30 Aralık 2015 Çarşamba

Bir 'Gösteri Biçimi' Olarak Şiddet (BirGün Gazetesi Pazar Eki - 27 Aralık 2015)

“Gerçek anlamda altüst edilmiş  dünyada doğru, bir yanlışlık anıdır.”   Guy Debord

 

Günümüz gösteri toplumu’nun, yaşanan anın ahlâkî muhasebesini bile yapmadan, hatta özel hayata dair olanları da kapsamak kaydıyla, her görüntünün herkesle paylaşılmasını öngördüğü muhakkak 7 Haziran’dan günümüze kadar ulaşan gelişmelere baktığımızda, devletin uyguladığı Kürt politikasındaki pek çok değişiklikten bahsedebiliriz. Çözüm sürecinin rafa kalkması başta olmak üzere onu takiben, silahlı çatışmaların tekrar başlaması, milliyetçi dilin tüm içerikleriyle daha güçlü biçimde kullanımı, “kamu düzeni” adına yapılanlar, her yaştan masum insanın öldürülmesinin kamuoyunda meşru gösterilmeye çalışılması, korkunç bir dezenformasyon bombardımanı gibi değişimler, aslında daha önceden hiç de yabancısı olmadığımız politikalardan sadece bazıları.
Ne var ki, belki de burada “yeni” denebilecek bir gelişmenin altını çizip, üzerine biraz kafa yormamız gerekecek. Zira daha önce sosyal medyada ancak kişisel paylaşımlar aracılığıyla şahit olduğumuz “güvenlik” görevlilerinin çatışma ortamlarında çektikleri görüntülerin, artık her türlü medya ortamında ve oldukça aleni biçimde paylaşıldığını görüyoruz. Hatta bazılarının resmî yetkililerin “bilgisi dahilinde” olduğu izlenimi veren bu paylaşımlarda, insanlar yere yatırılıp “Türk’ün gücü”den bahsediliyor; araçlar arkasına bağlanan bedenler yerde sürükleniyor; kimisinde gençler keskin nişancılar tarafından vuruluyor; evlerin duvarlarına “had bildirme” amacı taşıyan yazılamalar yapılıyor; Emniyet Müdürlüğü bahçesinde havaya toplu ateş açılarak “tekbir” getiriliyor ya da boşaltılan okulların tahtalarına mesaj amacı taşıyan sloganlar yazılıp, önünde silahlarla “hatıra fotoğrafları” bile çektiriliyordu.
Örnekler daha da çoğaltılabilse de bu gelişme üzerinde durmak faydalı olabilir. Çünkü günümüz 'gösteri toplumu’nun, yaşanan anın ahlâkî muhasebesini bile yapmadan, hatta özel hayata dair olanları da kapsamak kaydıyla, her görüntünün herkesle paylaşılmasını öngördüğü muhakkak. Bu yüzden paylaşılan anın, yenilen bir yemek olması ile hunharca öldürülen bir insan olması arasında kabaca bir fark yok. Hâlbuki bu farkı, kişinin sahip olduğu “ahlâkın” ortaya çıkarması gerekirken, Türkiye gibi “toplum olamamış” topluluklar (/kabileler) birliğinde, her topluluk kendi ahlâkını (sadece kendisine göre) inşa ettiği için, burada “vicdanî” bir sıkıntıya asla rastlanmıyor. Hatta emin olunabilir ki, bazılarının gönlü, maalesef çok rahat. Böyle olunca da asıl amaç, paylaşımın kendisinden çıkıp, sonrasında hedef kitle nezdinde yaratacağı etki sonucu alınan “müthiş” hazza dönüşüyor. Dahası, bugünün dünyasında gerek devletlerin silahlı güçleri gerekse de onların karşısındaki gruplar, girilen çatışmalarda öldürdükleri ya da esir alıp infaz ettikleri insanların bu görüntülerini paylaşarak, özellikle sosyal medya ortamını bir haz alma mekânına çevirmekteler. Haz ile beraber yürüyen bir büyüklük taslama; dehşet, korku ya da nam salma; bir cezalandırma rahatlığı da aynı tespitin içinde yer alabilir. Vaktiyle ABD askerlerinin Irak’taki sivillere yaptıkları işkenceleri, nasıl kaydettiklerini anımsayalım. Kişiler yerde elleri bağlı olan insanların üzerine idrarlarını yapıp da bunu neden kameraya çekerler, diye de sorulabilir. Açıkçası yaşadığımız dünyada birilerine, işkence etmek ya da öldürmek artık yeterli görülen bir eylem değil; sosyal medyada tüm yapılanlar gururla sergilenmezse sanki bir şeyler hep “eksik kalmış” gibi bir duygu da malesef bu insan malzemesinin yeni özelliği.
Üstelik görüntünün, içeriği ne olursa olsun, bir tüketim nesnesine dönüştüğü bu hıza dayalı süreçte, alınan her haz, bir öncekine göre artık yeterli gelmediği için, aynı süreç tüketiciler’in daha fazlasını talep ettiği bir beklenti biçimine de dönüşmüş durumda. Bunun sonucunda ise tüketilen “şiddetin” dozajı da düzenli olarak ve sürekli yükseliyor; izlenen görüntülerdeki şiddet de bir aşamadan sonra aynılaşıyor ve izleyicileri kesmemeye başlıyor. Dolayısıyla şiddet talebinin de, artık daha sert hazlarda yaşanması düşünülen “şiddetin pornosu”na doğru yönelen bir bekleyiş içerisine doğru yuvarlanmaktan başka çaresi yok. Doğal olarak bu formüle göre şiddet ne derece artarsa, alınan gizli haz da o oranda artacak. Meselâ IŞİD ve benzeri örgütlerin, yaptıkları vahşi katliamların tümünü fütursuzca yayınlamaları buna iyi bir örnek olabilir. Çünkü gösteriye dönüşmüş görüntü, her ne biçimde olursa olsun bir haz rejiminin adıdır. Yine aynı sebeple bugün, dünyanın her yerinden evimize kadar kolaylıkla ulaşan vahşet görüntülerinden zevk alan büyük bir insan kitlesinin varlığından da haberdar olmamız gerekiyor. Zamanında ABD’deki kablolu kanallardan birinin 24 saat işkence görüntüleri yayınlaması bizim İslâmcı basının epeyce ilgisini çekmişti. Keza aynı İslâmcı kesimin bugün bu olanlar karşısındaki tutumunu da bu tespit ile birlikte düşünmek yararlı olabilir.
Diğer taraftan fotoğraf veya canlı görüntü yoluyla ulaştırılan görsel (/gösteren), başlı başına bir dil ve anlatım vasıtasıdır. Meselâ Guy Debord’a göre “gösteri dili, hâkim olan üretimin işaretleri’nden oluşur ki bunlar aynı zamanda bu üretimin nihai hedefleridir.”1 Nitekim bu anlatım, böylesi şiddet pornografisi içeren paylaşımlarda, ideolojik bir işlevi de içinde barındırır. Çünkü gerçeklik, mevcut özünden koparılmış ve politik iktidarın manipülasyonuna açık bir biçime getirilmiştir. Bir süre sonra duyguları bir etnik/inanç temelinde öbekleştirmeyi başaran bu ideolojik tahakküm, söylem bombardımanı altındaki kitle üzerinde yanlış bilinç aşılama işlevini de başarıyla yerine getirmeye başlar. Bunlar olurken gösteriye eşlik eden anlatı da (/söylem), aynı anda gerçekliği bozma görevini sürdürmektedir. Günümüzde sadece görsellik üzerinden öğrenen ve olan bitenden haberdar olan kitleler, bu pornografik görüntüleri bir film izler gibi keyifle izlemeye koyulur. Öylece akıp giden görüntüler, bir şiddet resitali’ne dönüşür. Şiddet, böylelikle estetize edilir ve gündelik hayatın içerisinde sıradanlaşıp silikleşir. Ve sadece “meşru” güç kullanma sahipleriyle de sınırlı kalmaz. Şiddetin ana merkezi, rollerle de değişebilir; yerine göre baba, usta, öğretmen, müdür, patron vb. olur ve şiddetin sıradanlığı topluma itinayla yayılır.
Hani Cizre’de, Sur’da, Nusaybin’de olan bitenlere “Batı’dan niye tepki gelmiyor?” diye haklı biçimde soruluyor ya, işte bunun önemli bir sebebi de, bu vasıtalarla işleyen ideolojik tahakkümün ürettiği ve geliştirdiği tipik milliyetçi tepkisizlik’tir. Zira milliyetçi “hissiyat” her türlü şiddeti, “ama”, “fakat”, lakin”li cümleler eşliğinde kolayca meşrulaştırmanın kendi içinde güçlü söylem araçlarına da sahiptir. Dahası bugün herhangi bir internet ortamında paylaşılan fotoğraf ya da görüntülerin altındaki yorumları okumak bile, bu meşrulaştırma çabalarının utanç verici örneklerini görmemiz için yeterli gelebilir.
Öyleyse birden bire çoğalan bu görüntüler düşünüldüğünde birileri açısından buradaki politik yarar ne? Bu görüntüler son derece açık bir biçimde neden ve nasıl servis edilmeye başlandı? Nitekim 7 Haziran öncesinde muhalefetin “İmralı canisi ile görüşülüyor”, “PKK’lılara dokunulmuyor”, “ülkeyi bölme süreci” vb. tarzlardaki milliyetçi duygulara yönelik çıkışlarının, politik iktidarı bir silkinmeye sevk ettiği çok açık. Düşen oy oranıyla birlikte iktidarı kaybetme korkusunun da tetiklemesiyle, bir milliyetçi güncellemeye acil ihtiyaç duyulduğu da zaten ortada. Bu açmazdan çıkmanın bir yolu çatışmaların tekrar başlatılmasıysa eğer, diğer etkili yol da sosyal medya ortamlarına devletin gücünü (/”Türk’ün gücü”) temsil ettiği düşünülen ve Kürtler’in “ne verirsen ver yine de hain”, “aciz” ve “yenilmiş” olduğu izlenimini verecek, bilinçaltı mesajları da içeren görüntülerin sızdırılmasıydı. Böylece bu tarihten itibaren, özellikle sosyal medya üzerinden, çatışmaların yaşandığı şehirlerdeki şiddet görüntüleri bir bir servis edilmeye başlandı. Yine aynı süreci, HDP binalarının yakılması, Kürt esnafa ait dükkânların taşlanma ve yağma görüntüleri eşlik etti. Benzer görüntüler servis edildikçe, milliyetçi blokta dalgalanmalar oldu ve özlemle beklenen o “milliyetçi gerçeklik algısı”, bunu en net veren partiye doğru bir oy kayması gerçekleştirdi.
Hâlbuki 1990’lı yılları yaşayanlar, bu türden bir olayı iyi anımsayacaklardır. O yıllarda bir asker, çektiği fotoğrafları banyo yaptırmak için Diyarbakır’daki bir fotoğrafçıya gitmiş, fotoğraflar arasındaki bir kareyi keşfeden fotoğrafçı da onu basına sızdırmıştı. O karede askerler, öldürdükleri bir grup PKK’linin cesetleri önünde gururla poz veriyorlardı. Fotoğraf o zamanlarda bir infial uyandırdı. Gazeteciler durumdan vazife çıkarıp “olmamıştır böyle bir şey” demeye, politikacılar ise şiddetle “sahte olduğunu” ispata giriştiler. Keza o dönem “devlet aleyhine bir şey söyleyeceklerin anında karşılarında bulduğu”, TRT’de tüyleri diken diken eden programların yapımcı ve sunucusu Ertürk Yöndem de bu konuya el atmış, döne döne günlerce yayınlanan programında bu fotoğrafın “sahte olduğunu”, “sahtedir” diyenlerin bile şüphelenecekleri bir inatla, kanıtlamaya çabalamıştı. O dönem bazı insanlar gazetelerde, TV’lerde veya sohbetlerde, belki yapılanı hoş karşılasalar da, bu rezilliği açık biçimde sahiplenmeyi ahlâkî olarak doğru bulmuyorlardı. Gelin görün ki ulaştığımız bu “yüksek medeniyet” noktasında, artık bu görüntülerin “sahte olduğunun” ispatına bile kimse ihtiyaç duymuyor, hatta bilakis kitlesel olarak sahipleniliyor. Üstelik bugün bunca şiddet görüntüsünün “sahte olması” ihtimali bile, bu kitle için aynı zamanda bir düşün bozulması anlamına da gelebilir.
Öte yandan özellikle ülkedeki milliyetçi hassasiyet ile milliyetçi tepkisizliği aynı bünyede taşıyan kitleleri hedef alan bu şiddet görüntülerin, konunun doğrudan muhatabı olan Türk ve Kürt kesimlerinden tepki (beğeni ve öfke) çektiği için, oldukça işlevsel bir karşılığı da mevcut. Çünkü bu türden şiddet görüntülerinin yayınlanması, en çok gerilimi sürdürmek isteyenlerin işine geliyor. Saflar netleşiyor; öfke daha çok şiddeti doğuruyor ve tüketim için yeni görüntülerin ortaya çıkmasına vesile oluyor. Sonra yeni paylaşımlar, coşku veren taze beklentiler içindeki şiddet pornosu müptelâları ve tekrardan onların yeni beklentileri…
Sonuç olarak böylesi görüntülerin servis edilmesi, şu an da aynı hızla devam ediyor. Emir komuta zinciriyle bağlı oldukları üstlerinden “izin almadan” paylaşıldığı asla düşünülemeyecek silahlı askerlerin, harap olmuş bir okuldaki yazı tahtası önündeki görüntüleri, acı biriktiren hafızalara çoktan yerleşti bile. İlkokul gibi bir mekânın masumiyetinin ayaklar altına alındığı bu karelerde “kim haklı?” ya da “kim haksız?” tartışmalarına girmenin anlamı da her şeyle birlikte yitip gitmiş durumda. Çocuk neşesinin çınlattığı koridorlarda, bugün “kurşun sesleri (çoktan) korkulara karıştı ve kaygıları besler oldu.”
Fakat hazin olan sadece bu değil. Belki de hepsinden daha acısı, bütün bu olan bitenleri sadece sosyal medyayla sınırlı olmamak kaydıyla, sokakta, kahvede, gazete sütunlarında, dost sohbetlerinde meşrulaştırmaya çalışanları görmenin dayanılmaz hüznü bambaşka bir şey. Ölümlere alışılmaya başlanılan bu kısmetsiz ülkede, nereye gitti insanlık? Ya da acaba hiç var mıydı? Peki bir gün gelecek mi? “Hayat kısa, kuşlar uçuyor” ve bizler de umutla bekliyoruz…

1 Guy Debord (1996): Gösteri Toplumu, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, s. 9

Bu makaleye şu LİNK'ten de ulaşılabilir: http://www.birgun.net/haber-detay/bir-gosteri-bicimi-olarak-siddet-99030.html

19 Aralık 2015 Cumartesi

Sol'un "Faşist Olma" İhtimalini Sevmek (BirGün Gazetesi Pazar Eki - 13 Aralık 2015)

Bu hafta içerisinde kendilerini “Üniversiteli Müslümanlar” olarak adlandıran bir grubun, Beyazıt Meydanı’nda basın açıklaması yaptığına şahit olduk. Grubun kadınlarının taşıdığı bir pankartın üzerinde yazılanlar olmasa, belki de bu gösteri hiç ilgi çekmeyecek, hatta haber ve gündemin yoğun akışı içinde kaybolup gidecekti. Pankartın üzerinde “Sol faşizme, tahakküme ve zorbalığa karşı Müslümanlar omuz omuza” yazması, bu olayı birden sosyal medyanın ilgi odağı haline getirdi. Aynı zamanda hızlı bir konu öğütme makinesi de olan bu sanal ortamda, herkes meşrebince bir şeyler yazmaya, yorum yapmaya başladı. Öyleyse bu “sol faşizm” neyin nesi? İslâmcılar bu kavramdan neyi anlamaktalar? Kavramın bir kullanım amacı var mı? Varsa da acaba ne?
“Sol faşizm” kavramı üzerine biraz tarama yaptığımızda, evveliyatının 1960’lara dayandığını görüyoruz. Kavram ilk defa Jürgen Habermas tarafından ortaya atılmış ve Batı Avrupa’da şiddet eylemlerine karışan radikalleri ifade etmek için kullanılmış. Sonrasında birkaç kez daha ve farklı açılardan ele alınmış olmakla birlikte (örneğin, liberal sosyologların SSCB’deki uygulamaları nitelendirmek için kullanmaları gibi), bu kavramın yaygın bir kullanımının olmadığı da aşikâr.
Bu yüzden “sol faşizm”, İslâmcı icadı değil ama her kavramın kaderi olan yerli imalatın tüm arızalarına da fazlasıyla sahip. Öncelikle internet ortamlarına ya da sosyal medyada bu kavramı sahiplenenlerin “hangi saiklerle” bir anlam dünyası kurduklarına baktığımızda, mevzunun epeyce bir takipçisi olduğuna ve bu kitlenin de (sanal ortamın da ruhuna uygun biçimde) hiçbir ahlâkî mesuliyet taşımadan kavramı diledikleri gibi kullandıklarına şahit oluyoruz. İlginçtir, kavramın tarama geçmişinin başlangıcı 2013 Gezi Direnişi’ne kadar uzanıyor ve en çok yoğunlaşma da bu dönemde yaşanıyor. Kavramın yayıcılarının, Gezi’deki “gösterici şiddeti”nden aydınların “halkı beğenmemesi”ne; “türban düşmanlığı”ndan “din karşıtlığı”na; hatta bugünün CHP’sinden (sol ile ilişkisinin nasıl bir cehaletle kurulduğunu anlamanın zor olduğu) Tek Parti Dönemi’nin (çoğu da uydurma) icraatlarına; oradan 1 Mayıs’ta Taksim’e sokulmayan emekçiler arasındaki bazı ufak grupların “polise taş atmalarına” varan her türlü durumu/olayı, “sol faşizm” tevatürüyle açıklamaya gayret ettikleri seçilebiliyor.
Buradaki göze çarpan önemli bir bulgu da şu ki, İslâmcılar nezdinde “sol faşizmin” belli bir mekânı, “tahakkümün” sağlandığı bir merkezi bile var: Üniversiteler… Nitekim bu kitle üniversiteleri, “saf ve temiz” müminlerin inançları yüzünden baskıya uğradığı, “solcu ve ateist yetiştiren”, kavramın da teorik anlamda içinin doldurulduğu bir “uygulama yeri” olarak ele alıyor. Hâl böyle olunca bunlara göre ODTÜ de “faşizmin kalesi” şeklinde tarif ediliyor. Basın açıklamasının içinde “üniversitelerdeki İslâmî mücadele engellenemez” şeklinde bir cümlenin geçmesi de böylelikle taşları yerli yerine oturtuyor. Demek ki İslâm sadece bir “inanç” değil, aynı zamanda üniversitelerdeki bir mücadele nesnesi. Bunu keşfetmek yararlı; çünkü Türkiye’deki İslâmcı profilinin nereyse tamamı, şu günümüz şartlarında bile “dinlerini yaşayamadıklarına” inanıyorlar. Dolayısıyla büyük üniversitelerin görece serbest ortamları, belli ki bu İslâmcı öğrencileri rahatsız ediyor. Ramazanlar’da herkesin oruç tutmak/tutuyor görünmek zorunda olduğu; kızlarla erkeklerin ayrıldığı; etkinliklere gelmenin zorunlu olduğu; dinlenen müziklerin bile reislerce belirlendiği; giyim kuşama karışılan; yurtlarda zorla namaza kaldırılan taşra üniversitelerindeki daha nice “güzellikleri” özledikleri kesin. Zaten bu sebeplerle İslâmcılar bu türden “güzelliklerin” olmadığı üniversiteleri, hem öğrencileri hem de hocalarıyla birlikte “sol faşizmin yuvaları” olarak görüyorlar. Lâkin ülkedeki mevcut iktidar ile birlikte düşündüğümüzde, bu basın açıklaması öyle masum değil ve aslında bir muhbirlikten başka bir şey de değil. Böylesi “mağduriyet” gösterileriyle politik iktidara, “buraları temizle”, “buralara da el at” mesajı verilmek isteniyor. Bu yüzden YÖK tarafından hazırlanan ve birkaç hafta içerisinde Meclis’e gelmesi beklenen “üniversitelerde kamu görevinden çıkarma yetkisinin rektörlere devredilmesi” teklifinin, böylesi çağrılar üzerinden de okunması gerekiyor. Çünkü kamusal “meşruiyet” hep bu yollarla kurulmaya çalışılıyor.
Diğer taraftan, bu kitlenin sol ve faşizmi yan yana getirmeleri, bir biçimde faşizmin “kötü bir şey” olduğunu öğrendiklerini de gösteriyor. Fakat buradaki asıl vurgu, esasen bu algıya yönelik değil. Aksine bu çaba, bir tarafta otoriter bir iktidar yapılanması, diğer yanda tüm dünyada İslâmcı faşizmin yaptıklarını perdelemeyi amaçlayan bir içeriğe de sahip. İslâm’ı rehber alan toplum mühendisliğinin, el attığı her coğrafyadaki hâl-i pûr melâli ortadayken, ortalama bir vicdanın bile çoktan terk ettiği bu konformist kitlenin, “bakın sol çok daha mı iyi?” gibisinden çıkışlarla savunma geliştirmeye çalıştıkları çok belli. Aslında dünya politik gündemi önünde derin meşruiyet sancıları içindeki bu söylem sahipleri için buradaki kaçınılmaz ve tarihsel trajedi, “sol faşizm”den dem vururken, günümüz İslâmcı faşizminin yaptığı barbarlıkları aklar bir pozisyona doğru savrulmaları. IŞİD gibi vahşilerle araya mesafe koyma çabaları, sadece kendilerinin inandığı büyük bir aldatmacadan ibaret. Türkiye her daim bu İslâmcı şiddet potansiyeline sahipti, bugün daha fazlası mevcut. Afganistan, Irak, Mısır, Tunus, Libya, Suriye, Yemen deneyimleri, bu çağda neler yaşanabileceğinin işaretleriyle dolu.
Yine aynı basın açıklamasında geçen “sol-sosyalist grupların Müslümanları ‘IŞİD’ci’ diye yaftalamaları”nı, bu kitlenin “tüm dünyadaki egemen güçlerin Müslümanlara dönük propagandasının bir kopyası” olarak ele almaları, bizlere “bunlar hangi ülkede yaşıyorlar?” sorusunu sormamıza da yol açıyor. Yani Taliban, El Kaide, IŞİD, Boko Haram, El Nusra ve daha nicesi, bunlara nasıl görünüyor olmalı ki, bütün kabahat “sol faşistler” ve egemen güçlere havale edilmiş. Maraş, Çorum, Sivas, Gazi, Roboski, Gezi, Ankara ve 7 Haziran sonra tüm G. Doğu’da yaşananlar, yanı başımızda Suriye’deki vahşetler ve bunlar olurken bu kitlenin kimlerin yanında yer aldığı, oy vererek kimleri desteklediği, faşizmden ne anladığı, kurulan insan pazarları, akla hayale gelmeyecek işkencelerle öldürülenler hakkında ne düşündükleri hepsi, kabahatin defedilmesiyle silinip gidiyor. Kısacası bu kitle ve onların inançları dışındaki herkesin, olan bitene doğrudan katkısı var ama bir tek bunların yok. Böyle de bir güzellik içindeler.
Dahası “sol faşizm” kavramıyla, “iktidarda hâlâ solcular var ve savaş devam ediyor” mesajı da alttan alta verilmek isteniyor. Ordu, bürokrasi ve siyasal iktidar için solcuların muktedirliği söz konusu olmasa da İslâmcılar için mağduriyet, gerçeklik duygusunun yitirildiği bitmez tükenmez bir bilinç kaybının adı. Fail/muktedir olduğu anlarda bile, her ahval ve şeraitten “mağdur” olarak çıkan bu duygunun kitleselleşmesinin, bugün İslâm ülkelerinde yaşananların nedenleri hakkında belki küçük de olsa bir ipucu taşıyabileceğine, keşke az da olsa bir ihtimal verilebilseydi.
Zaten aynı mağduriyet hâlinin eşliğinde, son zamanların moda kavramı kültürel iktidar söylemi üzerine de burada birkaç kelâm etmek gerekiyor. Keza bu kitlenin Pierre Bourdieu’den esinlendiği, okuduğu falan yok; fakat kavram çekici gelmiş olacak ki, sıkça tekrarlanmaya başlandı. Yine aynı yöntemle deforme ederek kullanılan kültürel iktidar kavramı da tıpkı “sol faşizm” gibi kitleyi mücadeleye çağırma, motivasyonu diri tutma odaklı işlevlerin, söylemsel bir taşıyıcısı yerine geçiyor. Solun devlet yapıları içerisinde bir karşılığının olmamasının “bittiği anlamına gelmediği” düşüncesine yaslanan bu söylem, İslâmcılığın “üretememe” durumunun en net görüldüğü yer olan kültürel alanı, bir iktidar biçimi şeklinde ele alarak, herkesi mücadele etmeye çağırıyor. Hâlbuki popüler kullanımdaki anlamıyla kültürel iktidar kavramı, nedenleri gayet açık olmakla birlikte, esasen İslâmcıların kültürel/bilimsel faaliyetlerdeki basiretsizliğinin bir dışavurumu olarak düşünülmeli. Zira geleneklere saygının, halkla ters düşmemenin, mevcudun tekrarının değerli bulunduğu; düşüncenin baskılandığı yerlerde, ne bir sanat ne sanatçı ne de bilim ortaya çıkamayacağına ulaşmak hiç de zor değil.
Öte yandan İslâmcıların burada, Cumhuriyet tarihi boyunca (sadece kendilerini değil herkesin) maruz kaldığı bazı jakoben tavırları, “sol faşizm” ya da “tahakküm” adlandırmasıyla, kısa yoldan tüm Sol’a ihale etme çabası içinde oldukları da görülüyor. Tarihsel anlamda jakobenizm ile sol/sosyalist düşüncelerin kesiştiği zamanlar tabi ki oldu. Fakat Türkiye’de ne bu tarz bir sosyalist iktidar görüldü ne de böyle bir dönem yaşandı. Bizler CHP’nin “ne derece sol” olduğunu tartışırken, İslâmcıların sol ile ifade ettiği kesimlerin CHP’den başlayarak, Vatan Partisi ve KP’ye kadar önüne ne gelirse içine kattığını da belirtmek gerekiyor. Hanefi Avcı’dan dahi “devrimci” yaratan da bu örgütlü kötülük değil miydi? Aslında İslâmcıların (yeni izdivaç eşliğinde belki Türkçülerin de) “Sol’u homojenleştirme çabası” olarak da ifade edilebilecek bu beklentilerinin hedefinde, sol düşüncenin bir çerçeve içerisine yerleştirilerek “zaten bunların hepsi aynı” demek istedikleri de bir başka bulgu olarak buraya iliştirilebilir. Zira Sol’un her türlü resmî, örgütlü ya da militer baskıyı “faşizm” ile ifadelendirmesi, İslâmcıları oldukça rahatsız etmiş olmalı ki, devlet katında ne resmî örgütü ne de iktidarı olan, gücü bile sınırlı Sol’dan bir “faşizm” biçimi çıkarma konusunda fazlasıyla ısrarcı görünüyorlar. Türk Sağı, kendi başına yine hayali bir sol inşa ediyor ve yine kendisi ona uygun politikalar belirlemeye çalışıyor.
Sonuç olarak “sol faşizm” söyleminin bir başka hedefi de, Sol’un barış, özgürlük, eşitlik, hak ve adalet arayışı gibi söylemlerini boşa düşürme, onların içinin “boş olduğu” görüntüsü yaratma ve bütün bu olan bitene rağmen bunların esasen İslâm tarafından sahiplenildiği izlenimini, yine ve yeniden verme çabasından ibaret. Muhalefette olduğu dönemlerin rahatlığıyla herkese “huzur” vadeden İslâmcılığın, Müslüman coğrafyalarda bir bir iktidara geldikten sonra ortaya çıkan vahim tablonun epeyce bir imaj düzeltmeye ihtiyacı olsa da, mevcut müptezelliğin Sol’a saldırmakla “nasıl düzeltileceğini” de bu söylem sahipleri açıklamak zorunda. Bugün İslâmcılar, kendi içsel ve derin çelişkilerini, insanlara çatışma ve gözyaşından başka bir şey getirmeyen politikalarını, sosyalistlere ve egemen güçlere atma kolaycılığıyla birlikte daha ne kadar yaşayabilirler?
Ne dramatik ki, 1990’larda “sol ve sosyalizm mi kaldı, komik olmayın” diyenlerin çocukları, bugün “sol faşizm”den bahsediyor. Fakat ben yine de bu metni buraya kadar okuyup, asıl failler ortadayken “sol faşizm”in gerçekliğine ısrarla inananların hiç yabancı olmadıkları bir benzetmeyle bitirmenin, belki bir silkinme yaratabileceğini düşünüyorum: Sizler ne derseniz deyin, gerçek sol bu değil!


29 Kasım 2015 Pazar

İslâmcılık ile Türkçülüğün Tarihsel Uzlaşması (BirGün Gazetesi Pazar Eki - 29 Kasım 2015)



Epeyce bir zamandır kendisini içten içe tahkim eden İslâmcılık bloğunun, ardı ardına gelen “seçim başarıları” ile siyasal iktidarı tek başına ve Meclis aritmetiği açısından güçlü biçimde ele geçirmesinin ertesinde hem baskı hem de rızaya dayalı hegemonik bir güce dönüşmesi ve buradan devşirdiği enerjiyle toplum üzerinde hâkimiyet kurup, bunu da ‘İslâmcılık ideali’ gibi daha büyük amaçlar/çıkarları gerçekleştirme yolunda kullandığından çokça bahsedildiği için bu yazıya böylesi bir bilgiyle giriş yaptım ama burada bunlardan bahsetmeyeceğim. Hâlbuki 30 Mart Yerel Seçimleri’nden başlamak kaydıyla, sırasıyla Cumhurbaşkanlığı ve iki Genel Seçim sonuçlarının da işaret ettiği üzere, mevcut İslâmcı siyasetin “Türkçü”[1] kesimleri de içerisine alarak (en bariz göstergesi olan sayısal anlamda bile) genişlediğine şahit olmamız, pek çok açıdan önem arz ediyor. Bu sebeple, milliyetçi oylardaki bu yer değiştirmenin nedeni, her seçim öncesi AKP’nin milliyetçi söylemlere kuvvetle sarılması ve devamında çatışmaların yeniden başlaması mı? şeklindeki bir soruya kısmen “evet” denebilir; fakat kanımca yanıtın diğer kısmı esasen daha farklı tespitlere ihtiyaç duyuyor.
“Ben Müslümanım, Irkçı Olamam…”
Yakın zamanda sosyal medyadaki sahte hesaplardan birinden ırkçı bir dille bana karşılıklar veren birisine, “kendisinin ırkçı olduğunu” hatırlatmam üzerine, bu kişi küfür etmeden hemen önce yazdığı son cümlede bana şu karşılığı vermişti: Ben Müslümanım, ırkçı olamam… Nereden bakarsanız bakın, bugünlerde yaşadıklarımıza dair basit ama çok şey anlatan bir cümle. Öyle ki, yerelliğin zirvelerini yaşadığı bugünlerde Türkçülüğün İslâmcılığa ama bilhassa İslâmcılığın Türkçülüğe her zamankinden daha fazla muhtaç olduğu görülüyor. Bu iki siyasal akım, bugün, gerek politik alanda gerekse de gündelik dilde zor duruma düştüklerinde birbirlerine destek olmak, yardıma yetişmek, yaşamak için birbirlerini emzirmeye her zamankinden daha muhtaçlar. Açıkçası bu simbiyotik ilişki geçmişte de aynen böyleydi; fakat bugün bu bağımlılığa dünden daha çok ihtiyaçları var.
Zira politik projelerin ideolojik referansını sağlayan İslâmcılık için bu “ihtiyaç”, artık birinci derecede öncelikli. Tabi, bilhassa siyasî anlamda fazlasıyla sıkışan, tutarsızlıkları ayan beyan ortaya çıkınca elinde tek güç olarak kalan şiddete sarılmış, üstelik bir de meşruiyet bunalımındaki İslâmcı ideolojinin, siyaseten düştüğü çıkmazdan kurtulmak için Türkçülük’ten vücut bulmuş milliyetçilik gibi bir can simidine gereksinim duyması da doğal. Milliyetçi ideolojinin Cumhuriyet’ten beri devlet ile olan münasebetleri daha köklü temellere dayanması; milliyetçiliğin dağılmaya karşı kolayca kullanılabilecek basit bir dile sahip olması; o dilin siyasî olaylarda ana birleşme noktası görevini görme kapasitesi; buna ilave olarak son dönemde İslâmcılığın geçirdiği buhranlara nazaran milliyetçiliğin bu dönemleri göreli biçimde hasarsız ve daha az hırpalanmış şekilde geçirmesi gibi etkenlerin, İslâmcı siyaseti milliyetçi unsurları kendi politik malzemesi yapma konusunda iştahlandırdığı görülüyor. Fakat en önemlisi milliyetçiliğin bazı yönleri, tam da İslâmcılığın bugün hasretle özlem duyduğu toplumsal modele denk geliyor; hatta bu modele uygun özel avantajlar bile sağlıyor.
Sentezlerin En Hayırlısı
Hemen il elden, milliyetçiliğin ‘disipline dayalı toplum’ beklentisinin, kitlelerin iknasını kolaylaştırması ve muhaliflerin basitçe ayıklanması (çevrenizdeki kişiler sizi ‘ikna eder’ ya da dışlamadan ihbara kadar uzanan bir sürece birden dâhil olursunuz) gibi özellikleri taşıdığı için, İslâmcı politikalar açısından mühim bir yere sahip olduğu söylenebilir. Çünkü disiplin, farklılıkların düzleştirilmesi ve bu motivasyon üzerinden bir ‘birlik oluşturma’ süreçlerini de içerir. Bu sebeple, örneğin ‘İslâmcı birlik’ fikri, Kürt, Arap vb.’yle ‘birlik olmak’ istemeyenleri mecburen dışarıda bıraktığı için, günümüz Türkiyesi ve gerilim politikaları söz konusu olduğunda milliyetçi hissiyatlar İslâmcılığa göre içerisinde daha toparlayıcı etkileri barındırmaktadır.
Yine milliyetçiliğin ‘millî vazifeler’ başlığı altında topladığı ve görev aşkıyla donattığı pek çok başlık, sıcak politik gelişmelerde ya da bazı toplumsal durumlar arasında hiyerarşiler kurarak (millî ile gayr-ı millî ayrımı gibi), sayısız sorunu ‘millî meseleler’ karşısında önemsizleştirerek perdelenmesine de katkıda bulunur. Bugün İslâmcı siyasetin en acil toplumsal sorunları (kadın cinayetleri, işsizlik, yoksulluk vb.), terör, Suriye’deki savaş, Geziciler, çevremizdeki düşmanlar gibi mazeretlerle önemsiz kılarak ötelemesi,  kitlelerin anlam dünyalarının derinliklerinde yatan milliyetçi söylemlerin sağladığı zihinsel destekler (bayrağın/vatanın önceliği vb.) sonucundadır. Bu ‘millilik’ hâli, ayrıca, hukukun kolayca rafa kaldırılması, insan hak ve özgürlüklerinin hiçe sayılması, sermayeye yaratılan fırsatlar eşliğinde emeğin sömürüsünün yaygınlaştırılması vb. bakımlardan da fazladan işlevler görür. Zaten İslâmcı siyaset, süreç içerisinde milliyetçi söylemleri diri tutabildiği ölçüde bunun karşılıklarını aldığını iyice test ettiği için, sıraladıklarımın tümünü ve daha fazlasını yeri geldiğinde ustaca işleme koymaktadır.
Üstelik bütün bunlar iktidarın toplum nezdinde hiç de göze batmadan otoriterleşmesine de (‘zaten çoktan geç kalınmış şeyleri yapıyorlar’ düşüncesi) geniş fırsat yaratır. Öyle ki halk milliyetçi duygularla militarize edildiği ölçüde, dostların ve düşmanların kimler olduğu belli olacak, olası iç ve dış askerî operasyonların ana sponsoru olan geniş kesimler mevcut durumlarına memnuniyetsizlikten ziyade, rıza ile katlanacaklardır. İslâmcı ideolojinin ‘dindar-dinsiz’ ayrımının silikleştiği bu noktada, ‘Türklük’ ön plâna çıkacak, bölünme ya da vatanı kaybetme korkusu derinleşerek artacaktır. Sonuçta ‘şehit olmak’tan başka kıymetli bir apolete sahip olmayanlar yığınlar için Rus uçağı düşürmenin ‘gururu’, çoğu zaman yokluğu ve yoksunluğu bastırabilir; hatta yaşanan hak ihlallerini, rafa kalkan özgürlükleri bile sıradanlaştırabilir. Dahası ülkeyi ‘hainlerle’ dolu bir yer, ‘ihanet’i de sıklıkla yaşanan bir olay olarak görmeyi ve ‘ihanet zamanlarında hukuk askıya alınabilir’ şeklindeki düşüncelerin yaygınlaşmasını da kolaylaştırabilir.
Diğer taraftan İslâmcılık, daha çok dinsel farklılıklar üzerinden işleyen bir homojenleştirme vasıtası olduğu için ‘ümmet kardeşliği’ni savunmak, bazı durumlarda (meselâ, konjonktürel olarak mevcut ayrımları derinleştirmek gerektiğinde) sıkıntı yaratacaktır. Oysaki farklı dinlerden çok az kişinin kaldığı ve onların da en azından bugün için politik malzeme olma kapasitelerinin bulunmadığı Türkiye’de özellikle Kürt meselesi gibi politik ajitasyonu yoğun bir durum söz konusu olduğunda, İslâmcılık açısından milliyetçilik yine bir zorunluluğun adıdır. Çünkü böylelikle Kürtler ile Müslümanlık paydası üzerinden kurulabilecek olası İslâmcı empatiler de daha baştan bertaraf edilmiş olacaktır. Bu yüzden Roboski ile başlayan ve 7 Haziran sonrası HDP’nin yüksek oy aldığı tüm il ve ilçelerde devam eden tahakküm ve hükmetme politikalarının, Türk ve Müslüman olanlarda hiçbir tepkiye yol açmamasının nedenleri bilhassa burada aranmalıdır. Gezi Direnişi’nde ‘camiye ayakkabı ile girdiler’, ‘camide içki içtiler’ iddialarına büyük tepkiler ve öfke dalgalarıyla katılan (özellikle İslâmcı) kitlelerin, kurşunlarla harabeye dönen camiler ile cem evlerine, yerle bir edilen mezarlıklara karşı kayıtsız kalmaları da yine aynı bağlam içerisinde ele alınabilir.
Dahası milliyetçi yapıların İslâmcılara göre olası politik gerginlik durumlarında paramiliter katkıları (HDP binalarına ve Kürt esnafa saldırı gibi) düşünüldüğünde, etkinlikleri güçlü, örgütlülükleri yaygın ve işlev alanları da daha fazladır. Zaten bu sokak saldırıları eylemlerinde en ön saflarda Ülkücülerin yer alması, oluşturulan ‘millî mutabakat’ın etkisini anlamak bakımından da dikkat çekicidir. Zira buna benzer bir işlevi ‘icra etsin’ diye, bir taklit eseri kurulan Osmanlı Ocakları gibi organik yapılar ise, hem yeni hem de böylesi bir etkiye henüz sahip değiller. Bu yüzden, İslâmcı siyaset için milliyetçiliğin hareketlilik kabiliyeti, sokaktaki muhtemel karşılaşmalar ya da gövde gösterilerinde muhalif gruplara karşı kendi faaliyet alanlarını sayı ve etkinlik bakımlarından daha da genişletmesi adına önemlidir.
İslâmcı politikalar için milliyetçiliğin olmazsa olmaz bir unsuru da sahip olduğu dil ve söylem dağarcığıdır. Keza ‘millî irade’ kavramının bu derece sıklıkla kullanılmasının bir nedeni de sıradan insanın zihin dünyasına seslenen milliyetçi söylemlerin, ona yüce bir misyon/görev ve kimlik kazandırması neticesinde kişilerin ‘büyük oyunlar’a karşı ‘büyük görev’in bir parçası haline getirilme başarısında aranabilir. Milliyetçi söylem dağarcığı yardımıyla ‘büyük oyun’u çözen vazife aşkıyla dolu insan kitleleri, aynı zamanda hızla karşı reaksiyon gösterebilme kapasitesine de sahip oldukları için, ‘dost’u ve ‘düşman’ı hemen ayırırlar ve bir baskı aracı olarak ‘hain’ sayılanlara karşı militer bir söylem hattının kurulmasına da katkıda bulunurlar. Yine aynı sebep eşliğinde, 7 Haziran’dan 1 Kasım’a, yaklaşık beş puan eriyen MHP’nin ava giderken avlanarak bu söylem dağarcığının hâkimiyetini (bu seçimler itibarıyla) AKP’ye kaptırdığını, kendi seçmeni gözünde söylem üzerinden ikna etmeyi sağlayan gerçeklik algısını önemli ölçüde yitirdiğini de iddia edebiliriz. Zaten bu sebeple MHP taşıyıcısı olduğu mevcut dili, gerek pratikte gerekse de söylem anlamında onları daha iyi kullanan rakibine kaptırmış bir partidir.
Hayırlara Vesile Olacak Bir Tarihsel Uzlaşı
İşte bugün böylesi bir ‘manevî güç’ ve ‘millî hissiyat’ birleşimiyle, ‘Türkmen Dağı’ diye bir dağ icat ediliyor; sonra Bayırbucak Türkmenlerinin vaktiyle ‘Haçlıları durduran Oğuz Boyu’ olduklarını, ‘Selçuklu’dan beri Hac yolunu güvende tuttuklarını’ falan öğreniyoruz. Bu dil ve söylem insanları, İslâmcı değilsen Türkçülükten, Türkçü değilsen İslâmcılıktan yakalıyor. Eleştirel bir akla, analitik bir düşünceye ya da sistematik bilgiye sahip olunmadığı zaman (çok şey mi bekliyorum?), bu söylem alanının çekim gücüyle başa çıkabilmek imkânsız. Hatta açıkça ırkçı söylemler kullanırken bile hiçbir ahlâki sorumluluk hissetmeden sadece ‘Müslüman olduğun’ için ‘ırkçı olmak’tan bile kolayca sıyrılabiliyorsun. İtiraf edelim, böylesi bir dil ve söylem dağarcığına sahip zihin dünyalarıyla mücadele edebilmek de o derece zor.
Sonuç olarak, İslâmcılık ile bugün bu yazıda sıraladığım konvansiyonel nedenlerle onun tarafından içselleştirilen Türkçülük, bunlar dışında tarihin, ecdadın, geleneğin önemsenmesi; benzer ‘tarihsel düşmanlara’ sahip olma; farklılıkların bozucu bir unsur olarak görülmesi; ötekileştirmenin kıymetli sayılması; duygusal (dinî/millî) motivasyonların önemsenmesi gibi bazı benzerlikler de fazladan sıralanabilir. Zira bu ve benzer nedenlerden dolayı bugün İslâmcılık, Türkçülüğün hayat verdiği milliyetçi anlamların kendi toplum projesine dâhil etmeyi uygun bulmuş görünüyor. Bu anlamlara sahip dil ve söylemlerin İslâmcı siyasete bu ‘dâhil olma’ durumu, otoriter bir hattın örülmesinin hem düşünsel hem de pratik arka plânını da inşa ediyor olması bakımından dikkatle takip edilmeli. Burada Türkçülüğün hiç mi kazancı yok? diye soracak olursak. Tabi ki var. Türkçülük bu büyük ‘tarihsel uzlaşma’da iktidar sırasının kendisine gelmesini sabırla bekleyecek ve beklerken de tahmin edilir şekilde olan ve olacaklardan siyasî bir mesuliyet taşımayacak.
Makalenin LİNK'i şurada: http://www.birgun.net/haber-detay/islamcilik-ile-turkculugun-tarihsel-uzlasmasi-96441.html

[1] Türkçülük ile milliyetçilik kavramları arasındaki popüler “farklılaştırma” çabalarından haberdar olmakla birlikte, ben bu yazıda böylesi tartışmalara girmeyeceğim. Bundan ziyade, ortalama anlam dünyalarını ölçü alarak iki kavramı da benzer biçimlerde kullanacağım.

27 Ekim 2015 Salı

"İSLÂMCILAR DEMOKRASİYİ KENDİ ÖLÇÜTLERİYLE BELİRLİYOR" BirGün Gazetesi Röportajım (18 Ekim 2015)

Türkiye tarihinin en büyük katliamı olarak kayıtlara geçen Ankara Katliamı’nın IŞİD’ciler tarafından gerçekleştirildiğinin ortaya çıkmasının ardından İslamcılık ve şiddet konusu tekrar gündeme geldi. İslamcıların önemli bir kısmı IŞİD vb yapıların saldırıları söz konusu olduğunda ‘gerçek islam bu değil’ savunmasına sığınırken ortaya köklü bir özeleştiri çıkmıyor. Demokrasi konusu da yine şiddet meselesiyle bağlantılı olarak İslamcı camia içinde sıkça tartışılan konulardan bir tanesi. Özellikle Ortadoğu’yu ve Türkiye’yi ciddi biçimde tehdit dinci politikalar ekseninde düşünüldüğünde ‘İslamcıların demokrasiyi içselleştirmek gibi bir dertlerinin olup olmadığını’ ve ‘şiddet ile İslamcılık arasındaki bağı’ Tunceli Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nden Yavuz Çobanoğlu ile konuştuk. İslamcılık konusunda yaptığı araştırmalarla bilinen Çobanoğlu’nun İslamcılar üzerine birçok araştırması bulunuyor.
 
>> İslamcılık ve şiddet meselesi sürekli tartışılan bir konu. ‘İslamcılar kesinlikle şiddete karşıdır’ diyebilir miyiz?
Şimdi burada hızla ‘İslâm, kesinlikle şiddete karşıdır’ ya da tam tersi olarak ‘İslâm, şiddet dinidir’ demek mümkün değil. Bu acele bir yargı olur ve tüm ikili tercihler gibi sıkıntılarla doludur. Çünkü hangisi söylense, birileri de başka örnekler vererek aksini ispata çalışacaktır. Hâlbuki ‘günümüzde İslâm’ın ve İslâmcılığın neden şiddet ile anıldığı’ gibi bir sorunun peşine düşmek daha anlamlı olurdu. Bu soru daha somut örneklere götürüyor bizleri ve bu örnekler üzerinden daha açık konuşabiliriz.

Üstelik İslâmcılık, 1800’lerin sonlarından bugüne bir siyasal akım olarak var olduğundan beri, türlü süreçlerden geçerek günümüze ulaştı. Tek Parti Dönemi, Menderes iktidarı, Özal Dönemi ya da MNP, MSP, RP, FP, SP çizgisi ve en nihayetinde AKP iktidarıyla taçlanan bir süreklilik. Bu zaman zarfında İslâmcılık, ne olup ne olamayacağını bizlere gösterdi, yani elimizde değerlendirmek için yeterince birikim var.

Dolayısıyla, bu soru ve bu birikim üzerinden bir değerlendirme yaptığımızda İslâm’ın, siyasal etkenlerin de tetiklemesiyle kendi içerisinde şiddete hızla kaymayı sağlayıcı öğeler barındırdığını görüyoruz. Kur’an’dan sevgi de çıkarabilirsiniz, aynı şekilde nefret ve düşmanlığa teşvik edici ayetler de mevcut, bunlardan etkilenerek eyleme geçen milyonlarca insan var, peki onları ne yapacağız? Meselâ Tevbe suresi 5. Ayette “müşrikleri nerede bulursanız öldürün” deniyor. Böyle bir dizi eyleme (yaygın deyişle cihada) çağıran ayetler var. Bugün İslâmcılar, bu ve benzeri ayetlerin ‘böyle yorumlanamayacağını’ söyleyerek savunmaya geçiyorlar. Hatta internet ortamı bunlarla dolu. Oysa o metinleri kutsayarak okumak ile bilimsel bir merakla anlamlandırmaya çalışmak arasında kocaman bir fark bulunuyor. Birisi akademik bir çaba, diğerine ise iman etmenin şekli. Hangisinin anlamaya yönelik olduğu zaten ortada.

 
>> İslamcıların her şiddet eylemi sonrası “gerçek İslamcılık bu değil” çıkışını nasıl yorumluyorsunuz?
Tabii kendisini ‘Müslüman’ olarak kabul etmiş, bunu da kimliğinin bir parçası haline getirmiş insanların, inandığı dinin sürekli şiddet ile anılması hoşuna gitmeyecektir. Dolayısıyla Türkiye’de veya Dünya’nın herhangi bir yerinde ‘İslâm adına’ yapılan katliamlar, zulümler, tecavüzler, işkenceler, hatta yolsuzluklar bile bu insanlar nezdinde yine aynı ‘gerçek İslâmcılık bu değil’ tepkisiyle göğüsleniyor.

Zaten insanların kimlik edindiği, sahip çıktığı veya iman ettiği, kültürün, dinin ya da ideolojik bir pozisyonun içsel arızalarını görebilmesi, analitik bir bilgi birikimi ile eleştirel bir düşünceye sahip olmasıyla ilgilidir. Bunlar olmadan, her türlü eleştiri veya anlama çabası bile insanlara ‘düşmanlık’ biçiminde görünebilir, ki zaten genelde bu yaşanıyor. Hemen arkasından da iç çelişkilerden uzaklaşmak için kulaklar kapatılmaya başlıyor. Zaten çelişkileri dile getirenleri suçlama, bir yönüyle çelişkilerden kaçışın da sinsi bir biçimi.

Fakat bugün ‘gerçek İslâmcılık bu değil’ çıkışının arkasında, esasen mevcut iktidarla birlikte İslâmcılığın zemin kaybetmesinin getirdiği bir zevahiri kurtarma çabası yatıyor. Yani, AKP’nin dışarıya ittiği gruplar (örneğin Gülen Cemaati gibi), AKP politikalarını vaktiyle kerhen destekleyen ama bugün karşısında yer alan İslâmî yapılar ve günümüzün ulemaları olan ilahiyatçıların oluşturduğu bazı zümreler, iktidar politikalarının başarısızlığına kanaat getirip, bu ihalenin İslâm ve İslâmcılığa kesilmemesi için koro halinde ‘gerçek İslâmcılığın bu olmadığına’ dair yazılar yazıp, konuşmalar yapıyor, önemli bir mesaiyi buna harcıyorlar. Çünkü bunu başarabilirlerse, AKP’nin uyguladığı politikaları, İslâm ve İslâmcılık’tan ayırmak da mümkün olacak, bu iki kavram itibarını koruyacak, üstelik hiç yıpranmadan ve tekrardan kitlelerin umudu haline de gelebilecek. Yani ‘bunca sene yaşanan İslâm ya da İslâmcılık değildi, biz size gerçeğini verelim’ şeklindeki sonsuza kadar devam edebilme kapasitesine sahip bir yaklaşım bunlarınki. İnsan ölümlü ve unutkan bir varlık olduğu için de birileri ‘tamam bu gerçek’ diyesiye kadar bu böyle devam edip gidecek. Tabi her an başka birilerinin de çıkıp ‘gerçek İslâmcılık bu değil’ demesi ve süreci başa alma ihtimali her daim mümkün.

Ama dikkat edelim, İslâmcıların hiçbirinin, kutsal ya da geleneksel saydıkları ana metinlerin bu olan bitenden sorumlu olabilme ihtimalini düşünme gibi bir dertleri asla yok. Hiç de olmadı, şu halde olması da düşünülemez zaten. Bu çevrelere şöyle bir bakın, anti-kapitalist, hatta sosyalist müslümanların tümü, farklı yorumlarla da olsa, Kur’an’ın ana metinlerine dönüşü savunuyorlar. Bunlara göre çare hep orada, sıkıntılar hep kişilerden kaynaklı ve kişileri değiştirirsek sorunlar da ortadan kalkacak gibi dairesel bir düşünce içerisindeler. Yani dönüp hep aynı noktayı bulan 360 derece… Anımsayalım, Osmanlı’nın çöküş döneminde kapitalizm küçük zanaatkârı piyasadan silerken, ulema toprak kayıpları ve ekonominin kötü durumunu toplumun ama özellikle padişahların ‘şeriattan uzaklaşmasıyla’ ile açıklıyordu. Bugün de değişen pek bir şey yok. Aynı İslâmcılar, mümini yeniden iman ile donatma, o imanı da nefis terbiyesiyle davranışlara yansıtma peşindeler, böyle olunca birden şiddetten, savaştan, yolsuzluktan falan kurtulacağımıza inanılıyor. Bu metafiziğin, sosyal gerçekliği anlama ile arasındaki mesafeyi görebildik mi?

 
>> “Gerçek İslamcılık” diye bir olgu var mı peki?
“Gerçek İslâmcılık” ya da daha genel kullanımıyla “gerçek İslâm”, hayali bir kurgu, romantik bir yaratı, bir ütopyadan başka bir şey değil. Aslında bu, özcülük arayışının da dışa vurmuş bir hali. Bütün özcülük arayışları gibi kendi çelişkileriyle baş etmekte zorlananların, fark etmeden ve basitçe kabullendiği bir kolaycılık.

 
>> İslamcılık’tan çağdaş manada bir demokrasi çıkar mı?
Vaktiyle Mısır’da, Libya’da, Irak’ta ufak denemeler oldu. Bu ülkelerin bugünkü halleri herkesin malumu. Müslüman ülkeler arasında demokrasi deneyimi en başarılı ülke Türkiye’ydi, işte son halimizi görüyorsunuz. Kavram zaten dışarıdan ithal ve demek ki buralarda uyuşmayan bir şeyler var. Sosyal yapılar gibi, kültür gibi ve en önemlisi insan malzemesi gibi. İslâm’ın içinde de ayrı sıkıntılar bulunuyor. Meselâ İslâm, hiyerarşiler kuran, kutsal metinlerinde köleliğin meşru kabul edildiği, içerisinde akıl almaz nefret söylemleri barındıran ve bunun gündelik hayatta sıradanlaştığı bir dile sahip. Kadınlarla, LGBTİ bireylerle, kişi hak ve özgürlükleriyle, özel hayatla ilgili ayrı ayrı sıkıntıları mevcut. Haram ve yasaktan bol bir şey yok.

En vahimini ise en sona sakladım, evet bugün İslâmcıların toplumsal yaşam üzerinde bir ‘egemenlik’ talepleri var ve bunu da inancının gerekliliği gibi görmekteler. Egemenlik talebini ‘iktidar’ gibi algılamayalım, bu, bir toplumda tek bir terazi gibi ‘ölçüyü belirleme hakkı’na ilişkin bir talep. Politik iktidar bunu başarabildiği ölçüde devamlılığını sağlıyor. İslâm’ın ısrarla ve her alanda ‘herkes için geçerli ölçü olma’ isteğinin demokrasiyle ilişkisi tabi ki sağlıklı olmayacak. ‘Tek ölçüt’ üzerinden düşünen nesillerden de demokratik davranış beklemek ne derece gerçekçi hepimizin malumu…
Üstelik demokrasi, öyle kutsal metinleri kendisine rehber alan bir yönetim biçimi falan da değil. Sonuçta çok zorlarsanız buradan bir İslâm demokrasisi çıkar, fakat sadece adı demokrasi olur. O da olsa olsa İslâmcıların ‘modern olma’ komplekslerini kapatmak için bir ambalaj olarak bir kenarda bekler durur.

 
>> Peki İslamcıların genel olarak demokrasi gibi bir derdi var mı?
Buna kompleks mi demeli; Batı karşısında ‘bizde de var’ demek için mi bulundurulur, daha meşrusunu üretemediğinden midir, nedir ama ben böyle bir derdin olduğunu düşünüyorum. Fakat şunu da tespit etmeliyiz: İslâmcısından sıradan insanına kadar memleket bakiyesinin neredeyse tamamı demokrasiden, ‘inanca saygı’yı, bayrak, devlet, vatan, asker, peygamber gibi figürlerin saygıyı hak eden kutsallar olarak kabul edilmesi gerekliliğini, sadece Sünnî İslâm’ın etrafındaki bir ibadet özgürlüğünü, kamu kaynaklarındaki aslan paylarının daima İslâmcılara (inananların önceliği de denebilir) ayrılmasını, devlet kadrolarına alımlarda ayrıcalık yaşamayı, ihalelerde kollanmayı vs.’yi anlıyor. Evet, buna ‘demokrasi’ denebilirse, işte bu da bir ‘demokrasi’ tarzı. Sınırları inanca ve kutsallara saygı ile çevrilerek ufaltılmış bir tarz, adı bile var: İleri demokrasi, deniyor.

Zaten biliyoruz ki birileri ne zaman “inanca saygı”yı demokratik haklar listesinin ilk sırasına yerleştirirse, hemen arkasından başkalarının hayatlarına ya da özgürlüklerine hem politik iktidar üzerinden hem de sosyal yaşamda müdahalelere bulunmayı bir ‘hak’ olarak görmeye de başlar. İşte ‘ölçü belirleme hakkı’ dediğim buydu. Dolayısıyla ‘inanca saygı’ adına yapılacak her türlü zorbalık, sıradanlaştırılarak meşrulaştırılmaya çalışılıyor.
Hâlbuki, ‘çoğunluk’ inancına saygı beklemez, bekleyemez. Demokrasi çoğunluğun değil, ‘azınlık’ haklarının korunmasıdır. Bu tavır, otoriter bir tavırdır. Örnekler herkesin malumu, yerine göre faşizme de kolaylıkla kayabilir. Küçümsemeyelim, Ramazan’da TV’de yemek yiyen birisini dahi kendi inancına yapılmış bir hareket olarak algılayan insanlarla birlikte yaşıyoruz.

Fakat ilginçtir, Türkiye’deki İslâmcılar arasında ‘şeriat isteği’ yaygın bir düşünce olarak yer alsa da ortalama müslüman için şeriat, bir ihtiyaca karşılık gelmiyor. Sanırım bunun sebebi de yine demokrasiden ne anladığıyla ilgili. İnsanlar demokrasi kültürünü ‘sadece benim inancıma saygı duyulacak” biçiminde yaygınlaştırdıklarında, hem ‘modern olma’ duygularını tatmin ediyor (evet bu ‘tatmin edilecek’ bir duygu) hem de inancını dilediği gibi yaşıyorlar, böylece şeriata da gerek kalmıyor.

 
>> Habertürk’te muhtelif zamanlarda Cübbeli Ahmet Hoca diye bilinen tarikatçı Ahmet Mahmut Ünlü çıkıyor ve IŞİD’i eleştiriyor. IŞİD’i gösterip Cübbeli’ye mi razı etmeye çalışıyorlar?
Bence burada bir rıza durumu yok. O kişi IŞİD ortada yokken de TV’lerde boy gösteriyordu. Ondan önce de şu sıralar deizme kaymış görünen Yaşar Nuri vardı aynı ekranlarda, orta sınıfların özlediği ve 28 Şubat sonrası Fethullah Gülen’den boşalan ‘aydın din adamı kontenjanı’nı dolduruyordu. Dinsel meselelerden uzaklaşıp, hükümeti eleştirmeye başlayıp, bir de üzerine parti kurunca ekranlardan düştü.

Yaşar Nuri’ye de Cübbeli’ye de birer televizyon fenomeni olarak bakmak lazım. Yüzleri eskiyince yerlerini yenileri alacak. Bunlar aslında, ortalama insanın kutsallık algısına seslenerek oradaki duyguyu sıcak tutmaya çalışıyorlar. Bu yüzden eğer bir rızadan bahsedeceksek, kitle iletişim araçları üzerinden kurulan bir tahakküm neticesinde oluşan bir rıza mekanizmasından bahsetmeliyiz. Sonuçta din, gündelik acılarımızı biraz olsun unutmamızı sağlayan bir unsur, medya da buna aracılık ederek ideolojik fonksiyonunu yerine getiriyor. Cübbeli reklâma girince, yetenek yarışmalarına geçiliyor. İkisinden de aynı zevk alınıyor. Böylesi kaygan ve amorf bir insan malzemesine de sahibiz.


Röportajın LİNK'i şurada:http://www.birgun.net/haber-detay/islamcilar-demokrasiyi-kendi-olcutleriyle-belirliyor-92689.html

6 Ekim 2015 Salı

DERSİM'de ACI FAŞİZMİ ve MÜCADELE YOLLARI



Bu kez kendi açımdan sıkıntılı bir konuyu, biraz da abartarak aktarmak istiyorum. Epeydir bu yazıyı yazmak istiyordum, nihayet yazdım ve ruhumu kurtardım. Fakat ben kurtulurken, başkalarının ruhunun hapsolmuş olma durumu da ihtimal dahilinde…

6,5 yıldır Dersim’de yaşıyorum. Burası Türkiye’nin hem nüfus hem de şehir yerleşimi açısından en küçük şehri. Bu zaman zarfında uğrayıp yemek yemediğim sanırım çok az lokanta, restoran, cafe veya benzeri yer kalmıştır. Köşe başı dönercilerini saymıyorum tabi ki… Evirip çevirmeden söyleyeyim, Dersim’de bir yemek kültürü falan yok… Yörenin en ünlü, yaygın ve bilinen yemeği, katlanmış hamurların üzerine kızdırılmış tereyağının döküldüğü ve bunun da yoğurtla desteklendiği “gömme- zılfet” adlı bir yemek… Yörenin en ünlü yemeğin uzun uğraşlar sonucu (?) ve böylesine zahmetli (?) yapıldığı bir coğrafyada varın gerisini sizler düşünün…

Dahası, "şehir"de karnınızı doyurmak için doğru dürüst hizmet veren bir mekân bile yok; boşuna aramayın bulmanızın imkânı da yok. Hizmetten kastım, sunumu güzel ve temiz, çeşidi bol, herkes için hesaplı, sebze yemeklerinin olduğu (sulu yemeği geçtim, bir tane karışık kızartma yapan yer bile bulunmuyor), fiyatlarının kişiye göre değişmediği, yemek önü ikramların yapıldığı ve en önemlisi “mönüsünden doyabileceğiniz” bir yer bulmanız yine ve asla mümkün değil. Bu şehirde insanın kendisini doymuş ve yediğinden zevk almış hissedebileceği tek biçim eti, kömürü alıp dere kenarında mangal yapmak, hiç zahmet etmeyin başka ihtimal şansı yok!...

Hadi bunlara eyvallah, fakat geldiğim günden beri burada yaşadığım bir zulmü artık paylaşmak ve net biçimde adını koymak gerekiyor. Bunun adına ben ACI FAŞİZMİ diyorum. İrkildik mi?... Bence önce bir dinleyin, sonra tepki verin. Bazıları bu kavramı işittiklerinde “ne faşizmi, hedonizm hedonizm” deyip bıyık altında gülümsese de, bu faşizm hâli onları zaten ilgilendirmediği, umursamadıkları için böylesi bir zulmün farkında olduklarını söylemek de zor. Keza bir başka açıdan bakıldığında, farkında olmalarını beklemek de beyhude bir çaba gibi görünüyor. Teşbihte kusur olmazmış, örneğin Naziler, (kendi açılarından) asla zulmeden taraf değillerdi; onların tüm yaptıkları (yine onlara göre) zaten olması gereken şeylerdi, hayatın “doğal” akışıydı, hepsi “doğru”ydu ve bu “doğru” sadece onların tekelindeydi. Tıpkı Dersim’deki hedonistlerin, acı faşizmi’ne karşı takındıkları pozisyonlar gibi… Lakin hedonistler arasında da fark var tabi… Meselâ ortalama bir hedonistin, aldığı hazzın peşinde olduğunu ama diğer taraftan acı faşizmi’nin etkisindeki diğerinin, aldığı hazzın üstünlüğü, yüceliği ve evrenselliğine inandığını söyleyebiliriz. Aradaki fark bu!...

Peki öyleyse bu acı faşizm’i nasıl hayat buluyor? Nasıl örgütleniyor? Nasıl yayılıyor? Hangi söylemleri kullanıyor? Ve hangi biçimlerde kendisini meşrulaştırıyor?

Hemen ilk soruyla başlayalım ve örneklendirelim: Meselâ Dersim’de karnınız doyurmak için herhangi bir yere gittiniz. Başınıza neler geleceğini hiç düşünmeden sipariş veriyorsunuz, yemek geliyor. İlk lokmada yemeğin acı olduğunu fark ediyorsunuz. Bu aşamada yapmanız gereken iki şey var: Ya garsonu çağırıp “niye acı olduğunu” sormak (ki boş bir çabadır) ya da ses çıkarmadan ("susma" eylemi, bu da tanıdık geldi mi?) oturup yemeğinizi yemek.. Yine de kavrulan ağzınızı yatıştırmak için yemeğin yanında bir tam ekmek götürüp, paşa paşa bu zulmü çekmek ihtimallerinin de sizleri beklediğini itina ile belirtmeliyim.

Yaşanmışlıklardan hareketle örneğimize devam edelim ve garsonu çağırıp “sipariş verdiğiniz yemeğin (örneğin kuru fasulye) niye acı olduğunu” ona soralım. Merak etmeyin garson oldukça nazik biçimde yanınıza gelecek ve “buyurun” diyecek. Siz sorunuzu garsona soracaksınız ama “o acısız bir yemeğin var olmadığı” kendi huzurlu dünyasının yaşanmışlıklarıyla ve bunun kendisine kazandırdığını düşündüğü “üstünlükle” size, acı biberin (pul veya taze haliyle) yemeğin “aslî unsuru” olduğunu belirten şu cümleyi kuracaktır: Kuru fasulye (ya da her ne ise) acısız olmaz ki!... Dikkat, buradaki “olmama” durumunun hemen altını çizelim. Bu basit bir cümle, “dil sürçmesi” diye geçiştirilecek bir şey değil. Bu “olmama durumu” yerine göre ve başka durumlarda bizleri bayrağa, şehide, devlet “büyüklerine”, dini ritüellere, inanca ya da resmi ideolojinin her türlü düşünsel varyasyonlarına saygıya çağıran, sinsi bir söylemi de içinde barındırıyor.

Yani aslına bakılırsa burada, alternatifi olmadığı düşünülen bir dünyaya ait bir iktidar diliyle karşı karşıyayız; bu dil kendisini kültür üzerinden yeniden üretiyor ve oradan aldığı güçle kendisini tekrardan meşrulaştırıyor. Bu durum bir sahiplenme de yaratmış; acılı yiyecekler sanki bir inanç figürü, dinsel/kültürel bir miras gibi el üstünde tutuluyor. Kısacası faşizm düşüncesi, yaşamın her alanında (örneğin politik olan için) herkesi nasıl kutsallara saygı’ya çağırıyorsa, bir toplumsal gerçeklik olarak bir yemeğin yapılış ve sunuş biçimlerinde de buna rastlayabiliyoruz.

Şimdi biraz daha dikkat, yemeğin acı olmaması/olmayabileceği konusunda bir miktar ısrar ettiğinizde sıklıkla şu karşılık veriliyor: Acı olunca daha güzel… Faşizmin seviye atlamış bir başka biçimi olan bu cümle, kendi beğenisini yüceltip, başkalarının beğenilerini aşağıda bir yerlerde (azınlık’ta olanların –azınlık kültürleri- aşağılık beğenileri gibi) gören yukarıdan bir bakışın vücut bulmuş hâli olarak karşımızda duruyor. Bir hoyratlık, bir faşizm biçimi…

Bu anda resmiyet duvarlarını yıkmaya çalışan bazı aklı evveller de vaziyeti şöyle toparlamaya çalışıyor: Benim 3 yaşında yeğenim var, avuç avuç pul biber yiyiyor ha ha haa… Görüyoruz ki kültür ve zihniyetteki arıza öyle böyle değil; yeğen sanki o yaşta Sanskritçe’den çeviri yapıyor da ülke onunla gurur duyacak. Tabi bir de “aman ne güzel, iyi b.k yiyiyor” diyemiyorsunuz.

Öte yandan kişiler tabi ki bunun farkında değiller; onlar bilakis olağan bir durumu yaşıyormuş gibiler; çünkü bu tavır, sanki ekmek yiyip su içer gibi sıradanlaşmış bir şekilde yaşanıyor. Hatta bu “kuru fasulye”, yerine göre kebap ya da çorba çeşitlerinden birisi veya pide ya da lahmacun da olabiliyor ve aynı tavrı aynı cümlelerle tekrar tekrar yaşayabiliyorsunuz. Meselâ Dersim’de (son 2 yılda açılan birkaç mekânla birlikte ortadan kalkan) acısız kebap, pide veya lahmacun yemenin imkânsız olduğunu söylesem, insanlar bana inanmakta güçlük çekeceklerdir. Urfa, Antep, Mardin, Diyarbakır gibi hedonizmin tavan yaptığı şehirlerde defalarca yemek yedim. Belki benim karnımı doyurduğum yerler itibarıyla denk gelmemiş de olabilir, artık bilemiyorum ama ihtimal vermiyorum, buraların tümünde iki türlü lahmacun içeriği/harcı (yani acılı ve acısız) hazırlanıyor ve neyi tercih ettikleri müşterilere soruluyordu. Dersim’de bunlar ne mümkün, yıllarca bu şehirde pide, lahmacun yiyemedim; çünkü sadece acılı iç hazırlanıyordu. Başka türlüsünü tahayyül dahi edemiyor bu insanlar… Üstelik yıl 2015, dikkatinizi çekerim. Kolaycılık, tembellik falan deyin ama bu düpedüz zorbalık...

Çok zorlarsak bu duruma geç kapitalistleşmenin, hatta belki kapitalistleşememenin neden olduğu da iddia edilebilir. "Böylesi bize daha uyar" diyenleri işitir gibiyim. Yok bana da uyar da n'olur şu yemekleri "acılı" yapmasınlar... Bu bakımdan düşündüğümüzde, esnafın alayının kıyıda köşede kalmış beşinci sınıf "esnaf lokantası" kıvamında hizmet verdiği görülebilir. Bu gerçek eşliğinde aradığımdan, buna yönelik bir beklenti taşıdığımdan değil ama bırakın profesyonelliği, çeyrek profesyonel bile olmadıkları ortada... Çünkü kazanç az ve nitelikli ustaya verilecek maaş yok, insanları sadece sezonluk (yani yazın 3 ay) çalıştırıyorlar. Kırk yılın başı işi bilen birisi gelse, tutunamıyor, gidiyor. Bu yüzden, mutfakta çalıştırılan kişilerin yerel olduğunu, el yordamıyla işi öğrendiğini ve dolayısıyla atadan dededen ne gördüyse ona göre yemekler yaptığı söylenebilir. Onca kelâmdan sonra bu paragraf "gönül alma" metni gibi oldu ya, hadi neyse...

Öte yandan, bu şehirde acı söz konusu olduğunda hayal gücü sınır tanımıyor. Meselâ kebapların üzerine “sos” diye sürdükleri ve benim o sıvıyı sürekli çeşmede yıkatıp öyle servis yaptırdığım bir şey var. “Sos” dedikleri de çiçek yağı, salça ve pul biber karışımı çocuk işi, basit bir şey; yani Dersim esnafınca sözüm ona sunuma değer kattığı, yemeği lezzetli yaptığı düşünülen bir esnaf kolaycılığı… Bu sosu yemeyi beklediğiniz balığın içinde dahi görmeniz kuvvetle muhtemel. Alabalık ızgara mı söylediniz, balık üzeri ve içi pul biber doldurulmuş biçimde önünüze geliyor. Tabi sadece sizin “iyiliğiniz” için… Balıkçıya bir tepsi fırında hamsi sipariş ettiniz diyelim ve “acısız” demeyi unuttunuz; işte o an bittiniz! Balıkçı yine sizin paşa gönlünüz olsun diye üzerine pul biber ekerek size “güzellik” yapıyor. Çünkü bunların tümü çok yaygın uygulamalar… Malum esnaf sizin damak tadınızın peşinde(?) ama siz, siz olun benim gibi “nankörlük” etmeyin.

İşin bir de kamusal boyutu var tabi ki… Keza yemeğini beğenmediğiniz, acı faşizmi’nin zirvelerde yaşandığı bu mekânlara gitmeyerek tutarlı bir tavır geliştirebilirsiniz. Peki aynı acı faşizmi çalıştığınız kurumdaki öğle/akşam yemeklerinde de yaşanıyorsa ne yapacaksınız? Ben bizim üniversitede bunun dört yıl kavgasını verdim. Personelinden, aşçılarına, SKS’deki çalışanlardan, yöneticilere kadar defalarca sözlü ve yazılı olarak şikâyetlerimi aktardım. Faşizme karşı bu mücadele sonucunda, ihale şartnamelerine bile giren bir maddeyle, bugün üniversitede çıkan yemeklerin tümü acısız olarak sunuluyor. Kimse inanmaz ama dört yıl boyunca pul biberin yemeğe değil de kaplar halinde masaya koyulması gibi demokratik bir durumu dahi kabul ettirememiştim. İşte size faşizmin direnci… Ahçılar ve yöneticilerin hiçbirisi, bu süre zarfında böylesi bir durumu kendi anlam dünyalarında bir yere koyamadılar. Hatta hiç unutmayacağım, bu konuda rektöre çıkıp şikâyetimi ileteceğimi işiten bir yetkili bana “rektörün de acı sevdiğini” gururla söylemişti. Tek adam’ın düşüncesi gibi zevkleri de aşağıya doğru yayılır ve biz bu durumun adına ne diyoruz, artık sizler tahmin edin!

Şimdi yine üniversitede yaşadığım bir başka olayı anlatayım, ki o üniversite vaktiyle acı faşizmi konusunda Dersim esnafına beş basacak derecede fantezilere sahip bir kurumdu. Öyle ki bu üniversite yakın zamana kadar, diğerlerini geçtim pırasanın, ıspanağın, soğuk yoğurt çorbasının içine bile acımasızca pul biber basacak derecede zorbaların aşçılık yaptığı bir yerdi. İşte bu zorbalardan biriyle olan muhabbetimizi buraya aktarmam gerekiyor. Bir gün yine böyle bir yemeğin içerisine acı boca edilmiş, ben yemeği alırken fark ettim ve “neden acı yaptıklarını ve yemeğe neden bu kadar fazla acı doldurduklarını” sordum. Ahçı faşizmin bir başka ince söylemine geçti: Çoğunluk böyle istiyor hocam… Hangi ara “çoğunluğa” ne istediğinin sorulduğunu ya da bu kanaate nasıl ulaştığını hiç sormadım, doğrudan şunu söyledim: Sen Alevi misin?... Ahçı “evet” dedi. Ben durur muyum, yapıştırdım lafı: O zaman Sünnî çoğunluğun istediklerini kabul etmek zorundayız, öyle mi? Ahçı, dağıldı gitti, hayata küstü. Bir daha bana, selâm bile vermedi.

Bakın bu konudaki bir tespitimi daha paylaşayım. Çünkü bir de “alışamadınız mı daha hocam?” diye soranlar var ki, evlere şenlik… Yani bunlar göre de acılı yemekler/pul biber, “alışılacak” bir durumun adı. Alayı solcu olan bu arkadaşlara, faşizmin hangi biçimine ve nasıl alışılabileceğini de aslında buradan sormak gerekiyor. Dahası bu zorbalık, böyle böyle birbirinden etkilenerek, birbirinden destek alarak örgütleniyor; kendine özgü bir dille, yapılan yemekleri mesleki aktarımlarıyla yayılıyor ve güçleniyor.

Bu faşizm çeşidiyle her ortamda mücadele etmek de gerekiyor. Bu mücadele yollarından bazıları şöyle: Gittiğiniz yerlerde sürekli uyarılar yapın. "Acısız yemeğin" bir hak olduğunda ısrar edin. Sunumunu değiştirmeyen yerlere bir daha uğramayın. Konuşmalarda ve yeri geldiğinde, "acısız yemek" diye bir ihtimalin de olduğunu sıklıkla tekrarlayın. Yine tersinin bir faşizm (/zorbalık) biçimi olduğunu özenle belirtin. "Masaya geldi" diye acılı gelen yemekleri yemeyin ve acısız olarak getirilmesini talep edin, alternatif sunulmuyorsa o yeri terk edin. "Acı yemeyi" bir maharet veya çoğunluğun bir üstünlüğü sanan süzmeler size bıyık altından gülecekler fakat bu sizi yıldırmasın, bu zincir kırılacak, yarınlar bizim... 

Mevzunun bir de mesleki gerçeği var. Öyle ki ancak yemeğinin lezzetine güvenmeyen kişi, yemeği acı yapar. Çünkü acı, iyi bir örtücüdür. Ağzın kavrulurken ne yediğinin farkına bile varamazsın. Acı biber, bütün lezzetleri bastırmış, dil üzerindeki tat alma noktalarını yakarak, yeme halini sadece kendisinin hissedildiği bir biçime dönüşmüştür. Bu yüzden, içerisinde acı olan hiçbir yemek, asla kendi lezzetinde değildir. Yani sözün özü, içerisine acı katılmış tüm lezzetler, emperyal bir işgale uğramıştır.

Fakat belirtmem gerekiyor ki, her “acı sever”, "acı faşisti" de değildir. İnsanlar, doğal olarak, acı biberi sevebilir; kendi tabağına olduğu ve başka alternatiflerin de bulunduğunu düşündüğü sürece sıkıntı yok. Hâlbuki acı faşisti kavramı, acının her yemeğin aslî unsuru olduğunu düşünen, kendi damak zevkini her yerde ve nasıl olursa olsun başkalarına zorbaca dayatan, ne kendisi ne de başkaları için acısız bir yemek tahayyül edemeyenler için kullanabiliriz. Bu kadar sözden sonra acı sever arkadaşlara son bir kötü haber vereyim. Bugün artık acının bir tat olmadığı da ispat edilmiş bulunuyor. Ben bilip bilmeden yıllardır söylüyordum ama sağ olsun bilim insanları sonunda ispat etmişler, hepsinin gözlerinden öpüyorum. İşte şurada: http://www.bbc.com/turkce/ozeldosyalar/2015/01/150122_vert_fut_aci_yemekler Bütün bunlara rağmen bazı arkadaşlar, romantik biçimde, hâlâ ve ısrarla acının bir “tat” olduğu iddialarını devam ettirecekler, bunu da iyi biliyorum. Damak alışkanlıkları maalesef başka bir şeye benzemiyor, içinde yemeklerin de dahil olduğu eskiye özlem ise her daim aklı değil hissiyatı depreştiren nostaljik bir duygu.

Netice itibarıyla bu yazıyı ve yaşadıklarımı fazlasıyla “abartılı” bulanlar, üstüne koyarak anlattığımı düşünenler mutlaka olacaktır. Hatta “faşizm” kelimesini ağır, zorlama ve haksız görenler de olabilir. Oysa değil böyle oturup 3 saatini verip, kafa patlatıp bu metni yazmak, onların benim kadar bu konuya kafa yorduklarını ise hiç mi hiç sanmıyorum. Bu arkadaşlar için son bir söz: Günümüzde faşizm, yaşam içinde damıtılmış biçimde yer alır. Onu çözebilmek için, bilgi gereklidir. Dolayısıyla bu inceltilmiş faşizm türü, bir acı biber üzerinden o kişinin dünyasını çözümlemeyi de sağlayacak kodları içerebilir. Meselâ, kişi aslında otoriter bir yapıya sahiptir ve bu onun acı biber konusundaki tavırlarında da ortaya çıkabilir. İşte tam da burada, Adorno ile Horkheimmer'ın ABD'deki günlük gazetelerin "yıldız falı" sayfalarındaki yorumlardan otoriter kişilik kavramına nasıl ulaştıklarını anımsamakta fayda var.

Sonuç olarak ne dilimizde ne de ömrümüzde acının hiçbir çeşidinin olmadığı güzel günlere özlemle, afiyet olsun!…






NOT: Ben bu metni yazdıktan 10 gün sonra internette şöyle bir tespite rastladım: http://www.radikal.com.tr/radikalist/bilimden-aciyi-sevenlere-kotu-haber-sadist-olabilirsiniz-1452459/ Bilime (olabildiğince) inanıyor ve (yine olabildiğince) güveniyoruz, ben başkalarının yalancısıyım.