17 Şubat 2014 Pazartesi

KABATAŞ OLAYI ve BİR RÖPORTAJIN ANATOMİSİ



Bu güne kadar neden bekledim, şöyle dönüp geriye baktığımda, tembellikten başka “geçerli” bir sebebi yok. Haziran’dan beri, “yazayım” derken işin başına ancak şimdi oturabildim. Demek ki, ikinci dalgayı yakalamam gerekiyormuş. Konu herkesin malumu: Kabataş Olayı…

Bilmeyenler de olur diye kabaca bir özet geçeyim: Haziran Direnişi günlerinde, Başbakan RTE “başörtülü bir kadının, üstelik bebeği de yanındayken, Gezi eylemcileri tarafından yerlerde sürüklendiğini, dövüldüğünü, üzerine idrar yapıldığını” söyleyerek, kocaman bir iddia ortaya attı. Bu iddia, o günlerde (bilhassa muhafazakâr kesim üzerinde, yani tam da düşünülen biçimde) infial yarattı ve mevcut kutuplaşmalar iyice sertleşti. Birkaç gün sonra bu iddiaların esas sahibi Z.D. adlı kadın, Star Gazetesi’nden Elif Çakır’a uzunca bir röportaj vererek, Başbakan’ın tüm söylediklerinin doğru olduğunu, daha fazlasını yaşadığını ve konuyla ilgili suç duyurusunda bulunduğunu belirtti. Röportaj neticesinde kadının da ortaya çıkmasıyla beraber, önemli bir kitle için bu olay, o gün için, “somut” bir şekle de bürünmüş oldu.

Buraya kadar her şey “normal”miş gibi gözükse de, o gün röportajı ilk okuduğumda, hasbelkader medya dili, İslâmcılık, muhafazakârlık vb. üzerine kafa yoran ve bunca yıl söylem analizi yöntemi ile çalışmalar yapan birisi olarak, röportajdaki bazı kavramların metin içerisinde kullanıldığı bağlamlar, hemen dikkatimi çekti. Bahsettiğim röportaj metni içerisinde kullanılan bu kavramlar, sanki, belirli bir muhafazakâr dilin bir röportaj vasıtasıyla ortaya çıkması değil de, bende, muhafazakâr kesimin hassasiyetlerine uygun olarak seçilip, kurgulanmış ve neticede metin içerisine serpiştirilmiş izlenimi uyandırdı. Dedim ya, bunları sıcağı sıcağına yazsaydım daha iyi olacaktı. Şimdi bu kadar aydan sonra, “Kabataş Olayı”nın palavra olduğuna dair görüntüler de yayınlandıktan sonra bu yazıyı yazarken, biraz da mevzunun “gazı kaçmış”, yazı güncelliğini kaybetmiş hisleriyle dolu olacağım.

Öncelikle, röportajın tam metnini, kelimesi kelimesine aşağıda bulacaksınız. Ben aralara girerek, kırmızı renklerle gerekli gördüğüm yerlerde yorum ve analizlerimi yapacağım. Yine de özellikle belirtmeliyim ki, burada yaptığım analizin, ne kadar “bilimsel”, “akademik” ya da "objektif" olduğunu da okuyucunun yorumuna bırakıyorum. Bu kavramlara inanmakla birlikte bunların tümü, bazen ve bazı ellerde oldukça tartışmalı kavramlar haline de gelebiliyor. Bilenler bilir, her metine eleştirel ve mesafeli yaklaştığım gibi, burada da bu tavrım değişmeyecek. Üstelik yazdığım bu metnin, geliştirilmeye oldukça açık olduğunu da eklemeliyim. Öyle ki aralara yorumları aşağıdaki biçimde serpiştirdiğinizde, ana metnin (röportaj) anlam bütünlüğünü bozmamak için daha kapsamlı analizlerden kaçınmak zorunda kalıyorsunuz, bu da yapılan analizleri bağlayıcı oluyor. Dahası, röportajın sınırladığı çerçevede yorumlar yapmaya çalışacağım. Yoksa, röportajın kendi içeriği ile ilgili konuşacak, kavramları kendi içerisinde ele alacak o kadar şey var ki, kadınlık, feminizm, beden ve iktidar, kadın ve şiddet bunlardan sadece bazıları.

Yine de buraya son bir not düşmek gerekiyor, röportajı yapan “gazeteci”nin (Elif Çakır) “mağdur” ile konuşmaya başlamadan, okuyucuyu “birazdan olacaklara” hazırladığı satırlara da özel dikkat buyurmanızı isterim. Annelik duygusu, kalp ağrısı, yürek sıkışması, masum/suçsuz bir bebek objesi, hırpalanmış bir kadın (?), medyadaki “cici çocuklar”, acımasız zorbalar,  “sarsıla sarsıla ağlama”, “mağduriyet” karşısında isyan üzerinden bir dil tutturan bu peşrev satırları, ortalama insanı kolayca etkisi altına almayı amaçladığı gibi, Çakır’ın daha röportaj başlamadan metni tüketecekler açısından düşünüldüğünde, (kaba bir ifadeyle) “damardan girmeyi” tercih ettiğini de bizlere açıkça gösteriyor. Bir şekilde şunu asla unutmamamız gerekiyor ki: “Halk” dediğimiz kitle, ortak bir akla sahip değildir, bu kitleye egemen olan temel şey “duygulardır”; bu sebeple, kitleye yönelik yapılan her sunum, öncelikle bu duyguları zıplatmayı, o hislerle oynamayı esas alır. Bunu en fark edilmez/gizli biçimde ve en yüksek faydayla gerçekleştirenler, medya/siyaset dünyasında "başarılı" kabul edilirler.

Bu açıklamalardan sonra röportajın WEB sayfasının şu LİNK'ten ulaşılabilir olduğunu da eklemeliyim:
http://haber.stargazete.com/guncel/basbakan-erdoganin-yerlerde-suruklediler-dedigi-anne-stara-konustu/haber-762093 

* * * * *

Başbakan Erdoğan'ın 'Yerlerde sürüklediler' dediği anne Star'a konuştu

(Sarsıcı bir başlık... İşin içinde Başbakanın olması, ki "ne dediği" özenle takip edilmektedir; dahası "yerlerde bir annenin sürüklenmesi", insanlarda acıma-öfke duygularıyla haberi okuma isteğini zirveye çıkarıyor.)
Z.D, dehşet anlarını anlattı (Birazdan okuyacaklarımıza ufak bir hazırlık): Bir taraftan ‘Bu ülkenin gerçek sahibi biziz, anladınız mı ulan’ diye bağırıyorlar, bir taraftan tekmeliyorlardı. ‘Kutsal başörtüsüymüş (hedefe kilitleyici ve daha baştan tarafını seçmeye yöneltici sembolik anlam), görün bakalım kutsalı, size neler yapacağız’ diyerek aklınızın bile almayacağı şekilde küfrettiler, vurdular, vurdular... (tekrarlanan son vurgular, empati amaçlı; yani size de olabilir korkusunu açığa çıkarmaya yönelik olarak metne yerleştirilmiş.)

(Analize fotoğraftan başlayalım. Görüntüde iki “kapalı” kadın. Birisi belli ki olayın “mağduru”, yüzünü gizleme gereği duymuş. Diğeri, fotoğraftan edindiğimize göre onunla bir biçimde empati kurmuş bir “gazeteci”, karşılıklı konuşuyorlar. Mekân belli ki kurumsal bir yer, yani bir ev değil. Dahası, röportajı yapan kişinin, karşısındaki kadınla “duygusal anlamda yakınlık kurduğunu” bize düşündürecek en nadide kare seçilmiş. “Seni anlıyorum, yanındayım” tarzı bir yüz ifadesi var… Bu ifadenin, röportajı okuyanlar için “gerçeklik pekiştiricisi”, "samimiyet göstergesi" olduğunu bilmem söylememe gerek var mı? Telefonlara da özel dikkat hani!... “Kapalıyız” ama “moderniz”, Türkiye modernleşmesinin teknoloji ile imtihanı…)
Elif Çakır Röportajı

Tam bir haftadır kalbimin üzerinde bir ağrıyla yaşıyorum ve her geçen gün o ağrının şiddetiyle yüreğim biraz daha sıkıştığını hissediyorum.

Günlerdir olur olmaz yerde kusuyorum. Kusuyorum, kusuyorum, kusuyorum ama bir türlü içimdeki o lanet olası şey çıkmıyor.

En olmadık yerlerde ağlamaya başlıyorum ‘niye ağlıyorsun?’ dedikleri anda boğazıma kocaman bir yumru gelip tıkandığını hissediyorum. (Mevzuya hazırlayıcı duygusal peşrev cümleleri.)

Günlerdir elimde tuttuğum bir fotoğraf karesiyle izliyorum, televizyonlardaki Gezi Parkı eylemcilerinin ‘masumiyetini’ anlatan haberlerini. (Yavaş yavaş ötekileri/düşmanı öğrenmeye başlıyoruz.)

Esprili çocuklarmış!

Çevre duyarlılığıymış!

Yaşam tarzına müdahaleymiş!

Erdoğan diktatörmüş! AK Parti demokrasi konusunda samimi değilmiş!

Elimde 25 yaşında bakmaya kıyamayacağınız kadar masum, gencecik bir anne ve altı aylık bebeğinin fotoğrafıyla izliyorum olan biteni. (Yürek tellerini sızlatmak için iki önemli kavram olan "anne" ve "bebek" vurgularına, ilk adımlar atılıyor.)

Ve geceleri bir albasması gibi çöküyor üzerime, bağırıyorum bağırıyorum ama kimsecikler duymuyor, sonra sesimin çıkmadığını çıkamadığını fark ediyorum. (Kemalettin Tuğcu hikâyelerine benzer dolgu malzemeleri.)

Yüreğimdeki o sıkışmışlık hissiyle, çaresizlik hissiyle günlerdir elimdeki o fotoğraf karesini o annenin ve bebeğinin yaşadıklarını herkesin hepinizin gözünün içine sokup ‘Bu mu masumluğunuz? diyerek avazım çıktığı kadar bağırmak istedim... Ama sustum. Hepimiz sustuk. Ben ve olayı bilen bütün arkadaşlarımız tek kelime etmeden sustuk.

Soru sormaya utandım

‘Efsane’ demiştik ‘Provoke amaçlı uydurma haber’ demiştik ‘Özür dileriz’ diyeninden... (Öncelikle röportaj sahibi, bu haberin etrafındaki olay örgüsüne baştan kendisinin de inanmadığını, belki de inanmak istemediğini belirten bir giriş yaparak, kendisi gibi bizim de artık bundan sonra “inanmamız gereken somut nedenler olduğu”nu söylemeye çalışıyor.)

Gezi’si de batsın Topçu Kışlası da, böyle bir gözü dönmüşlüğü artık savunmamız mümkün değil diyeninden Gezi Parkı masumiyetini yitirmiştir diyenine... (“Ben siyasetten bıktım usandım”, “özüme, vicdanıma geri dönüyorum”, “siyaset varın sizin olsun, yeter” mealli cümlelerle olaya “insan olarak” bakmaya çalıştığını belirtme çabası içinde. Yine de bu "samimiyete" inanmadan önce, burada sarf edilen cümleleri, röportajın sonundaki “Halk dersini verecektir” başlığı altında yazanlarla birlikte okumakta da fayda var.)

O gencecik anne ve altı aylık bebeğiyle savcılığa suç duyurusunda bulundukları günün akşamında buluştum. (Buradaki “gencecik anne” ve “bebeği” kavramlarına dikkat, çünkü aşağıda çok sık karşılaşacağız. Bu röportaj metninde “kadın” kelimesinin ise sadece 2 kez kullanıldığına ve o kullanımların birinde “başörtülü” sıfatı ile öncelendiğine, diğer kullanımda ise “mağdur”a saldıranları anlatmaya yönelik bir kavram olarak karşımıza çıktığına şahit oluyoruz. Tabi ki “bizim için kadın yok, anne var” diyen bir ekolün varlığını da burada anımsamamız gerekli… Üstelik cümle içerisindeki, “savcılığa suç duyurusu” vurgusu ise, “mağdur”un hak arama gayretinin resmileştiğini bizlere müjdelemekle mükellef. "Yüce" adalete güvenle derin bir nefes alınız.)

O kadar zarif bir o kadar naif gencecik bir anne henüz 25 yaşında. (Bitmez tükenmez bir “anne övgüsü”nün okuyanı götürmek istediği asıl yer, bebek ile annenin masumiyetine olabildiğince inanmamızdır. Zaten analiz konusu olabilecek tüm metinlerde – romanlar, filmler, tablolar, fotoğraflar, anlatılar vs. vs.- bu şablon asla değişmez. Okuyan, izleyen, görenler yani konunun tüketiciler’i, birazdan olacak/olan vahametlere karşı anne-bebek ikilisinin duygusal sarmalı ile mevzunun içerisine çekilirler. Öyle ki, bebek ve annesi kurgusu vasıtasıyla, hedef kitleye herhangi bir şey sorgusuz sualsiz kabul ettirilebilme şansına sahiptir.)

Ve yanında bebek arabasının içerisinde mini minnacık altı aylık bir kız bebeği. Minicik ayakları ve kolları, gözü dönmüş caniler tarafından tırmalanmış o minicik sabi, o kadar sevimli o kadar pozitif ki bebek arabasının içerisinde ağzında emziğiyle sürekli gülümsüyor. (Okuyanın bebeği gözünün önüne getirememe ihtimaline karşı, betimleme yaparak, duyguların -ve belki de öfkenin- aynı anda zirve yapmasının garantisi olacak o muhteşem titreme anı.)

Ben hiç araya girmedim. Hiç soru sormadım. Hem soru sormaya utandım. Hem de eğer sorarsam anlatmaktan vazgeçer diye korktum. (“Ben onu hiç etkilemedim, yönlendirmedim”, “objektifim kaldım, hiç araya girmedim” demenin en hasarsız yolu.)

Çünkü kayınpederi, yaşadıklarının kendisi adına utanç verici bir şey olmadığını, bunun kendisine özel bir durum olmadığı konusunda ikna etmeye çalıştığını biliyordum. (Muhafazakâr gelenekte, her şeyi çekip çeviren, “başa gelmiş” olayı çözmeye çalışan, akıl veren  “bir büyük” (genelde “erkek”tir), işte şimdi bu kişi teşrif buyurdu. Ataerkillik, patrimonyalizm ne derseniz deyin, geleneksel yapı bu kodların şekillendirmesiyle oluşur ve bu kültürel durumun içinde çıkan dili de bundan ayrı tutamayız.)

Ve iki gün boyunca haber bekledim ‘ne kadarını anlatırsa o kadarını dinleyeceğim’ diye... O anlattıkça benim gözlerim büyüdü. O vahşeti gözümde canlandıramadım bile... (Filmlerde ve romanlarda da böyledir, “yaratık”/kötü kişiler hemen başta görülürse büyü bozulur. Onu metnin sonlarına atmak ama bunu yaparken izleyici/okuyucuyu biraz sonraki “vahşete” dair iyice motive etmek gerekmektedir.)

Sarsıldım.

Başörtüsü haa... Vurun şuna...

Genç anne ‘biliyor musunuz bebeğime bile acımadılar’ diyor utanç içerisinde yüzüme bakmadan. (Savunmasız bir anne ve masum bebeği… O hep bildik “tecavüzcü Yunan askerleri”, “katil Ermeniler”, “bebek katili Kürtler” vb.’yle doldurulan sorunlu zihin altyapılarımızda yer edinmiş, her daim "mağduriyete" referans yapan kavramlardır. Öyle ki, bu sıraladıklarım, hep “kahpece işler” yapar ve kendi akranlarına değil de, kadın, çocuk ve bebeklere kötülüklerde bulunurlar. Fakat bu olayda ilgimizi çeken durum, anne ve bebeğin “bizden” olmasıdır; yani onlar, “sahiplenilecekler” kategorisine girerler. Çünkü tersi olduğunda dil/söylem aniden farklılaşır. Meselâ konunun öznesi, yasal bir gösteride polis tekmeleriyle bebeğini düşüren bir kadın/anne olursa, söylem birden değişir ve anne de bebeği de hızla ötekileştirilerek, önemsizleştirilir.)

Gözlerini bir yere sabitledi hiç ama hiç yüzüme bakmadan, kısık bir sesle, sanki çok gizli bir şey anlatıyormuş tedirginliğinde anlatmaya başladı. (Betimleme, önemli bir canlandırma aracıdır. Buradaki satırlar, mevzunun “gerçekliği”ne daha iyi odaklanmamızı sağlamak için bir “arayüz” vazifesi görüyor.)

“Ağaçlar kesilmesin Taksim’e AVM yapılmasın diyerek bir grup duyarlı insanların Gezi Parkı’nda eylem yaptıklarını biliyordum. (Anlatıcının “ben karşı tarafı da anlıyordum”, “benim başlarda onlara da sempatim vardı” şeklinde özetlenebilecek minvaldeki giriş cümleleri. Böylesi cümleler, “objektif” olduğu izlenimini güçlendirmek için özellikle konuşma başlarına yerleştirilir. Çünkü birazdan mevzu üç aşağı beş yukarı şöyle devam edecek: “Ben onları anlıyordum ama onlar beni/bizi anlamıyorlardı. Bu yüzden …. ” Bu, çoğu kez bilinçli yapılan bir “giriş” değildir ama etkisi tartışılmazdır.) Arkadaşlarımla birlikte Cumartesi günü Adalar’a gitmeyi planlamıştık. Gittik. Ve Adalar’da olduğumuz için gün içerisindeki gelişmelerden haberim olmadı. Telefonumda şarjım bitmek üzereydi, eşimi aradım ve geleceğim saati söyledim kendisine. Tam tahmin ettiğim gibi vapurdayken şarjım bitmiş. İskelenin oradan bir telefonla eşimi arayıp geldiğimi haber verdim o da yolda olduğunu söyleyip iskelenin karşısına geçmemi söyledi. (Olay örgüsünün kavranması ve “somutluk” algısı için mutlaka gerekli açıklamalarla, kurgu iyiden iyiye oluşturulmaya başlanmış.)

O esnada Kabataş’taki kalabalığı fark ettim. Gezi Parkı eylemcilerine destek eylemi olduğunu düşündüm. (“Aslında ben tesadüflerin ard arda gelmesiyle oradaydım, birileri beni oraya yönlendirmedi” demenin başka yolu…)

Elimde bebek arabası yolun karşısına geçtim. (Bebek kadının yanındayken ve birlikte yürüdüklerini bilmemize rağmen, ısrarlı “bebek” vurgularına devam…)

Ve beklemeye başladım.

Bir anda ‘Bakın Tayyip’in ...... burada gelin onu...’ diyen sesler duydum ve arkama baktığımda 25-30 yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim kadınların bana karşı öfkeli bakışlarını görünce benden bahsettiklerini anladım. (Burada “türbanlı” olduğu için “dikkatin odağına yerleştiği” izlenimi var. Böylece, bir vakitler “Kemalist kadınlar” üzerinden üretilen muhafazakâr korkuları/nefretleri çağrıştıran (ki bu korku/nefretlerin Kemalist versiyonları da var), sonrasındaysa bu duyguları bir odağa toplamayı amaçlayan, bir etki uyandırma çabası seziliyor. Burada bir yere daha dikkat, kendisi “anne”, fakat öteki’ler “kadın”…)

Ne olduğunu anlayamadığım bir anda üzerleri çıplak, elleri deri eldivenli, başlarında tuhaf bantlı 70-100 kadar adamın ortasında kaldım. (Üzerine o kadar yazıldı çizildi, mizah konusu oldu ki, ben ne anlatsam bilemiyorum. Sanırım, bir muhafazakârın basitçe anlayabileceği şekilde bir “kültürel farklılık” teması işlenmeye, burada bir zihnî mesaj gönderilmeye çalışılmış. Anlatıda ifade edilen ve benzerlerine ancak kesin olmakmakla birlikte bir ihtimal ABD ve Avrupa ülkelerinde rastlanan bu kalabalık grupların, Gezi günlerinde neden ortaya çıktıkları, nasıl olup da ve niye bir türbanlı kadının etrafını sardıkları akıl alır gibi değil. Üstelik yaz günü “deri eldivenli”, “başları bantlı” 70-100 kadar adam caddelerde yürür de ne bir kamera ne de bir insan bunları ilginç bulup fotoğraflamaz mı? Bu anlatıda yine, tamamen öteki’nin tarifi üzerinden oluşturulmaya çalışılan bir kurgusallığın izlerine rastlıyoruz. Sessiz sinema dönemlerinde, ses olmadığı için hareket ve çevresel faktörler üzerinden anlatılmaya çabalanan, sanki bir dışavurumcu tarzın izleri bunlar. Alabildiğince yaşanan toplumsal travmaların, baskıların, içe atılması ve bir olay vasıyasıyla duygusal ve iç dünyalara yönelik olarak tekrardan gün yüzüne çıkması…)

Bebek arabam elimden gitti. (Duyguları yine zirveye taşıyacak bebek özne’sine geri dönüş. Aisenstein'ın Potemkin Zırhlısı'ndaki "merdiven sahnesi"nden beri hep aynı demagoji...)

Bir kadın “Ne geldiyse bu ülkenin başına bunların başörtüsü üzerinden geldi vurun şuna” deyince, bir adam arkamdan tekme tokat vurmaya başladı. (Burada bilakis İslâmcı bir “Vurun Kahpeye” versiyonu ile karşı karşıyayız. Okuyucu, buraya kadar bir biçimde taraf'ını seçemediyse, artık bu satırlardan sonra kesinlikle bir tarafta yer almak zorunda kalıyor. 70-100 Kişinin sopasını yiyen bir “başörtülü anne” ve bebeği, tarafında mısınız? Yoksa başörtüsü düşmanı, "Kemalist", "sosyalist", "vandal" vb.'nin yanında mısınız? Gezi günlerinde kavramlar ve olaylar üzerinden toplumsal ayrışmaları körükleyen siyasetçi, medya mensubu, yazar-çizer vb. kesimlerin söylemlerini anımsadığımızda, bu olayın kurgusunun da esasen buna yönelik olduğunu rahatlıkla görebiliyoruz. Metinleri okuyanın kendi pozisyonunu seçmesi için, öylesine ayrıştırıcı bir dil kullanılmış ki bu satırlarda, ortalama insanın kaçarı gözükmüyor. Burada, “ya bundansın”, “ya da şundan” ikilemlerinin yönlendirmeye çalıştığı bu dilin içerisinde saklı zorbalığa da ayrıca dikkat buyurmamız gerekli. Esas amacı kitleleri “kutuplaştırma”ya yönelik olan bu ikili ayrımların, insan özgürlüğü ve seçim serbestliklerinin önüne nasıl ve ne türden engeller çıkardıkları, koca bir dünyanın yükünü omuzlarına alanlarca zaten iyi biliniyor.)

Sonra bağırmaya başladılar. Devrim yaptıklarını, ihtilal yaptıklarını, ülkeyi bize teslim etmeyeceklerini, Erdoğan’ı asacaklarını, Erdoğan’ı da hepimizi de tek tek ..... (Kanımca burada, “Kazlıçeşme dili” şeklinde ifade edilebilecek bir söylemle yine karşı karşıyayız. Toplumsal olarak iki kesime ayrıştırılmaya çalışılan kitlelerden birinin hiç de yabancısı olmadığı -hatta tüketicisi olduğu- bu dil, hem iktidar partisi hem de muhalifleri nezdinde kolayca anlaşılabilecek kavramlara sahip. Kaba bir içerik ile bezenmiş, taşralı hassasiyetlerinin güdülediği böylesi bir dilin, kitleleri basitçe ayrıştırabilmesi de zaten bu “kolaylık”tan kaynaklanıyor. Bu sebeple, aynı dil, hem piyasaya sürenler hem de tüketicileri açısından, pek çok kereler oldukça işlevsel olabiliyor.
Dahası, oradaki siyasî figürün Erdoğan olması, "başörtülü"ysek/"dindar"sak, kimin bayrağı altında toplanmamız gerektiğini de bizlere satır altı mesajı olarak veriyor.)

Bir taraftan “Bu ülkenin gerçek sahibi biziz anladınız mı ulan” diye bağırıyorlar, bir taraftan tekmeliyorlardı. (Burada da muhafazakâr bilinçaltına yönelik benzer bir zihin çalışmasının izlerine rastlıyoruz. Muhafazakâr hassasiyetlerin, Kemalist kesim ile sürekli biçimde “ülkenin gerçek sahipliği” mevzusunda itiş kakış yaşadığı zaten herkesin malumu…  Yine de cümlenin içerisindeki “anladınız mı ulan” kelime grubu, aslında her şeyi ele veriyor. “Başörtülü bacımız”ın iddia edilen bu saldırıya, bireysel değil, arkasındaki “inançlı kitle” yüzünden maruz kaldığını (-anladınız mı?'daki "siz" öznesi) bizlere hatırlatma gayreti açıkça görülebiliyor. Burada da seçilebileceği gibi, benzerlerine sıklıkla rastladığımız biçimde, mensup bulunduğu kesimin kolaylıkla anlayabileceği bir dil üzerinden ustaca yapılan bir anlatıma, fakat rakip gördüğü karşı kitlenin dilinin ise acemice kullanımına şahit oluyoruz. Hatta benzer kullanımlara biz daha önce de çok şahit olduk. İlk aklıma gelen 19 Aralık 2000 tarihinde, hapishanelere müdahale yapılmadan önce medyaya servis edilen telefon konuşmalarındaki kişinin her cümleye “yoldaş” kelimesiyle başlamasıydı. Orada da, böylesi bir dil oyunu vasıtasıyla “gerçeklikle” ilişki kurulmaya çabalanıyor, sanki bu telefon görüşmesi “gerçekten yaşanmış” gibi bir izlenim uyandırılmaya gayret ediliyor ve devletin yapacağı operasyonun halk nezdinde meşruiyeti sağlanmaya çalışılıyordu.)

‘Kutsal başörtüymüş, görün bakalım kutsalı size neler yapacağız’ diyerek aklınızın bile almayacağı şekilde küfrettiler, vurdular, vurdular... ‘Asacağız Erdoğan’ı anladın mı’ diye bağırdılar. (Aynı kurgusal dilin, bu mizanseni destekleyen başka versiyonları da var elbet!... "Kutsal"a, "başörtüsü"ne odaklanan algı, peşi sıra "değerlerimizi ayaklar altına aldılar" söylemiyle harekete geçirilebilecek büyük bir kitlesel potansiyeli de içerisinde taşıyor. Yine “vurdular, vurdular” şeklinde yapılan vurgu da, yine "acıma duygularını köpürtmek için sarf edilmiş" gibi görülüyor.)

Hangi birini söyleyeyim nasıl anlatayım yaptıkları küfürleri.  Bir amcaydı sanırım müdahale etmeye çalıştı onu da öldüresiye dövdüler kızıyla birlikte. (Bugün, bu saat itibarıyla, bu amca ve kızına da ulaşılmış değil. Yine benzerlerine sıklıkla rastladığımız gibi, aynı muhafazakâr dilde, genellikle yardıma koşanlar “amca”, “dede”, bazen "teyse" gibi kişilerdir. Geleneksel yapının “saygı” hâleleri ile donattığı bu insanlar, her daim aklı selim(?), her zaman “doğru”yu elinde tutan (?) insanlar biçiminde tarif edilirler. Burada da “bir amca”nın yardıma koşması, toplumda "güvenilirlik" hiyerarşisinin üstlerinde olduğu için hiç de tesadüf değil tabi ki…)

Sonra uzaklaştılar. İnönü stadına doğru uzaklaştılar. (Beşiktaş ve çevresinin o dönemdeki konumuna atfen söylenmiş. Aslında bu esasen, “belânın merkezine” doğru yöneldiler anlamına geliyor.) O sırada tamamen kendimi kaybettim. Ondan sonra ne olduğunu hatırlamıyorum. Kendime geldiğimde üzerim idrar kokuyordu.  (“Mağduriyet”i daha da ileriye götürme…) Yerimden kalktım bebeğimi bulmaya çalıştım. (Okuyan anne, baba veya “vicdanlı” kişilerde “eyvah bebek kayboldu” hassasiyetine yapılan, “acaba bir şey mi oldu?” merakını körükleyen, sonucunda da “Allah belalarını versin”e ulaşacak olan duygu dalgalanmalarının 1. Level’ı… Bebeğe nasıl ulaştığı? Bebeğin durumunun ne olduğu? hiçbiri yok.)

Artık haber dinleyemiyor

Bu genç gelin İstanbul Bahçelievler ilçe Belediye Başkanının gelini Z.D. (Kişinin, “sıradan bir kişi olmadığını”, “yalan söylemek için bir nedeninin de bulunmadığını” bu CV’den öğreniyoruz. Ola ki kişi, kenar mahallede oturan "başörtülü bacımız" olsaydı, okuyanlarda “para ile tutulmuş” izlenimi uyandırabilirdi. Ama bizlere bu kişinin statüsü bildiriliyor  ve bu açıklamayla yüreklerimize soğuk sular serpiliyor. Bu vesileyle, "fakir müslümanlar"a da güvenin olmadığını öğreniyoruz, düzenler değişiyor ama fakirlerin adı hep silik, önemsiz. Bizler zaten müslümanlığın kapitalizm ile mutlu izdivacını, hatta uyumunu, epeydir biliyorduk. Ve bildiğimiz için de asıl sorunun, "inanç/inanma" meselesi değil, paylaşım/bölüşüm -sınıf- sorunu olduğunu söylüyorduk.)

Hiç oraya buraya olayı çekmeye çalışmayın. (Olayın kendisi zaten, bir yerlere çekmelerle dolu, fakat bütün bunlara rağmen bu satırların sahibi baştan beri “tarafsız” olduğunu imâ etme çabasında. Postmodern dönemlerde yaşıyoruz vesselâm..) Bu vahşeti yapanlar, o genç anneye bir siyasetçinin gelini olduğu için yapmadılar. (“Genç anne” ile başlayan duygu yüklemelerinin, artık bireysellikten çıkıp olayın yine kitleselleştirilmeye başlandığını görüyoruz.)

Olay yargıya intikal etti. (A: ANNE ve BEBEĞİNE SALDIRI…) (Büyük harfler ile işaretlediğim başlıklara dikkat! Çünkü bu başlıklarda alttan alta, aslında bütün bu olup bitenlerin, tüm “inançlı kesimler”i, onlar'ın partisini, hatta liderini hedeflediğine dair yine benzer bir bilinçaltı çalışması mevcut.)

Valiliğin emniyetin elinde mobese kayıtları mevcut. (Bu kadar iddialı olmak, gerekli mi? Tabi ki gerekli, çünkü röportajı okuyan ve bu satırlar sonucunda bile ikna olmamışların karşısına “somutlukla” çıkmaya mutlak ihtiyaç var. Tabi ki hiçbir müslüman, hiçbir konuda kafa karışıklığını sevmez.) Her saat başı yıkanma ihtiyacı hissediyor. Dışarıya çıkamıyor. Altı aylık bebeği sütten kesildi. Televizyonlara bakamıyor. Gezi Parkı eylemleri deyince panik atak geçiriyor. (Empati kurmamızı sağlamaya/sağlamlaştırmaya yönelik cümleler.) Yaşanan vahşet sadece bu olsa birkaç marjinal ortalığı provoke ediyor der geçeriz.

Ama öyle değil.

Bugün Gazetesi’nden Zeynep Ceylan’ın başörtülü ablasına metroda ‘Ben senin gibi böceklerle savaşmaktan geliyorum’ diyerek tekme tokat saldırıp küfredildi. (B: “BAŞÖRTÜLÜ BACILARIMIZ”A SALDIRI…) (Şimdi de sıra, “bunlar bireysel değil kitlesel saldırı”, “bir kişiye yönelik değil, bütün inançlı kesimi kapsıyor”, “istisna değil, genel” düşüncesini sağlamlaştırmaya geldi. Ve röportajı yapan kişi bütün bunları yazarken, nasıl oluyor da şunu da gönül rahatlığıyla söyleyebiliyor: “Hiç oraya buraya olayı çekmeye çalışmayın”…)

Bu olayda yargıya intikal etti.

Eski AK Parti Güngören ilçe başkanı Abdullah Başçı yine Gezi Parkı eylemlerine destek veren gruplar tarafından aynı sebep ve öfkeyle boğazından bıçaklandı. (C: İNANÇLILAR'IN PARTİSİNİN BİR MENSUBUNA SALDIRI…)

Bu olay da yargıya intikal etti.

Halk dersini verecektir. (Taşra değerlerinin siyasette iyiden iyiye kök salmasıyla birlikte, "inanç"tan başka hassasiyet geliştirememiş kitleleri, yine aynı konu üzerinden motive edip, yönlendirmenin diğer yolu, kısacası: Sandıkta görüşürüz, demek istiyor.)

Ve yargıya intikal etmeyen ‘Tayyip’i asacağız bu ülkeyi size bırakmayacağız’ diyerek dövülen, küfredilen onlarca başörtülü kadın. (“Tek değiliz, saldırı hepimize” diye kitleyi bir merkezde/bir kişi etrafında toplamaya çalışmanın ve başkalarını itina ile ötekileştirmenin bir başka şekli, yani kitleye yol gösteriliyor.) Şimdi kalkıp bir kez daha Gezi Parkı eylemleri masum, burada başörtülü, başörtüsüz, dinlisi dinsizi her görüşten, inançtan insanlar buraya toplanıyor bizim bir tek amacımız özgürlüklerimiz desenize. (Gezi eylemlerinin tamamıyla, yaşandığı iddia edilen şu olayın böylesine dümdüz ilişkisinin kurulması, bu “gazeteci”nin “objektifliği”nin bir sonucu olarak değerlendirilebilir. Vaktiyle “Kemalist gazeteciler” vardı, sonra “İslâmcılar” geldi ve görüldü ki “aslıda hepimiz Osmanlı Bankasıyız”…)

AK Parti niye miting yapıyor diyenler, ortamın gerilmemesi için AK Part miting yapmasın diye vıdı vıdı edenler... AK Parti tam da bu sebeplerden dolayı o mitingleri yapmalı. (“Bunlara taviz vermemek”, “bu olaylara daha fazla maruz kalmamak” için altında toplanılması gereken şemsiyeyi de açıklıyor. “Sandık demokrasisi”nin bir başka telaffuzu…)

O mitingleri yapmalı ki ‘Tayyip’i devireceğiz bu ülkeyi geri teslim alıyoruz’ diyen it kopuk gerçekte ne olduğunu anlayıp hezeyanlarından vazgeçsinler. Darbe hezeyanlarına tutulmuş çapulcular, sizi bırakın CNN’i İnterneyşınılı gelse kurtaramaz. (D: LİDERE SALDIRI…) (Bu satırları okuduktan sonra ilk aklıma gelen şey, bunun bir “kadın dili” olmadığıydı. Bu dil çok açık biçimde bir “erkek dili”, savaş, mücadele, meydan okuma ve karşı tarafa uyarılarla dolu, eril bir "erkek dili"...)

Menderes’i ASTINIZ, Özal’ı ZEHİRLEDİNİZ ama Erdoğan’ı YEDİRMEYECEK bu halk size... (İşte “tarafsızlığın” zirve yaptığı an, röportaj bu satırdan itibaren bir manifestoya dönüşmüş durumda...)

İNFİALE SEBEP OLUR DİYE İÇİMİZ KAN AĞLAYARAK SUSMAYI TERCİH ETTİK

Öfkemize sahip çıktık. Evlerinde oturup ‘Koşun! Taksim’de, Hatay’da, İzmir’de, Beşiktaş’ta,  kan gövdeyi götürüyor. Polis masum insanlara şiddet uyguluyor!” vesaire vesaire diyerek sosyal medyadan çığırtanlık yapanlara televizyonlara çıkıp ‘Erdoğan diktatörleşti, diktatöre karşı sokaklara dökülüyoruz’ diyenlere rağmen sustuk. (Muhafazakârların bir alt dil vasıtasıyla kendilerinin sürekli biçimde haklarının yenildiğine dair geliştirdikleri söylemler dizgesi: “Mağdurum”, “mağduruz”, “mağdur”… "Modernlik" problemini çözememiş bir geleneğin, çözemediği sürece de bunu en derinden yaşayacağı sancılar. dahası, tarihin bir anında iktidara gelip, devlet parti parti-devlet olup, hâlâ “mağdur” olmayı başaran bir kitle var mıdır, bilemiyorum.)

Gezi’deki gençleri arkasına alan gözü dönmüşlere rağmen sustuk. Çünkü o gözü dönmüşlerin, ülkeyi kaosa sürüklemek adına o gençlerden birkaçını dahi hiç acımadan öldürebileceğini gördük ve ÜLKEDE BİR İNFİAL OLMASIN DİYEREK SUSTUK. (Yine burada “susmamız edebimizdendir”, “inancımızdan ve aldığımız terbiyedendir” algısını güçlendirmeye çalışıyor.)

Susmak, konuşamamak ne zormuş Rabbim diyerek sustuk hem de...

Nihayet...

Salı günü Başbakan Erdoğan AK Parti grup toplantısında ‘Çok önemli bir yakınımın gelinini yerlerde sürüklediler’ deyince yeniden ağlamaya başladım. Geçen hafta Abdülkadir Selvi’yle telefonda konuşmuştuk. Sarsıla sarsıla ağladığımı hatırlıyorum. (Duygu yüklemeleri…) Abdülkadir ‘Elif yazılması lazım yazmalısın!’ dediğinde ‘Bu iğrençlik nasıl yazılabilir, nasıl kağıda dökülebilir ki... Ya başka kötü şeylerde olursa’ deyip susmamız gerektiğini söylemiştim.

Zira gazetemin yöneticileriyle birlikte ‘Bu dönemde sakin olalım. Gezi Parkı’nda gerçekten samimi gençler ve insanlar var. (“Başlarda çok tatlıydılar ama içlerine giren marjinaller onları bozdu, kırık dökmeye, esnafa zarar vermeye başladılar” biçiminde özetlenebilecek, ortalama insanın olaya bakış algısını güçlendirme çalışmaları…)

Susmak zor. Ama bir infiale sebep olur!” kararı almıştık. Gerek Gezi Parkı eylemlerinin arkasında başka oyunların olduğunu anlatabilmek adına gerekse de Erdoğanfobiklerin gözünün ne kadar dönmüşlüğünü anlatabilmek adına, kimlik deşifresi yapılmadan ve oldukça makul bir dil kullanarak ‘genç bir anne ve altı aylık bebeği’ kodlamasıyla sosyal medyada yazıldı. (Muhafazakâr zihniyettin genlerine işlemiş olan “dış güçler” ve onların uşağı “iç düşmanlar” adlı sinir uçlarına gönderilen ufak elektrik akımları… Bunun “faiz lobisi”, “porno lobisi”, “paralel devlet” gibi farklı adlandırmalarına daha sonra rastladık.)

Gezi Parkı eylemleri süresince açılan binlerce feyk hesap üzerinden ve Gezi provokatörlerince, arkadaşım Halime Kökce, ben ve ‘anne bebeği’ haberini twetter’den reetwet yapanlara ağza alınmayacak küfürler savruldu. (“Aslında biz de “mağdur olduk” demenin bir başka yolu.)

Elbette yaşanan hadiseye inanamayanlar hatta bunun bir ‘karşı savunma ve internet efsanesi’ olduğunu söyleyen arkadaşlarımız da çıktı.

Başbakan Erdoğan’ın AK Parti grup toplantısından sonra Abdülkadir Selvi ‘Başbakanın sözünü ettiği gelin’ başlığıyla köşesinde yazabildiği kadarını kaleme aldı. Görünen o ki ‘İnsanın kanını donduracak kadar korkunç onlar utanmıyorsa biz niye utanalım yazılmalı’ diyen Abdülkadir Selvi de bazı şeyleri açıkça yazmaktan haya etmiş.

Abdülkadir’in yazısından sonra telefonlarım susmak bilmedi.