1990’ların sonlarına doğruydu, yani bugünlerde “28 Şubat”
ismiyle nam salan dönemin tam ortaları… Televizyon ile münasebetimi tamamen kesmeme
de bir iki yıl var. Tabi televizyonlar o dönem yine mevcut rejimin çizgisinde
uygun adım yayıncılığa devam ediyor. Öyle ki bir TV kanalının akşam
haberlerinde konu “kaçak Kur’an kursları” ve acar kadın muhabirlerden birisi İstanbul’da
“ihbarın” yapıldığı kenar mahallenin yolunu tutmuş. Muhabir mahallede dolaşırken
evlerden birinin penceresinde otururken gördüğü orta yaşlardaki bir kadına “teyze
burada bir cemaate bağlı kaçak Kur’an kursu varmış, bilginiz var mı?” diye soruyor.
Kadın kamerayı görünce içeri çekiliyor ve perde arkasından “bilmiyorum,
görmedim” diyor ama yalvaran tonlamayla gelen asıl cümle sona saklanmış: “Kızım
n’olur bir dinimiz var, onu da bizden almayın…” Belli ki kadın, kursun yerini
biliyordu; hatta kuvvetle muhtemel o cemaatle yakın teması vardı ya da çocuğunu
o kursa yolluyordu.
Bu görüntüyü izleyen genç bir yüksek lisans öğrencisi olarak
kadının “bir dinimiz var, onu da bizden almayın” cümlesi bu zamana kadar
aklımda kaldı, o vakitler üzerine düşündüğümü de iyi anımsıyorum. Acaba dinî inanç,
bir insanın tüm yaşamının en kıymetli nesnesi haline neden ve nasıl
gelebiliyordu? Aynı soru bugün de güncelliğini koruyor, fakat geçen yirmi yıldaki
yaşanmışlıklarla sorunun niteliği iyice değişti ve İslâmcının bir diğer
İslâmcıdan kaçtığı bu gösteri çağında soru çoğu vaka için “acaba öyle midir?”e bile
dönüştü.
Tabi insanın tüm benliğini böylesine kaplayan dinî bir inancı
ele alırken, aynı inancın ürettiği bazı örgütlenme biçimlerinden de bahsetmek
gerekebilir. Nitekim İslâm inancı söz konusu olduğunda da yegâne örgütlenme
yöntemi olarak cemaat ve tarikatlar ön plâna çıkıyor. Bugüne kadar ve her
kesimden kişiler tarafından bu yapılarla ilgili pek çok şey yazıldı, söylendi.
Cemaat ve tarikatların güvenli olmayan/görülmeyen bir dünyaya dair “güven
eksikliğini” giderdiği; tehlikelerle dolu rekabetçi bir ortamda üyelerini dışarıya
karşı koruduğu; bu yapılara mensubiyetin sosyal güvence sağlayıp istikbal
kaygılarını azalttığı; insanların eksikliğini hissettiği yardımlaşma ve
dayanışma duygularına karşılık geldiği; şehir yalnızlığına karşı manevî kaygı
ve boşlukları doldurduğu; birlikte yapılan ibadet ve sohbetlerin kişileri
sosyalleştirdiği; ortak bir aidiyet duygusu eşliğinde bir kimlik sahibi
yaptığı; burs, yurt, kurs vb. imkânlarla üyelerine eğitim fırsatları sağladığı
ve bunlarla birlikte toplumda bir sosyal ağ vazifesi gördüğü sıklıkla
vurgulanan özellikler olarak sıralanabilir.
Yine de cemaat ve tarikatlarla ilgili kısa tespitler, tabi ki
yukarıdakilerle sınırlı değil. Bilhassa son yıllarda küçük çocuklara karşı
işlenen taciz ve tecavüz suçlarının pek çoğunda bu yapıların izlerine
rastlıyoruz ve bunlar sadece duyduklarımız. Bununla birlikte hemen hemen her
hafta bir cemaat ya da tarikat liderinin cinsiyetçi, ayrımcı ve bazı kesimlere
karşı şiddete sevk eden açıklamalarıyla (topluluk içerisindeki adı “fetva
vermek”) karşılaşıyor, insan hakları ve özgürlüğünün nasıl önemsizleştirildiğine
şahit oluyoruz. Dahası dövme yaptırmadan bekâr kalmaya, çocuk istememekten
yalnız yaşama tercihine, çocukların eğitiminden kadınların çalışmasına kadar
birçok kişisel karar bunlar tarafından “sapıklık” (DİB Başkanı da “incelterek” bunlara
“sapkınlık” diyor) şeklinde değerlendirilebiliyor. Fakat en çok mesai
harcadıkları konu, tahmin edileceği üzere cinsellik… Öyle ki bu çevrelerin özellikle
kadın cinselliği ile bedeni üzerine yaptıkları açıklamalar, günahlar ve
yasaklarla çevrili çok “orijinal” söylemleri içermekte. Bu kişilerin insan
yaşantısı ve eylemleri hakkında söylediklerini dinlediğinizde ise yüzlerce yıl
öncesi ile bugün arasında değişen fazla bir şeyin olmadığı kanısına kapılıyorsunuz.
Diğer taraftan, cemaat ve tarikatları anlayabilmenin bir yolu
da onların rejim ve politik iktidar ile olan ilişkilerine bakmaktan geçiyor ve
bu yazının asıl odaklanmaya çalışacağı konu da bu olacak. Zira aynı yapıların mevcut
pozisyonları Türkiye’deki “yeni rejim” açısından hayatî bir öneme sahip. Öncelikle
bu yapılar yeni rejim tarafından “sivil toplum” pozisyonuna yerleştirilip, yine
benzer pozisyon üzerinden muhatap olarak da kabul görüyorlar. Yani yeni rejim,
her nasıl oluyorsa artık, kendi “sivil toplum”unu kendi içerisinden üretiyor ve
onu da toplumdaki uygun yere yine kendisi yerleştiriyor. Tam bir Ortadoğu
hikâyesi… Vakti zamanında Gülen Cemaati’ne de “sivil toplum kuruluşu”
deniyordu; lakin neyin “kuruluşu” olduklarını en acı örnekle cümle âlem gördük.
Dahası cemaat ve tarikatların “sivillikle”, “sivil toplum”
olmakla bir alâkaları olmasa bile, yeni rejimin toplumsal muhatap ve destek bulma
ihtiyacı, bu yapıları o pozisyona doğru sürüklüyor. Böyle olunca da diğer
toplumsal yapıların, muhalefetin, sendikaların temsilcileri meşru görülmeyip “önemsizleştirilirken”,
cemaat ve tarikatlar uygulanan politikalara doğrudan katkı sağlayacak yerde
konumlanıyor. Bu konum üzerinden üretilen dil ve söylemlerle de toplumda neyin
“iyi”, “doğru”, “haklı” ya da “haksız” olabileceğine karar verecek yegâne ölçek
olmak amaçlanıyor. Kurgusal, hayali ve yaratı bir tarih yoluyla (bakınız İslâm
ve Osmanlı Tarihi) neyin ne olduğunun karar vericisi, tek yetkili bir merkez…
Yeni rejim için bir çeşit “mit üretme” pınarı…
Örneğin, bu yapıların baskısıyla ders kitaplarının içeriği
değiştiriliyor; “değerler eğitimi” adıyla hazırlanan bir müfredata göre
derslere çevreden “kanaat önderleri” (tahmin edin bakalım kimler?) girebiliyor.
Üstelik YÖK üniversitelerde “Toplumsal Cinsiyet Eşitliği” çalışmalarını
durduruyor. “Genel ahlâk” tepkileriyle RTÜK programlara ceza yağdırıp, sansür uyguluyor, otosansüre ise zemin hazırlanıyor. MEB yeni
eğitim-öğretim yılı için hedeflerine “Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Projeleri”ni
koyuyor ama tepkiler üzerine projeyi web sitesinden iki saat sonra hızla kaldırmak
zorunda kalıyor. Yine aynı yapıların, kadınlar için büyük kazanımlardan birisi
olan İstanbul Sözleşmesi ve “nafaka hakkı” konularında çok yoğun tepkileri var
ve bunlarla ilgili neler olacağını da yakın zamanda göreceğiz.
Bununla birlikte yeni rejimin “kültürel iktidarı alma”
sevdasında da cemaat ve tarikatların önemi büyük. Kendi aracıyla Anadolu’yu
boydan boya geçen dikkatsiz birisinin bile kolaylıkla görebileceği gibi, memleketin
her köşesi cemaat ve tarikatlara tahsis edilen topraklarla dolmuş. Buralara
külliye, medrese ve türlü okullar inşa edilmiş, yeni inşaatlar da devam ediyor.
AKP, buralardan yetişen gençlerle hızlı biçimde kültürel ve ideolojik bir dönüşüm
sağlamanın peşinde. “Kalabalık olma”nın kültürel iktidarı ele geçirmede yeterli
gelip gelmeyeceğini tartışılır ama cemaat ve tarikatların ürettikleri herhangi
bir şey de yok, tıpkı yetiştirdikleri insan niteliğinin “kültürel iktidarı ele
geçirme” adına üreteceği bir şeyin olmaması gibi… Onlar sadece kendilerine
sağlanan imkânlarla bugün bu “güzelliğin” keyfini çıkarıyorlar. Kültürel iktidar
işi ise, Allah’a emanet!
Yine yakın dönemde yaşadığımız iki büyük olay, cemaat ve
tarikatların yeni rejimin kendi güvenliği açısından ne gibi fonksiyonlara sahip
olduğunu da gözler önüne sermekte. Öyle ki bu iki olay vesilesiyle, yeni
rejimin paramiliter güçlerini bu yapılardan oluşturduğu da şahit olduk. Önce
elde palalar ve çivili sopalarla Gezi Direnişi’nde mahalle aralarında “Gezici”
arayan gruplar, sonra da 15 Temmuz’da “darbeci” linç eden kalabalıklar ile
“demokrasi nöbetleri”nde hep bu yapılar ön plândaydı. Bugün bile bazı yerlerde
mahalle/bölgenin güvenliğinin dahi bu yapılara emanet edilmiş durumda olduğu
söyleniyor. Rejimin niteliği olan kişilerin disiplin, kontrol ve en nihayetinde
düzeltilmesi (“terbiye” adıyla meşru görülüp, kutsanıyor) meselesinin bir parçası
da buralara emanet edilirken, belli ki yeni rejim, kendi tahakküm hattını bazı cemaat
ve tarikatların neferleriyle kurmayı tercih etmiş gibi görünüyor.
İşte tam bu noktada cemaat ve tarikatlar ile serbest piyasa ekonomisi
arasındaki ilişkinin daha da belirginleştiğine rastlıyoruz. Keza bu yapılara
katılım ya da temas etme, ancak ekonomik imkânlarla birlikte düşünüldüğünde
anlamlı hâle gelecektir. Çünkü serbest piyasa ekonomisi koşullarının hâkim
olduğu ve giderek yoksunlaştırılan bir ülkede artan fakirlik ve işsizlik, bu vahşi
ekonomik şartlarda dayanışma ağlarının yokluğu vb. pek çok etken cemaat ve
tarikatlara katılımı, onlarla ticarî ilişkilere girmenin yollarını da açıyor.
Bu yapılar kişilere bir yandan istikbal ve koruma vaat ederken, diğer taraftan
da onların olur olmaz çıkışları veya ayrılışlarını engelleyip sosyal
kontrollerini sağlıyor. Makbul vatandaşlığın gereği olarak, olan bitenler
konusunda yukarılara bazı bilgilerin taşınması da zaten “ulvî görev”in bir
parçası… Böylece piyasa ekonomisinin şartları ne kadar sertleşirse bu yapılara
muhtaçlık o derece artıyor ve dolayısıyla yeni rejimin kitleleri kontrolü ve
yönetmesi de aynı oranda kolaylaşıyor. Tabi burada mutlak bir kontrol ve
başarıdan söz edilemez. Hatta kolaylık elbet ama bir “başarı” var mı
tartışabiliriz. Bunun sebebi de, bu yazının sınırlarını aşacak biçimde geniş
olan, yaşadığımız çağın İslâmcıların dikkate bile almadığı gerçekleriyle
ilgili.
Sonuç itibarıyla, cemaat ve tarikat örgütlenmelerini ne
İslâmcılık’tan ne de yeni rejimin niteliğinden ayrı tutabiliriz. Dahası politik
iktidardan bu yapılarla “ilişkisini kesmesini istemek” de bir o kadar abesle iştigal.
Cemaat ve tarikatların kapatılmasının bir çözüm olmadığı da yaşanan
deneyimlerle iyice görüldü. Zira tarihsel köklere sahipler ve tüm inanç
grupları gibi azalıp, etkisizleşseler de ortadan kalkmayacaklar. İkincisi ise
belli baskılar üzerinden devşirdikleri “mağduriyete” paha biçilemiyor.
Öyleyse yapılması gereken şey, bu yapılarla mücadelede dayanışma
yollarını kurmak ve örgütlemekten, ısrarla kamusal politikalar ile bireysel hak
ve özgürlükleri savunmaktan, yardımlaşmayı genişletmek, öğrenmekten vazgeçmeyip
bilgiyi paylaşmaktan geçiyor. Günlük hayat üzerinde dil ve söylemlerde tahakküm
kurmayı amaçlayan dinî ve baskıcı ahlâk öğretilerine karşı insanlığı, hayatı ve
serbestliği önemseyen bir ahlâk düşüncesini savunmak da bu yollardan bir
tanesi. Kadın erkek yan yana durarak cinsiyet eşitliğine sahip çıkmak, bunu önemseyen
çocuklar yetiştirmek gerekiyor. Ve hemen gerekiyor…
Bu makaleye şu LİNK'ten de ulaşılabilir:
https://www.birgun.net/haber/yeni-rejimin-mitolojisi-cemaat-ve-tarikatlar-269622
Bu makaleye şu LİNK'ten de ulaşılabilir:
https://www.birgun.net/haber/yeni-rejimin-mitolojisi-cemaat-ve-tarikatlar-269622