Rene
Descartes’ın kendinden daha ünlü olan “Düşünüyorum, öyleyse varım” sözleri
üzerine kurduğu düşünce dünyası, ciltlerce sürebilecek bir tartışmanın konusu
olabilir. Öyle ki, Descartes
felsefesinin nirengi noktası olan “varlık” sorunudur.
“Varlık” karşıtı “yokluk/hiçlik”, insanların nesneleri adlandırma süreçleri sonucunda ortaya çıkmıştır.
Elle tutulup, gözle görülebilen (sonraları buna deneyle kanıtlanabilme şartı da
eklenecektir) nesneler “varlık” olarak adlandırılırken, hiç varolmayan ya da üç
boyutlu dünyada görülmese de varolduğu düşünülen “yokluk” boyutu (dinsel ve
tanrısal alandır) ile birlikte “varlık sorunu (ontoloji)” yüzyıllardır
felsefenin en merkezi tartışmalarında birisidir; hatta felsefenin “varlık
sorunu”ndan doğduğu da iddia edilmektedir. Descartes’ın kendi felsefesinin
temeli olan bu sözüyle dile getirmek istediği de tam bu noktada belirginleşir.
Ünlü düşünür burada “özne” yani “ben”in altını çizmektedir. Fakat buradaki
“özne/ben”, tamamıyla bilinçli ve dolayısıyla kendisinin farkında, kendisini
bilebilen, varlık nedeninin farkına varmış olan bütünüyle özerk bir konumdadır.
Bu “özne/ben”, bu konumda olduğunun farkında olmakla kalmaz, aynı zamanda
kendisini başkalarına karşı da bu konumda varsayar, onlardan kendisinin bu konumda
olduğunu bilerek, göstererek ve uygulayarak davranmalarını ister.
Bütün bunlarla birlikte, etkin bir
“varlık” olan “özne/ben”, olayların tam ortasında, tutarlı, bilinçli, bir başka
“özne/ben”e asla indirgenemeyecek bir konumun ifadesidir. Kurguda anlatıldığı
gibi, “düşünmüyorum” dedikten sonra kaybolan Descartes aslında düşünmediğinden
dolayı değil, düşünmeyip bir “varlık/özne/ben” olamadığından dolayı ortadan
kaybolmaktadır. Çünkü sistemli “düşünme”*
insana has bir meziyettir. Descartes’a göre, yukarıda sıraladığımız “özne/ben”e
ait özellikleri taşımayan bir insan asla “varlık” değildir, onlar
“yokluklar/hiçlikler” dünyasına aittirler. En önemli “varlık” nedenini yerine
getirmeyen insanların somutlukları da tartışmalıdır. Bu yolla Descartes insan
öznesinin eleştirisini yaparken, kendi “varlık” felsefesinde “varlık”
olabilmenin şartlarını da ortaya koymaktadır.
Aynı bağlamda akıl yürütmeye devam edecek
olursak, Descartes’ın “özne”sini ya da “ben”ini günümüzde “birey” olabilmekle
üst üste koyabiliriz. Bilindiği gibi, “özne” terimi kendisine oldukça yakın
görülen “birey” teriminden bambaşka bir şeye karşılık gelse de, ikinci terim,
insanın özgür olduğunu ve entelektüel bir eyleyen olması nedeniyle insanın
düşünme sürecinin asla baskı altına alınamayacağını varsaymaktadır. Buna göre bireyi, bir düşünme sürecinin ürünü olarak
görebiliriz. Birey/Descartesçı felsefede “özne/ben” olarak doğulamayacağı ve
“ben birey olacağım” ya da “haydi birey yaratalım” demekle birey de ortaya çıkarılamayacağı
da bir sosyolojik gerçekliktir. Üstelik Batılı anlamda birey, bir “kolektiflik” sürecinden
geçip “bireyselliğe” ulaşmış bir kişi anlamına gelmektedir.
Bu birey, yurttaşa ve yurttaşlık haklarına inanan, bunları ön plana alan,
katılımcı, sivil ve özerk bir insandır. Bu standartlar Batılı manada “birey”
olmanın ön şartlarıdır.
Bunları sıralayacak olursak: Kişilik, dışsallık, içsellik, yaratıcılık,
yeniliklere açık olma, belirsizlik, sorun çözme yeteneği gibi bireyin doğuştan
kazanıp biçimlendirdiği ya da sonradan kazanıp geliştirdiği özellikleri, tam
anlamıyla “birey” (=özne=ben=varlık) olmak ya da birey olamamakla
(=yokluk=hiçlik) ilişkili bir durumdur. Modern/Postmodern dünyada “birey”,
dokunulmazlık zırhı ile kaplı bir ikon gibidir. Bütün olumlu değerleri
içerisinde barındırır. İşte bu noktada bir ayrım yapma gerekliliği ortaya
çıkmaktadır. Bu ayrımı da birey olmak ve birey olamamak şeklinde yapmamız
gereklidir. Çünkü “birey olma” meselesi, belki de, bütün sorunların ana kaynağı bile olabilir.
Kafamızda şekillenmeye başlayan
düşüncelerimizi, yapacağımız ikili bir ayrım ile kısaca tablolaştırırsak, ortaya şöyle
basit bir görüntü çıkmaktadır:
BİREY OLMAK BİREY OLAMAMAK
Sağlam bir kişilik
yapısı Bozuk kişilik yapısı
Dışsallık İçsellik
Yaratıcılık Olanı tekrar etme
Yeniliklere
açıklık Yeniliklere karşı direnç
Sorunları çözme
yeteneği Sorunları yarına bırakma
Diyalog kurma
isteği Tartışmayı tercih etme
Kendine güven Sürekli
güvensizlik
Yukarıda yaptığımız ayrımın ışığında
şunları söyleyebiliriz ki, “birey olmak” ile “birey olamamak” arasındaki
korkunç farklılıklar, bireyin önemsendiği toplumları diğer toplumlardan ayırır. Dahası “birey”
temelinde kurulan politik/eylemsel organizasyonlar, bu standardı yakalayamayan
diğer organizasyonlara karşı sürekli bir üstünlük kurma durumundadırlar.
“Düşünen” kişi
üreten, yani “varolan” biridir, “düşünmeyen/düşünemeyen” kişi “birey” olamadığı
gibi, bütün üretim aşamalarının da dışındadır. O sadece düşünsel ve maddi
olarak tüketir, bal yapmayan erkek arı gibidir. Descartes’ın ünlü sözünü düşünce üretme mantığı çerçevesinde
yeniden inşa edersek, şöyle söylememiz gereklidir: “Üretiyorum, öyleyse varım!”
“Düşünen”, aynı
zamanda üreten, yani “varlık” olan birey, bulunduğu ortamlarda çevresini
değiştirebilen kişidir. O çevresini, gittiği her yeri uyandırdığı düşünsel şüpheler yoluyla değiştirebilir. Düşünmek, insan olduğunun bilincine varmaktır. Yazgıya baş kaldırmaktır, erkini teslim etmek değil, kendi ellerine almaktır.
* Burada “düşünme”den kastettiğimiz, her şeyi akıldan geçirme, sistemsiz bir
beyin meşguliyeti değildir.
* “Düşünme”yi burada felsefi anlamıyla kullanıyoruz.
Yoksa herkes düşünmektedir, fakat bu Descartes’ın kullandığı manada bir
“düşünme” değildir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder