12 Haziran 2017 Pazartesi

Post-İslâmcılığa giriş: Gerçek İslâmcılık bu değil! (BirGün Gazetesi Pazar Eki - 04 Haziran 2017)



Epeyce bir zamandır dipten ilerleyen tuhaf bir serzenişin, yakın zamanda olgunlaşıp nihayetinde yüzeye çıktığına şahit olmaktayız. Öyle görünüyor ki artık popülerliği yüksek “gerçek İslâm bu değil”in yanına, “gerçek İslâmcılık bu değil” şeklinde özetlenebilecek nur topu gibi bir mazeret daha eklendi. Hâlbuki ilki gerek avamın gerekse de ulemanın dilinde, sıradan sohbetlerin “ortak kabul cümlesi” işlevini gayet iyi görmekteydi. Dillendirilen ortamlarda kolektif olarak rahatlama sağlıyor, huzur ve güven veriyor, inancı tazeliyordu. İkincisi ise, yine aynı tarz bir konfora ulaşma çabası olmakla birlikte, öncelikle İslâmcı aydınlar için ömürlerini vakfettikleri ideolojinin patlaklarını gizlemeye, inkâra ve yok saymaya yönelik ideolojik bir manevra alanı yaratma çabası biçiminde değerlendirilebilir.

Açıkçası henüz birincisine dair problemler çözülemeden, şimdi de ikinci bir başlıkla karşı karşıya kalmaktayız. Tabi bu söylemleri ortaya atanlar, yayanlar ve takip edenler için burada üzerine konuşulacak fazladan bir sorun ya da sıkıntı bulunmuyor. Zira onlar “gerçek İslâm’ın şu yaşananlar olmadığına” nasıl inanmışlarsa, “gerçek İslâmcılığın bu olamayacağına” da aynı şekilde inanmış görünüyorlar. Lakin her adanmışlığın bir bedeli var; gerçeğiyle yüzleşmemek, sürekli bir öz peşinde koşup, saflık arayışında olmak, hayaliyle yaşamak da maalesef bu bedelin içerisinde. Dolayısıyla “simülakrlar ve simülasyon” çağında böylesi çabaların esasen, “saf ve bozulmamışlık” beklentisindeki boş bir romantizm olduğu, kime ve nasıl anlatılabilir?

Hâlbuki İslâmcılar uzun yıllar muhalefetteyken onlar adına her şey, bugünden çok daha iyiydi. Zira zamanında ütopyalarda yaşatılır (günümüzde tüm dünya distopyasını test ediyor), düşüncelerde boy atarken İslâm da İslâmcılık da bir o kadar “gerçek”ti. Dahası “yeniden asr-ı saadet” özlemindeki bu kesimdekiler için aynı ütopyalar, mütemadiyen “gerçekleşebilir” duruyordu. Fakat hepsinden önemlisi ise İslâmcılık, bir kurtuluş umudu, yüce ve kutsal bir davaydı. Zaten bu güçlü inanca dayanılarak günü geldiğinde İslâm’ın bütün problemleri çözeceğine dair cömert vaatler veriliyor; bir tek açın kalmayacağı, tek bir tek kişinin bile haksızlığa uğramayacağı, kimsenin mağdur edilmeyeceği, komşular açken kimsenin gözüne uyku girmeyeceği, adil, vicdanlı ve hakkaniyetli davranılacağı samimiyetle söyleniyordu.

Oysaki tüm beklentilerini “öteki dünyadaki sonsuz yaşama göre düzenlediğini” beyan eden, sadece tanrıyı memnun etmek için ibadet yaptığına inanan ve bu dünyayı küçümseyip “geçici” bulanların, en ufak bir iktidar koltuğu ya da bir miktar menfaat için bile nasıl canla başla mücadele etiklerini görmek de fazla uzun sürmedi. Yine benzer nedenler eşliğinde yaşadığımız dönemde yukarıdaki vaatlerden çok uzaklara düşülmüş olsa bile, ne var ki bugün de bu lakırdılar yine bitmiş değil. Çünkü bazıları için “gerçek İslâmcılığın” tahakkuk edeceğine dair odaklanılan politik kutup ve aktörler artık değişti. Farklı İslâmcı gruplar arasında ezelden beri “kim İslâmcı, kim değil” tartışması yaşansa bile, bu mevzunun bir süredir politik uygulamalar üzerinden cereyan etmesi yeni bir gelişme.

Mamafih on yıllardır beklenen o günler bir biçimde nihayete erdiğinde, İslâmcılar geldikleri noktaya nasıl ulaştıklarına kendileri bile inanmadı. Fakat “inanamadıkları” sadece bunlarla sınırlı değildi. Çünkü muhalefetteyken sarf edilen “büyük lokmalar” zaman içerisinde bir bir boğaza dizilmeye başlamıştı. Artık sırf “eskiye dönmeyelim”, “menfaat muslukları kapanmasın” diye savunulması zor hak ihlallerini, kayırmacılıkları savunmak zorunda kalıyorlar; malumun ilâmını görmezden geliyorlar; “yetim hakkı” babasız çocukların adına dönüşürken olan bitene karşı susuluyor ve nihayetinde kendilerini bir şekilde ve her zaman tüm bunlara İslâmî kulplar/çarklar aramak için vakit ve enerji harcarken buluyorlardı. Zira tüm bu vicdan muhasebeleri bazıları için demir leblebi gibi mideye oturduğunda ise, tahayyülün güzelliği ve huzuru, gerçekliğin kâbusu ve yakıcılığına karşı bir kez daha üstün geliyordu: Gerçek İslâmcılık bu değil!

Tabi aynı “İslâm davası” sürerken, mücahitler hızla müteahhite evrildi. Ve bu “huzur verici” temas sayesinde paraya yaklaştıkça kapitalistleştiler, kapitalistleştikçe paraya daha çok yaklaştılar. Böylece kendi zenginlerini yarattılar ve onların artık fakir Müslümanlarla karşılaştıkları en sık yer, namaz kılarken birlikte saf tuttukları camilerdi. Kendilerinden başka herkesi “elitist” olmakla suçlarken, fakir Müslümanların çocukları İmam Hatiplere yönlendirildi ama kendi çocuklarının hangi özel okullara gittiklerini, yurtdışındaki hangi okullarda okuduklarını hep gizlediler. Nasılsa yolu izi olmayan dağ köylerinde yıllarca görev yapmış emekli öğretmen Mehmet Amca “elitist”, bunlar ise “halk insanıydı.”

Dolayısıyla sıradan insanından politikacısına, köşe yazarından “akademisyenine” kadar pek çoğu için dindarlık, türlü ahlâksızlıkları, adaletsizliği, hak gasplarını, emek sömürüsünü, günlük hayattaki türlü zorbalıkları, cinsel istismarları gizlemeye yarayan itiraz kabul etmez bir enstrümana dönüştü. Sonuç itibarıyla gelinen noktada bu olan bitenin bir miktar farkında olup rahatsızlık duyanlar ise rotayı “gerçek İslâmcılığın bu olmadığı” şeklideki bir söyleme doğru çevirmek zorunda kaldılar. Tabi politik iktidar ile çatışması sonrasında, bunu ilk ve en güçlü biçimde dillendirenlerin Gülen Cemaati ve çevresindekilerin olduğunu da burada belirtmekte fayda var.

Bir başka bakımdan düşünüldüğünde ise aslında böylesi bir çabada bir miktar iyimserliğin biriktiği de iddia edilebilir. Fakat bu iyimserliğin arkasında negatif bir bilgi gizlenmektedir. Keza “iyimserliğin tam tersine, negatif bilgi bize aslında dünya üzerinde yeterince kontrolümüz olmadığını, geleceğin bu zamandan farksız olmayacağını ve aslında düşündüğümüz kadar da çarpıcı, farklı ve değerli olmadığımızı anlatır. Negatif bilgiyi kabullenmek istemediğimizde ise kendimizi koruyacak yollar, mekanizmalar kullanırız.” Bu yollardan biri olan “inkâr etme, dış dünyadan gelen tehditlerin ve stresli yaşam olaylarının doğruluğunu kabul etmemektir… İlizyonlar ise uyumluluk artırıcıdırlar çünkü gerçeği en iyi biçimde  yorumlamamıza izin verirler.

Görüleceği gibi, hayatta yaşananlar, ideallere dair olup bitenler vs. istenildiği biçimde gitmediğinde, üstelik bunun artık değiştirilemeyeceği de bilindiğinde, mevcut durum sanki istenilmeyen bir durummuş gibi reddedilmeye çalışılır. Bu bir “kendini kandırma” eylemidir ve her kandırma, esasen kafa karışıklığından uzaklaşmak, daha fazla hayal kırıklığına uğramak istemeyen insanın davranışıdır. Yani ideallere dair beklentilerin tersi bir istikamette seyretmesi, özellikle de hayatın merkezinde yer alan bir inanç demeti söz konusu olduğunda, çoğu kez motivasyonun diri tutulması için başvurulan bir yoldur.

Dolayısıyla uygulanan mevcut politikaların temelinin aslında “İslâmcılık olmadığını” samimi biçimde iddia etmek, belki ruhsal bir kurtuluş arayışı olabilir ama türlü deneyimler, yaşanmışlıklar gün gibi ortada dururken bu kez de başkalarını ikna ekmek adına somut örneklere ihtiyaç duyulacaktır. Bu “kendini kandırma” eyleminin iflas ettiği andır. Meselâ nerede yaşanmaktadır bu “dünyayı cennete çevirecek” İslâmlık politikaları? Sürekli hayali bir geçmişe referans verilerek belki kitle bir süre ikna edilebilir ama tarihin ve insanlığın hafıza kaydı bilimsel düşünce ile tutulmakta ve oradaki meşruiyetin kaynağı “kitleden alınan oy oranına” dayanmamaktadır.

Diğer taraftan günümüzde yükselen bu ilginç serzeniş, böylesi bir motivasyonu sağlamak adına kendi içerisinde tutarlı olmaya, oradaki iç isyanı közlemeye çalışsa da, bu tavır, İslâm düşüncesi ve birikiminden feyz alan İslâmcılığın tüm Dünya’daki politik uygulamalarını açıklamaya yetmiyor. Yetmediği gibi “gerçek İslâmcılık bu değil” tarzı bu serzeniş sahipleri, bütün bu olup bitenleri dış güçler, iç düşmanlar, emperyalizm, “bölücüler”, “dinsizler” ya da “İslâm’ı yanlış anlayanlar” vb. üzerinden açıklamaya çalışarak, mevcut İslâmcılığın özcülüğüyle; saflık ve saflaştırma arayışında saklı otoriterliyle; geçmişe öykünmeci gericiliğiyle; kutsal olmayan bir dünyada “kutsallık” arayışına girişmesi ve bunu da “tek kurtuluş olarak” dayatmasıyla; farklılıkların meşru olduğu bir çağda düzleştirme ve homojenleştirme çabalarıyla; dinî olmayan ya da onu içermeyen hiçbir şeyi “hak olarak” görmeyişiyle; “kutsal” kabul edileni, bırakın eleştirmeyi üzerine düşünmeyi bile yasaklanmasıyla; baskıcı, yasakçı uygulamalarıyla; cinsiyetler arası ayrımcılıklarıyla; yalan dolan yüklü riyakâr bir ahlâk anlayışını sürdürmesiyle; kutsallıklarla dolu hiyerarşik bir hayatı empoze etmesiyle; inanmayı “tek ölçüt” olarak almasıyla; kadın bedeni merkezli fakir bir “ahlâkı” savunmasıyla; sömürü çarklarını yağlamasıyla; yani kısacası bu düşünce sisteminin hem temelini oluşturan hem de esas çürüme nedeni olan türlü ve büyük problemlerle pek de ilgileniyormuş gibi görünmüyorlar.

Ne de olsa farklı ülkelerdeki İslâmcı partilerin ekonomi, eğitim, sağlık, sanat vb. tel tel dökülen siyasî icraatlarına bakıp “bu ne İslâm ile uyuşuyor ne de İslâmcılık böyle bir şey” ya da hani aralarındaki politik ilişki açısından birbirinden çok da uzakmış gibi “bu tarz İslâmcılık çöktü ama İslâm yerinde duruyor” demek oldukça basit ve işlevsel. Emin olabilirsiniz ki, 500 yıl önce onca yozlaşmışlığın içerisinde cennetten arsa almak ya da kiliseye yardım etmek için altın dişini söküp veren samimi Hıristiyanlar da “gerçek Hıristiyanlığın bu olmadığını” düşünüyorlardı. Çünkü bu tavır, hem söyleyenler hem de buna inanan bir kitle adına rahatlatıcı etkilere sahip bulunuyor. Neticede bu düşüncedekiler için İslâmcılık, “orada bir köy var uzakta, gitmesek de görmesek de o köy bizim köyümüzdür” deyişinde karşılığını bulan nostaljik bir tahayyülden başka bir şey değil.

Dahası mevzunun bir başka tarafında ise sosyolojik teorinin tespitleri yer alıyor. Zira tüketim, teknoloji kullanımı, insanî ilişkiler, maddî beklentiler vb. baktığımızda, dünyevi olan’ın, uhrevî olan’ı imha ettiği bu kültürel gösteri çağında, inanç mecburî ama süslü bir etiket şekline dönüşürken, ona dair idealler de çoğu kez biçim değiştiriyor, bazen işgale uğruyor ya da buharlaşıyor. Ne var ki sembolik olan her şeyin, daha makbul ve kıymetli hâle geldiği zamanları yaşıyoruz. Görsel ve sembolik sunum, tüm değerlerin ilerisinde ve inanç listesinde yer alan her eylem de bundan fazlasıyla nasibini alıyor. Örneğin sabah akşam ayet paylaşan kişi Özgecan’ı vahşice katledebiliyor; bir başkası “Cuma’ya gidiyorum” mesajı veren bir video çekerek sosyal medya hesabında paylaşıp kutsî bir eylemi gösteriye dönüştürerek, başkalarının uçucu beğenilerine açıyor; hatta maç esnasında sahaya atlayıp hakem yumruklayan genç “cumhurbaşkanımıza küfür etti” mazeretindeki sembolizmle karşımıza çıkıp, aklımızla alay ediyor.

Bu sebeple gerçekliğin zemininin sürekli kaydığı (akışkan modernite); bunun sonucunda da (neyse ve nasılsa artık) gerçek olan’ın bir yandan değersizleşirken öte yandan da sembolik eylemler tarafından yutulduğu; “sarsıcı gerçekler”dense “rahatlık verici yalanlar”ın makbul olduğu bir dönemde politik bir ideoloji olarak İslâmcılığın kendi gerçekliğini arayışı, anlaşılabilir olmakla birlikte beyhude bir çaba olarak değerlendirilebilir. Burada bir öz arayışından ziyade, İslâmcılık düşüncesinin yeni yaklaşımlar üretmeye, temel düşüncesini tartışmaya açmaya, kendisini eleştirip yenilemeye ve bu yenileme sonucunda oluşabilecek tüm hücumları da karşılamaya ihtiyacı var. Açıkçası mevcudiyetinin kaynağı olarak dinden referans alan gelenekçi bir düşünce sistemi bunu başarabilir mi, bu da belki başka bir makalenin konusu olabilir.

Diğer taraftan konunun bir de politik gelecek kaygısıyla ilgili ince bir hesap kısmı var ki, değinmezsek eksik kalacak. Nitekim böylesi söylemlerin ustaca ve ilmek ilmek işlenmesi, yakın bir gelecekte politik alanın yeniden düzenlenmesi, mevcut hegemonyanın artarak sürmesi amacıyla yapılan bir yatırımdan başka bir şeymiş gibi durmuyor. Aktörlerin bir biçimde değişebileceği hesabını da akılda tutan bu politik söylem sahipleri, böylelikle hiçbir ahlâkî sorumluluk taşımadan geçmişin hatalarını değişen aktörlerin sırtına yüklemek için de fazlasıyla hevesli görünüyorlar. Yeter ki evdeki bulgura bir şey olmasın.

Yani herhangi bir iktidar kıyamete kadar süremeyeceği için yakın bir gelecekte, işte “gerçek İslâmcılık bu değildi, biz size gerçeğini verelim” tarzındaki bir politik söylem ile bu söylem etrafında öbekleşen bir kitlenin bizleri bekleyeceğini şimdiden öngörebiliriz. Moda tabirle “post-İslâmcılık” şeklinde de adlandırılabilecek bu gelecekteki oluşumun, geçmiş dönemde olan bitenlerin tüm ihalesini eski iktidarlara çıkarıp “gerçeğini yaşatma” talebiyle yeniden oy isteyeceği de bu yüzden tahmin edilebilir yakınlıkta duruyor. Tıpkı vakit gelip de hesaplar değiştiğinde Gülen ve Cemaati için “bunların ne İslâm ile ne de İslâmcılıkla alakası yok” denildiği gibi… Bu söylem İslâmcı kesimlerin zaman zaman kendi aralarında birbirlerine karşı yönelttikleri popüler bir suçlama olsa da öncesiyle sonrasıyla Gülen ve Cemaatinin, İslâm ve İslâmcılık ile ilgileri yoksa kimin ya da kimlerin vardı ya da var, tabi bilemiyoruz.

Oysaki tüm bu tutarsızlıklar, boş vaatler, hayal kırıklıklarının gelip dayandığı noktada yine bir dinden sosyo-ekonomik bir sistem oluşturma ve bunu da politik iktidarla taçlandırma çabalarının beyhudeliği ve başarısızlıklarıyla yüzleşiyoruz. Çünkü hiçbir kutsal kitap, herhangi bir ekonomik teori içermiyor. Helâl kazanç ve nefis kontrolü gibi sübjektif kavramlarla yola çıkıldığında Müslüman zenginler için ulaşılan yer neo-liberalizmin “huzur verici” yasaları olurken, mecburî istikamet olarak fakirlere de “huzuru” başka dünyalarda aramak kalıyor.

Sonuç olarak Dünya’daki örnekler ortada duruyorken, “gerçek İslâm” da onun türevi “gerçek İslâmcılık” da bugün farazî bir tahayyülden daha fazlasına karşılık gelmiyor. Zira gerçeği, sahtesi, çakması yok, yaşıyoruz işte!...