Epeyce bir zamandır dipten ilerleyen tuhaf
bir serzenişin, yakın zamanda olgunlaşıp nihayetinde yüzeye çıktığına şahit
olmaktayız. Öyle görünüyor ki artık popülerliği yüksek “gerçek İslâm bu değil”in
yanına, “gerçek İslâmcılık bu değil” şeklinde özetlenebilecek nur topu gibi bir
mazeret daha eklendi. Hâlbuki ilki gerek avamın gerekse de ulemanın dilinde,
sıradan sohbetlerin “ortak kabul cümlesi” işlevini gayet iyi görmekteydi. Dillendirilen
ortamlarda kolektif olarak rahatlama sağlıyor, huzur ve güven veriyor, inancı tazeliyordu.
İkincisi ise, yine aynı tarz bir konfora ulaşma çabası olmakla birlikte, öncelikle
İslâmcı aydınlar için ömürlerini vakfettikleri ideolojinin patlaklarını
gizlemeye, inkâra ve yok saymaya yönelik ideolojik bir manevra alanı yaratma
çabası biçiminde değerlendirilebilir.
Açıkçası henüz birincisine dair
problemler çözülemeden, şimdi de ikinci bir başlıkla karşı karşıya kalmaktayız.
Tabi bu söylemleri ortaya atanlar, yayanlar ve takip edenler için burada üzerine
konuşulacak fazladan bir sorun ya da sıkıntı bulunmuyor. Zira onlar “gerçek
İslâm’ın şu yaşananlar olmadığına” nasıl inanmışlarsa, “gerçek İslâmcılığın bu
olamayacağına” da aynı şekilde inanmış görünüyorlar. Lakin her adanmışlığın bir
bedeli var; gerçeğiyle yüzleşmemek, sürekli bir öz peşinde koşup, saflık
arayışında olmak, hayaliyle yaşamak da maalesef bu bedelin içerisinde. Dolayısıyla
“simülakrlar ve simülasyon” çağında böylesi çabaların esasen, “saf ve
bozulmamışlık” beklentisindeki boş bir romantizm olduğu, kime ve nasıl
anlatılabilir?
Hâlbuki İslâmcılar uzun yıllar muhalefetteyken
onlar adına her şey, bugünden çok daha iyiydi. Zira zamanında ütopyalarda yaşatılır
(günümüzde tüm dünya distopyasını test ediyor), düşüncelerde boy atarken İslâm
da İslâmcılık da bir o kadar “gerçek”ti. Dahası “yeniden asr-ı saadet”
özlemindeki bu kesimdekiler için aynı ütopyalar, mütemadiyen “gerçekleşebilir”
duruyordu. Fakat hepsinden önemlisi ise İslâmcılık, bir kurtuluş umudu, yüce ve
kutsal bir davaydı. Zaten bu güçlü inanca dayanılarak günü geldiğinde İslâm’ın
bütün problemleri çözeceğine dair cömert vaatler veriliyor; bir tek açın kalmayacağı,
tek bir tek kişinin bile haksızlığa uğramayacağı, kimsenin mağdur edilmeyeceği,
komşular açken kimsenin gözüne uyku girmeyeceği, adil, vicdanlı ve hakkaniyetli
davranılacağı samimiyetle söyleniyordu.
Oysaki tüm beklentilerini “öteki
dünyadaki sonsuz yaşama göre düzenlediğini” beyan eden, sadece tanrıyı memnun
etmek için ibadet yaptığına inanan ve bu dünyayı küçümseyip “geçici”
bulanların, en ufak bir iktidar koltuğu ya da bir miktar menfaat için bile nasıl
canla başla mücadele etiklerini görmek de fazla uzun sürmedi. Yine benzer nedenler
eşliğinde yaşadığımız dönemde yukarıdaki vaatlerden çok uzaklara düşülmüş olsa
bile, ne var ki bugün de bu lakırdılar yine bitmiş değil. Çünkü bazıları için “gerçek
İslâmcılığın” tahakkuk edeceğine dair odaklanılan politik kutup ve aktörler artık
değişti. Farklı İslâmcı gruplar arasında ezelden beri “kim İslâmcı, kim değil”
tartışması yaşansa bile, bu mevzunun bir süredir politik uygulamalar üzerinden
cereyan etmesi yeni bir gelişme.
Mamafih on yıllardır beklenen o günler
bir biçimde nihayete erdiğinde, İslâmcılar geldikleri noktaya nasıl
ulaştıklarına kendileri bile inanmadı. Fakat “inanamadıkları” sadece bunlarla
sınırlı değildi. Çünkü muhalefetteyken sarf edilen “büyük lokmalar” zaman
içerisinde bir bir boğaza dizilmeye başlamıştı. Artık sırf “eskiye dönmeyelim”,
“menfaat muslukları kapanmasın” diye savunulması zor hak ihlallerini,
kayırmacılıkları savunmak zorunda kalıyorlar; malumun ilâmını görmezden
geliyorlar; “yetim hakkı” babasız çocukların adına dönüşürken olan bitene karşı
susuluyor ve nihayetinde kendilerini bir şekilde ve her zaman tüm bunlara İslâmî
kulplar/çarklar aramak için vakit ve enerji harcarken buluyorlardı. Zira tüm bu
vicdan muhasebeleri bazıları için demir leblebi gibi mideye oturduğunda ise, tahayyülün
güzelliği ve huzuru, gerçekliğin kâbusu ve yakıcılığına karşı bir kez daha
üstün geliyordu: Gerçek İslâmcılık bu değil!
Tabi aynı “İslâm davası” sürerken, mücahitler
hızla müteahhite evrildi. Ve bu “huzur verici” temas sayesinde paraya
yaklaştıkça kapitalistleştiler, kapitalistleştikçe paraya daha çok yaklaştılar.
Böylece kendi zenginlerini yarattılar ve onların artık fakir Müslümanlarla
karşılaştıkları en sık yer, namaz kılarken birlikte saf tuttukları camilerdi. Kendilerinden
başka herkesi “elitist” olmakla suçlarken, fakir Müslümanların çocukları İmam
Hatiplere yönlendirildi ama kendi çocuklarının hangi özel okullara
gittiklerini, yurtdışındaki hangi okullarda okuduklarını hep gizlediler. Nasılsa
yolu izi olmayan dağ köylerinde yıllarca görev yapmış emekli öğretmen Mehmet
Amca “elitist”, bunlar ise “halk insanıydı.”
Dolayısıyla sıradan insanından
politikacısına, köşe yazarından “akademisyenine” kadar pek çoğu için dindarlık,
türlü ahlâksızlıkları, adaletsizliği, hak gasplarını, emek sömürüsünü, günlük
hayattaki türlü zorbalıkları, cinsel istismarları gizlemeye yarayan itiraz
kabul etmez bir enstrümana dönüştü. Sonuç itibarıyla gelinen noktada bu olan
bitenin bir miktar farkında olup rahatsızlık duyanlar ise rotayı “gerçek
İslâmcılığın bu olmadığı” şeklideki bir söyleme doğru çevirmek zorunda
kaldılar. Tabi politik iktidar ile çatışması sonrasında, bunu ilk ve en güçlü
biçimde dillendirenlerin Gülen Cemaati ve çevresindekilerin olduğunu da burada
belirtmekte fayda var.
Bir başka bakımdan düşünüldüğünde ise
aslında böylesi bir çabada bir miktar iyimserliğin biriktiği de iddia
edilebilir. Fakat bu iyimserliğin arkasında negatif bir bilgi gizlenmektedir. Keza
“iyimserliğin tam tersine, negatif bilgi bize aslında dünya üzerinde yeterince
kontrolümüz olmadığını, geleceğin bu zamandan farksız olmayacağını ve aslında
düşündüğümüz kadar da çarpıcı, farklı ve değerli olmadığımızı anlatır. Negatif
bilgiyi kabullenmek istemediğimizde ise kendimizi koruyacak yollar,
mekanizmalar kullanırız.” Bu yollardan biri olan “inkâr etme, dış dünyadan
gelen tehditlerin ve stresli yaşam olaylarının doğruluğunu kabul etmemektir… İlizyonlar ise uyumluluk artırıcıdırlar
çünkü gerçeği en iyi biçimde yorumlamamıza izin verirler.”
Görüleceği gibi, hayatta yaşananlar,
ideallere dair olup bitenler vs. istenildiği biçimde gitmediğinde, üstelik bunun
artık değiştirilemeyeceği de bilindiğinde, mevcut durum sanki istenilmeyen bir durummuş
gibi reddedilmeye çalışılır. Bu bir “kendini kandırma” eylemidir ve her
kandırma, esasen kafa karışıklığından uzaklaşmak, daha fazla hayal kırıklığına
uğramak istemeyen insanın davranışıdır. Yani ideallere dair beklentilerin tersi
bir istikamette seyretmesi, özellikle de hayatın merkezinde yer alan bir inanç
demeti söz konusu olduğunda, çoğu kez motivasyonun diri tutulması için
başvurulan bir yoldur.
Dolayısıyla uygulanan mevcut
politikaların temelinin aslında “İslâmcılık olmadığını” samimi biçimde iddia
etmek, belki ruhsal bir kurtuluş arayışı olabilir ama türlü deneyimler, yaşanmışlıklar
gün gibi ortada dururken bu kez de başkalarını ikna ekmek adına somut örneklere
ihtiyaç duyulacaktır. Bu “kendini kandırma” eyleminin iflas ettiği andır. Meselâ
nerede yaşanmaktadır bu “dünyayı cennete çevirecek” İslâmlık politikaları? Sürekli
hayali bir geçmişe referans verilerek belki kitle bir süre ikna edilebilir ama tarihin
ve insanlığın hafıza kaydı bilimsel düşünce ile tutulmakta ve oradaki meşruiyetin
kaynağı “kitleden alınan oy oranına” dayanmamaktadır.
Diğer taraftan günümüzde yükselen bu ilginç
serzeniş, böylesi bir motivasyonu sağlamak adına kendi içerisinde tutarlı
olmaya, oradaki iç isyanı közlemeye çalışsa da, bu tavır, İslâm düşüncesi ve
birikiminden feyz alan İslâmcılığın tüm Dünya’daki politik uygulamalarını açıklamaya
yetmiyor. Yetmediği gibi “gerçek İslâmcılık bu değil” tarzı bu serzeniş
sahipleri, bütün bu olup bitenleri dış güçler, iç düşmanlar, emperyalizm, “bölücüler”,
“dinsizler” ya da “İslâm’ı yanlış anlayanlar” vb. üzerinden açıklamaya
çalışarak, mevcut İslâmcılığın özcülüğüyle; saflık ve saflaştırma arayışında
saklı otoriterliyle; geçmişe öykünmeci gericiliğiyle; kutsal olmayan bir
dünyada “kutsallık” arayışına girişmesi ve bunu da “tek kurtuluş olarak” dayatmasıyla;
farklılıkların meşru olduğu bir çağda düzleştirme ve homojenleştirme
çabalarıyla; dinî olmayan ya da onu içermeyen hiçbir şeyi “hak olarak”
görmeyişiyle; “kutsal” kabul edileni, bırakın eleştirmeyi üzerine düşünmeyi
bile yasaklanmasıyla; baskıcı, yasakçı uygulamalarıyla; cinsiyetler arası
ayrımcılıklarıyla; yalan dolan yüklü riyakâr bir ahlâk anlayışını sürdürmesiyle;
kutsallıklarla dolu hiyerarşik bir hayatı empoze etmesiyle; inanmayı “tek ölçüt”
olarak almasıyla; kadın bedeni merkezli fakir bir “ahlâkı” savunmasıyla; sömürü
çarklarını yağlamasıyla; yani kısacası bu düşünce sisteminin hem temelini oluşturan
hem de esas çürüme nedeni olan türlü ve büyük problemlerle pek de
ilgileniyormuş gibi görünmüyorlar.
Ne de olsa farklı ülkelerdeki İslâmcı
partilerin ekonomi, eğitim, sağlık, sanat vb. tel tel dökülen siyasî
icraatlarına bakıp “bu ne İslâm ile uyuşuyor ne de İslâmcılık böyle bir şey” ya
da hani aralarındaki politik ilişki açısından birbirinden çok da uzakmış gibi “bu
tarz İslâmcılık çöktü ama İslâm yerinde duruyor” demek oldukça basit ve
işlevsel. Emin olabilirsiniz ki, 500 yıl önce onca yozlaşmışlığın içerisinde cennetten
arsa almak ya da kiliseye yardım etmek için altın dişini söküp veren samimi
Hıristiyanlar da “gerçek Hıristiyanlığın bu olmadığını” düşünüyorlardı. Çünkü bu
tavır, hem söyleyenler hem de buna inanan bir kitle adına rahatlatıcı etkilere
sahip bulunuyor. Neticede bu düşüncedekiler için İslâmcılık, “orada bir köy var
uzakta, gitmesek de görmesek de o köy bizim köyümüzdür” deyişinde karşılığını
bulan nostaljik bir tahayyülden başka bir şey değil.
Dahası mevzunun bir başka tarafında
ise sosyolojik teorinin tespitleri yer alıyor. Zira tüketim, teknoloji kullanımı,
insanî ilişkiler, maddî beklentiler vb. baktığımızda, dünyevi olan’ın, uhrevî olan’ı
imha ettiği bu kültürel gösteri çağında, inanç mecburî ama süslü bir etiket
şekline dönüşürken, ona dair idealler de çoğu kez biçim değiştiriyor, bazen işgale
uğruyor ya da buharlaşıyor. Ne var ki sembolik
olan her şeyin, daha makbul ve kıymetli hâle geldiği zamanları yaşıyoruz. Görsel
ve sembolik sunum, tüm değerlerin ilerisinde ve inanç listesinde yer alan her
eylem de bundan fazlasıyla nasibini alıyor. Örneğin sabah akşam ayet paylaşan
kişi Özgecan’ı vahşice katledebiliyor; bir başkası “Cuma’ya gidiyorum” mesajı
veren bir video çekerek sosyal medya hesabında paylaşıp kutsî bir eylemi gösteriye
dönüştürerek, başkalarının uçucu beğenilerine açıyor; hatta maç esnasında sahaya
atlayıp hakem yumruklayan genç “cumhurbaşkanımıza küfür etti” mazeretindeki
sembolizmle karşımıza çıkıp, aklımızla alay ediyor.
Bu sebeple gerçekliğin zemininin sürekli
kaydığı (akışkan modernite); bunun
sonucunda da (neyse ve nasılsa artık) gerçek
olan’ın bir yandan değersizleşirken öte yandan da sembolik eylemler tarafından
yutulduğu; “sarsıcı gerçekler”dense “rahatlık verici yalanlar”ın makbul olduğu bir
dönemde politik bir ideoloji olarak İslâmcılığın kendi gerçekliğini arayışı, anlaşılabilir
olmakla birlikte beyhude bir çaba olarak değerlendirilebilir. Burada bir öz
arayışından ziyade, İslâmcılık düşüncesinin yeni yaklaşımlar üretmeye, temel
düşüncesini tartışmaya açmaya, kendisini eleştirip yenilemeye ve bu yenileme
sonucunda oluşabilecek tüm hücumları da karşılamaya ihtiyacı var. Açıkçası mevcudiyetinin
kaynağı olarak dinden referans alan gelenekçi bir düşünce sistemi bunu
başarabilir mi, bu da belki başka bir makalenin konusu olabilir.
Diğer taraftan konunun bir de politik
gelecek kaygısıyla ilgili ince bir hesap kısmı var ki, değinmezsek eksik
kalacak. Nitekim böylesi söylemlerin ustaca ve ilmek ilmek işlenmesi, yakın bir
gelecekte politik alanın yeniden düzenlenmesi, mevcut hegemonyanın artarak sürmesi
amacıyla yapılan bir yatırımdan başka bir şeymiş gibi durmuyor. Aktörlerin bir
biçimde değişebileceği hesabını da akılda tutan bu politik söylem sahipleri, böylelikle
hiçbir ahlâkî sorumluluk taşımadan geçmişin hatalarını değişen aktörlerin
sırtına yüklemek için de fazlasıyla hevesli görünüyorlar. Yeter ki evdeki
bulgura bir şey olmasın.
Yani herhangi bir iktidar kıyamete
kadar süremeyeceği için yakın bir gelecekte, işte “gerçek İslâmcılık bu değildi,
biz size gerçeğini verelim” tarzındaki bir politik söylem ile bu söylem
etrafında öbekleşen bir kitlenin bizleri bekleyeceğini şimdiden öngörebiliriz. Moda
tabirle “post-İslâmcılık” şeklinde de adlandırılabilecek bu gelecekteki
oluşumun, geçmiş dönemde olan bitenlerin tüm ihalesini eski iktidarlara çıkarıp
“gerçeğini yaşatma” talebiyle yeniden oy isteyeceği de bu yüzden tahmin
edilebilir yakınlıkta duruyor. Tıpkı vakit gelip de hesaplar değiştiğinde Gülen
ve Cemaati için “bunların ne İslâm ile ne de İslâmcılıkla alakası yok” denildiği
gibi… Bu söylem İslâmcı kesimlerin zaman zaman kendi aralarında birbirlerine
karşı yönelttikleri popüler bir suçlama olsa da öncesiyle sonrasıyla Gülen ve
Cemaatinin, İslâm ve İslâmcılık ile ilgileri yoksa kimin ya da kimlerin vardı
ya da var, tabi bilemiyoruz.
Oysaki tüm bu tutarsızlıklar, boş
vaatler, hayal kırıklıklarının gelip dayandığı noktada yine bir dinden
sosyo-ekonomik bir sistem oluşturma ve bunu da politik iktidarla taçlandırma çabalarının
beyhudeliği ve başarısızlıklarıyla yüzleşiyoruz. Çünkü hiçbir kutsal kitap,
herhangi bir ekonomik teori içermiyor. Helâl kazanç ve nefis kontrolü gibi
sübjektif kavramlarla yola çıkıldığında Müslüman zenginler için ulaşılan yer
neo-liberalizmin “huzur verici” yasaları olurken, mecburî istikamet olarak fakirlere
de “huzuru” başka dünyalarda aramak kalıyor.
Sonuç olarak Dünya’daki örnekler
ortada duruyorken, “gerçek İslâm” da onun türevi “gerçek İslâmcılık” da bugün farazî
bir tahayyülden daha fazlasına karşılık gelmiyor. Zira gerçeği, sahtesi,
çakması yok, yaşıyoruz işte!...
Bu makaleye şu LİNK'ten de ulaşılabilir: http://www.birgun.net/haber-detay/post-islamciliga-giris-gercek-islamcilik-bu-degil-162731.html