23 Aralık 2016 Cuma

PISA; paket mi olsun, yoksa burada mı yiyeceksiniz? (BirGün Gazetesi Pazar Eki - 18 Aralık 2016)



Makalenin başlığı, millî tedrisatımızın son dönemdeki hâl-î pûr melâline uygun olsun istedim. Çünkü geçtiğimiz hafta yayınlanan ve Türkiye’nin pek çok alanda olduğu gibi eğitimde de içler acısı durumunu ifşa eden PISA (Uluslararası Öğrenci Performans Değerlendirme) 2015 Raporu’nun sonuçları, gündemi epeyce meşgul etti. Buna göre Türkiye, üçer yıllık aralıklarla yapılan ölçümlerde (2003 ile 2015 arasında beş kere) “Fen, Matematik ve Okuma” kategorilerinde 70 ülke arasında, 33 ve 35. Sıralardan 49 ve 52. basamaklara kadar gerilemişti. Bu gerileme sadece rakamsal düzeyde olsa, belki sonuçlar üzerine fazla söz söylemeye gerek kalmazdı; fakat okuyabilenler için bu tablo rakamlardan öte anlamlara karşılık geliyor. Zira PISA sonuçlarının bir ülkenin bilim ve teknoloji üretme konusunda geleceğini biçimlendirecek gençlerin niteliği ve becerileri düzeyleri hakkında önemli fikirler verdiği iyi biliniyor.

Hâlbuki bu fikirlere bulaşmadan PISA Sonuçları’nı da boş verip doğrudan her gün sosyal medyada açılan hashtag başlıklarına ve yapılan yorumlara bakmak bile belki aynı neticeleri test etmemiz için yeterli gelebilirdi ama bu düşünmemizi sağlamazdı. Tabi sonuçlar böylesine kötü olunca, bu tabloyu yaratan etkenlerin “acaba neler olabileceğine?” dair sorular sorulmaya ve aynı sorular birçok faktör üzerinden yanıtlanmaya da başlandı. Açıkçası benim de buradaki amacım, bu tartışmalara ufak da olsa bir katkı sağlayabilmek ve bir haftadır takip ettiğim sıkıcı teknik yorumların ötesinde belki farklı bir şeyler söyleyebilmek. Öyle ki, son 19 yıldır eğitim aşamalarının (ilköğretim, ortaöğretim ve yüksek öğretim) her basamağında değişik sürelerle çalıştım ve daha ilk günden itibaren bugünleri tahmin edebilmek için esasen böylesi bir deneyime değil, biraz bilgiye sahip olmak ve “bakmayı bilmek” kanımca herkes için yeterliydi.

28 Şubat ve sonrası

Örneğin hiç unutamayacağım bir anımdır; öğretmenliğe başladığım (1997) yılın ertesiydi ve 28 Şubat Kararları sonrasında “8 yıllık Kesintisiz Eğitime” geçeli henüz bir yıl olmuştu. O sene ortasında MEB tüm eğitim kurumlarına yazı göndererek, “ilköğretimde derslerden kalmanın kaldırılacağını” ve öğretmenlerin “bu konuda ne düşündüklerini” yazılı olarak Bakanlığa bildirmeleri gerektiğini okullara iletmişti. Çalıştığım okulda kırk civarı öğretmen vardı ve ben de dahil herkes “bunun eğitim adına çok kötü sonuçlar doğuracağı”, “çalışan ile çalışmayan arasındaki farkı belirsizleştireceği için öğrenciler arasındaki adalet duygularını zedeleyeceği”, “dersten geçme garantisini cebine koyan öğrencilerin okul ile ilgilerini keseceklerini” belirten açıklamalarla bu değişikliğe itiraz ettik. Dahası, başka okullarda tanıdığım diğer öğretmen arkadaşların tümü de neredeyse aynı gerekçelerle “başarısız dersler sonucunda sınıfta kalmanın kaldırılmasına” karşı çıkıyorlardı.

Bunlara rağmen gelecek eğitim-öğretim yılı başlamadan MEB, ilköğretimlerde ( o zaman için ilk 8 sınıf) okuyan öğrenciler için “başarısız olunan derslerden kalma” şartını kaldırdı. Artık “devamsızlık” dışındaki tüm nedenlerden dolayı “sınıfta kalma” ortadan kaldırılmıştı. Bunun mazereti olarak da (şimdi bile tuhaf gelen bir şekilde) garip bir malî hesap yapılıyor ve “sınıfta kalan öğrencilerin devlete maliyeti” gerekçe gösteriliyordu. Sanırım bedavadan sınıf geçirmenin ilerleyen yıllardaki maliyetini hesaplayan hiç yoktu. Maliyetin olası sosyal sorunlardan daha önemli kabul edildiğini; zira sosyal sorunlardaki yükselişin devlete muhtaçlığı/bağlılığı daha da artıracağı için burada bir başka ince hesabın mevcut olduğunu; bunun da sonuçta ideolojik bir bakışa karşılık geldiğini de o gün öğrenmiş olduk.

Tabi aynı günler sonrasında bu ideolojik tutumun izleri de daha çok hissedilmeye başlanacaktı. Okula gelen müfettişler “artık herkesin mühendis, doktor vb. olması gerekmediğini; ülkenin ‘eğitimli’ şoföre de çaycıya da temizlik görevlisine de ihtiyacı olduğunu; öğrencilerin sadece Atatürk’ü (şimdilerde bu Peygamber ile yer değiştirmiş) ve bayrağı tanıyıp saygı göstermelerinin yeterli olacağını” öğütlüyorlardı. Demek ki alt sınıflardaki çocuklara biçilen gömlek bundan sonra sadece masanın tozunu almak, gerisine de karışmamaktı. Üstelik zaten kendileri için hep zor olan “daha prestijli” meslekler için bundan sonra boş bir heves de taşımamalıydılar. Kırk türlü elekten geçip en fazla öğretmen olabilirlerdi, ötesi değil… İşte vaktiyle gerçekleşen bu değişikliğin izlerini sonraki yıllarda gelen öğrenci gruplarında test etme fırsatım olduğunda, hep bu derin tahribatın izleriyle karşılaştım. Çünkü neredeyse her yeni gelen kuşak, bir sonrakini mumla aratıyordu. Okuma ile ilişkisi çoktan kopmuş, okuduğunu ya da anlatılanı anlama ve yorumlama kapasitesi oldukça düşük, kabahati sürekli ezberci eğitim siteminde bulan, aralarından tesadüfen bir Don Kişot çıkması beklenen milyonlarca genç…

AKP’li yıllar…

2002’de iktidara gelen AKP döneminde de bu çabalar değişmediği gibi, özellikle alt sınıflardaki insanların içinde yaşadıkları hayata rıza göstermelerine yönelik ideolojik eğitim politikaları artarak devam etti. Üstelik ülkenin eğitim kalitesi bakımından bu dönemde iki önemli değişiklik de yapıldı. Bunlardan ilki, “öğrenci merkezli eğitim” adı verilen ve slogan olarak çok şık duran bir yaklaşımla eğitimin niteliğinin, öğrenci seviyesine (yani vasata) indirilmesiydi. Buna göre tüm müfredatlar değişti, öğretmenlere seminerler verildi, ders kitaplarındaki okuma, anlama ve anlatım çalışmaları basitleştirildi, azaltıldı ve kitaplar resim defterine döndü. Nitekim kitap ile münasebetleri zaten fazlasıyla mesafeli olan yeni kuşaklar, birden kendilerini boğazlarına kadar etkinliğe boğulmuş biçimde buldular. Böylelikle veliler ile öğrencilerin ikinci evi de kırtasiye dükkânları oldu.

Artık her dersten okuma, anlatma ve anlama çalışmaları yapmak yerine, çoğunluğu (hatta çocuklar bilgisayarlarda oyun oynarken) evdeki velilerce yapılan basit karton kesme ve kâğıt yapıştırma etkinlikleri, bir nota da karşılık geldiği için, derslerin temel işleniş biçimi haline geldi. Keza müdür ve müfettişler denetlemeye geldiklerinde bu kâğıt işlerine bakıyor, daha fazla etkinlik yaptıran da “daha iyi öğretmen” olarak kabul görüyor ama öğrencilerden bazıları haritada yaşadığı şehri bile bulamıyordu. Örneğin geçenlerde görüştüğüm ve Orta Anadolu’daki bir şehirde Türkçe öğretmenliği yapan bir arkadaşım, girdiği sınıflardaki (ortaokul) öğrencilerin “üçte birinin ya okuma yazma bilmediğini ya da güçlükle okuyup yazdığını” bana söylediğinde bu yüzden hiç şaşırmadım.

Derslerden konu açılmışken, yine bu dönemde gençlerin okuma alışkanlıklarını geliştirme adına liselerdeki öğrencilere “100 yerli ve 100 yabancı temel eseri” okuma zorunluluğu getirildi. Lise gibi okuma alışkanlığı için “geç” sayılabilecek bir yaş aralığına böyle bir “zorunluluğu” dayatmanın, gençleri tanımamak ve farazî bir vitrin süslemesinden başka bir şey olmadığı da çabucak ortaya çıktı. Zira kurnaz yayınevleri bile öğrencileri MEB’deki bürokratlardan daha iyi tanıyordu. Bu eserlerin tümünün 2-3 sayfalık özetlerinin olduğu kitaplar hızla piyasaya sürüldü ve yok satmaya başladı. Dolayısıyla Suç ve Ceza’nın üç sayfalık özetiyle belki derslerden geçilebilirdi ama işlediği cinayet sonrası Raskolnikov’un içerisine düştüğü amansız durumu özet okuyup anlamak mümkün değildi.

Üstelik bizim zamanımızdaki gibi her biri kendi ağırlığınca şair, iyi edebiyatçı, tüm külliyatı okumuş ve hepsinden önemlisi idealist öğretmenler de artık yoktu. KPSS muharebesinden fazlasıyla yıpranarak çıkan, “geçim derdi” başta olmak üzere türlü dertlerle uğraşan öğretmenlerin, bu eserleri kendilerinin bile okumamış olabileceğini ya kimse düşünmedi ya da kimse bunu itiraf edemedi. Netice itibarıyla bazılarına, zahmet edip “özetleri” okuyan gençlerle övünmekle yetindi. Bu özetleri okuyup yetişen ve bunu da “fikir sahibi olmak” için yeterli görenlerin pek çoğu, bugün gazetecilikten öğretim üyeliğine, esnaflıktan öğretmenliğe kadar farklı mesleklerde çalışıp boş zamanlarında da mütemadiyen PISA sonuçlarını doğrular biçimdeki “yorumlarıyla” sosyal medyada boy gösterip, sıklıkla “büyük oyun”u gördüklerini iddia ediyorlar.

Bununla birlikte bir ara “çoklu zekâ” diye bir heyula da ortaya atıldı. Buna göre öğrenciler “8 zekâ kategorisi” içerisinden yeteneklerine göre ayrılacaklar ve artık herkes yeteneği hangi kategoriye giriyorsa “onun üzerinden” eğitimine devam edecekti. Böylece sıklıkla değiştirmenin “bir değer” olarak sunulduğu müfredatlar yeniden değişti; yüz binlerce öğretmen haftalar süren seminerlerden geçirildi. Fakat müfredat değiştirmek de öğretmenleri seminere yollamak da işin hep en basit tarafıydı. Okullar teknik anlamda desteklenmeden, araç gereç ile donatılmadan, spor salonları vb. olmadan öğrencilerdeki yeteneklerin “nasıl keşfedileceği?” sorusu bugüne kadar hep havada kaldı. Çünkü tek malzemesi “Çin malı” 3 TL’lik bir flüt olan müzik dersleriyle dünyaca ünlü keman, piyano sanatçıları çıkmıyordu; fen, biyoloji ve matematik laboratuarları olmayan okullarda okuyup PISA’da derece yapmak nasıl mümkün değilse, Beden Eğitimi derslerinde futbol ve voleybol topundan başka malzemesi olmayan 80 milyonluk ülkenin Olimpiyatlar’da aldığı madalya sayısı da aslında mevcut gerçekliğin bir yansımasından başka bir şey değildi. Bunların tümünün sıradan insanın hayatında hiçbir şekilde yer kaplamaması da zaten bu eğitim politikalarının bir “başarısı” olarak görülmeliydi.

Dahası, öğrencilerin okuduğunu anlamasına katkı sağlayacak, soyut yorum kabiliyetlerini geliştirecek temel dersler olan sosyoloji, psikoloji ve felsefe derslerinin saatleri bilinçli biçimde azaltıldı. Özellikle felsefe kitapları, dinî kitaplara dönüştürüldü ve “Felsefe Öğretmenliği Sertifikası” sahibi olanlara (Sosyoloji, Felsefe, Psikoloji bölümleri mezunları) açılan kadrolar azaltılarak (örneğin 2016’ın Ekim ayında bu sayı 31’di ve aynı dönemde 1479 Din Kül. Ve Ah. Bil. Öğretmeni atandı), vaktiyle İlahiyat mezunu olarak okul kadrolarına atanmış Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi öğretmenlerinin bu derslere girmeleri teşvik edildi. Acıklı olan ise öğrencilerin “dinci” adıyla çağırdıkları bu öğretmenlerden aldıkları bu dersleri, “felsefe” ve “sosyoloji” zannetmeleriydi. İlâve olarak farklı sınavlarda bu derslerin ağırlığı düşürülerek, sınav kazanma yarışının gözleri körleştirdiği bir ülkede okuduğunu, yaşadığını, şahit olduğunu anlamaya doğrudan etki edecek olan felsefe ve sosyoloji dersleri, gençler ve aileleri nezdinde, olsa da olur olmasa da olur tarzıyla karşılanan önemsiz bir hâle getirildi.

Yine AKP iktidarının eğitimdeki dinselleştirme politikalarını, ikinci önemli değişiklik olarak ele almak da burada bir zaruret olduğunu söylemeden geçemeyiz. Buna göre “seçmeli dersler” adı altında pek çok dinî içerikli ders (Hz. Muhammed’in Hayatı, Kur’an-ı Kerim, Temel Dinî Bilgiler vb.), müfredata eklendi. Bunlar pratikte seçmeliydi ama yukarılardan gelen talimatlarla okullardaki yöneticiler tarafından öğrenciler bu dersleri seçmeye yönlendiriliyor ya da diğer seçmeli derslerin öğretmenleri olmadığı gerekçesiyle öğrenciler bu dersleri zorla tercih etmek zorunda bırakılıyordu. Dahası pek çok okulun İmam Hatip Lisesi’ne dönüştürülmesiyle, bu okullardan mezun öğrenci sayısı genel oran içerisinde de yükseldi. Hâlbuki bu sıralarda alt sınıfların kendi sosyal gerçeklerine (yoksulluk, yoksunluk, eğitimsizlik gibi) gömülüp kalmalarını sağlayıcı bu eğitim politikalarının mağdurları “insanların dinini öğrenmelerinden niye rahatsızlık duyuyorsunuz?” şeklindeki üst sınıflardaki muktedirlerin ürettiği ideolojik bir fikri savunmakla meşguldüler. Eğitimde dinî düşüncenin yaygınlaşması, “insanların dinini öğrenmeleri bir haktır” şeklinde açıklansa da bunun doğrudan bir “hak” olmaktan ziyade, bariz bir ideolojik bir dünya görüşünün politik anlamda meyvelerini toplamak olduğu çok açıktı.

Bu sebeple, İslâm dini ve onun da sadece Sünnî yorumu üzerinden eğitim alan öğrencilerin, “Dünya’yı tanrının bir uzantısı” olarak tasavvur etmeleri de artık “doğal” sayılmaya başlandı. Keza günlük hayatı korkular ve kaygılar ekseninde örgütleyen bir dinî öğretiden ilham alan böylesi bir eğitimin çıktısı olan öğrencilerden, analitik düşünmelerini, eleştirel olmalarını beklemek ne kadar zorsa, fen bilimlerinde başarı beklemek, hatta buradan orijinal bir düşünce çıkacağını ummak da o derece güçtü. Zaten öğrenciler de bu eğitim politikalarının sahiplerinin yüzünü kara çıkarmayıp bilimin değil de ilimin peşine düştüler. TÜBİTAK projeleri bile içerik değiştirdi. Artık “Besmele okuyarak ekmeği taze tutan ekmek kutuları”, “dua ile kanserin iyileştirilmesi”, “dua okuyup Kabe’yi tavaf eden pilli robot”, “papaz eriğini imam eriğine çevirme makinesi”, “ayet okunarak üç kat daha fazla büyütülen fasulye” vb. “icat”lar makbuldü. Sonuç itibarıyla bu kapasiteyle teknoloji üretememe gerçeğiyle yüzleşenler, daha kolayını yani tüketmeyi seçtiler. Bununla beraber modernlik eksiklenmesini gidermeyi tercih etmiş milyonlar ortaya çıktı. Aynı sıralarda devlet de bu genç milyonların duygularına hitaben onlara tablet dağıtarak, “hayırlı vesileler için kullanmaları” tavsiyesinde bulunuyordu.

Öyleyse neden?

Tabi insan sormadan edemiyor: Her şey bu kadar alenî cereyan ederken neden bir çare ya da çıkış yolu bulunamıyor? Bunun basit iki yanıtı var: Birincisi, bu eğitim politikalarına doğrudan maruz kalan alt sınıfların böyle bir derdi yok. İkincisi, orta ve üst sınıflar aynı politikalardan, özel okullar, kurslar, özel öğretmenler vb. aracılığıyla ya kısmen etkileniyorlar ya da hiç etkilenmiyorlar. Yani iki türlü de bu politikaların değiştirilmesi, buna gerçekten inanacak bir siyasî irade ve bilinçli bir insan kitlesine ihtiyaç duyuyor.

Çünkü Türkiye’deki tüm siyasal iktidarlar için eğitim, hep bir “makbul vatandaş” yetiştirme vasıtası oldu. Günümüzde ise bu insan tipi, “inançlı/dindar” olmak ile çerçevelenmiş bulunuyor. Fakat siyasal iktidarın “insanlar dindar olsunlar” diye eğitim politikalarını düzenlediğini sanmak saflıktan öte bir şey değil. Açıkçası dinlerin tarih sahnesine çıktıkları andan itibaren mevcut iktidarlara tanrısal meşruiyet kazandırma görevini üstlendikleri de bir iyi bilinen bir başka gerçek. Bu yüzden, “dindar nesil” yetiştirmek için girişilen tüm eğitim seferberliklerinin amacı, esasen daha kolay yönetilebilir, kontrol edilebilir ve yönlendirilebilir bir kitle ortaya çıkarmak ve böylesi bir kitlenin sayısını arttırmak hedeflerine odaklandığı rahatlıkla seçilebilir.

Hâl böyle olunca birkaç idealist eğitimci, buna kafa yoran ufak bir kitle, ülkenin geleceği için kaygılanan biraz daha fazla sayıda insan dışında PISA Sonuçları’nın bu ülkede kımıldattığı bir yaprak bile yok. Özellikle de alanın aktörleri olan eğitim politikalarını yönlendirenler arasında. Öyle ki ülkede buna dair ciddi bir iç muhakeme olsaydı, bunlardan bazılarının ekranlara çıkıp PISA Sonuçları’nı “birlik beraberliğimize karşı yapılan bir saldırı”, “Batı’nın bizi çekememesi sonucu oynanan bir oyun”, “lider ülke olmamızı engelleyici pis bir komplo” vb. olarak değerlendirmesi de kuvvetle muhtemeldi. Çünkü bu muktedirler için dindarlık ile vasatlığın yaş ve cinsiyet sınırı tanımadan ülke sathına bulaşıcı biçimde yayılması, fazlasıyla muteber bir durumun adı. Dolayısıyla kim ve ne için ölüp öldürdüğünü düşünmeyen, çalınan emeğinden geriye kalan maaşına kanaat getiren, ülkedeki gerçek sorumlular dururken suç ve kabahatleri hep dışarıda ya da içerideki hainlerde arayan, bazıları cenneti bu dünyada yaşarken öteki dünyadaki hayali bir cennet düşü içinde olan insan sayısı da doğal olarak artıyor. Ama siz siz olun bunların tümünün böyle olduğunu bazı yakınlarınıza söylemeyin, zira güzel bir rüyadan uyandırılmak herkesi kızdıracaktır.

21 Kasım 2016 Pazartesi

Yeni Anayasada Şeriat Olacak Mı? (BirGün Gazetesi Pazar Eki - 20 Kasım 2016)



15 Temmuz Darbe Girişimi’nin başarısızlıkla sonuçlanmasıyla birlikte mevcut politik iktidarın “darbeyi savuşturmuş” olmaktan kaynaklı konjonktürel enerjiyi, o günden beri ve kendisi açısından oldukça işlevsel biçimde kullandığına şahit olmaktayız. Dahası ortamın elverişliliğinden kaynaklı rüzgârı da arkasına alan AKP Hükümeti’nin, ülkenin rejimini değiştirme (“Cumhuriyet ile sorunumuz yok” dense de o Cumhuriyet’in önüne “demokratik” kelimesi de gelebilir “İslâm” da) adına geriye kalan son iki başlığı, ne yapıp edip, bu aralığa sıkıştırma amacında olduğu da görülüyor. Herkesin bildiği üzere yeni rejimin inşasında “zorunluluk” arz eden bu başlıklardan önem sırasına göre birincisi “başkanlık sistemi”, diğeri de “yeni anayasa” olarak artık önümüzde durmakta. Zira geçen hafta yaptıkları toplantıda AKP ile iktidarın dilsiz ortağı MHP’nin hem başkanlık hem de yeni anayasa konusunda (en azından bugün itibarıyla) uzlaştıkları haberi medyaya yansıdı.

Bunun da ötesinde “başkanlık sistemi” üzerine, bilhassa 2014 Yerel Seçimleri’nden günümüze ve sürekli artan bir tempoda, yoğun tartışmaların yaşandığı da iyi biliniyor. Oysaki kanımca başkanlıktan bile daha önemli görülebilecek “yeni anayasa” meselesine olan ilgi ve bir biçimde bu tartışmalara dâhil olma isteği, kamuoyunda aynı derece yüksek bir reytinge sahip değil. Kılıçdaroğlu bile “bu ortamda anayasa tartışmalarının doğru olmayacağından” bahsediyor. Siyasetin mantık dünyası, meselelere bakışı ve öncelikleri tabi ki farklı; fakat anayasa gibi devletin temel kurumlarının nasıl işleyeceğini, temel hak ve özgürlükleri eşliğinde kişilerin görev ve sorumlulukları ile egemenlik haklarının belirlendiği, tüm kanun ve yönetmeliklerin doğrudan referans almak zorunda oldukları yazılı bir metnin (yani esasen bir “toplum sözleşmesi”nin) nasıl “daha az ilgi odağı” olabildiğini anlamanın ise imkânı yok. Üstelik her anlayamadığımız durumda da “akıl, mantık aramayı artık bırakalım, bu ülke böyle” diyerek bir köşeye çekilmek de bir işe yaramıyor. Zaten bu nedenle, birçok kişi elinden geldiğince kafa yoruyor, bulduğu her ortamda yazmaya ve düşündüklerini inatla anlatmaya çalışıyor.

Yine böyle kıymetli bir çabada Fatih Yaşlı’nın geçenlerde yayınlanan bir röportajı vesilesiyle sarf ettiği ve başlığa da taşınan haliyle “şeriat anayasada yazmayacak ama fiilen uygulanacak” cümlesi, epeydir yazmak istediğim bu makalenin ortaya çıkmasına da bahane yarattı. Yaşlı röportajında özetle, “Şeriatın resmi olarak ilan edilememekle, yani anayasaya ‘Türkiye, şeriatla yönetilen bir devlet’ hiçbir zaman yazılmayacak, hatta ‘laiklik’ ilkesine yer verilecek olmakla birlikte, fiilen uygulamada olduğunu/olacağını düşünüyorum. Bununla kastettiğim ise İslam’ın Sünni yorumunun yazılı olmayan bir ‘üst ilke’ olarak görülmesi ve toplumsal/siyasal hayatın, söylemlerin ve pratiklerin meşruiyet kaynağının o yazılı olmayan üst ilke olması, bir referans kaynağı teşkil etmesi” diyordu. Bununla birlikte ben bu “üst ilke” kavramını önemli bulduğumu belirtmek, bu kavramı kendimce biraz açarak yola çıkmak ve yeni anayasa ile ilgili erken bir öngörüde bulunmak istiyorum.

“Üst İlke” olarak ahlâk

Öncelikle, Sünnî yorumun bir “üst ilke” haline gelmesinin, ancak, kendi durumunu sağlamlaştırabilmesi için yine kendi bünyesinden çıkaracağı kolektif, kapsayıcı ve meşru görülen bir takım referanslara sahip olmasıyla mümkün olacağı tespitiyle başlamak istiyorum. Zira bu referanslar, kafa karıştırmadan kolay anlaşılır ve kabul edilebilir bir kavram üzerinden sunulmak zorunluluğunu da beraberinde taşıyor. Kanımca, bu ve benzer nedenler yüzünden “üst ilke” pozisyonunu doldurmaya en güçlü aday, ahlâk kavramı olarak sivrilmekte.  Öyle ki günümüz Türkiye’sinde ahlâkın, sadece İslâm dini merkezli anlam ve yorumlarla çerçevelenmiş bulunması; bu anlam ve yorumların rakiplerine göre sağlam zihinsel altyapılara, kitlesel desteğe ve norm koyucu yaptırım güçlerine sahip olması; yine aynı sebeple eşliğinde itiraz edilebilirliğinin ve olası itirazları savuşturabilmenin kolaylığı gibi etkenler onu fazlasıyla öne çıkarıyor.

Dahası ahlâk, bugünkü gibi, kurucu gücünü bir dinden aldığında, inanç, o dine ait olduğu düşünülen ahlâkî normlara karşı daha az şüphe duyulmasını da sağlıyor. Üstelik bu çift perçinleme işlemi, “üst ilke” olmaya aday her kavram için önemli bir avantaj anlamına geldiği için, ahlâk kavramının içeriği de zaten bu avantajı destekler niteliktedir. Çünkü ahlâk, ideal yaşam düzenini amaçlayan bir toplumda “iyi” ve “kötü”yü belirleyen değerler ve kurallar bütünü olmasının yanı sıra; kişinin sosyal yaşam içerisinde sahip olduğu ilkeler, tavırlar, tutumlar, değerler ve mevcut idealler, bunlar üzerinden gerçekleştirdiği davranış ve eylemler ile bu eylemleri belirleyen toplumsal normlarla birlikte insanların kendi aralarındaki ilişkileri düzenleyen ve pek çok alandan beslenen (kültür, din, gelenek, ekonomi vb.’leri) inançlar toplamıdır ve bu özelliklerinden dolayı da kolektiftir; üstelik bireyin kendi icadı bir ahlâkı olmadığı için asla kişisel bir durumun adı da değildir. Hatta insanın içinde yaşadığı toplumsal pratik, ahlâkî yargılarının da kaynağı olduğu için, din ile ahlâkın tarih boyunca iç içe geçmişliği dinin ahlâk, ahlâkın da din gibi kabul görmesiyle sonuçlanmıştır. Bu nedenle de İslâmcıların ahlâka “özel önem” vermelerinin görünür sebebi fertlere çeki düzen vermek, onları iyi bir mümin yapmak ise, daha az seçilebilen asıl büyük amaç da (kavramın otoriter işlevselliğini keşfetmeleri neticesinde) topluma disiplin ve nizam getirme tasavvuruyla donatılmış olmalarıdır.

Şeriat’ın kendisi yok ama gölge fenomenleri var

İlâve olara yerelliğin aşırı önem kazandığı; kültür destesi içindeki inancın, değerlerin, adetlerin yeniden keşfedildiği günümüzde, bu politikaların da bu politikaların imalatı söylemlerin de altın çağını yaşadıkları söylenebilir. Bu yüzden yeni rejimin olmazsa olmaz yeni anayasasında bunların tümünün “üst ilkesi” olarak (genel) ahlâk kavramı yer alacaktır. Keza Platon’dan mülhem olarak Aristoteles’in holistik (/bütüncül) düşüncesinin Hıristiyan Ortaçağı’na nasıl ilham verdiğini  akla getirdiğimizde, ahlâkın eskimeyen işlevi de yerli yerine oturmaktadır. Bilindiği gibi, Aritoteles’e göre insanın “ahlâklı” olma ya da ahlâkî olgunluğa erişebilme durumu, ancak devlet içerisinde olma ve toplumla birlikte yaşamayla gerçekleşebilecek bir şeydi. Aristoteles burada devlete bir görev yüklemiş, devletin amacının yurttaşları ahlâkî bakımdan biçimlendirmek; devletteki koşulları da bu yüksek amaca göre düzenlemek olduğunu iddia etmişti. İşte bu yüzden tüm Hıristiyan Ortaçağı, tanrının İncil aracılığıyla yolladığına inanılan emirleri “ahlâk kaideleri” aracılığıyla yerine getirmeye çalışmakla geçmişti. Yerelliğin yeniden uyanış çağında ne kadar tanıdık bir çaba, öyle değil mi?

Öte yandan ahlâkın bir “üst ilke” olarak böylesine hâkim ve belirleyici bir pozisyonda bulunması, hem Şeriat’ın hem de onun hukukuna ait temel metinlerin yeni anayasada yer alması gerekliliğini de ortadan kaldırır. Çünkü İslâmcı ahlâk, ideolojik kurallar demeti olarak Şeriat’ın hayaletini kendi başına anayasanın sayfaları içerisindeki satırlarda gizlice dolaştırabilecek karakteri de bünyesinde taşımaktadır. Öyle ki buna göre, yıllardır hemen hemen her alanda (özellikle RTÜK cezalarını anımsayalım) “genel ahlâk” şeklinde karşımıza çıkan din, örf, adet veya bir takım geleneksel kodların, yeni anayasada kavram olarak geçmeyecek Şeriat’ın gölge fenomenleri olacakları ve böylelikle ideolojik vazifelerini layıkıyla yerine getirecekleri öngörülebilir mesafededir.

Burada bilhassa genel ahlâk kavramının esnekliği de ayrıca dikkat çekicidir. Zira Şeriat’ın “kabul etmediği”, kabul edilmesinin “mümkün görünmediği” ve özgürlüklerin karşısına yasaklarla dikildiği, fakat bu tavrı (şimdilik özenle) gizlemeye çalıştığı durumlarda bu esnekliğe ihtiyaç her zamankinden daha fazladır. Üstelik “tutarlılık” görüntüsüne zarar vereceği için ahlâkın elastiki biçimde kullanılması ama asla esnek olarak kullanıldığının itiraf edilmemesi de gerekmektedir. Burada olası bir ifşa oluşta (örneğin bir özgürlük talebi karşısında Şeriat’ın önceliklerinin savunulması gerekliliği gibi), aynı esneklik imdada yetişecek ve çoğu kez kabul edilebilir bir savunma olan “yorum farklılığı” üzerinden (hem de daha az dikkat çekecek şekilde) yeniden bir meşruiyet devşirilmeye çalışılacaktır.

Yerelliğe teyelli “özgürlükler”

Özgürlükleri yerel değerlerle çerçeveleme şeklinde ortaya çıkan bu postmodern tavır, “ama, fakat, lakin”lere kadar olan birinci cümlelerde vitrini süsleme zorunluluğundan “özgürlükçü” metinlere sahip olduğu izlenimi verse de hemen ardından gelen ikinci cümlelerde bunların tümünü bazı şartlara bağlama davranışından da vazgeçemez. Meselâ insanlar düşüncede özgürdür ama toplumun değerleriyle çatışmamak kaydıyla; sanatçı, sanatını serbestçe icra edebilir, fakat genel ahlâk kurallarıyla uyumlu olmak zorundadır;  üniversitelerde özgürce bilim yapılabilir, lakin milletin inancına saygı gösterdiği müddetçe, gibi türlü biçimlerde görülmesi kuvvetle muhtemel olan bu tanıdık tutum, taşralı değerlerin de genel ahlâk, inanca saygı vb. kavramlarla bir anayasa metnine sirayet edebileceğinin göstergesi şeklinde de düşünülebilir.

Bitirirken hafızamda yer eden ve ilgisiz gibi görünse de ufak bir olayda bile bu zihniyetin nasıl ifşa olduğunu gayet iyi gösteren bir sahneyi örnek vermek istiyorum. Gezi’nin son günleriydi, göstericiler Park’tan çıkarılmıştı ve bugün FETÖ’den içeride tutuklu olan İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu ile Belediye Başkanı Kadir Topbaş, savaş kazanmış muzaffer komutanlar edasıyla basın toplantısı düzenliyorlardı. O sırada basın toplantısını takip eden bir kadının “parkta eşimle öpüşebilecek miyim?” şeklindeki sorusu üzerine Vali Mutlu şu yanıtı veriyordu: “En çok merak ettiğiniz soru bu mu? Bu sizin gönlünüzden geçen bir şey. Ben size bir şey söyleyeyim. Toplum içerisinde yazılı hukuk kuralları gibi hukukun kaynaklarından biri örf ve geleneklerdir. Ben hukukçuyum. Hukukun kaynakları içinde örf ve gelenekler de vardır. Hâkim gerektiğinde hukukun içine yazılı bir kaynak bulamazsa kararlarını örf ve geleneklere göre verir. Bu toplumda sizin bahsettiğiniz şekilde bir yaklaşım varsa ve millet yadırgamıyorsa istediğinizi yapabilirsin.”

Sırayla ele almak gerekirse, birincisi, ilk iki cümle vasıtasıyla soruyu soran kadın politik olarak rakip ve üstelik “gayr-ı ahlâkî” görülen bir sosyal yapıyla çerçevelenmekte; ikincisi sorunun içindeki eylem, sanki bir “suçu” ele alıyormuş gibi “hukuk üzerinden” değerlendirilmekte; üçüncüsü, örf ve adetlerden yola çıkılarak bu eylem “milletin yadırgayıp, yadırgamaması” üzerinden ele alınarak, “milletin değerleri” gibi soyut ve spekülatif bir durum adaletin “keskin kılıcı” hâline getirilmekte;  son olarak da bir kesimin bu “değerlerle” doldurduğu (ya da öyle olabileceğini varsaydığı) “genel ahlâk” ve yine ona ait olduğu düşünülen kurallar, kesin ve şaşmaz bir terazi olarak görülmektedir. Burada özellikle dikkat edilmesi gereken son bir nokta da bir İslâmcı tavrı olarak “ayıp” olduğu kanaatine varılan bir davranışın, inançtan referans alarak “suç”a dönüştürülmesi eğilimidir ki, yerelliğin içerisine gömülmüş bütün “hukuk” yaklaşımlarının tanıdık rahatsızlıklarından birisi olarak altı çizilmelidir. Nitekim bu vesileyle, yerelliğin hukuku “nasıl yozlaştırdığı” da başka bir makalenin merak konusu olabilir.[1]

Son olarak, bilindiği üzere herkes sınıfının insanıdır. Bir burjuvanın yazdığı tarih ile aynı dönemi ele alıp yazan bir sosyalistin tarihi aynı değildir ve bu farkı yaratan şey “onların toplumsal varlık” olmalarından kaynaklanır. İşte bu yüzden anayasayı kimim/kimlerin yazdığı fazlasıyla önemlidir. Hem politik hem de sosyal alanda İslâmcı yerelliğin her türlü serbestliği yutma eğiliminin güçlendiği günümüz Türkiye’sinde buna yönelik çarelerden birisi de politik bir duruş üzerinden alternatif bir dil ve bu dile ait ahlâkî ilkeler seti oluşturmaktır. Bu otoriter taarruzla mücadele etmenin zorluğunun bilgisiyle günlük hayatta da buna örnek teşkil edecek biçimlerde davranmaya çalışarak, bu ilkelerin kaynağı insanı ve tüm olumsuzluklarıyla beraber onun yarattığı medeniyeti savunmak mecburiyetindeyiz. Günden hoşnut olmayanlar korkuları besleyen gecenin gelmesini ve bir hiç gitmemesini isterken, insanî ilkelerin kaybının acıları daha da şiddetlendireceğini aklımızdan çıkarmamalıyız. Zira insana yakışan bir dünyanın doğması, ancak bu yolla sağlanabilir.





[1] Ben tam bu satırları yazarken Meclis’e utanç verici bir yasa teklifi verildi; teklifin görüşülmesi kabul edilirken bu değişiklik teklifinin “bizim kültürümüzde ve Avrupa kültüründe reşit olmak aynı şey değildir. Bizde reşit olmak kız çocuğu için muayyen halleridir” gibisinden cümlelerle savunulduğuna da şahit olduk.

3 Ekim 2016 Pazartesi

Antidepresan Katkılı “Münferit Tekmeler” (BirGün Gazetesi Pazar Eki - 2 Ekim 2016)



Geçtiğimiz iki hafta boyunca en çok gündemde kalan haberlerden birisi de şort giymiş bir kadının, sadece giyiminden dolayı, otobüste saldırıya uğrayıp, tekmelenmesiydi. Her olayda olduğu gibi yine bu olayda da Türkiye’deki derin ahlâk probleminin (artık bıkkınlık verici) bir örneğine daha şahit olduk. Öyle ki “ama, fakat, lakin” ile başlayan ikinci cümlelerde bu şiddet eylemi aynı bildik gerekçelerle “haklı gösterilmeye” çalışılıyor; hani neredeyse şiddet gören bir kadın giyiminden dolayı “asıl suçlu” ilân ediliyordu. Bilhassa böylesi şiddet olaylarında faillerin herhangi bir özelliğinden dolayı “bizdense haklı”, “değilse haksız” şeklinde de kendisini gösteren bu ahlâk problemi, sadece küçük bir grubu kapsayan bir sorun biçiminde kalsa, bu şartlar altında belki ona da razı olabilirdik. Oysaki bugün bu problemin artık kitleselleştiğini, üstelik insanların akıllarını da alıp götürdüğünü izlemekteyiz. Zira yaşananlar karşısında soğukkanlı olmaya çalışan, önce olayı anlamaya odaklı kişilerin sayısı zaten fazla değildi; günümüzde ise iyiden iyiye azaldı. Suçlama ve düşmanlığın kolaycılığı, yerelleşmenin tutarlılık görüntüsündeki içi boş güveniyle birleşince, insanlara bir şeyler anlatmak da giderek zorlaştı; maalesef her geçen gün daha da zorlaşıyor.

Diğer yandan aynı nedenler eşliğinde şahit olmaktayız ki, bu tür bir şiddet eylemi ile bir siyasal düşünce arasında bağ kurabilmek, bazıları için imkânsız gibi bir şey. Hâlbuki (özellikle bireysel hak ve serbestliklere yönelik) hiçbir suç ya da şiddet eylemi, asla bireysel/tekil bir durumun adı değildir. Çünkü herhangi bir siyasal düşünce için kişiler, yeri geldiğinde bireysel inisiyatif alabilecek “yüce” misyonlarla da donatılmışlardır. İlâve olarak bu tür eylemlerde şiddeti sürekli yedeğinde tutan, bazen açık bazen de gizli biçimde şiddete yönlendirici ya da şiddeti “kabul edilebilir” hâle getiren bir rıza mekanizması, kolektif bir referans unsuru da daima mevcuttur. Bu referansın görülememesi, ilişkinin fark edilebilirliğinin cılızlığı veya şiddet eylemi ile motive edici unsur arasındaki bağın kurulamaması gibi durumlar, çoğu kez onun vaktiyle zihniyetin bir parçası haline gelmiş olmasından veya sahiplenilen kültürün içerisine itinayla sızmasından kaynaklanır.

Nitekim zihniyet ile kültürün perdelemesindeki bu tarz bir “sızma” harekâtı, tamamen ideolojik bir oluşumun varlığına da delalettir. Öyle ki buradaki “sızma” fonksiyonu, gerçekleştirilen her türlü şiddet eylemini, hayatın olağan akışı içerisinde ortaya çıkan “normal”, “haklı”, basit, sıradan ve “hoş görülebilir” bireysel davranışlara dönüştürmekte de ustadır. Örneğin, bazı öğretmenler öğrencilerini “onların iyiliği” için dövmektedir; askere gitmeden asla “adam” olunmaz; gece yarısı sokağa çıkan kadınlar, tacizi/tecavüzü baştan hak etmiştir; baba, döver de sever de; insan öldürmek kötü olsa da kutsalımıza saygısızlık edildiğinde bu geçerli değildir; şort giyen bir kadın aslında erkekleri tahrik ettiği için tekmeden daha fazlasına layıktır vb. gibi… Keza bu aşamadan sonra her şiddet eylemi ile onun üzerine sarf edilen her cümle, olayı mevcut bağlamından koparıp bir takım gerçeklikleri gizlemeye yaramasından dolayı, ideolojik bir hâl alır.

Dahası şiddet eylemlerine zemin hazırlayan tüm kolektif referanslar, bir takım söylemler aracılığıyla şiddet eyleminin kendisini ideolojinin nesnesi haline de getirir. Bu yüzden sıkça rastladığımız ve “ne alakası var?” cümlesiyle karşılığını bulan bir karşı müdafaa şekli, aslında, meşru şartlarda savunulması güç olan bir şiddet eylemi ile kolektif referans arasındaki bağı koparmaya yönelik, bazı durumlarda bilinçli olacağını da düşünebileceğimiz, ideolojik bir manevradan başka bir şey değildir. Bu manevra başarılı olursa, hem kolektif referansın doğrudan şiddet eylemine sevk edici unsurlarının varlığı gizlenecek hem de kuvvet alınan bu referansın geçerliliği sağlama alınacaktır.

Öte yandan böylesi manevralar, bazı durumlarda ikna etmeye yönelik fazladan söylemlere de ihtiyaç duyarlar. Böylelikle bu söylemlerin hızla imdada yetiştiği noktada, başka bir ideolojik manipülasyon unsuru daha “münferit bir olay/vaka/hadise” açıklamasıyla yaşam bulur. Zira Türk politik kültüründe bir olayı, önemsizleştirmek, örtbas etmek, ilgiden uzaklaştırmak, kısa zamanda unutulmasını sağlamak için bundan daha işlevli, hatta genel kabul de gören bir açıklama üretildiğini söylemek güçtür. Üstelik bu cümle öbeğinin kendi içindeki mantığı, olayın (örneğin bir şiddet eylemi ya da ayıplanacak bir hareket vb.) tekil biçimde gerçekleştiğini; asla topluma veya bir topluluğa mâl edilemeyeceğini; devletin/sistemin hiçbir kusurunun olmadığına yönelik kullanışlı bir bilinçaltı mesajına da sahiptir. Burada “münferit olay” olarak tanımlanmaya çalışılan, sadece “münferit olan” değil; yaygın olanın bir an görünür olup ortaya çıkması, yakalanması ya da mevcut suçun ispata gerek duyulmayacak kadar açık olmasından kaynaklanır. Aslına bakılırsa kayıtsızlığın verdiği rahatlıkla hemen hemen herkesin ortak yalana dâhil olduğu bu durum, kitlesel bir konfor anlayışının koca toplumu bir ahlâkî buhrana nasıl sürüklediğinin de resmi gibidir. Netice itibarıyla olay “münferit” olduğu (?) için kamuoyu derin bir nefes alır; yerel ve ulusal yetkililer sorumluluklarından sıyrılır; insanlar bütün nefretlerini en büyük hatası “yakalanmak” olan failin üzerine kusarlar ve bir sonraki “münferit bir olay”a kadar konu kapanır.

Bu açıklamalar ışığında “münferit bir olay” şeklinde de değerlendirilen otobüsteki şiddet eylemini artık ele alabiliriz. Öncelikle şiddet eylemini gerçekleştiren kişinin ifadelerine bakacak olursak, zanlının polis sorgusunda “kadın olurunda giyinmiş olsaydı manen tahrik olup bu hareketi yapmayacağını”, “kadının giyinişiyle ülkenin ve toplum değerlerinin ayaklar altına alındığını”, “inançların yok sayılamayacağını”, “kadın başka bir kıyafet giymiş olsa, daha az tahrik olacağını” söylediği görülüyor. Bu ifadeden adamın, hiç tanımadığı bir kadına karşı ortalık yerde “giyiminden” dolayı şiddet eylemine giriştiğini; kadının giyiminden adamın “inancı ve toplumun değerleri gereği” manen tahrik olduğunu anlıyoruz. Her fırsatta “münferit” diye geçiştirilmeye çalışılan, fakat bu toplumda şiddet şekli ve dozu farklı binlercesi yaşanan böylesi eylemlerin kolektif referansının ya din ya da onunla hemhal olmuş geleneksel değerler olduğu başka nasıl itiraf edilebilirdi ki?

Açıkçası tüm dünyada İslâmcı politikaların öncelikle günlük hayata (/kamusal alan) hâkim olmak, toplumsal dönüşümü oradan başlatmak hevesleri de bilinmeyen bir şey değil. Kişi hakları ve serbestliklerini ortadan kaldırmaya, gözünün önünden uzaklaştırmaya, başaramazsa “görünmez kılmaya” yönelik olan bu politikalar, en büyük gücünü yine İslâm’ın biçimlendirdiği değerler dünyasından alıyor. Bir yandan günümüzün simülasyon toplumunda yaşayan öte yandan da değerlerine her şartta sürekli saygı bekleyen bir insan malzemesinin eşliğinde günlük hayatı hedef alan bu mühendislik çalışmaları, destekçisi de her geçen gün azalan “birlikte yaşama” idealinin önündeki en büyük engellerden birisi olarak çözüm bekliyor. “Gitsin evinde içsin”, “ne yapıyorsa ne giyiyorsa evinde yapsın” gibi taşralı değerlerin kolaycılığıyla da yaygınlaşan bu söylem dağarcığı, öncelikle kadınların giyim kuşamını, daha sonra ise kadın erkek münasebetleri ile alkol kullanımını “ayıp bir şey” hâline getirmeyi amaçlıyor. Zaten dikkatli bakıldığında “münferit” diye nitelenen şiddet eylemlerinin tümünün altında, referans alınan dünya görüşü ile ona ait değerlerin ruhu yatmakta. Bu ruh, vaktiyle Çorum, Maraş ve Sivas’ta, bugün Suruç, Ankara, Antep’te kitlesel kıyımlarla yoluna devam ederken; bu katliamlara alkış tuttuğunu düşünmekte çok da zorlanmayacağımız bazıları da durumdan vazife çıkarıp, gücü (en azından şimdilik) buna yettiği için, “alkol tüketiliyor” zannıyla mekân basıyor; Ramazan’da “dövmek için” su içen birini arıyor; ya da mahallesinde namus bekçiliği yapıyor; hiçbir şey yapamazsa bile otobüste kadın tekmeliyor.

Yine de hakkını teslim etmeliyiz ki, karşımızda kolektif referans ile şiddet eylemi arasındaki bağlantıyı silikleştirmekte usta bir ideoloji, bu ideolojiden beslenen mazeret üretmekte mahir bir dil ve bu dilin her türlü imkânla işleme sokulduğu kindar bir ahlâk biçimi var. Bu sebeple “ne alakası var?”dan “münferit bir olay”a uzanan mazeretler silsilesi, kendi kitlesi nezdinde “kabul edilebilir” dursa da, günümüz şartlarında bu politikaların sonucu olan düşünce ve eylemler ile bu “ahlâk” şeklinin, gelecekte ne sürdürülebilirliği ne de meşru olma imkânı yok. Çünkü insanlık da tarih de tüm yaşananları kaydediyor.

Sonuç itibarıyla ben bu satırları yazarken ülkenin nadide bir vilayetinde Valiliğin “OHAL kapsamında il genelinde çalışan tüm alkollü içecek tüketilen umuma açık yerleri kapattırdığı” şeklinde bir “münferit olay”ın daha haberi geldi. Vali “bir bakıma elektrik verdik, herkes kendine gelsin burada" diyerek, uyarıda da bulunuyordu. İnsanların bu yasak sonrasında “kendilerine gelip gelemeyeceğini” tabi ki bilemiyoruz. Fakat esasen kendisi de bir “büyük anlatı” olan kolektif referans ile bu yasak arasındaki ilişkiyi net biçimde görebiliyoruz. Tıpkı otobüste kadın tekmelerken “ulvî” bir misyonla donatıldığını düşünen o adamın, iddia edildiği gibi bu şiddet eylemini “psikolojik rahatsızlığı olduğu ve antidepresan hapı kullandığı” için yapmadığını görebileceğimiz gibi…

Yeri gelmişken “son not” olarak ekleyelim. Psikofarmakoloji Derneği‘nin verilerine göre Türkiye’de yılda 40 milyon kutu civarı antidepresan hapı tüketiliyormuş. Ülkenin esas sorununun “inanç eksikliği” falan değil, sosyo-ekonomik sistemin ortaya çıkardığı ahlâk eksenli bir insan problemi olduğu daha nasıl göze sokulabilir ki? “Münferit” denilenin aslında “genel vaziyet” olduğunu çözmemiz ve artık beyan etmemiz için acaba başka ne yaşamamız gerekecek?