Muhalefet kavramı, ancak kültürel bir bakış açısı üzerinden anlaşılabilir olabilecek bir kavramdır. Kültürel bir bakış açısından bahsettiğimizde ise politik kültür kavramı, bizlere önemli ipuçları veren bir alan olarak burada sivrilmektedir.
Dolayısıyla, bugün Türkiye’de farklı mecralarda ve zeminlerde muhalefet yapanların maruz kaldıkları tüm sıkıntıları, ulemâ ile Osmanlı bürokrasisinin çatışmalarına kadar
uzatılabilme imkânına da sahip olmaktayız. Öyle ki, Osmanlı bürokrasisi ulemâya itibar etmeyecek kadar güçlenince,
modernleşme programlarını ardı ardına yürürlüğe koymuştu. Fakat aynı bürokrasinin
1876 yılında anayasal bir yönetim kurmuş olmasına rağmen, Meclis-i Mebusan’daki
eleştiriler yüzünden II. Abdülhamit tarafından yürürlükten kaldırılmasına ve meclisin dağıtılmasına da şahit
olduk.
Dahası, önce Yeni Osmanlılar, sonra Jön Türkler birer muhalefet hareketi olmalarına rağmen, II. Meşrutiyet’in ilânından sonra partileşip iktidarı ele geçirdiler. Böylelikle İttihad ve Terakki, benzer baskı ve komploları diğer muhalefet partilerine, basına ve aydınlara karşı kendisi uygulayarak kendi diktatörlüğünü de kurmuş oldu. Aynı süreç önce CHP ile, sonra da DP ile ara vermeden (ama yöntemleri oldukça incelerek) günümüze kadar süregelmiştir.
Her türlü muhalefete karşı takınılan bu kin, genelde “vatan hainliği” suçlaması ile kendini göstermiş, bu söylem önce devletin, sonra milletin geleceğini tehlikeye atmakla veya "yok olma korkusu"yla da süslenmiştir. Bu gelişmeler ve sonrasında ilk seçimlerle birlikte (1947 ve 1950) "halk" kavramı parlatılıp, köpürtülerek siyasetin popüler bir nesnesi haline getirilmiş, aynı çekişme "halkın yanında olmak" ve "halkın karşısında olmak" şeklindeki kerameti kendinden menkul bir politik söyleme dönüştürülmüştür. Böylece bu tavır, kültürel bir miras gibi sonradan gelenlere intikal ederek (Türkiye'deki bütün farklı etnik unsurların da gayet güzel biçimde benzer bir tedrisattan geçerek bu dili öğrenmesiyle), Türk siyasetinde görülen bütün muhalefet hareketlerinin tamamının, aynı ithamlarla suçlanmasıyla da sonuçlanmıştır.
Dahası bu faaliyetler, Türk politik kültüründe "hain", "devlete düşman" ve milleti “parçalayıcı” olarak damgalanarak anlam dünyalarına gönderilen bildik referanslarla dolu oldukça zengin bir literatüre de sahiptir. Bu söylerlere, “bölücülük” yaftasıyla sıklıkla kullanılarak her fırsatta muhalefeti tasfiye etmek, basını denetim altına almak, aydınları sindirmek/susturmak amacıyla halka sunularak, meşruiyet kazandırılmaya da çalışılmaktadır.
Diğer taraftan, bu refleksin asıl temelinde ise, Osmanlı’da "siyasi azınlık hakları" diye bir kavramın bulunmaması yatar. Kabaca ve bilindik sebeplerle, Osmanlı'da liberal düşüncenin yeşereceği ortamların olmaması, kapitalist ekonomik gelişmenin uzağında kalınması gibi etkenlerle, ne birey ne de azınlık hakları gibi kavramlar gelişememiştir. İlave olarak bunun üzerine İslâmî düşüncenin tevhid inancı da eklenmelidir. Çünkü, ortodoksiden en küçük bir sapmayı dahi hoş görmeyen bir devletin politika olarak yürüttüğü İslâm, sadece tek bir hakikatin bulunduğu fikrini pekiştirmek üzerine kuruluydu. Farklı milletlerden insanlar ve bu insanların ait bulunduğu cemaatler otoriteye saygılı oldukları sürece Osmanlı Devleti tarafından korunuyorlardı. Bu nedenle, ne Osmanlı ne de Cumhuriyet yönetimleri olası muhalefetleri dahi, pratik bir siyasi etkinlik olarak bile görmemişlerdir. Bundan beslenen Türk milliyetçiliği de çoğu durumda sadece ve sığ bir anlamda, milletin bölünebileceği korkusunun bir ifadesi olmaktan öteye gidememiştir. Bu korku "hoşgörülü" bir tavır adına bulunabilecek tüm izlerin de yok edilmesine sebep olmuştur.
Böylelikle sadece iktidar ile muhalefet ilişkilerinde değil, insanlar arasındaki basit ilişkilerde bile denetim, hizaya sokma, hafif uyarılar, ayar vermeye çalışma, baskı ve imâlarla dolu bir kontrol şebekesi gelişmiştir. Bu kontrol mekanizmalarının ilk nedeni, millî bir “bölünme” korkusuyla sapmaları önlemektir. İkinci olarak da sosyal kontrol ve toplumsal düzen amacı taşımaktadır. Hem kişi hem köy hem de ulus çapında bu mekanizmalar ile yaygın denetim sağlanmaya ve fonksiyonel olarak toplumsal bir bütünlüğe ulaşılmaya çalışılmıştır. Asıl amaç bu olsa da sonuçta böyle bir mekanizma, her türlü farklılığa ve eleştiriye karşı hoşgörü kıtlığına neden olmakta, birbirine benzemeyi millî bir değer, normlardan sapmamayı dinî bir güç olarak görme üzerine kurulu bir toplumsal düzeni öngörmektedir.
Bunun neticesinde ise, böylesine bir sistemin katılığı alternatif sistemler oluşturmaya dönük sosyal ve iktisadi yaratıcılığı engellemektedir. Üstelik insanın sahip olduğu en büyük güç olan, insan zekâsı ve yaratıcılığı da telafisi belki yüz yılı bulabilecek şekilde köreltilmiştir. Sürekli birbirinin benzeri ve tekrarlar üzerine kurulu sanatsal, edebî, eserler üreterek, fincancı katırlarını ürkütmemeyi düstür edinerek, hem dinî ve millî hassasiyetlere saygılı olması gerektiğini düşünen hem de başkalarını "saygıya çağıran" kısır bir kitle ortaya çıkmıştır.
Halbuki, siyasi, sanatsal, edebî vb. düzeylerde gerçek bir ahenge ulaşmanın şartları ise, sosyal değişkenlerin kurumlardaki değişkenlerle eş zamanlı tutulması; dağınık ve kapsayıcı bir toplum baskısının yerine şahsi sorumluluğa dair değerlerin cisimleşmesi; cinsiyetler arası eşitlikçi politikalar uygulanması; bireysel özgürlüklerin ve yaratıcılık potansiyellerinin önünün açılması ve ancak başarıya saygı gibi normların sosyalizasyon sürecine girişiyle mümkündür. Bu da büyük bir zihniyet dönüşümü demektir ve bundan kaçılan her gün, ülke insanları adına büyük bir kayıptır.
Dahası, önce Yeni Osmanlılar, sonra Jön Türkler birer muhalefet hareketi olmalarına rağmen, II. Meşrutiyet’in ilânından sonra partileşip iktidarı ele geçirdiler. Böylelikle İttihad ve Terakki, benzer baskı ve komploları diğer muhalefet partilerine, basına ve aydınlara karşı kendisi uygulayarak kendi diktatörlüğünü de kurmuş oldu. Aynı süreç önce CHP ile, sonra da DP ile ara vermeden (ama yöntemleri oldukça incelerek) günümüze kadar süregelmiştir.
Her türlü muhalefete karşı takınılan bu kin, genelde “vatan hainliği” suçlaması ile kendini göstermiş, bu söylem önce devletin, sonra milletin geleceğini tehlikeye atmakla veya "yok olma korkusu"yla da süslenmiştir. Bu gelişmeler ve sonrasında ilk seçimlerle birlikte (1947 ve 1950) "halk" kavramı parlatılıp, köpürtülerek siyasetin popüler bir nesnesi haline getirilmiş, aynı çekişme "halkın yanında olmak" ve "halkın karşısında olmak" şeklindeki kerameti kendinden menkul bir politik söyleme dönüştürülmüştür. Böylece bu tavır, kültürel bir miras gibi sonradan gelenlere intikal ederek (Türkiye'deki bütün farklı etnik unsurların da gayet güzel biçimde benzer bir tedrisattan geçerek bu dili öğrenmesiyle), Türk siyasetinde görülen bütün muhalefet hareketlerinin tamamının, aynı ithamlarla suçlanmasıyla da sonuçlanmıştır.
Dahası bu faaliyetler, Türk politik kültüründe "hain", "devlete düşman" ve milleti “parçalayıcı” olarak damgalanarak anlam dünyalarına gönderilen bildik referanslarla dolu oldukça zengin bir literatüre de sahiptir. Bu söylerlere, “bölücülük” yaftasıyla sıklıkla kullanılarak her fırsatta muhalefeti tasfiye etmek, basını denetim altına almak, aydınları sindirmek/susturmak amacıyla halka sunularak, meşruiyet kazandırılmaya da çalışılmaktadır.
Diğer taraftan, bu refleksin asıl temelinde ise, Osmanlı’da "siyasi azınlık hakları" diye bir kavramın bulunmaması yatar. Kabaca ve bilindik sebeplerle, Osmanlı'da liberal düşüncenin yeşereceği ortamların olmaması, kapitalist ekonomik gelişmenin uzağında kalınması gibi etkenlerle, ne birey ne de azınlık hakları gibi kavramlar gelişememiştir. İlave olarak bunun üzerine İslâmî düşüncenin tevhid inancı da eklenmelidir. Çünkü, ortodoksiden en küçük bir sapmayı dahi hoş görmeyen bir devletin politika olarak yürüttüğü İslâm, sadece tek bir hakikatin bulunduğu fikrini pekiştirmek üzerine kuruluydu. Farklı milletlerden insanlar ve bu insanların ait bulunduğu cemaatler otoriteye saygılı oldukları sürece Osmanlı Devleti tarafından korunuyorlardı. Bu nedenle, ne Osmanlı ne de Cumhuriyet yönetimleri olası muhalefetleri dahi, pratik bir siyasi etkinlik olarak bile görmemişlerdir. Bundan beslenen Türk milliyetçiliği de çoğu durumda sadece ve sığ bir anlamda, milletin bölünebileceği korkusunun bir ifadesi olmaktan öteye gidememiştir. Bu korku "hoşgörülü" bir tavır adına bulunabilecek tüm izlerin de yok edilmesine sebep olmuştur.
Böylelikle sadece iktidar ile muhalefet ilişkilerinde değil, insanlar arasındaki basit ilişkilerde bile denetim, hizaya sokma, hafif uyarılar, ayar vermeye çalışma, baskı ve imâlarla dolu bir kontrol şebekesi gelişmiştir. Bu kontrol mekanizmalarının ilk nedeni, millî bir “bölünme” korkusuyla sapmaları önlemektir. İkinci olarak da sosyal kontrol ve toplumsal düzen amacı taşımaktadır. Hem kişi hem köy hem de ulus çapında bu mekanizmalar ile yaygın denetim sağlanmaya ve fonksiyonel olarak toplumsal bir bütünlüğe ulaşılmaya çalışılmıştır. Asıl amaç bu olsa da sonuçta böyle bir mekanizma, her türlü farklılığa ve eleştiriye karşı hoşgörü kıtlığına neden olmakta, birbirine benzemeyi millî bir değer, normlardan sapmamayı dinî bir güç olarak görme üzerine kurulu bir toplumsal düzeni öngörmektedir.
Bunun neticesinde ise, böylesine bir sistemin katılığı alternatif sistemler oluşturmaya dönük sosyal ve iktisadi yaratıcılığı engellemektedir. Üstelik insanın sahip olduğu en büyük güç olan, insan zekâsı ve yaratıcılığı da telafisi belki yüz yılı bulabilecek şekilde köreltilmiştir. Sürekli birbirinin benzeri ve tekrarlar üzerine kurulu sanatsal, edebî, eserler üreterek, fincancı katırlarını ürkütmemeyi düstür edinerek, hem dinî ve millî hassasiyetlere saygılı olması gerektiğini düşünen hem de başkalarını "saygıya çağıran" kısır bir kitle ortaya çıkmıştır.
Halbuki, siyasi, sanatsal, edebî vb. düzeylerde gerçek bir ahenge ulaşmanın şartları ise, sosyal değişkenlerin kurumlardaki değişkenlerle eş zamanlı tutulması; dağınık ve kapsayıcı bir toplum baskısının yerine şahsi sorumluluğa dair değerlerin cisimleşmesi; cinsiyetler arası eşitlikçi politikalar uygulanması; bireysel özgürlüklerin ve yaratıcılık potansiyellerinin önünün açılması ve ancak başarıya saygı gibi normların sosyalizasyon sürecine girişiyle mümkündür. Bu da büyük bir zihniyet dönüşümü demektir ve bundan kaçılan her gün, ülke insanları adına büyük bir kayıptır.