileride bulursam buraya ekleyeceğim.

 

Eserle ilgili bazı röportajlar ve kayıtları da şuraya bırakayım:

https://www.gazeteduvar.com.tr/gokhan-yavuz-demir-bu-memlekette-degerinizi-ortaya-koymak-icin-olmenizi-beklerler-haber-1561027

https://www.ajandakolik.com/gokhan-yavuz-demir-ile-kesin-doneceksiniz-ve-don-quijote-uzerine/ 

https://parsomenfanzin.com/2022/09/29/gokhan-yavuz-demirden-yeni-kitap-kesin-doneceksiniz/

https://yeniinsanyayinevi.com/gokhan-yavuz-demir-ile-kesin-doneceksiniz-ve-don-quijote-uzerine/ 


2 Temmuz, Yeni Rejim ve Laiklik (BirGün Pazar - 2 Temmuz 2023)

 

Geçen yıl tam da bugün, 2 Temmuz Anması için Londra’nın Hackney ilçesi Stoke Newington-Common Park’taki Sivas Anıtı önündeydim. İngiltere’deki Alevi topluluklarının organize ettiği anmaya umut, hüzün ve öfke hâkimdi. Umut değişime dair beklentiden kaynaklanırken, hüznün nedeni kaybedilenlere beslenen sevgi ve özlem duygusuydu; bunca yıl geçmesine rağmen gelmeyen adalet ile katillerin korunması da öfkenin sebebiydi.

Bununla birlikte Alevilik günümüzde İngiliz Devleti’nin “resmî olarak” tanıdığı inançlardan; Aleviler de pek çok topluluk gibi serbestçe örgütlenme, ibadet, toplantı ve eylem yapma gibi özgürlüklere sahipler. Dahası eğer sınıfta bir Alevi öğrenci varsa, aldıkları izinle belli haftalarda ilkokullara gidip inançlarını tüm sınıfa kendileri anlatabiliyorlar. Dolayısıyla vaktiyle türlü sebeplerle yurtdışına göçmüş Aleviler, kültür ve inançlarını bulundukları ülkelerde serbest olarak yaşamaktalar.

Peki, anavatanda da öyle mi? Bugün Türkiye’deki cemevlerinin geneli, iktidara yakın dedelerin kontrolünde. Okullarda sadece tek bir dinin, müstesna bir mezhebi (hem de zorunlu olarak) öğretiliyor. Devlet her bulduğu fırsatta kendi “makbul Alevisini” tanımlamakla kalmıyor, “nasıl olması” gerektiğine kadar her şeyi kendisi belirliyor. Böylelikle Alevilik, İslam’ın bir altkültürüne indirilmeye çalışılırken, Aleviliğe dair alternatif yorumlar da dışlanıyor ve “marjinal” adı altında kriminalize ediliyor. Bunun yanı sıra günlük hayat ve resmî ilişkilerdeki ayrımcılıklar da devam etmekte. Bakınız bütün seçim süreci boyunca Kılıçdaroğlu’nun “Aleviliğinin” konuşulması bile daha yeni bitti.

Tabii ki bu ayrımcılıklar sadece Alevileri değil, tüm muhalifleri, Kürtleri, sosyalistleri, kadınları, gençleri, LGBT bireyleri ya da daha yerinde tabirle “millet” parantezi içinde görülmeyen herkesi kapsamakta… Şu tabloyu netleştirmek için artık bir durumun altını çizmek gerekli, Türkiye’de rejim önemli ölçüde değişti ve yeni bir toplumsal düzen kuruluyor. Bu minvalde de pek çok şey yasaklarla, baskılarla, medya eliyle, olmadı herkesin çevresindeki konformistler sayesinde değiş(tiril)iyor. Örneğin, gündelik dilin içerisine iyiden iyiye yerleşen kavramlar (Herbert Marcuse’nin kulakları çınlasın) dinsel bir a şeklinin iktidarını besliyor. Sonra da bunlar ahlakın ve hassasiyetlerin yönünü belirliyor. Görünür hayatlar ardında hiç de dinsel bir hayat yaşanmasa bile, din artık kamusal alanı düzenleyen yegâne normlar bütünü oldu. Kitle iletişim araçlarından gerçek hayata kadar her yerde karşılaştığımız kurgusal bir dindarlık ise sembolik ilişkilerin menfaat kapılarını açan anahtara dönüşmüş durumda... Tabii kitleler bunlarla oyalanırken, küresel sermayenin güdümünde ve piyasa ekonomisiyle uyumlu bir İslam da neoliberal emelleri gerçeğe dönüştürmede büyük başarılara imza atıyor.

Hatta son seçimlerle birlikte bu durumun siyaset alanında da karşılığını bulduğu söylenebilir. Zira Cumhuriyet’in 100. Yılı’nda Sağ’ın her tonu Meclis çatısı altına toplandı. Üstelik artık Meclis’te AKP’nin ölçeklerini başka ağızlardan dillendirip, kamuoyunun tepkilerini tartmaya yarayacak iki İslamcı parti daha var. Gerek babasının “dibine düşen” genç Erbakan’ın gerekse de HÜDA PAR’lı vekillerin yaptıkları açıklamalar da göstermekte ki, önümüzdeki yıllar İslam’ı topluluğu dönüştürme ve rıza üretmede daima ideolojik bir araç olarak kullanan yeni rejimin mevcut geçişi “sağlamlaştırma” dönemi olacak. Anayasal değişiklikler başta olmak üzere sosyal hayata doğrudan ve yasal olarak müdahalede bulunabilecek pek çok kanun ile yönetmelik değişikliğine hazırlıklı olmak gerekiyor. Kanımca mevcut “hukuki boşluk” dönemi bir süre daha devam edecek ama yeni rejim bir zaman sonra kendi hukuk anlayışını “resmîleştirme” ihtiyacı duyacak. Buradaki “yasallık” ihtiyacının meşruiyetini dinsel düşünceden alacağı da zaten sürpriz değil. Dolayısıyla muğlaklık zirveleri olan “genel ahlak” ile “değerler” gibi referanslar da mütemadiyen daha da ön plana çıkacak. Üstelik bu önemli eşikle birlikte ufuktaki ekonomik buhranın kitleler üzerindeki etkileri de düşünüldüğünde, rejimin daha da sertleşeceğini öngörmek olası.

Sonuçta bütün bu gelişmeler karşısında ortaya çıkan kritik soru ise “ne yapılmalı?” etrafında düğümlenmekte. Öncelikle insanlık tarihinin bir yönüyle de mücadeleler tarihi olduğunu akılda tutmak gerekiyor. Dolayısıyla tarih boyunca insanlığın, bu mücadele mesaisinin önemli bir bölümünü devlet ve kamusal alan ile din arasına mesafe çekmeye ayırdığı da unutulmamalı. Çünkü aynı tarih, devletin bir dini olduğu, kamusal alanın da dinsel kurallara terk edildiği zaman nelerin yaşanabildiğinin acı örnekleriyle dolu. İşte laiklik de zamanında bu hayati ihtiyaçtan (kapitalizmin üretkenliğinin doğasını da unutmadan) ortaya çıkmıştı ve toplumsal barışın sağlanması adına bugün de benzer bir öneme sahip.

Öyle ki, bazen kavramlar kendi özgül tarihsel bağlamlarında daha fazla anlam kazanırlar. Keza günümüz Türkiye’sinde laiklik düşüncesi de artık bu durumda. Nitekim egemenliğin sadece tanrıya ait olduğunu öne süren dinsel bir rejimin karşısında ve hayatın her alanında, vicdan hürriyetini, eğitim eşitliğini, kadın ve çocuk başta olmak üzere tüm insan haklarını, evrensel hukuk kurallarını, demokrasiyi ve özgür düşünceyi, eşit yurttaşlığı, halk egemenliğini, birlikte yaşayabilmeyi, bilimsellik ve aklı savunmak için laiklik düşüncesi artık daha da hayati bir pozisyonda yer alıyor.

Netice itibarıyla vaktiyle kendi aklını tanrıdan kurtarabilmek için büyük bedeller ödeyen, alınacak kararların referansını “gökyüzünden”, “yeryüzüne” indiren insanlığın toplumsal huzuru için, devlet ile din arasına mesafe koymak bugün dünden daha fazla gerekli. Dinselleştirmeye çalışılan ama dinsel olmayan, büyüsü bozulmuş bir dünyada bu mesafenin uzunluğu, ülkede yaşayan insanların mutluluğuyla da doğru orantılı. Kişilerin “hangi dünyada” mutluluğu seçecekleri ise asla bireysel bir tercih değil ve sadece kendilerini ilgilendirmiyor!

 

https://www.birgun.net/makale/2-temmuz-yeni-rejim-ve-laiklik-449804

24 Eylül 2019 Salı

Yeni Rejimin Mitolojisi: Cemaat ve Tarikatlar (BirGün Pazar - 22 Eylül 2019)




1990’ların sonlarına doğruydu, yani bugünlerde “28 Şubat” ismiyle nam salan dönemin tam ortaları… Televizyon ile münasebetimi tamamen kesmeme de bir iki yıl var. Tabi televizyonlar o dönem yine mevcut rejimin çizgisinde uygun adım yayıncılığa devam ediyor. Öyle ki bir TV kanalının akşam haberlerinde konu “kaçak Kur’an kursları” ve acar kadın muhabirlerden birisi İstanbul’da “ihbarın” yapıldığı kenar mahallenin yolunu tutmuş. Muhabir mahallede dolaşırken evlerden birinin penceresinde otururken gördüğü orta yaşlardaki bir kadına “teyze burada bir cemaate bağlı kaçak Kur’an kursu varmış, bilginiz var mı?” diye soruyor. Kadın kamerayı görünce içeri çekiliyor ve perde arkasından “bilmiyorum, görmedim” diyor ama yalvaran tonlamayla gelen asıl cümle sona saklanmış: “Kızım n’olur bir dinimiz var, onu da bizden almayın…” Belli ki kadın, kursun yerini biliyordu; hatta kuvvetle muhtemel o cemaatle yakın teması vardı ya da çocuğunu o kursa yolluyordu.

Bu görüntüyü izleyen genç bir yüksek lisans öğrencisi olarak kadının “bir dinimiz var, onu da bizden almayın” cümlesi bu zamana kadar aklımda kaldı, o vakitler üzerine düşündüğümü de iyi anımsıyorum. Acaba dinî inanç, bir insanın tüm yaşamının en kıymetli nesnesi haline neden ve nasıl gelebiliyordu? Aynı soru bugün de güncelliğini koruyor, fakat geçen yirmi yıldaki yaşanmışlıklarla sorunun niteliği iyice değişti ve İslâmcının bir diğer İslâmcıdan kaçtığı bu gösteri çağında soru çoğu vaka için “acaba öyle midir?”e bile dönüştü.

Tabi insanın tüm benliğini böylesine kaplayan dinî bir inancı ele alırken, aynı inancın ürettiği bazı örgütlenme biçimlerinden de bahsetmek gerekebilir. Nitekim İslâm inancı söz konusu olduğunda da yegâne örgütlenme yöntemi olarak cemaat ve tarikatlar ön plâna çıkıyor. Bugüne kadar ve her kesimden kişiler tarafından bu yapılarla ilgili pek çok şey yazıldı, söylendi. Cemaat ve tarikatların güvenli olmayan/görülmeyen bir dünyaya dair “güven eksikliğini” giderdiği; tehlikelerle dolu rekabetçi bir ortamda üyelerini dışarıya karşı koruduğu; bu yapılara mensubiyetin sosyal güvence sağlayıp istikbal kaygılarını azalttığı; insanların eksikliğini hissettiği yardımlaşma ve dayanışma duygularına karşılık geldiği; şehir yalnızlığına karşı manevî kaygı ve boşlukları doldurduğu; birlikte yapılan ibadet ve sohbetlerin kişileri sosyalleştirdiği; ortak bir aidiyet duygusu eşliğinde bir kimlik sahibi yaptığı; burs, yurt, kurs vb. imkânlarla üyelerine eğitim fırsatları sağladığı ve bunlarla birlikte toplumda bir sosyal ağ vazifesi gördüğü sıklıkla vurgulanan özellikler olarak sıralanabilir.

Yine de cemaat ve tarikatlarla ilgili kısa tespitler, tabi ki yukarıdakilerle sınırlı değil. Bilhassa son yıllarda küçük çocuklara karşı işlenen taciz ve tecavüz suçlarının pek çoğunda bu yapıların izlerine rastlıyoruz ve bunlar sadece duyduklarımız. Bununla birlikte hemen hemen her hafta bir cemaat ya da tarikat liderinin cinsiyetçi, ayrımcı ve bazı kesimlere karşı şiddete sevk eden açıklamalarıyla (topluluk içerisindeki adı “fetva vermek”) karşılaşıyor, insan hakları ve özgürlüğünün nasıl önemsizleştirildiğine şahit oluyoruz. Dahası dövme yaptırmadan bekâr kalmaya, çocuk istememekten yalnız yaşama tercihine, çocukların eğitiminden kadınların çalışmasına kadar birçok kişisel karar bunlar tarafından “sapıklık” (DİB Başkanı da “incelterek” bunlara “sapkınlık” diyor) şeklinde değerlendirilebiliyor. Fakat en çok mesai harcadıkları konu, tahmin edileceği üzere cinsellik… Öyle ki bu çevrelerin özellikle kadın cinselliği ile bedeni üzerine yaptıkları açıklamalar, günahlar ve yasaklarla çevrili çok “orijinal” söylemleri içermekte. Bu kişilerin insan yaşantısı ve eylemleri hakkında söylediklerini dinlediğinizde ise yüzlerce yıl öncesi ile bugün arasında değişen fazla bir şeyin olmadığı kanısına kapılıyorsunuz.

Diğer taraftan, cemaat ve tarikatları anlayabilmenin bir yolu da onların rejim ve politik iktidar ile olan ilişkilerine bakmaktan geçiyor ve bu yazının asıl odaklanmaya çalışacağı konu da bu olacak. Zira aynı yapıların mevcut pozisyonları Türkiye’deki “yeni rejim” açısından hayatî bir öneme sahip. Öncelikle bu yapılar yeni rejim tarafından “sivil toplum” pozisyonuna yerleştirilip, yine benzer pozisyon üzerinden muhatap olarak da kabul görüyorlar. Yani yeni rejim, her nasıl oluyorsa artık, kendi “sivil toplum”unu kendi içerisinden üretiyor ve onu da toplumdaki uygun yere yine kendisi yerleştiriyor. Tam bir Ortadoğu hikâyesi… Vakti zamanında Gülen Cemaati’ne de “sivil toplum kuruluşu” deniyordu; lakin neyin “kuruluşu” olduklarını en acı örnekle cümle âlem gördük.

Dahası cemaat ve tarikatların “sivillikle”, “sivil toplum” olmakla bir alâkaları olmasa bile, yeni rejimin toplumsal muhatap ve destek bulma ihtiyacı, bu yapıları o pozisyona doğru sürüklüyor. Böyle olunca da diğer toplumsal yapıların, muhalefetin, sendikaların temsilcileri meşru görülmeyip “önemsizleştirilirken”, cemaat ve tarikatlar uygulanan politikalara doğrudan katkı sağlayacak yerde konumlanıyor. Bu konum üzerinden üretilen dil ve söylemlerle de toplumda neyin “iyi”, “doğru”, “haklı” ya da “haksız” olabileceğine karar verecek yegâne ölçek olmak amaçlanıyor. Kurgusal, hayali ve yaratı bir tarih yoluyla (bakınız İslâm ve Osmanlı Tarihi) neyin ne olduğunun karar vericisi, tek yetkili bir merkez… Yeni rejim için bir çeşit “mit üretme” pınarı…

Örneğin, bu yapıların baskısıyla ders kitaplarının içeriği değiştiriliyor; “değerler eğitimi” adıyla hazırlanan bir müfredata göre derslere çevreden “kanaat önderleri” (tahmin edin bakalım kimler?) girebiliyor. Üstelik YÖK üniversitelerde “Toplumsal Cinsiyet Eşitliği” çalışmalarını durduruyor. “Genel ahlâk” tepkileriyle RTÜK programlara ceza yağdırıp, sansür uyguluyor, otosansüre ise zemin hazırlanıyor. MEB yeni eğitim-öğretim yılı için hedeflerine “Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Projeleri”ni koyuyor ama tepkiler üzerine projeyi web sitesinden iki saat sonra hızla kaldırmak zorunda kalıyor. Yine aynı yapıların, kadınlar için büyük kazanımlardan birisi olan İstanbul Sözleşmesi ve “nafaka hakkı” konularında çok yoğun tepkileri var ve bunlarla ilgili neler olacağını da yakın zamanda göreceğiz.

Bununla birlikte yeni rejimin “kültürel iktidarı alma” sevdasında da cemaat ve tarikatların önemi büyük. Kendi aracıyla Anadolu’yu boydan boya geçen dikkatsiz birisinin bile kolaylıkla görebileceği gibi, memleketin her köşesi cemaat ve tarikatlara tahsis edilen topraklarla dolmuş. Buralara külliye, medrese ve türlü okullar inşa edilmiş, yeni inşaatlar da devam ediyor. AKP, buralardan yetişen gençlerle hızlı biçimde kültürel ve ideolojik bir dönüşüm sağlamanın peşinde. “Kalabalık olma”nın kültürel iktidarı ele geçirmede yeterli gelip gelmeyeceğini tartışılır ama cemaat ve tarikatların ürettikleri herhangi bir şey de yok, tıpkı yetiştirdikleri insan niteliğinin “kültürel iktidarı ele geçirme” adına üreteceği bir şeyin olmaması gibi… Onlar sadece kendilerine sağlanan imkânlarla bugün bu “güzelliğin” keyfini çıkarıyorlar. Kültürel iktidar işi ise, Allah’a emanet!

Yine yakın dönemde yaşadığımız iki büyük olay, cemaat ve tarikatların yeni rejimin kendi güvenliği açısından ne gibi fonksiyonlara sahip olduğunu da gözler önüne sermekte. Öyle ki bu iki olay vesilesiyle, yeni rejimin paramiliter güçlerini bu yapılardan oluşturduğu da şahit olduk. Önce elde palalar ve çivili sopalarla Gezi Direnişi’nde mahalle aralarında “Gezici” arayan gruplar, sonra da 15 Temmuz’da “darbeci” linç eden kalabalıklar ile “demokrasi nöbetleri”nde hep bu yapılar ön plândaydı. Bugün bile bazı yerlerde mahalle/bölgenin güvenliğinin dahi bu yapılara emanet edilmiş durumda olduğu söyleniyor. Rejimin niteliği olan kişilerin disiplin, kontrol ve en nihayetinde düzeltilmesi (“terbiye” adıyla meşru görülüp, kutsanıyor) meselesinin bir parçası da buralara emanet edilirken, belli ki yeni rejim, kendi tahakküm hattını bazı cemaat ve tarikatların neferleriyle kurmayı tercih etmiş gibi görünüyor.

İşte tam bu noktada cemaat ve tarikatlar ile serbest piyasa ekonomisi arasındaki ilişkinin daha da belirginleştiğine rastlıyoruz. Keza bu yapılara katılım ya da temas etme, ancak ekonomik imkânlarla birlikte düşünüldüğünde anlamlı hâle gelecektir. Çünkü serbest piyasa ekonomisi koşullarının hâkim olduğu ve giderek yoksunlaştırılan bir ülkede artan fakirlik ve işsizlik, bu vahşi ekonomik şartlarda dayanışma ağlarının yokluğu vb. pek çok etken cemaat ve tarikatlara katılımı, onlarla ticarî ilişkilere girmenin yollarını da açıyor. Bu yapılar kişilere bir yandan istikbal ve koruma vaat ederken, diğer taraftan da onların olur olmaz çıkışları veya ayrılışlarını engelleyip sosyal kontrollerini sağlıyor. Makbul vatandaşlığın gereği olarak, olan bitenler konusunda yukarılara bazı bilgilerin taşınması da zaten “ulvî görev”in bir parçası… Böylece piyasa ekonomisinin şartları ne kadar sertleşirse bu yapılara muhtaçlık o derece artıyor ve dolayısıyla yeni rejimin kitleleri kontrolü ve yönetmesi de aynı oranda kolaylaşıyor. Tabi burada mutlak bir kontrol ve başarıdan söz edilemez. Hatta kolaylık elbet ama bir “başarı” var mı tartışabiliriz. Bunun sebebi de, bu yazının sınırlarını aşacak biçimde geniş olan, yaşadığımız çağın İslâmcıların dikkate bile almadığı gerçekleriyle ilgili.

Sonuç itibarıyla, cemaat ve tarikat örgütlenmelerini ne İslâmcılık’tan ne de yeni rejimin niteliğinden ayrı tutabiliriz. Dahası politik iktidardan bu yapılarla “ilişkisini kesmesini istemek” de bir o kadar abesle iştigal. Cemaat ve tarikatların kapatılmasının bir çözüm olmadığı da yaşanan deneyimlerle iyice görüldü. Zira tarihsel köklere sahipler ve tüm inanç grupları gibi azalıp, etkisizleşseler de ortadan kalkmayacaklar. İkincisi ise belli baskılar üzerinden devşirdikleri “mağduriyete” paha biçilemiyor.

Öyleyse yapılması gereken şey, bu yapılarla mücadelede dayanışma yollarını kurmak ve örgütlemekten, ısrarla kamusal politikalar ile bireysel hak ve özgürlükleri savunmaktan, yardımlaşmayı genişletmek, öğrenmekten vazgeçmeyip bilgiyi paylaşmaktan geçiyor. Günlük hayat üzerinde dil ve söylemlerde tahakküm kurmayı amaçlayan dinî ve baskıcı ahlâk öğretilerine karşı insanlığı, hayatı ve serbestliği önemseyen bir ahlâk düşüncesini savunmak da bu yollardan bir tanesi. Kadın erkek yan yana durarak cinsiyet eşitliğine sahip çıkmak, bunu önemseyen çocuklar yetiştirmek gerekiyor. Ve hemen gerekiyor…

Bu makaleye şu LİNK'ten de ulaşılabilir:
https://www.birgun.net/haber/yeni-rejimin-mitolojisi-cemaat-ve-tarikatlar-269622 

7 Haziran 2018 Perşembe

Gezi: Ve Muğlaklığın Reddiyle Başlayacak Her Şey... (BirGün Gazetesi PAZAR Eki - 3 Haziran 2018)


İnsanlığın her devirde ve her türlü iktidara karşı söyleyecek bir sözü mutlaka vardır. Sözün ağırlığı, iktidarı çatlatabilir, büyüsünü bozabilir ve bundan dolayıdır ki, tüm Bolu Beyleri’nin yüreğinde mütemadiyen bir “Köroğulları korkusu” saklıdır. Yine de burada esas mesele, bu “söz”ün ne zaman, nasıl ve hangi yollarla söylenebileceği üzerinedir. Bu sebeple, eğer derdiniz her dönem ve her iktidara karşı bir takım temel insanî değerleri, haklar ile özgürlükleri savunmak ve demokrasi mücadelesiyse, bugün Gezi Parkı’nın öğrettikleri artık önümüzde duruyor.

Elbette Gezi pek çok farklı açıdan ele alınabilir, analiz edilebilir. Benim burada yapmaya çalışacağım ise, tek tek gelişen bazı örneklerden kavramsal çıkarımlara ulaşmak olacaktır. Öyle ki bazen benzersiz olay ya da vakalar, kendi başlarına derinlikli analizlere imkân verebilir. Dahası basit görülen olaylar, önemli bulgulara da ulaştırabilir. Hatta o olgular başka ifadelere ihtiyaç duymadan bizlere pek çok şey anlatabilir. Sonuç itibarıyla tek örnek, iyi örnek olabilir.



İdeolojik bir yöntem olarak muğlaklık

Bu yüzden öncelikle Gezi Eylemleri’nin fitilini ateşleyen anı düşünmekle meseleye başlayabiliriz. Anımsanacağı üzere ağaçların kesilmesini engellemek isteyen gençler Park’a gelip ağaçların altında çadır kurmuşlardı. Sonrasındaysa polis ve belediye görevlilerince bir sabah o çadırların nasıl parçalandığını, gençlerin nasıl korkunç bir şiddete maruz kaldıklarına şahit olduk. Hatta aldığı darbeler sonucu üniversite öğrencisi Hazar Tunca’nın kasığı ve testisleri yırtılmıştı. Gezi günleri boyunca bütün yurtta benzer şiddet görüntüleri devam etti. Bu şiddet eylemlerinin tüm müsebbibleri ise o sıralarda gençleri “yasallık dışında” göstermeye çalışacak sağlam bir muğlaklığın peşindeydiler. Muğlaklık burada önemli bir kavram. Zira otoriter zihniyetlerin temsil ettiği dil ile söylemler, mevcut olayları kamuoyu nezdinde muğlaklaştırdıkları ölçüde o günün koşullarında kendi pozisyonlarını korur ve sağlama alırlar. Muğlaklık burada, mevcut durumun anlaşılmasını bozmanın ideolojik yollarından biridir.

Dolayısıyla herhangi bir hak/özgürlük gaspı kitlelerin gözünde, ne derece silikleşirse, anlamı da o kadar bozulur ve iktidarın yönlendirmelerine açık hâle gelir. Örneğin ilerleyen günlerde “demokratik taleplere canımız feda” ya da “gezi ilk üç gün iyiydi” diyen bir söylemin yaygınlaşması, işte bu silikleşmenin ideolojik tezahürleridir. Yine de muktedirler adına burada vahim bir handikap da gizlidir. Çünkü tahakküm oluşturmaya çalışan bu söylem demeti, bir süre sonra muğlak hâle getirmeye çalıştığı şeye dönüşüp aynı akıbete uğrayabilir. Keza Gezi’deki hak taleplerine karşı üretilen “meşru demokratik haklarla gelin” vb. söylemlerle ne anlatılmak istendiği de o günden beri muğlaklığını koruyor. Hatta hatırlanacağı gibi, aynı günlerde Büyükşehir Belediye Başkanı’nın mecburiyetle ağzından dökülen “durakların renklerini bile İstanbullular’a soracağız” sözlerinin buharlaşması da yatsıyı bile bulmamıştı.

Meselâ yine başka bir örnek için Gezi Parkı’nda yapılan bir basın toplantısında bir kadının, (şu günlerde hapisten yeni çıkan) zamanın İstanbul Valisi’ne “parkta kocamla öpüşebilecek miyim?” şeklindeki bir soruya karşı Vali Hüseyin Avni Mutlu’nun verdiği yanıta bakabiliriz: “Toplum içerisinde yazılı hukuk kuralları gibi hukukun kaynaklarından biri örf ve geleneklerdir. Ben hukukçuyum. Hukukun kaynakları içinde örf ve gelenekler de vardır. Hâkim gerektiğinde hukukun içine yazılı bir kaynak bulamazsa kararlarını örf ve geleneklere göre verir. Bu toplumda sizin bahsettiğiniz şekilde bir yaklaşım varsa ve millet yadırgamıyorsa istediğinizi yapabilirsin. Ama ortak geleneklere saygı da bir gerekliliktir.

“Öpüşme” gibi bir eylemi her şeyden önce “hukukî” açıdan ele almak ve algılamak, ahlâkı yedeğine almış bu İslâmcı zihniyetin önemli ipuçlarından birisidir. Burada “öpüşmeye” bir “suç unsuruymuş”casına hukukî açıdan yaklaşmak; öpüşme eylemine karşı “inancımıza göre” kavramını kullanamadığı için onun kabul edilebilir hâli olan “örf ve gelenekler” ile değerlendirmeye çalışmak, daha da ileriye götürüp bunu “ortak gelenekler”in biçimlendirdiği bir “saygı” barajıyla birlikte düşünmek, egemenlik çabasındaki bir dilin zihnî çıktılarıdır. Biz bu çıktıları, yönetmeliklerde, uygulamalarda, konuşmalarda da sık sık görüyoruz. Bu zihniyet buralarda, İslâmcılar’ın pek bayıldığı “genel ahlâk kuralları” adıyla yaşıyor. Tabi dokunduğu her yerde de bir başka muğlaklık destanı yazılıyor.



Devlet baba hep dövmek zorunda mı?

Diğer yandan, devlete sahiplik üzerinden, devlet ile bütünleşmiş görüntüsündeki iktidara da sahiplenilmesi gerektiğini vaaz eden (hatta buyuran) tahakküm heveslisi bu İslâmcı tavır, “samimiyet” üzerinden kurduğu ahlâk barajlarını da Gezi Eylemleri boyunca yeniden tahkim etmeye çalıştı. Örneğin, “özgürlük mücadelesi”nin nasıl yapılacağını didaktik biçimde bizlere açıklayan zamanın Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın şu cümlelerine bir bakalım: “Belediye otobüslerini yakıp yıkıyorlar, sonra da geçiyor şoförün makamına oradan poz veriyorlar. Bu bir vatansevere, bu ülkenin evladına, vatandaşına yakışır mı? Bunun adı özgürlük mücadelesi olamaz. Bunun adı bir hak arama mücadelesi olamaz. İşte ben o samimi çevreci dürüst kardeşlerime diyorum ki, bizi daha fazla üzmeyin. Siz oradan çekilin ve bizi o uç terör örgütleriyle iç içe olanlarla karşı karşıya bırakın. Biz o Gezi Parkı’nı temizleyelim ve bunu sahiplerine teslim edelim.

12 Eylül’de “devlet ve millet düşmanı solcular”ı radyodan “teslim olmaya” çağıran cümlede olduğu gibi: “Gelin, devletin şefkatli kollarına teslim olun”, bugün artık cümlenin son kelimesini “edin” şeklinde de okuyabiliriz. Bu tür bir zihnî algı, ilk elden insanları ayrıştırmayı hedefler.  Sonrasında ise “marjinal”, “aşırı uç” vb. nitelemelerle bazı insanları kategorileştirip, diğerleri nezdinde “temizlik” konusu haline getirilebileceğinin kabullenilmesi için rıza üretilmesini sağlamaya çalışır. “Sade vatandaş” ile “kirli” olan tespit edilirken, politik kültürel mirasın içine işlemiş şekilde satır altından süzülen, “saf vatandaşlarımız” söylemi de gözden kaçmaz. Zira onlar bir türlü olgunlaşamayan, daima “hainlerce” kandırılan ve bu sebeple de sürekli devlet baba’nın korumasına muhtaç durumdaki ebedî masumlardır. Nihayetinde onlar aradan çekilince devlet gereğini yapacaktır.

Bir diğer örnekte ise bu devlet baba tavrı, bugün Türkiye’de ahlâkî açıdan neyin “iyi”, neyin “kötü” olduğunu kaç yaşına gelirse gelsin, hangi makamı işgal ederse etsin rüştünü bir türlü ispat edememiş çocuklarına sürekli tekrarlayıp duran, İslâmcı bir tahakküm aracına dönüşmüş bulunuyor. Yine de bundan memnun olanlar için burada bir problem görünmüyor. Lakin asıl mesele, hem aynı “çocukluk” pozisyonunu hem de yukarıdan buyuran bu efendinin dili’ni kabul etmeyenlerde düğümleniyor. Meselâ Gezi Günleri’nde Hükümet Sözcüsü Bülent Arınç eylemcilere karşı şöyle sesleniyordu: “Yasadışı yollarla demokratik taleplerde bulunmak doğru değil. Bir insanın iki dili olur. Ya siyasetin ya da şiddetin dilini kullanırsınız. Şiddetin dilini kullanırsanız kimse sizin taleplerinize bakmaz. Terörle bunu ayırt etmeye çalışırken kullandığımız bir sistemdir bu. Şiddetle bir yere varamazsınız. Şiddet daha büyük şiddeti celp eder ve devletin gücü karşısında hepiniz ezilirsiniz.”

Öncelikle, Türkiye’nin gördüğü tüm siyasî iktidarların beğenmedikleri siyasî talepleri bu alandan sürüp, bu taleplere yaşam şansı tanımayarak “yasadışı” ilân etmeleri oldukça bilinen politik bir davranıştır. Dahası, geride bıraktığımız kısa sürede dün “yasadışı” olarak ifade edilen pek çok şeyin, bugün “yasal” olduğunu anımsamamız bile, bu ayrımı geçersiz kılmak için yeterli gelebilir. Bir de şu şiddet meselesi var ki, üzerine bir şeyler söylemeden geçmek neredeyse imkânsız. Şiddetin sadece muhaliflerin eylemleri sonucunda ortaya çıktığı üzerine inşa edilen bu zihnî çıktı, şiddeti de ısrarla devletin “meşru güçleri”ne karşı koymak ile eşitlemeye çabalar. Zira aksini düşünmek, “devletin gücü karşısında ezilmeyle” son bulmak anlamına gelecektir.

Hâlbuki şiddet kavramı günümüzde, çok geniş bir yelpazede anlam bulan bir kavramdır. Meselâ, basit bir yasa değişikliği bile, özellikle ideolojikse ve eğer kamusal anlamda insanları doğrudan mağdur etmek amacını taşıyorsa, şiddet kapsamına girer. Yine Gezi Parkı Eylemleri öncesinde “Türkiye’nin sorunları” listelerinin hiçbirisinde yer almayan alkol başlığının, “kamu sağlığı/gençleri koruma” adına hazırlanan bir yasayla “alkol yasakları”na dönüşmesi, net biçimde alkol kullananları hedef alan ve bireysel haklara müdahaleyi amaçlayan açık bir şiddetti. O günden bugüne alkol yasağı genişleyip arttı ve mazereti yine “kamu yararı” adındaki bir başka muğlaklık akidesi oldu.



Bir direniş aracı olarak popüler kültür

Fakat Gezi’de özen gösterilmesi gerekli bir konu da Türkiye’nin tüketim toplumu olmasıyla birlikte hızla yayılan popüler kültür gerçeğidir. Duvar yazılarından akıllı telefonların haberleşme programlarına; atılan sloganlardan yaratıcı posterlere; sosyal medya mesajlarından politik söylemlere karşı hızla bestelenen şarkılara; karikatürlerden futbol marşlarına, fotoğraflardan çıkartmalara kadar popüler kültürün kullanılabilecek tüm araçlarının, Gezi Günleri’nde birer birer sahne aldığına şahit olduk. Örneğin dizi oyuncusu Necati Şaşmaz’ın dönemin Başbakan’ı ile görüşmesinden sonra çıkışta basına konuşurken kullandığı “ülkemize nazar değmiştir” cümlesinden sadece yarım saat sonra Gezi Parkı’na dev bir “nazar boncuğu” posterinin asılması, yaşamımızdaki akıl almaz iletişim hızının etkisini de gözler önüne seriyordu. Burada özellikle kapitalist mal üretimi, pazarlaması, dağıtımı ile tüketimine dayanan popüler kültürün, pazarda ticarî bir meta halindeyken, bir muhalefet ve direnme aracına dönüşmesi dikkatle izlenmelidir.

Altını çizmek gerekirse, bunun asıl sebebi, popüler kültürün, kitle kültüründen tamamen kopabilen bir yanının bulunmasında gizlidir. Popüler kültür, kendisini oluşturan değerlerin halk kitleleri tarafından üretilip yaygınlaştırılmasıyla hayat bulur. Üstelik popüler kültür, günümüz sosyal medya imkânları göz önüne alındığında, iktidarın nüfuz edemeyeceği açık alanlara da sahiptir. Keza Gezi’deki, “ ‘Twitter’ denen baş belası” cümlesi, öylesine söylenmiş bir laf olmadığı gibi, iktidarın kontrol edemediği alanlardan nasıl rahatsız olduğunu göstermesi açısından da önemlidir. Çünkü popüler kültür, yapısı gereği İslâmcı dilin tümüyle nüfus edemediği nadir alanlardan birisidir ve bundan dolayı kitlesel muhalefet Gezi’de, bu alanlarda yeşermiştir.



Gezi dersleri

Netice itibarıyla Gezi, hangi siyasî görüşten olursa olsun, Cumhuriyet’in kazanımlarını yok etmeye, insanları homojenleştirmeye çalışan bir otoriteye karşı bir itiraz, bir sözdü. Bu birleşimin enerjisi de özgür kolektif değerlere, dayanışmaya yeniden inanmak üzerinden üretildi. Bu nedenle Gezi Parkı eylemleri, İslâmcı bir iktidar tarafından türlü yollarla ehlileştirilmeye çalışılan bir toplumun direnişi, kendisine giydirilmek istenen tek tip gömleği kabul etmeyenlerin bir karşı çıkışı, yaşamın her alanında önümüze çıkan zifirî bir muğlaklaştırmaya reddiyedir.

Dolayısıyla bugün 5. yılında, Gezi ile yeniden keşfedilen toplumsal dayanışma duygusunun unutulmaması ve geliştirilmesi gerekiyor. Bu itibarla küreselleşmenin güç verdiği neo liberalizm politikalarına karşı, örgütlülüğün ve dayanışmanın öneminin hiçbir zaman azalmadığına şahit olduğumuz Gezi Parkı’nın bize öğrettiği, ürkütücü bir muğlaklık ve keskin bir hiyerarşi içeren “bir olma/birlik olma” değil; aslen eşitlerin ilişkisini barındıran, gücünü birlikte yaşama isteğinden alan bir toplumsal barış fikridir. Ağacı, kuşu, kelebeği, insanıyla var olma meselesidir. Bir nostalji değil, karanlığa meydan okuyan bir ateşböceğidir.

Bu makaleye, şu LİNK'ten de ulaşılabilir: