19 Kasım 2017 Pazar

Değerler Eğitimi: Kadim Yaraya, Süresi Geçmiş Merhem (BirGün Gazetesi Pazar Eki - 19 Kasım 2017)



Epeyce bir zamandır, ülkenin eğitim müfredatı üzerinde bir "değerler eğitimi" hayaleti dolaşıyor. Bu yıl yenilenen ve uygulamaya konulan müfredatta da görüleceği gibi, değerler eğitimi, sistemin tam da merkezine yerleştirilmiş. Yapılan tüm değişiklikler de bu kavram üstüne inşa edilmeye çalışılmış. Dahası 15 temel dersin hepsinin bütün kazanımlarında da değerler eğitimi mevcut. Hatta eğitim bürokrasisi dahi her şeyi bir kenara bırakmış kendisini sadece bu elzem konuya vakfetmiş görünüyor. Zira MEB'deki öğretmen arkadaşlarla konuşuyoruz, bu konuda sürekli seminerler düzenleniyormuş ve her gittikleri seminer, kurs vb.’nde müfettişlerin, formatör öğretmenlerin en sık tekrarladıkları kavram yine değerler eğitimiymiş.

Öyleyse, ne oluyor? Nedir bu değerler eğitimi? MEB’in yeni müfredat programının tanıtım kitapçığında “değerler eğitimi” şöyle açıklanıyor: “Türk Millî Eğitim Sistemi’nin temel hedefleri arasında öğrencileri sağlıklı, mutlu bir şekilde hayata hazırlamak, iyi insan ve iyi vatandaş olmalarını sağlayacak bilgi, beceri, değer, tutum, davranış ve alışkanlıklarla donatmak yer almaktadır. Bu bağlamda değerlerin eğitim süreci içerisinde kazandırılması ve yeni nesillere aktarılması hedeflere ulaşmada ve kültürel devamlılık açısından da son derece önem taşımaktadır.” Çok da irdelemezsek, buraya kadar bir problem görülmüyor. Açıkçası Türk Eğitim Sistemi’nin artık klasikleşmiş “alışkanlıklarla donatmak”, “yeni nesiller”, “kültürel devamlılık” ve nihayetinde bunların hepsinin toplamı varsayılan eğitimi, ısrarla bir “temel hedefler” aracı olarak görme alışkanlığı, bu metinde de aynen devam ediyor.

Hâlbuki ilerlediğimizde buradaki ilk tuhaflık, MEB’in her kademedeki okulda değerler eğitiminin “iki başlık altında” öğretileceğini belirtmesi biçiminde karşımıza çıkmakta. Öyle ki “değerler” daha baştan, “evrensel” ve “millî” şeklinde iki farklı kategoriye ayrılmış:

Evrensel Değerler: Alçak gönüllülük, sadakat, cömertlik, sabır, dayanışma, sevgi, dostluk, saygı, dürüstlük, adalet, güven, barış, yardımlaşma, empati, merhamet, çalışkanlık, paylaşma, vefalı olma, yardımlaşma, vicdanlı olma.

Milli Değerler: Vatan, bayrak, aile, gelenekler, kültürel miras, misafirperverlik, milli bayramlar, dini bayramlar, Türkçe, yurt tarihi, mekânlar, kahramanlık, cesaret.

Tabi buradaki diğer tuhaflık da şu ki, değerleri “ifade ettiği” düşünülen bu kavramların “neye göre” seçilip, tasnif edildiğine dair hiç bir açıklama yok. Nitekim “millî değerler” bir biçimde “anlamlı” gelse de, “evrensel değerler” kapsamına alınan bazı kavramların fazlasıyla “yerli ve millî” anlamlandırmalar taşıdığı kolaylıkla seçilebiliyor. Örneğin, alçak gönüllülük, sadakat, cömertlik, sabır, merhamet, vefalı olma, vicdanlı olma gibi kavramların ne derece “evrensel” olabileceği son derece tartışmalı. Dolayısıyla hemen akla, “ortalama bir Meksikalı ya da Çinli bu kavramlara hangi anlamları veriyor, bunları bir ‘değer’ olarak görüyor mudur acaba?” sorusu geliyor. Belli ki, bu listeyi hazırlayanlar insana ait bir takım “iyi” karakter özelliklerini, “evrensel” olarak değerlendirmişler. Sonrasındaysa yerel referansları güçlü, ahlâkî tesiri ise yüksek kavramlarla da desteklemişler. Yani Türkçe düşünüp, İngilizce soru sormuşlar. Oysaki biraz eşelendiğinde hepsi aynı kapıya çıkıyor.

Dahası “evrensel değerler” ile yatıp kalkan bir ülke olmadığımız ortada. Hatta tersine yerellikler çağının sınırsız keyfini yaşıyoruz. Üstelik ne politik alanda ne de toplumsal ilişkilerde evrensel değerler, hukuk ya da insan hakları vb. bir nirengi noktası sayılmaktan çıkalı çok oldu. Açıkçası başımızı nereye çevirirsek yerellikle karşılaştığımız; her kanalda ve her ortamda 7 gün 24 saat “yerli ve millilik” övgüsünün yapıldığı; milliyetçi, militarist söylemlerin makbul olduğu bir ülkede “evrensel değerler” artık kimleri iknâ eder, bilemiyoruz. Tabi MEB’deki bürokratların bu konuda “nasıl iknâ olduğu” meselesi, çok daha ilginç bir bilimsel merakın alanına giriyor.

Üstelik buradaki “büyük oyun”u da görmek gerekiyor. Öyle ki “evrensel” listesine alınan değerlerin gerçekte “millî,” içerikleri ile zihni referanslarının da aslında çoktan “yerelleşmiş” olduğu gerçeğiyle karşı karşıyayız. Allahtan bu konuda kimsenin aklına “Güneş Değerler Teorisi” adı gelmemiş. Tabi yerli ve milliliğin tek temel ölçüt alındığı bir eğitim sisteminde, evrensel değerler bizden çıkmayacak da kimden çıkacak? Hâlbuki sadakatin sadece “devlete ve büyüklerine itaat” ile çerçevelendiği; dayanışma ve cömertliğin, yalnızca kendine benzeyenlerle yapılacak ve gösterilecek bir özellik şeklinde onaylandığı; “hain”e, “vicdan, vefa ve merhamet gösterilmeyeceğinin” her ortam ve fırsatta tekrarlandığı, kitlesel kabul gördüğü; “devletin âlî menfaatleri” söz konusu olduğunda “adalet”in süresiz ertelenebileceğinin resmî ve yaygın görüş olduğu bir ülkede, “değerler eğitimi” adındaki bu büyülü kavramın, acaba böylesi ayrımcı anlamlandırmaların içeriğini değiştirmeye yönelik bir iddiası var mı?

Fazla merak uyandırmadan söyleyelim: Yok! Çünkü bunu değerler eğitimi materyallerine bakarak kolaylıkla anlayabiliriz. Zira internette dikkatli bir gözle yapılacak bir gezinti, merak edenler için etraflıca fikirler verebilir. Kısacası materyallerin, yukarıdaki ayrımcı anlamlandırmaların çözümüne dair bir önerisi bulunmuyor. Zaten hemen arkasından gelen “millî değerler”in de bu alandaki olası “eğitim zaiyatları”nı azaltma amacıyla bir nev-i emniyet supabı şeklinde düşünüldüğü de görülüyor. Yani hem eğitim dışı faktörlerin etkisiyle evrensel değerlerin yaratabileceği olası kafa karışıklıklarını gidermeye yönelik bir çaba hem de cömertliğin, dürüstlüğün, sevginin, sadakatin, vefanın, vicdanın vb. kime ve kimden olanlara gösterileceğini öğretecek yerel bir savunma hattı.

Öyle ki verilecek “değerler eğitimi”yle ilgili Talim Terbiye Kurulu Başkanı’nın şu açıklaması, neyin öncelik ve öneme sahip olduğunu yeterince ifade ediyor: “Yerli ve milli değerlerimiz bizim programımızın birer imamesi mesafesindedir. Her bir program ve her bir ders bu anlamda birer tespih tanesi ise bu tespih tanelerinin en tepesinde ve hepsinin önünde bir imame olarak bu değerlerimiz durmaktadır.” Nitekim bu söylemde politik kültürel miras süzülüp gelmiş, “Güneş Değerler” burada, “en tepedeki imame” olmuş. Örneğin kendi değerlerini önemseyen bir Meksikalı bunun altına imzasını atar mı? Kanımca Katarlı bile atmaz. “Cive Pakistan”ı saymıyorum bile...

Bakıldığında sadece “kendi kültürü/değerlerinin üstünlüğü” kabulüyle yola çıkan her iddia gibi bu görüş de ırk merkezci yaklaşımlardan izler taşımakta ve yine aynı sebeple, tespih taneli bu sembolik anlatım hiç de masum değil. Zira bir “yerli ve millî değerler” listesi oluşturulmuş ve içerisindeki tüm anlamlar da resmî olarak sabitlenmiş. Bu sabitleme de meşruiyetini, inancı ve değerlerini hayatının dahi önüne koymuş koca bir kitleden alıyor. Tahmin edileceği üzere de bu kitle için tüm Dünya’daki en yüce değerler bizde… Dramatik olan da bu ya, kitlenin “değerlerle” ilgili hiçbir problemi yokken, birileri bunu dert edinmiş. Sadece bu örnek bile dindarlığın, bir yönüyle de, sonu hiç gelmez ve asla kimsenin bir diğerinin inancını beğenmediği amansız bir yarış olduğunu ispat etmeye yetebilir.

Diğer taraftan değerler eğitimine dair sıkıntılar bununla da sınırlı değil. Zaten asıl problem de bu eğitimin “kimlerin fikri” olduğuyla ilgili soruya sıra geldiğinde ortaya çıkıyor. Çünkü değerler eğitiminin fikir merkezleri ve sahne arkası komutası, DİB ile İslâmcı vakıf ve cemiyetlere emanet edilmiş durumda. Bu vakıf ve cemiyet mensupları, müfredat içeriğini belirledikleri gibi, (MEB ile protokol yaptıkları için ve başta İHL’ler başta olmak üzere) okullara gidip bazı derslere de girebiliyorlar. Bu kişilerin derslere girdikleri görüntüler neredeyse her hafta sosyal medya ortamlarında yoğun olarak paylaşılıyor. Sarıklı, cübbeli, sakallı bazı adamlar, herkese eşit mesafede olunması gereken kamusal bir kurumda (çünkü malum listeye giremeyen evrensel değerler bunu öngörür) ve velilerin tercihleri dışında gelip bu “değerleri” anlatıyorlar.

Tabi bu yapı ve grupların “değerler”den anladığı tek şey İslâm ile onun ahlâkı ve örnekleri de sadece peygamber ile sahabelerin hayatlarıyla sınırlı. Zira doğal olarak bunların eğitim materyallerinin geneli, hadislerden alıntılar, dinî öyküler, ulvî kişilerin sözleri, davranışları vb.’den oluşturulmuş. Burada bir kez daha görülüyor ki, bu uygulama, “eğitim yoluyla ferdi değiştirmeyi,” “onun içerisine iman yerleştirmeyi” amaçlayan klasik İslâmcı eğitim tarzının iyi bilinen bir örneği. Dolayısıyla değerler eğitimi de bu amacın tedarikçisi pozisyonunda. Birileri yine topluma bakarak orada “ahlâkî bir yozlaşma” tespit etmiş ve bunun çözümünü de kadim İslâmcı reflekslerle, değerler boşluğunu doldurmakta bulmuş.

Neticede sosyal ve ekonomik durumlarla ilgili problemlerin nedenleriyle hiç ilgilenmeden, toplumsal sorunların politik kaynaklarına hiç el sürmeden, sadece fertleri İslâm ahlâkıyla donatma amacı net olarak seçilebiliyor. Bu yüzden İslâmcı politikaların değerler eğitimi vasıtasıyla burada odaklandığı şey, değerleri asıl erozyona uğratan bir sosyo-ekonomik sistem ve onun insanlıktan çıkarıcı etkileri değil. Temel amaç dinî bir düzen kurma, onu istikrarlı hâle getirme ve nihayetinde de düzeni statikleştirme. Bu konudaki yakın hedefin bir “rejim değişikliği” olduğu zaten bir süredir gizlenmiyor. Dolayısıyla değerler eğitimi, esasen, yeni rejimin düşüncesini taşıyacak “genç bekçiler” yetiştirilmesi gayesinin bir ara sonucu. Fakat ne var ki, tüm toplum mühendisliği çalışmaları tarihin bir anında ve mutlaka tarumar olmakla da mükellef…

Hatta bütün toplumsal sorunlar da uygulanan politikaların bir sonucu. Öyle ki ben lisans eğitimimi 1995 yılında tamamladığımda, şimdi peri masalı gibi gelecek ama “eski Türkiye”de öğretmen olmak için iki şey gerekliydi: Lisans diploması ve öğretmen olma isteği… Bunlar tamamsa yaşadığın İl Milli Eğitim Müdürlüğü’ne başvuruyor ve sadece atama bekliyordun. Bir yıl beklesen de sonunda atanıyordun. Peki ne değişti? Değişen şu ki, ülke neoliberal politikaların esiri oldu. Bunda İslâmcı politikalar ile onların kitlesel destekçilerinin önemli katkıları da yadsınamaz. Ve şimdi bu kesim, “değerler eğitimi” adı altında, tüm bunların en masum mağduru olan çocukları "ahlâklı" kılma gibi yine bir beyhudeliğin peşine düşmüş görünüyor. Yani gençler “değerlerle” donatılacak ama o değerleri yok eden sosyal şartlar yerinde duracak.

Sonuç olarak şunu da belirtmem gerekmekte, fikir itibarıyla, eğer bu eğitim laik, içeriği bilimsel ve herhangi bir etnik ve dinî taarruza uğramamış insanî değerlerden oluşacaksa (evet böyle değerler mevcut: Durkheim’daki “sosyal ahlâk” kavramına ve uygulamalarına bakılabilir) benim böylesi bir eğitim şekline itirazım olamaz. Fakat bugün ve bu şekliyle "değerler eğitimi" denen şey, ancak, tek tipçi, ayrımcı, militarist, tek doğrucu, toplumsal anlamda bölücü, bireyi değil kulluğu önemseyen, aklı yeniden tanrısallığa emanet etmeyi, metafizik düşünceyi ve dikey feodal hiyerarşileri yeniden canlandırmayı amaçlayan, statükocu, dogmatik ve tarih dışı bir anlayışın adı olabilir.

Belki bunca kelâmdan sonra bile "İslâm'ın ve onun 'ahlâkı'nın temel alındığı değerler eğitiminden neden rahatsız oluyorsun?" sorusunu soranlar mutlaka çıkacaktır. Onlar için kısa bir not ile bitirelim: Ahlâk, o mahalleyi terk edeli epeyce zaman oldu. Geçmişler olsun!

Bu makaleye şu LİNK'ten de ulaşılabilir:

12 Haziran 2017 Pazartesi

Post-İslâmcılığa giriş: Gerçek İslâmcılık bu değil! (BirGün Gazetesi Pazar Eki - 04 Haziran 2017)



Epeyce bir zamandır dipten ilerleyen tuhaf bir serzenişin, yakın zamanda olgunlaşıp nihayetinde yüzeye çıktığına şahit olmaktayız. Öyle görünüyor ki artık popülerliği yüksek “gerçek İslâm bu değil”in yanına, “gerçek İslâmcılık bu değil” şeklinde özetlenebilecek nur topu gibi bir mazeret daha eklendi. Hâlbuki ilki gerek avamın gerekse de ulemanın dilinde, sıradan sohbetlerin “ortak kabul cümlesi” işlevini gayet iyi görmekteydi. Dillendirilen ortamlarda kolektif olarak rahatlama sağlıyor, huzur ve güven veriyor, inancı tazeliyordu. İkincisi ise, yine aynı tarz bir konfora ulaşma çabası olmakla birlikte, öncelikle İslâmcı aydınlar için ömürlerini vakfettikleri ideolojinin patlaklarını gizlemeye, inkâra ve yok saymaya yönelik ideolojik bir manevra alanı yaratma çabası biçiminde değerlendirilebilir.

Açıkçası henüz birincisine dair problemler çözülemeden, şimdi de ikinci bir başlıkla karşı karşıya kalmaktayız. Tabi bu söylemleri ortaya atanlar, yayanlar ve takip edenler için burada üzerine konuşulacak fazladan bir sorun ya da sıkıntı bulunmuyor. Zira onlar “gerçek İslâm’ın şu yaşananlar olmadığına” nasıl inanmışlarsa, “gerçek İslâmcılığın bu olamayacağına” da aynı şekilde inanmış görünüyorlar. Lakin her adanmışlığın bir bedeli var; gerçeğiyle yüzleşmemek, sürekli bir öz peşinde koşup, saflık arayışında olmak, hayaliyle yaşamak da maalesef bu bedelin içerisinde. Dolayısıyla “simülakrlar ve simülasyon” çağında böylesi çabaların esasen, “saf ve bozulmamışlık” beklentisindeki boş bir romantizm olduğu, kime ve nasıl anlatılabilir?

Hâlbuki İslâmcılar uzun yıllar muhalefetteyken onlar adına her şey, bugünden çok daha iyiydi. Zira zamanında ütopyalarda yaşatılır (günümüzde tüm dünya distopyasını test ediyor), düşüncelerde boy atarken İslâm da İslâmcılık da bir o kadar “gerçek”ti. Dahası “yeniden asr-ı saadet” özlemindeki bu kesimdekiler için aynı ütopyalar, mütemadiyen “gerçekleşebilir” duruyordu. Fakat hepsinden önemlisi ise İslâmcılık, bir kurtuluş umudu, yüce ve kutsal bir davaydı. Zaten bu güçlü inanca dayanılarak günü geldiğinde İslâm’ın bütün problemleri çözeceğine dair cömert vaatler veriliyor; bir tek açın kalmayacağı, tek bir tek kişinin bile haksızlığa uğramayacağı, kimsenin mağdur edilmeyeceği, komşular açken kimsenin gözüne uyku girmeyeceği, adil, vicdanlı ve hakkaniyetli davranılacağı samimiyetle söyleniyordu.

Oysaki tüm beklentilerini “öteki dünyadaki sonsuz yaşama göre düzenlediğini” beyan eden, sadece tanrıyı memnun etmek için ibadet yaptığına inanan ve bu dünyayı küçümseyip “geçici” bulanların, en ufak bir iktidar koltuğu ya da bir miktar menfaat için bile nasıl canla başla mücadele etiklerini görmek de fazla uzun sürmedi. Yine benzer nedenler eşliğinde yaşadığımız dönemde yukarıdaki vaatlerden çok uzaklara düşülmüş olsa bile, ne var ki bugün de bu lakırdılar yine bitmiş değil. Çünkü bazıları için “gerçek İslâmcılığın” tahakkuk edeceğine dair odaklanılan politik kutup ve aktörler artık değişti. Farklı İslâmcı gruplar arasında ezelden beri “kim İslâmcı, kim değil” tartışması yaşansa bile, bu mevzunun bir süredir politik uygulamalar üzerinden cereyan etmesi yeni bir gelişme.

Mamafih on yıllardır beklenen o günler bir biçimde nihayete erdiğinde, İslâmcılar geldikleri noktaya nasıl ulaştıklarına kendileri bile inanmadı. Fakat “inanamadıkları” sadece bunlarla sınırlı değildi. Çünkü muhalefetteyken sarf edilen “büyük lokmalar” zaman içerisinde bir bir boğaza dizilmeye başlamıştı. Artık sırf “eskiye dönmeyelim”, “menfaat muslukları kapanmasın” diye savunulması zor hak ihlallerini, kayırmacılıkları savunmak zorunda kalıyorlar; malumun ilâmını görmezden geliyorlar; “yetim hakkı” babasız çocukların adına dönüşürken olan bitene karşı susuluyor ve nihayetinde kendilerini bir şekilde ve her zaman tüm bunlara İslâmî kulplar/çarklar aramak için vakit ve enerji harcarken buluyorlardı. Zira tüm bu vicdan muhasebeleri bazıları için demir leblebi gibi mideye oturduğunda ise, tahayyülün güzelliği ve huzuru, gerçekliğin kâbusu ve yakıcılığına karşı bir kez daha üstün geliyordu: Gerçek İslâmcılık bu değil!

Tabi aynı “İslâm davası” sürerken, mücahitler hızla müteahhite evrildi. Ve bu “huzur verici” temas sayesinde paraya yaklaştıkça kapitalistleştiler, kapitalistleştikçe paraya daha çok yaklaştılar. Böylece kendi zenginlerini yarattılar ve onların artık fakir Müslümanlarla karşılaştıkları en sık yer, namaz kılarken birlikte saf tuttukları camilerdi. Kendilerinden başka herkesi “elitist” olmakla suçlarken, fakir Müslümanların çocukları İmam Hatiplere yönlendirildi ama kendi çocuklarının hangi özel okullara gittiklerini, yurtdışındaki hangi okullarda okuduklarını hep gizlediler. Nasılsa yolu izi olmayan dağ köylerinde yıllarca görev yapmış emekli öğretmen Mehmet Amca “elitist”, bunlar ise “halk insanıydı.”

Dolayısıyla sıradan insanından politikacısına, köşe yazarından “akademisyenine” kadar pek çoğu için dindarlık, türlü ahlâksızlıkları, adaletsizliği, hak gasplarını, emek sömürüsünü, günlük hayattaki türlü zorbalıkları, cinsel istismarları gizlemeye yarayan itiraz kabul etmez bir enstrümana dönüştü. Sonuç itibarıyla gelinen noktada bu olan bitenin bir miktar farkında olup rahatsızlık duyanlar ise rotayı “gerçek İslâmcılığın bu olmadığı” şeklideki bir söyleme doğru çevirmek zorunda kaldılar. Tabi politik iktidar ile çatışması sonrasında, bunu ilk ve en güçlü biçimde dillendirenlerin Gülen Cemaati ve çevresindekilerin olduğunu da burada belirtmekte fayda var.

Bir başka bakımdan düşünüldüğünde ise aslında böylesi bir çabada bir miktar iyimserliğin biriktiği de iddia edilebilir. Fakat bu iyimserliğin arkasında negatif bir bilgi gizlenmektedir. Keza “iyimserliğin tam tersine, negatif bilgi bize aslında dünya üzerinde yeterince kontrolümüz olmadığını, geleceğin bu zamandan farksız olmayacağını ve aslında düşündüğümüz kadar da çarpıcı, farklı ve değerli olmadığımızı anlatır. Negatif bilgiyi kabullenmek istemediğimizde ise kendimizi koruyacak yollar, mekanizmalar kullanırız.” Bu yollardan biri olan “inkâr etme, dış dünyadan gelen tehditlerin ve stresli yaşam olaylarının doğruluğunu kabul etmemektir… İlizyonlar ise uyumluluk artırıcıdırlar çünkü gerçeği en iyi biçimde  yorumlamamıza izin verirler.

Görüleceği gibi, hayatta yaşananlar, ideallere dair olup bitenler vs. istenildiği biçimde gitmediğinde, üstelik bunun artık değiştirilemeyeceği de bilindiğinde, mevcut durum sanki istenilmeyen bir durummuş gibi reddedilmeye çalışılır. Bu bir “kendini kandırma” eylemidir ve her kandırma, esasen kafa karışıklığından uzaklaşmak, daha fazla hayal kırıklığına uğramak istemeyen insanın davranışıdır. Yani ideallere dair beklentilerin tersi bir istikamette seyretmesi, özellikle de hayatın merkezinde yer alan bir inanç demeti söz konusu olduğunda, çoğu kez motivasyonun diri tutulması için başvurulan bir yoldur.

Dolayısıyla uygulanan mevcut politikaların temelinin aslında “İslâmcılık olmadığını” samimi biçimde iddia etmek, belki ruhsal bir kurtuluş arayışı olabilir ama türlü deneyimler, yaşanmışlıklar gün gibi ortada dururken bu kez de başkalarını ikna ekmek adına somut örneklere ihtiyaç duyulacaktır. Bu “kendini kandırma” eyleminin iflas ettiği andır. Meselâ nerede yaşanmaktadır bu “dünyayı cennete çevirecek” İslâmlık politikaları? Sürekli hayali bir geçmişe referans verilerek belki kitle bir süre ikna edilebilir ama tarihin ve insanlığın hafıza kaydı bilimsel düşünce ile tutulmakta ve oradaki meşruiyetin kaynağı “kitleden alınan oy oranına” dayanmamaktadır.

Diğer taraftan günümüzde yükselen bu ilginç serzeniş, böylesi bir motivasyonu sağlamak adına kendi içerisinde tutarlı olmaya, oradaki iç isyanı közlemeye çalışsa da, bu tavır, İslâm düşüncesi ve birikiminden feyz alan İslâmcılığın tüm Dünya’daki politik uygulamalarını açıklamaya yetmiyor. Yetmediği gibi “gerçek İslâmcılık bu değil” tarzı bu serzeniş sahipleri, bütün bu olup bitenleri dış güçler, iç düşmanlar, emperyalizm, “bölücüler”, “dinsizler” ya da “İslâm’ı yanlış anlayanlar” vb. üzerinden açıklamaya çalışarak, mevcut İslâmcılığın özcülüğüyle; saflık ve saflaştırma arayışında saklı otoriterliyle; geçmişe öykünmeci gericiliğiyle; kutsal olmayan bir dünyada “kutsallık” arayışına girişmesi ve bunu da “tek kurtuluş olarak” dayatmasıyla; farklılıkların meşru olduğu bir çağda düzleştirme ve homojenleştirme çabalarıyla; dinî olmayan ya da onu içermeyen hiçbir şeyi “hak olarak” görmeyişiyle; “kutsal” kabul edileni, bırakın eleştirmeyi üzerine düşünmeyi bile yasaklanmasıyla; baskıcı, yasakçı uygulamalarıyla; cinsiyetler arası ayrımcılıklarıyla; yalan dolan yüklü riyakâr bir ahlâk anlayışını sürdürmesiyle; kutsallıklarla dolu hiyerarşik bir hayatı empoze etmesiyle; inanmayı “tek ölçüt” olarak almasıyla; kadın bedeni merkezli fakir bir “ahlâkı” savunmasıyla; sömürü çarklarını yağlamasıyla; yani kısacası bu düşünce sisteminin hem temelini oluşturan hem de esas çürüme nedeni olan türlü ve büyük problemlerle pek de ilgileniyormuş gibi görünmüyorlar.

Ne de olsa farklı ülkelerdeki İslâmcı partilerin ekonomi, eğitim, sağlık, sanat vb. tel tel dökülen siyasî icraatlarına bakıp “bu ne İslâm ile uyuşuyor ne de İslâmcılık böyle bir şey” ya da hani aralarındaki politik ilişki açısından birbirinden çok da uzakmış gibi “bu tarz İslâmcılık çöktü ama İslâm yerinde duruyor” demek oldukça basit ve işlevsel. Emin olabilirsiniz ki, 500 yıl önce onca yozlaşmışlığın içerisinde cennetten arsa almak ya da kiliseye yardım etmek için altın dişini söküp veren samimi Hıristiyanlar da “gerçek Hıristiyanlığın bu olmadığını” düşünüyorlardı. Çünkü bu tavır, hem söyleyenler hem de buna inanan bir kitle adına rahatlatıcı etkilere sahip bulunuyor. Neticede bu düşüncedekiler için İslâmcılık, “orada bir köy var uzakta, gitmesek de görmesek de o köy bizim köyümüzdür” deyişinde karşılığını bulan nostaljik bir tahayyülden başka bir şey değil.

Dahası mevzunun bir başka tarafında ise sosyolojik teorinin tespitleri yer alıyor. Zira tüketim, teknoloji kullanımı, insanî ilişkiler, maddî beklentiler vb. baktığımızda, dünyevi olan’ın, uhrevî olan’ı imha ettiği bu kültürel gösteri çağında, inanç mecburî ama süslü bir etiket şekline dönüşürken, ona dair idealler de çoğu kez biçim değiştiriyor, bazen işgale uğruyor ya da buharlaşıyor. Ne var ki sembolik olan her şeyin, daha makbul ve kıymetli hâle geldiği zamanları yaşıyoruz. Görsel ve sembolik sunum, tüm değerlerin ilerisinde ve inanç listesinde yer alan her eylem de bundan fazlasıyla nasibini alıyor. Örneğin sabah akşam ayet paylaşan kişi Özgecan’ı vahşice katledebiliyor; bir başkası “Cuma’ya gidiyorum” mesajı veren bir video çekerek sosyal medya hesabında paylaşıp kutsî bir eylemi gösteriye dönüştürerek, başkalarının uçucu beğenilerine açıyor; hatta maç esnasında sahaya atlayıp hakem yumruklayan genç “cumhurbaşkanımıza küfür etti” mazeretindeki sembolizmle karşımıza çıkıp, aklımızla alay ediyor.

Bu sebeple gerçekliğin zemininin sürekli kaydığı (akışkan modernite); bunun sonucunda da (neyse ve nasılsa artık) gerçek olan’ın bir yandan değersizleşirken öte yandan da sembolik eylemler tarafından yutulduğu; “sarsıcı gerçekler”dense “rahatlık verici yalanlar”ın makbul olduğu bir dönemde politik bir ideoloji olarak İslâmcılığın kendi gerçekliğini arayışı, anlaşılabilir olmakla birlikte beyhude bir çaba olarak değerlendirilebilir. Burada bir öz arayışından ziyade, İslâmcılık düşüncesinin yeni yaklaşımlar üretmeye, temel düşüncesini tartışmaya açmaya, kendisini eleştirip yenilemeye ve bu yenileme sonucunda oluşabilecek tüm hücumları da karşılamaya ihtiyacı var. Açıkçası mevcudiyetinin kaynağı olarak dinden referans alan gelenekçi bir düşünce sistemi bunu başarabilir mi, bu da belki başka bir makalenin konusu olabilir.

Diğer taraftan konunun bir de politik gelecek kaygısıyla ilgili ince bir hesap kısmı var ki, değinmezsek eksik kalacak. Nitekim böylesi söylemlerin ustaca ve ilmek ilmek işlenmesi, yakın bir gelecekte politik alanın yeniden düzenlenmesi, mevcut hegemonyanın artarak sürmesi amacıyla yapılan bir yatırımdan başka bir şeymiş gibi durmuyor. Aktörlerin bir biçimde değişebileceği hesabını da akılda tutan bu politik söylem sahipleri, böylelikle hiçbir ahlâkî sorumluluk taşımadan geçmişin hatalarını değişen aktörlerin sırtına yüklemek için de fazlasıyla hevesli görünüyorlar. Yeter ki evdeki bulgura bir şey olmasın.

Yani herhangi bir iktidar kıyamete kadar süremeyeceği için yakın bir gelecekte, işte “gerçek İslâmcılık bu değildi, biz size gerçeğini verelim” tarzındaki bir politik söylem ile bu söylem etrafında öbekleşen bir kitlenin bizleri bekleyeceğini şimdiden öngörebiliriz. Moda tabirle “post-İslâmcılık” şeklinde de adlandırılabilecek bu gelecekteki oluşumun, geçmiş dönemde olan bitenlerin tüm ihalesini eski iktidarlara çıkarıp “gerçeğini yaşatma” talebiyle yeniden oy isteyeceği de bu yüzden tahmin edilebilir yakınlıkta duruyor. Tıpkı vakit gelip de hesaplar değiştiğinde Gülen ve Cemaati için “bunların ne İslâm ile ne de İslâmcılıkla alakası yok” denildiği gibi… Bu söylem İslâmcı kesimlerin zaman zaman kendi aralarında birbirlerine karşı yönelttikleri popüler bir suçlama olsa da öncesiyle sonrasıyla Gülen ve Cemaatinin, İslâm ve İslâmcılık ile ilgileri yoksa kimin ya da kimlerin vardı ya da var, tabi bilemiyoruz.

Oysaki tüm bu tutarsızlıklar, boş vaatler, hayal kırıklıklarının gelip dayandığı noktada yine bir dinden sosyo-ekonomik bir sistem oluşturma ve bunu da politik iktidarla taçlandırma çabalarının beyhudeliği ve başarısızlıklarıyla yüzleşiyoruz. Çünkü hiçbir kutsal kitap, herhangi bir ekonomik teori içermiyor. Helâl kazanç ve nefis kontrolü gibi sübjektif kavramlarla yola çıkıldığında Müslüman zenginler için ulaşılan yer neo-liberalizmin “huzur verici” yasaları olurken, mecburî istikamet olarak fakirlere de “huzuru” başka dünyalarda aramak kalıyor.

Sonuç olarak Dünya’daki örnekler ortada duruyorken, “gerçek İslâm” da onun türevi “gerçek İslâmcılık” da bugün farazî bir tahayyülden daha fazlasına karşılık gelmiyor. Zira gerçeği, sahtesi, çakması yok, yaşıyoruz işte!...

11 Mayıs 2017 Perşembe

Bir “değerler boşluğu” olarak politik söylemin dinselleşmesi (BirGün Gazetesi Pazar Eki - 07 Mayıs 2017)

“…Konuşmacı, önünde mikrofon, bağırıyordu:
‘Güneş sizlerin üstünden doğacaktır. Güzel günler yakındır. Sağ olun var olun.’
Ne bir alkış, ne bir ‘yaşa.’ Sadece put kesilmiş öyle bir kalabalık.
Konuşmacı elini kaldırmış, sözcüklerin üstüne basa basa bağırıyordu:
‘Benim canım kardeşlerim, o güzel günleri hep birlikte yoğuracak, doğmamış güneşleri doğuracak, pişmemiş aşımıza soğuk su katanları hep birlikte kurutacağız...’
Çıt yok.
Üç beş alkış olsa, konuşmacı bunu çoktan dinleyicilerin nutuk sonlarındaki coşku gösterisi niyetine kabullenip inecekti kürsüden. Ama karşısında sanki yığınlar yok, ölüleri ayakta duran bir mezarlık vardı. En ufak bir tepki alamıyordu ve son bir umutla sözü uzatmaya çalışıyor, başarılarını eskiden denediği beylik nutuk cümlelerini art arda sıralamaya devam ediyordu:
‘Yüreği ak, alnı pak, özü doğru, sözü doğru...’
‘Bu topraklar için toprağa düşen...’
‘Bir lokma ekmeği öküzüyle bölüşen...’
Ne bir kıpırtı, ne bir mırıltı. Binlerce insana değil, sinir bozucu yankısız bir boşluğa konuşuyordu. Bir hırs basmaya başladı içini. Hani neredeyse,
‘Ulan kanınız mı dondu, hiç değilse yuh çekin budala herifler!...’ diye bağırmak üzereydi.
‘Yalınayak, karnı aç, çulsuz dolaşan...’
Ta ortalardan pısırık bir ses:
‘Allahtan bahset’ dedi.
Önlerden bir ses tekrarladı:
‘Allahtan bahset.’
Ve taş kesilmiş, susan o yığın, bir anda dalgalanıp uğuldamaya başladı:
‘Allahtan bahset...’
‘Allahtan bahset...’
‘Allahtan bahset...’
Konuşmacı:
‘Ben imam değilim, Allah’ı camide konuşuruz, kutsal konuları günlük konulara karıştırmayalım arkadaşlar’ diye bağırdı.
Sonra bir şeyler söyledi, ama sözleri duyulmadı. Biri hoparlörün telini koparmıştı.
…”
Yukarıdaki satırlar Çetin Altan’ın “Viski”1 adlı romanının giriş bölümünden alınma. Bir mitingin tasvir edilmeye çalışıldığı bu giriş satırlarının sonunda, kürsüdeki “konuşmacı” dinleyen kitle tarafından linç edilerek öldürülür. Tek kabahati, kitleye onların bekledikleri dilden ve o dilin vaatleriyle seslenmemektir.
Ne mutlu ki, bugün insanların duymak istediklerini, hem de hiçbir süzgeçten geçirmeden, bizlere söyleyen politikacılara ve onların ülke sathına yayılmış mikro benzerlerine sahibiz. Zira artık meydanlarda ya da kamusal ilişkilerde “tanrının kelâmlarından” bolca bahsedilirken, Dünya’da “üniversite mezunu işsiz” sayısında “bir numaraya” yerleşmemiz ülke gündeminde öncelikli bir yer işgal etmiyor. Bu sebeple, “tanrının kelâmının” sıradan günlük işlerin plânlanmasında veya ülke politikalarının muvaffakiyetinde ne gibi bir yararı/alâkası var, tarzı soruları ise zaten çoktan geçtik. Hatta toplumun dinselleşmesini neden, ısrarla ve en çok muktedirlerin istediklerini sormak da giderek bu minvalde anlamsızlaşıyor.
Ne var ki politik dilde çoğu kez cümleler sadece bu tarz vaatler ve temenniler ile başlayıp bitiyor. Zaten politikanın asıl konusunun (eşitlik, özgürlük, adalet vb.) zemin kaybetmesi ve gerçek nesnesinin (iş, ekmek, gelecek mücadelesi vb.) değişmesi de artık bir sorun değil. Hatta günümüzde adı “millî irade” olarak anılan önemli bir kesimin özgürlük ile ilgili bir talebi falan da yok; onlar öncelikle mahallelerine cami yapılmasını; kimsenin bu yönde bir talebi olmamasına rağmen “ezanın susmamasını”; gençler ise iş ve gelecek güvencesi değil “Başkanlık” istiyorlar. Bununla birlikte ilk bakışta “tuhaf” gelse de bu tavırları mevcut siyaset anlayışından ayrı düşünmek de mümkün görünmüyor.
Bilindiği üzere, Türkiye’de din ile siyaset ilişkisinin evveliyatı epeyce eskiye götürülebilir. Örneğin “genelev yönetmeliği” olan ve alkolden vergi alan Osmanlı şeriatla yönetiliyordu; İmparatorluğun son dönemindeki İslâmcılık akımının etkisi ise günümüze kadar uzanmakta; Cumhuriyet ile birlikte siyaset için en önemli mesele, dinin kamusal alandaki durumu olmuştu; DP ile birlikte din yeniden siyasetin merkezine yerleşti ve bugünlere kadar geldik. Fakat her ne olursa olsun bu ilişkide siyaset, kendi çıkarları etrafına dinin her türlü unsurunu sonuna kadar kullanan pozisyonunda yer aldı. Tersi olduğu düşünülen anlarda bile daima ekonomik alanın gölgesi olan politik alan öncelikliydi.
Zira bu ilişkiler ve ardındaki paylaşım savaşları eşliğinde din ve dinsel olandan üretilen kavramların, sembollerin ve kültürel kodların kullanımı, uzun süredir politik alanda merak uyandırıcı bir gelişme gösteriyor. Son dönemde ve özellikle geçtiğimiz Referandum sürecinde de gördük ki, dinsellik ve inanca ait kültürel biçimler ile bunları referans alan bir dizi söylem ve sembol, klasik ötekileştirip “rıza sağlama” işlevini geliştirip, mütemadiyen “kabul ettirme”, “zorlama” ve “ikna aracı” haline evrilmiş bulunuyor. Öyle ki dinî söylem ve semboller artık, başlı başına “yol, köprü, tüp geçit yaptık” dışındaki en güçlü ikna vasıtalarının yerini almış durumda. Çünkü dinsellik yaygınlaştıkça bu tarz bir dil politik alanın hâkimi haline gelerek, kendisini hegemonik biçimde dayatıyor. Bunun sonucunda da alternatif dil ve söylemlerin hareket alanı giderek küçülmekte. Dolayısıyla artık daha az sayıda insanın anlam dünyasına hitap eden bir dilin kullanımından politik olarak bir başarı beklemek ne oranda gerçekçi olabilir?
Üstelik burada dinselliğin esasen güçlü bir düzen, nizam ve otorite vaadi taşıması, huzur ve güven hissi verdiği düşüncesi, gerek günlük hayat gerekse de politik alan için bu söylemlerin (olur olmaz her konuda) sıklıkla tekrarlanmasını sağladığı da aynı tespite eklenebilir. Öyle ki, bir “selâmün aleyküm” bile çoğu kez olmadık kapıları açıyorken, doğal olarak böylesine zengin işlevlere sahip bir dilin “bilinçsizce” kullanıldığını düşünmek de zor. Çünkü insanların hangi dil dağarcığına sahip olurlarsa olsunlar aynı dinsel, kültürel ya da ideolojik mensubiyeti taşıdıklarını göstermek için sıkça o dilin söylem ve sembollerini kullandıkları iyi biliniyor. Bu, “ben de sizin gibiyim”, “ben de sizdenim” demenin örtük bir biçimi. Bunun politikadaki başarısının göstergesi, seçmenin parti liderini tarif ederken “bizden biri” tespitini yapmasıyla son bulmakta. Kısacası simülasyon çağında, kameralar önünde öpülen bir bebeğin, iftarda oturulan bir yer sofrasının, kitle önünde okunan bir duanın ya da hürmet gösterilen bir yaşlının politik getirisine paha biçilemez.
Tabi bu politik dilin meşruiyetini aldığı bir başka dayanak noktası daha var. Zira bu dil ve söylem sahipleri, hiç şüphesiz “tanrının kendi yanlarında olduğu” düşüncesine sahipler. Fakat ne tesadüftür ki, tarihte hezimeti yaşayan pek çok politik parti, lider, ya da dinî grup da vaktiyle aynı güvenceyi yüreklerinde taşıyordu. Tam da bu açıdan, kamusal politikaları bir dinin gereklerine göre düzenlemenin bu insanlar için hiçbir sakıncası yok. Kutsal bir dünyada yaşamadığımız; bu tarz politikaların sürdürülebilir olmaması; bir dini politik dil ve eylemlere bulaştırarak ulviliğinin zedelendiği; politikaya malzeme edilerek kendi elleriyle o din ve uygulamalarının eleştiriye, karalamaya açılması vb. de (tersine eleştiriye kapatma amaçlı da olabilir) kimsenin umursadığı görülmüyor. Ve yine bir dini eleştirenlerin değil, temsil edenlerin itibar kaybına uğrattığı hep unutuluyor.
Dahası bu Referandum’daki “evet” ile “hayır” arasındaki tercih farkının dahi, ilhamını kadim “iyi” ve “kötü” kavgasından alan ayrımla, ayet ve hadisler eşliğinde sunulan “cennet-cehennem”, “mümin-kâfir” anlatıları, “melek-şeytan” metaforlarıyla bile ifade edilir olduğunu gördük. Hani mesele neredeyse, “evet” diyenin “cennette yeri hazır” noktasına kadar getirildi. Aslına bakılırsa zamanında Hıristiyanlığın nasıl yozlaştığını bilenler için burada derin bir trajedi de gizli. Çünkü gerçek dünyanın (yani maddi olan), türlü politik çıkar ve beklentiler üzerinden uhreviyatı (yani manevî olanı) kapsaması, onun maddileştirmesi, yozlaştırması ve neticede tüketmesi anlamlarına geliyor. Hayaller ve plânlar “öteki dünya”yı kapsarken, herkesin gerçekliğinde “maddî dünya”nın keyfi yatıyor. Tabi ön sahnede bu sergilenirken, “toplumsal fazlalığa el koyma” akla getirildiğinde “evet” çıkmasının bazıları için ne demek olduğu daha bir anlaşılır oluyor.
Oysaki aksine burada ideolojik ve ahlâkî bir yok oluş var ama işte o yok oluş, bir başka açıdan politik alanda kendi dil ve sembolizmini de daha fazla coşturmakta. Kitle coştukça bu dil, söylem ve sembolizme sarılıyor, sarıldıkça da o oranda tükeniyor. Fakat öyle görünüyor ki, bu dil ve söylem sahipleri ve o söylemlerin tüketicileri için bu durum şimdilik büyük bir “dert” değil. Zira bazıları için böylesi iddialar, birkaç aydın bozuntusunun hezeyanları ya da bizi çekemeyenlerin oyunları biçiminde değerlendirilip kolaylıkla savuşturulabilme potansiyeline de sahip. Sonuçta toplumsal fazlalık orada durduğu ve irili ufaklı paylaşımlar devam ettiği sürece şimdilik bir sıkıntı görülmeyecek. Çünkü bu dil, defoları gizleme konusunda da muazzam yeteneklere sahip.
Nitekim bu muazzam potansiyel sebebiyle dinî olduğu düşünülenden mülhem söylemler, her politik konuşmada sürekli ve kullanışlı aksesuarlar vazifesi görüyorlar. Yine de bu dil ve ürettiği söylem öylesine etkili ki, büyüsü altına aldığı kitleye karşı geliştirilen alternatif dillerin söylemlerine karşı da çabucak toparlanabiliyor. Bu yüzden herhangi bir seçim ya da referandum meselesi bile, aniden “kâfir” ile savaşta bir “ölüm-kalım” mücadelesine rahatlıkla dönüşebiliyor. Çünkü dinsel düşüncenin, hem kendinden olmadığını düşündüklerine karşı ayrım yapmaya hem de bu durumu sanki bir “görev/misyon” gibi algılanmasını sağlamaya fazlasıyla uygun bir yapısı var. Üstelik bu vaziyet, çoğu kez politikacının da bu politik söylemleri tüketenlerin de “yararına” olabiliyor. Kolayca “bizden/onlardan” ayrımı yapılıp, taraflar netleşiyor. İnsanlar nefretlerinden açlıklarını, yokluklarını unuturken, iç çelişkiler, sorunlar vb. uzun bir süre askıya alınıp, politik beklentiler karşı tarafın alt edilmesine (olmadı yok edilmesine) endekslenebiliyor. Tutarsızlıklar ve amorf kimlikler çağında, gösterilen tepkiler tutarlı, yalanlar rahatlatıcı ve doğru, eylemler ile düşünceler de idealist tavırlarmış gibi görünebiliyor. Keza artık bunların üzerine düşünmek bile bir külfet haline geliyor.
Dahası aynı nedenden dolayı da bu dinî söylem sahibi ve tüketicilerinin üretebildikleri bir başka güçlü dil yok. Politikada veya günlük hayatta bu dil, fazlasıyla konforlu, güven verici; ruhsal rahatlama bile sağlıyor. Tabi politikanın ve gerçek hayatımızın asıl söylem nesneleri olan iş, özgürlük mücadelesi, insan hakları, emeğinin karşılığını alma, eşitlik ve adalet vb. de bu sıcaklık karşısında buharlaşıp havaya karışıyor.
Ne var ki dinî söylemlerin bu derece önemli bir biçimde politik alanın merkezinde yer alarak ciddi bir kitlesel oy potansiyelini arkasında taşıması, “iktidar olma”yı hedefleyen hemen hemen tüm politik partileri de ziyadesiyle iştahlandırmakta. Bunun neticesinde de (özellikle kendisini “sol” da görenler de dâhil olmak üzere) aynı partilerin, çoğu kez bu dinsel söylemleri ve sembolleri kullandıklarına şahit oluyoruz. Fakat böylesi bir “oy toplama” iştahının altında bir tuzak da gizli. Bu dinî söylemler ile dili kullanmak, hem mevcut dinî politikalar ile dinsel söylemleri meşru kılıyor hem de bu yönde bir tercih bu söylem ve dilin ustalarıyla, üstelik onların üstün oldukları ve kesin galip gelmeleri muhtemel bir alanda, onlarla mücadele etmeye zorluyor.
Dolayısıyla politikadaki farklı dinsel söylemler ile onların sahipleri, kendi mücadele alanlarında rakiplerini kolaylıkla alt edebildikleri gibi, hem kendileri hem de kullandıkları söylem ve semboller bu mücadeleden, güçlenerek ve muzaffer komutan edasıyla çıkıyorlar. Çünkü mahir olunmayan bir alanda, en büyük rakiplerle mücadelenin sonucu baştan belli ve hiç bilinmeyen, dahası aşina olunmayan bir dil, aslında dilsizlikten başka bir şey de değil. Bu yüzden seçmen için “gerçek” ile “sahte”yi ayırabilmek iyice kolaylaşırken, alternatif bir dil arayışı da bu kurnazlık sonucu rafa kaldırılmış oluyor.
Netice itibarıyla, tüm bu tespitlerin bizi götürdüğü son noktada Türkiye’nin derin ve sancılı bir değerler boşluğu içerisine gömülmüş olması yatmakta. Hâl böyle olunca, toplumun emeği ile geçinen kesimleri bu değerler boşluğunu dolduracağı düşüncesiyle artık daha fazlasıyla dinsel düşünceye tutunmaya çalışarak, bu problemi aşmaya çabası içerisindeler. Onlar dindarlaştıkça dinin politik alandaki etkinliği artıyor; bu etkinlik arttıkça toplumsal fazlalığa tek başına el koyan ve üretimi denetleyen sınıfların tahakkümü de sağlamlaşıyor ve sonuçta emeğiyle geçinenlerin gerçek çıkarlarını görmeleri de iyice zorlaşıyor.
Hâlbuki temel çıkış yollarından birisi de alternatif bir dilin üretilmesi, işlenmesi ve yaygınlaştırılmasından geçmekte. Çare ise, ister politik alan isterse de günlük hayat olsun dilin bir iktidar biçimi olduğunun bilinciyle alternatif bir dili sabırla örüp, güçlü ve sosyal gerçekliğe temas eden sloganlar bulabilmekte saklı. Çünkü dil, “dünyayı anlama biçimimiz” olduğu kadar, onu değiştirebilme imkânını da bünyesinde taşımakta. Tabi öncelikle kendimizden başlamak kaydıyla…

Dipnot:
1 ALTAN, Çetin (1978) , Viski, Hürriyet Yayınları, İstanbul, s: 5-6