Bu
güne kadar neden bekledim, şöyle dönüp geriye baktığımda, tembellikten başka “geçerli”
bir sebebi yok. Haziran’dan beri, “yazayım” derken işin başına ancak şimdi
oturabildim. Demek ki, ikinci dalgayı yakalamam gerekiyormuş. Konu herkesin
malumu: Kabataş Olayı…
Bilmeyenler
de olur diye kabaca bir özet geçeyim: Haziran Direnişi günlerinde, Başbakan RTE “başörtülü
bir kadının, üstelik bebeği de yanındayken, Gezi eylemcileri tarafından
yerlerde sürüklendiğini, dövüldüğünü, üzerine idrar yapıldığını” söyleyerek,
kocaman bir iddia ortaya attı. Bu iddia, o günlerde (bilhassa muhafazakâr kesim
üzerinde, yani tam da düşünülen biçimde) infial yarattı ve mevcut kutuplaşmalar iyice sertleşti. Birkaç gün
sonra bu iddiaların esas sahibi Z.D. adlı kadın, Star Gazetesi’nden Elif Çakır’a
uzunca bir röportaj vererek, Başbakan’ın tüm söylediklerinin doğru olduğunu,
daha fazlasını yaşadığını ve konuyla ilgili suç duyurusunda bulunduğunu belirtti.
Röportaj neticesinde kadının da ortaya çıkmasıyla beraber, önemli bir kitle için bu olay, o gün için, “somut” bir şekle
de bürünmüş oldu.
Buraya
kadar her şey “normal”miş gibi gözükse de, o gün röportajı ilk okuduğumda,
hasbelkader medya dili, İslâmcılık, muhafazakârlık vb. üzerine kafa yoran ve bunca yıl söylem analizi yöntemi ile çalışmalar
yapan birisi olarak, röportajdaki bazı kavramların metin içerisinde
kullanıldığı bağlamlar, hemen dikkatimi çekti. Bahsettiğim röportaj metni içerisinde kullanılan
bu kavramlar, sanki, belirli bir muhafazakâr dilin bir röportaj vasıtasıyla ortaya
çıkması değil de, bende, muhafazakâr kesimin hassasiyetlerine uygun olarak
seçilip, kurgulanmış ve neticede metin içerisine serpiştirilmiş izlenimi
uyandırdı. Dedim ya, bunları sıcağı sıcağına yazsaydım daha iyi olacaktı. Şimdi
bu kadar aydan sonra, “Kabataş Olayı”nın palavra olduğuna dair görüntüler de yayınlandıktan sonra bu
yazıyı yazarken, biraz da mevzunun “gazı kaçmış”, yazı güncelliğini kaybetmiş hisleriyle
dolu olacağım.
Öncelikle,
röportajın tam metnini, kelimesi kelimesine aşağıda bulacaksınız. Ben aralara girerek, kırmızı renklerle gerekli
gördüğüm yerlerde yorum ve analizlerimi yapacağım. Yine de özellikle belirtmeliyim ki, burada yaptığım analizin, ne kadar “bilimsel”,
“akademik” ya da "objektif" olduğunu da okuyucunun yorumuna bırakıyorum. Bu kavramlara inanmakla birlikte bunların tümü, bazen ve bazı ellerde oldukça tartışmalı kavramlar haline de gelebiliyor. Bilenler bilir, her metine eleştirel
ve mesafeli yaklaştığım gibi, burada da bu tavrım değişmeyecek. Üstelik yazdığım bu metnin, geliştirilmeye oldukça açık olduğunu da eklemeliyim. Öyle ki aralara yorumları aşağıdaki biçimde serpiştirdiğinizde, ana metnin (röportaj) anlam bütünlüğünü bozmamak için daha kapsamlı analizlerden kaçınmak zorunda kalıyorsunuz, bu da yapılan analizleri bağlayıcı oluyor. Dahası, röportajın sınırladığı çerçevede yorumlar yapmaya çalışacağım. Yoksa, röportajın kendi içeriği ile ilgili konuşacak, kavramları kendi içerisinde ele alacak o kadar şey var ki, kadınlık, feminizm, beden ve iktidar, kadın ve şiddet bunlardan sadece bazıları.
Yine
de buraya son bir not düşmek gerekiyor, röportajı yapan “gazeteci”nin (Elif
Çakır) “mağdur” ile konuşmaya başlamadan, okuyucuyu “birazdan olacaklara”
hazırladığı satırlara da özel dikkat buyurmanızı isterim. Annelik duygusu, kalp
ağrısı, yürek sıkışması, masum/suçsuz bir bebek objesi, hırpalanmış bir kadın (?), medyadaki
“cici çocuklar”, acımasız zorbalar, “sarsıla
sarsıla ağlama”, “mağduriyet” karşısında isyan üzerinden bir dil tutturan bu peşrev
satırları, ortalama insanı kolayca etkisi altına almayı amaçladığı gibi, Çakır’ın
daha röportaj başlamadan metni tüketecekler açısından düşünüldüğünde, (kaba bir ifadeyle) “damardan girmeyi” tercih ettiğini
de bizlere açıkça gösteriyor. Bir şekilde şunu asla unutmamamız gerekiyor ki: “Halk” dediğimiz kitle, ortak bir
akla sahip değildir, bu kitleye egemen olan temel şey “duygulardır”; bu
sebeple, kitleye yönelik yapılan her sunum, öncelikle bu duyguları zıplatmayı, o hislerle oynamayı esas alır. Bunu en fark edilmez/gizli biçimde ve en yüksek faydayla gerçekleştirenler, medya/siyaset dünyasında "başarılı" kabul edilirler.
Bu açıklamalardan sonra röportajın WEB sayfasının şu LİNK'ten ulaşılabilir olduğunu da eklemeliyim:
http://haber.stargazete.com/guncel/basbakan-erdoganin-yerlerde-suruklediler-dedigi-anne-stara-konustu/haber-762093
Bu açıklamalardan sonra röportajın WEB sayfasının şu LİNK'ten ulaşılabilir olduğunu da eklemeliyim:
http://haber.stargazete.com/guncel/basbakan-erdoganin-yerlerde-suruklediler-dedigi-anne-stara-konustu/haber-762093
* * * * *
Başbakan Erdoğan'ın 'Yerlerde sürüklediler' dediği
anne Star'a konuştu
(Sarsıcı bir başlık... İşin içinde Başbakanın olması, ki "ne dediği" özenle takip edilmektedir; dahası "yerlerde bir annenin sürüklenmesi", insanlarda acıma-öfke duygularıyla haberi okuma isteğini zirveye çıkarıyor.)
Z.D, dehşet anlarını anlattı (Birazdan okuyacaklarımıza ufak bir hazırlık): Bir taraftan ‘Bu ülkenin
gerçek sahibi biziz, anladınız mı ulan’ diye bağırıyorlar, bir taraftan
tekmeliyorlardı. ‘Kutsal başörtüsüymüş (hedefe kilitleyici ve daha baştan tarafını seçmeye yöneltici sembolik anlam), görün bakalım kutsalı, size neler
yapacağız’ diyerek aklınızın bile almayacağı şekilde küfrettiler, vurdular,
vurdular... (tekrarlanan son vurgular, empati amaçlı; yani size de olabilir korkusunu açığa çıkarmaya yönelik olarak metne yerleştirilmiş.)
(Analize fotoğraftan başlayalım. Görüntüde iki
“kapalı” kadın. Birisi belli ki olayın “mağduru”, yüzünü gizleme gereği duymuş. Diğeri,
fotoğraftan edindiğimize göre onunla bir biçimde empati kurmuş bir “gazeteci”, karşılıklı konuşuyorlar. Mekân belli ki
kurumsal bir yer, yani bir ev değil. Dahası, röportajı yapan kişinin,
karşısındaki kadınla “duygusal anlamda yakınlık kurduğunu” bize düşündürecek en
nadide kare seçilmiş. “Seni anlıyorum, yanındayım” tarzı bir yüz ifadesi var… Bu
ifadenin, röportajı okuyanlar için “gerçeklik pekiştiricisi”, "samimiyet göstergesi" olduğunu bilmem
söylememe gerek var mı? Telefonlara da özel dikkat hani!... “Kapalıyız” ama
“moderniz”, Türkiye modernleşmesinin teknoloji ile imtihanı…)
Elif
Çakır Röportajı
Tam bir haftadır kalbimin üzerinde bir ağrıyla yaşıyorum ve
her geçen gün o ağrının şiddetiyle yüreğim biraz daha sıkıştığını hissediyorum.
Günlerdir olur olmaz yerde kusuyorum. Kusuyorum, kusuyorum,
kusuyorum ama bir türlü içimdeki o lanet olası şey çıkmıyor.
En olmadık yerlerde ağlamaya başlıyorum ‘niye ağlıyorsun?’
dedikleri anda boğazıma kocaman bir yumru gelip tıkandığını hissediyorum. (Mevzuya hazırlayıcı duygusal peşrev cümleleri.)
Günlerdir elimde tuttuğum bir fotoğraf karesiyle izliyorum,
televizyonlardaki Gezi Parkı eylemcilerinin ‘masumiyetini’ anlatan haberlerini. (Yavaş yavaş ötekileri/düşmanı öğrenmeye başlıyoruz.)
Esprili çocuklarmış!
Çevre duyarlılığıymış!
Yaşam tarzına müdahaleymiş!
Erdoğan diktatörmüş! AK Parti demokrasi konusunda samimi
değilmiş!
Elimde 25 yaşında bakmaya kıyamayacağınız kadar masum,
gencecik bir anne ve altı aylık bebeğinin fotoğrafıyla izliyorum olan biteni. (Yürek tellerini sızlatmak için iki önemli kavram olan "anne" ve "bebek" vurgularına, ilk adımlar atılıyor.)
Ve geceleri bir albasması gibi çöküyor üzerime, bağırıyorum
bağırıyorum ama kimsecikler duymuyor, sonra sesimin çıkmadığını çıkamadığını
fark ediyorum. (Kemalettin Tuğcu hikâyelerine benzer dolgu malzemeleri.)
Yüreğimdeki o sıkışmışlık hissiyle, çaresizlik hissiyle
günlerdir elimdeki o fotoğraf karesini o annenin ve bebeğinin yaşadıklarını
herkesin hepinizin gözünün içine sokup ‘Bu mu masumluğunuz? diyerek avazım
çıktığı kadar bağırmak istedim... Ama sustum. Hepimiz sustuk. Ben ve olayı
bilen bütün arkadaşlarımız tek kelime etmeden sustuk.
Soru sormaya utandım
‘Efsane’ demiştik ‘Provoke amaçlı uydurma haber’ demiştik
‘Özür dileriz’ diyeninden... (Öncelikle röportaj sahibi, bu haberin etrafındaki olay örgüsüne
baştan kendisinin de inanmadığını, belki de inanmak istemediğini belirten bir giriş yaparak, kendisi gibi
bizim de artık bundan sonra “inanmamız gereken somut nedenler olduğu”nu
söylemeye çalışıyor.)
Gezi’si de batsın Topçu Kışlası da, böyle bir gözü
dönmüşlüğü artık savunmamız mümkün değil diyeninden Gezi Parkı masumiyetini
yitirmiştir diyenine... (“Ben siyasetten bıktım usandım”,
“özüme, vicdanıma geri dönüyorum”, “siyaset varın sizin olsun, yeter” mealli
cümlelerle olaya “insan olarak” bakmaya çalıştığını belirtme çabası içinde.
Yine de bu "samimiyete" inanmadan önce, burada sarf edilen cümleleri, röportajın sonundaki “Halk dersini verecektir” başlığı
altında yazanlarla birlikte okumakta da fayda var.)
O gencecik anne ve altı aylık bebeğiyle savcılığa suç
duyurusunda bulundukları günün akşamında buluştum. (Buradaki
“gencecik anne” ve “bebeği” kavramlarına dikkat, çünkü aşağıda çok sık
karşılaşacağız. Bu röportaj metninde “kadın” kelimesinin ise sadece 2 kez
kullanıldığına ve o kullanımların birinde “başörtülü” sıfatı ile öncelendiğine,
diğer kullanımda ise “mağdur”a saldıranları anlatmaya yönelik bir kavram olarak
karşımıza çıktığına şahit oluyoruz. Tabi ki “bizim için kadın yok, anne var” diyen bir
ekolün varlığını da burada anımsamamız gerekli… Üstelik cümle içerisindeki, “savcılığa suç
duyurusu” vurgusu ise, “mağdur”un hak arama gayretinin resmileştiğini bizlere
müjdelemekle mükellef. "Yüce" adalete güvenle derin bir nefes alınız.)
O kadar zarif bir o kadar naif gencecik bir anne henüz 25
yaşında. (Bitmez tükenmez bir “anne övgüsü”nün okuyanı
götürmek istediği asıl yer, bebek ile annenin masumiyetine olabildiğince
inanmamızdır. Zaten analiz konusu olabilecek tüm metinlerde – romanlar,
filmler, tablolar, fotoğraflar, anlatılar vs. vs.- bu şablon asla değişmez. Okuyan,
izleyen, görenler yani konunun tüketiciler’i,
birazdan olacak/olan vahametlere karşı anne-bebek ikilisinin duygusal sarmalı
ile mevzunun içerisine çekilirler. Öyle ki, bebek ve annesi kurgusu
vasıtasıyla, hedef kitleye herhangi bir şey sorgusuz sualsiz kabul ettirilebilme
şansına sahiptir.)
Ve yanında bebek arabasının içerisinde mini minnacık altı
aylık bir kız bebeği. Minicik ayakları ve kolları, gözü dönmüş caniler
tarafından tırmalanmış o minicik sabi, o kadar sevimli o kadar pozitif ki bebek
arabasının içerisinde ağzında emziğiyle sürekli gülümsüyor. (Okuyanın bebeği gözünün önüne getirememe ihtimaline karşı,
betimleme yaparak, duyguların -ve belki de öfkenin- aynı anda zirve yapmasının
garantisi olacak o muhteşem titreme anı.)
Ben hiç araya girmedim. Hiç soru sormadım. Hem soru sormaya
utandım. Hem de eğer sorarsam anlatmaktan vazgeçer diye korktum. (“Ben onu hiç etkilemedim, yönlendirmedim”, “objektifim
kaldım, hiç araya girmedim” demenin en hasarsız yolu.)
Çünkü kayınpederi, yaşadıklarının kendisi adına utanç verici
bir şey olmadığını, bunun kendisine özel bir durum olmadığı konusunda ikna
etmeye çalıştığını biliyordum. (Muhafazakâr gelenekte,
her şeyi çekip çeviren, “başa gelmiş” olayı çözmeye çalışan, akıl veren “bir büyük” (genelde “erkek”tir), işte şimdi
bu kişi teşrif buyurdu. Ataerkillik, patrimonyalizm ne derseniz deyin, geleneksel yapı
bu kodların şekillendirmesiyle oluşur ve bu kültürel durumun içinde çıkan dili de bundan ayrı tutamayız.)
Ve iki gün boyunca haber bekledim ‘ne kadarını anlatırsa o
kadarını dinleyeceğim’ diye... O anlattıkça benim gözlerim büyüdü. O vahşeti
gözümde canlandıramadım bile... (Filmlerde ve
romanlarda da böyledir, “yaratık”/kötü kişiler hemen başta görülürse büyü
bozulur. Onu metnin sonlarına atmak ama bunu yaparken izleyici/okuyucuyu biraz
sonraki “vahşete” dair iyice motive etmek gerekmektedir.)
Sarsıldım.
Başörtüsü haa... Vurun şuna...
Genç anne ‘biliyor musunuz bebeğime bile acımadılar’ diyor
utanç içerisinde yüzüme bakmadan. (Savunmasız bir anne
ve masum bebeği… O hep bildik “tecavüzcü Yunan askerleri”, “katil Ermeniler”,
“bebek katili Kürtler” vb.’yle doldurulan sorunlu zihin altyapılarımızda yer edinmiş, her daim "mağduriyete" referans yapan kavramlardır. Öyle ki, bu sıraladıklarım, hep
“kahpece işler” yapar ve kendi akranlarına değil de, kadın, çocuk ve bebeklere
kötülüklerde bulunurlar. Fakat bu olayda ilgimizi çeken durum, anne ve bebeğin
“bizden” olmasıdır; yani onlar, “sahiplenilecekler” kategorisine girerler. Çünkü tersi
olduğunda dil/söylem aniden farklılaşır. Meselâ konunun öznesi, yasal bir
gösteride polis tekmeleriyle bebeğini düşüren bir kadın/anne olursa, söylem
birden değişir ve anne de bebeği de hızla ötekileştirilerek, önemsizleştirilir.)
Gözlerini bir yere sabitledi hiç ama hiç yüzüme bakmadan,
kısık bir sesle, sanki çok gizli bir şey anlatıyormuş tedirginliğinde anlatmaya
başladı. (Betimleme, önemli bir canlandırma aracıdır.
Buradaki satırlar, mevzunun “gerçekliği”ne daha iyi odaklanmamızı sağlamak için
bir “arayüz” vazifesi görüyor.)
“Ağaçlar kesilmesin Taksim’e AVM yapılmasın diyerek bir grup
duyarlı insanların Gezi Parkı’nda eylem yaptıklarını biliyordum. (Anlatıcının “ben karşı tarafı da anlıyordum”, “benim başlarda
onlara da sempatim vardı” şeklinde özetlenebilecek minvaldeki giriş cümleleri. Böylesi
cümleler, “objektif” olduğu izlenimini güçlendirmek için özellikle konuşma
başlarına yerleştirilir. Çünkü birazdan mevzu üç aşağı beş yukarı şöyle devam
edecek: “Ben onları anlıyordum ama onlar beni/bizi anlamıyorlardı. Bu yüzden ….
” Bu, çoğu kez bilinçli yapılan bir “giriş” değildir ama etkisi tartışılmazdır.)
Arkadaşlarımla birlikte Cumartesi günü Adalar’a gitmeyi planlamıştık. Gittik.
Ve Adalar’da olduğumuz için gün içerisindeki gelişmelerden haberim olmadı.
Telefonumda şarjım bitmek üzereydi, eşimi aradım ve geleceğim saati söyledim
kendisine. Tam tahmin ettiğim gibi vapurdayken şarjım bitmiş. İskelenin oradan
bir telefonla eşimi arayıp geldiğimi haber verdim o da yolda olduğunu söyleyip
iskelenin karşısına geçmemi söyledi. (Olay örgüsünün
kavranması ve “somutluk” algısı için mutlaka gerekli açıklamalarla, kurgu iyiden
iyiye oluşturulmaya başlanmış.)
O esnada Kabataş’taki kalabalığı fark ettim. Gezi Parkı
eylemcilerine destek eylemi olduğunu düşündüm. (“Aslında
ben tesadüflerin ard arda gelmesiyle oradaydım, birileri beni oraya
yönlendirmedi” demenin başka yolu…)
Elimde bebek arabası yolun karşısına geçtim. (Bebek kadının yanındayken ve birlikte yürüdüklerini
bilmemize rağmen, ısrarlı “bebek” vurgularına devam…)
Ve beklemeye başladım.
Bir anda ‘Bakın Tayyip’in ...... burada gelin onu...’ diyen
sesler duydum ve arkama baktığımda 25-30 yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim
kadınların bana karşı öfkeli bakışlarını görünce benden bahsettiklerini
anladım. (Burada “türbanlı” olduğu için “dikkatin
odağına yerleştiği” izlenimi var. Böylece, bir vakitler “Kemalist kadınlar”
üzerinden üretilen muhafazakâr korkuları/nefretleri çağrıştıran (ki bu
korku/nefretlerin Kemalist versiyonları da var), sonrasındaysa bu duyguları bir
odağa toplamayı amaçlayan, bir etki uyandırma çabası seziliyor. Burada bir yere daha dikkat,
kendisi “anne”, fakat öteki’ler
“kadın”…)
Ne olduğunu anlayamadığım bir anda üzerleri çıplak, elleri
deri eldivenli, başlarında tuhaf bantlı 70-100 kadar adamın ortasında kaldım. (Üzerine o kadar yazıldı çizildi, mizah konusu oldu ki, ben ne
anlatsam bilemiyorum. Sanırım, bir muhafazakârın basitçe anlayabileceği şekilde
bir “kültürel farklılık” teması işlenmeye, burada bir zihnî mesaj gönderilmeye
çalışılmış. Anlatıda ifade edilen ve benzerlerine ancak kesin olmakmakla birlikte bir ihtimal ABD ve Avrupa
ülkelerinde rastlanan bu kalabalık grupların, Gezi günlerinde neden ortaya
çıktıkları, nasıl olup da ve niye bir türbanlı kadının etrafını sardıkları akıl
alır gibi değil. Üstelik yaz günü “deri eldivenli”, “başları bantlı” 70-100
kadar adam caddelerde yürür de ne bir kamera ne de bir insan bunları ilginç
bulup fotoğraflamaz mı? Bu anlatıda yine, tamamen öteki’nin
tarifi üzerinden oluşturulmaya çalışılan bir kurgusallığın izlerine
rastlıyoruz. Sessiz sinema dönemlerinde, ses olmadığı için hareket ve çevresel
faktörler üzerinden anlatılmaya çabalanan, sanki bir dışavurumcu tarzın izleri
bunlar. Alabildiğince yaşanan toplumsal travmaların, baskıların, içe atılması
ve bir olay vasıyasıyla duygusal ve iç dünyalara yönelik olarak tekrardan gün
yüzüne çıkması…)
Bebek arabam elimden gitti. (Duyguları
yine zirveye taşıyacak bebek özne’sine
geri dönüş. Aisenstein'ın Potemkin Zırhlısı'ndaki "merdiven sahnesi"nden beri hep aynı demagoji...)
Bir kadın “Ne geldiyse bu ülkenin başına bunların başörtüsü
üzerinden geldi vurun şuna” deyince, bir adam arkamdan tekme tokat vurmaya
başladı. (Burada bilakis İslâmcı bir “Vurun Kahpeye”
versiyonu ile karşı karşıyayız. Okuyucu, buraya kadar bir biçimde taraf'ını
seçemediyse, artık bu satırlardan sonra kesinlikle bir tarafta yer almak
zorunda kalıyor. 70-100 Kişinin sopasını yiyen bir “başörtülü anne” ve bebeği,
tarafında mısınız? Yoksa başörtüsü düşmanı, "Kemalist", "sosyalist", "vandal" vb.'nin
yanında mısınız? Gezi günlerinde kavramlar ve olaylar üzerinden toplumsal ayrışmaları
körükleyen siyasetçi, medya mensubu, yazar-çizer vb. kesimlerin söylemlerini
anımsadığımızda, bu olayın kurgusunun da esasen buna yönelik olduğunu rahatlıkla
görebiliyoruz. Metinleri okuyanın kendi pozisyonunu seçmesi için, öylesine
ayrıştırıcı bir dil kullanılmış ki bu satırlarda, ortalama insanın kaçarı
gözükmüyor. Burada, “ya bundansın”, “ya da şundan” ikilemlerinin yönlendirmeye
çalıştığı bu dilin içerisinde saklı zorbalığa da ayrıca dikkat buyurmamız
gerekli. Esas amacı kitleleri “kutuplaştırma”ya yönelik olan bu ikili ayrımların, insan özgürlüğü
ve seçim serbestliklerinin önüne nasıl ve ne türden engeller çıkardıkları, koca bir dünyanın yükünü omuzlarına alanlarca zaten iyi biliniyor.)
Sonra bağırmaya başladılar. Devrim yaptıklarını, ihtilal
yaptıklarını, ülkeyi bize teslim etmeyeceklerini, Erdoğan’ı asacaklarını,
Erdoğan’ı da hepimizi de tek tek ..... (Kanımca burada,
“Kazlıçeşme dili” şeklinde ifade edilebilecek bir söylemle yine karşı
karşıyayız. Toplumsal olarak iki kesime ayrıştırılmaya çalışılan kitlelerden
birinin hiç de yabancısı olmadığı -hatta tüketicisi olduğu- bu dil, hem iktidar partisi hem de
muhalifleri nezdinde kolayca anlaşılabilecek kavramlara sahip. Kaba bir içerik
ile bezenmiş, taşralı hassasiyetlerinin güdülediği böylesi bir dilin, kitleleri
basitçe ayrıştırabilmesi de zaten bu “kolaylık”tan kaynaklanıyor. Bu sebeple, aynı dil, hem
piyasaya sürenler hem de tüketicileri açısından, pek çok kereler oldukça işlevsel olabiliyor.
Dahası, oradaki siyasî figürün Erdoğan olması, "başörtülü"ysek/"dindar"sak, kimin bayrağı altında toplanmamız gerektiğini de bizlere satır altı mesajı olarak veriyor.)
Dahası, oradaki siyasî figürün Erdoğan olması, "başörtülü"ysek/"dindar"sak, kimin bayrağı altında toplanmamız gerektiğini de bizlere satır altı mesajı olarak veriyor.)
Bir taraftan “Bu ülkenin gerçek sahibi biziz anladınız mı
ulan” diye bağırıyorlar, bir taraftan tekmeliyorlardı. (Burada
da muhafazakâr bilinçaltına yönelik benzer bir zihin çalışmasının izlerine rastlıyoruz.
Muhafazakâr hassasiyetlerin, Kemalist kesim ile sürekli biçimde “ülkenin gerçek
sahipliği” mevzusunda itiş kakış yaşadığı zaten herkesin malumu… Yine de cümlenin içerisindeki “anladınız mı
ulan” kelime grubu, aslında her şeyi ele veriyor. “Başörtülü bacımız”ın iddia
edilen bu saldırıya, bireysel değil, arkasındaki “inançlı kitle” yüzünden maruz
kaldığını (-anladınız mı?'daki "siz" öznesi) bizlere hatırlatma gayreti açıkça görülebiliyor. Burada da seçilebileceği
gibi, benzerlerine sıklıkla rastladığımız biçimde, mensup bulunduğu kesimin
kolaylıkla anlayabileceği bir dil üzerinden ustaca yapılan bir anlatıma, fakat rakip
gördüğü karşı kitlenin dilinin ise acemice kullanımına şahit oluyoruz. Hatta benzer kullanımlara biz daha önce de çok şahit olduk. İlk aklıma gelen 19
Aralık 2000 tarihinde, hapishanelere müdahale yapılmadan önce medyaya servis
edilen telefon konuşmalarındaki kişinin her cümleye “yoldaş” kelimesiyle
başlamasıydı. Orada da, böylesi bir dil oyunu vasıtasıyla “gerçeklikle” ilişki
kurulmaya çabalanıyor, sanki bu telefon görüşmesi “gerçekten yaşanmış” gibi bir
izlenim uyandırılmaya gayret ediliyor ve devletin yapacağı operasyonun halk
nezdinde meşruiyeti sağlanmaya çalışılıyordu.)
‘Kutsal başörtüymüş, görün bakalım kutsalı size neler
yapacağız’ diyerek aklınızın bile almayacağı şekilde küfrettiler, vurdular,
vurdular... ‘Asacağız Erdoğan’ı anladın mı’ diye bağırdılar. (Aynı kurgusal dilin, bu mizanseni destekleyen başka versiyonları da var elbet!... "Kutsal"a, "başörtüsü"ne odaklanan algı, peşi sıra "değerlerimizi ayaklar altına aldılar" söylemiyle harekete geçirilebilecek büyük bir kitlesel potansiyeli de içerisinde taşıyor. Yine “vurdular,
vurdular” şeklinde yapılan vurgu da, yine "acıma duygularını köpürtmek için sarf
edilmiş" gibi görülüyor.)
Hangi birini söyleyeyim nasıl anlatayım yaptıkları
küfürleri. Bir amcaydı sanırım müdahale etmeye çalıştı onu da öldüresiye
dövdüler kızıyla birlikte. (Bugün, bu saat itibarıyla,
bu amca ve kızına da ulaşılmış değil. Yine benzerlerine sıklıkla rastladığımız
gibi, aynı muhafazakâr dilde, genellikle yardıma koşanlar “amca”, “dede”, bazen "teyse" gibi
kişilerdir. Geleneksel yapının “saygı” hâleleri ile donattığı bu insanlar, her
daim aklı selim(?), her zaman “doğru”yu elinde tutan (?) insanlar biçiminde tarif
edilirler. Burada da “bir amca”nın yardıma koşması, toplumda "güvenilirlik" hiyerarşisinin üstlerinde olduğu için hiç de tesadüf değil tabi
ki…)
Sonra uzaklaştılar. İnönü stadına doğru uzaklaştılar. (Beşiktaş ve çevresinin o dönemdeki konumuna atfen söylenmiş.
Aslında bu esasen, “belânın merkezine” doğru yöneldiler anlamına geliyor.)
O sırada tamamen kendimi kaybettim. Ondan sonra ne olduğunu hatırlamıyorum.
Kendime geldiğimde üzerim idrar kokuyordu. (“Mağduriyet”i
daha da ileriye götürme…) Yerimden kalktım bebeğimi bulmaya çalıştım. (Okuyan anne, baba veya “vicdanlı” kişilerde “eyvah bebek
kayboldu” hassasiyetine yapılan, “acaba bir şey mi oldu?” merakını körükleyen,
sonucunda da “Allah belalarını versin”e ulaşacak olan duygu dalgalanmalarının
1. Level’ı… Bebeğe nasıl ulaştığı? Bebeğin durumunun ne olduğu? hiçbiri yok.)
Artık haber dinleyemiyor
Bu genç gelin İstanbul Bahçelievler ilçe Belediye Başkanının
gelini Z.D. (Kişinin, “sıradan bir kişi olmadığını”, “yalan
söylemek için bir nedeninin de bulunmadığını” bu CV’den öğreniyoruz. Ola ki
kişi, kenar mahallede oturan "başörtülü bacımız" olsaydı, okuyanlarda “para ile tutulmuş”
izlenimi uyandırabilirdi. Ama bizlere bu kişinin statüsü bildiriliyor ve bu açıklamayla yüreklerimize soğuk sular serpiliyor. Bu vesileyle, "fakir müslümanlar"a da güvenin olmadığını öğreniyoruz, düzenler değişiyor ama fakirlerin adı hep silik, önemsiz. Bizler zaten müslümanlığın kapitalizm ile mutlu izdivacını, hatta uyumunu, epeydir biliyorduk. Ve bildiğimiz için de asıl sorunun, "inanç/inanma" meselesi değil, paylaşım/bölüşüm -sınıf- sorunu olduğunu söylüyorduk.)
Hiç oraya buraya olayı çekmeye çalışmayın. (Olayın kendisi zaten, bir yerlere çekmelerle dolu, fakat bütün
bunlara rağmen bu satırların sahibi baştan beri “tarafsız” olduğunu imâ etme
çabasında. Postmodern dönemlerde yaşıyoruz vesselâm..) Bu vahşeti
yapanlar, o genç anneye bir siyasetçinin gelini olduğu için yapmadılar. (“Genç anne” ile başlayan duygu yüklemelerinin, artık
bireysellikten çıkıp olayın yine kitleselleştirilmeye başlandığını görüyoruz.)
Olay yargıya intikal etti. (A: ANNE
ve BEBEĞİNE SALDIRI…) (Büyük harfler ile
işaretlediğim başlıklara dikkat! Çünkü bu başlıklarda alttan alta, aslında
bütün bu olup bitenlerin, tüm “inançlı kesimler”i, onlar'ın partisini, hatta liderini hedeflediğine dair yine benzer bir
bilinçaltı çalışması mevcut.)
Valiliğin emniyetin elinde mobese kayıtları mevcut. (Bu kadar iddialı olmak, gerekli mi? Tabi ki gerekli, çünkü
röportajı okuyan ve bu satırlar sonucunda bile ikna olmamışların karşısına
“somutlukla” çıkmaya mutlak ihtiyaç var. Tabi ki hiçbir müslüman, hiçbir konuda kafa karışıklığını
sevmez.) Her saat başı yıkanma ihtiyacı hissediyor. Dışarıya çıkamıyor.
Altı aylık bebeği sütten kesildi. Televizyonlara bakamıyor. Gezi Parkı
eylemleri deyince panik atak geçiriyor. (Empati kurmamızı
sağlamaya/sağlamlaştırmaya yönelik cümleler.) Yaşanan vahşet sadece bu olsa birkaç
marjinal ortalığı provoke ediyor der geçeriz.
Ama öyle değil.
Bugün Gazetesi’nden Zeynep Ceylan’ın başörtülü ablasına
metroda ‘Ben senin gibi böceklerle savaşmaktan geliyorum’ diyerek tekme tokat
saldırıp küfredildi. (B: “BAŞÖRTÜLÜ BACILARIMIZ”A SALDIRI…) (Şimdi de sıra, “bunlar bireysel değil kitlesel saldırı”,
“bir kişiye yönelik değil, bütün inançlı kesimi kapsıyor”, “istisna değil,
genel” düşüncesini sağlamlaştırmaya geldi. Ve röportajı yapan kişi bütün
bunları yazarken, nasıl oluyor da şunu da gönül rahatlığıyla söyleyebiliyor: “Hiç oraya buraya olayı
çekmeye çalışmayın”…)
Bu olayda yargıya intikal etti.
Eski AK Parti Güngören ilçe başkanı Abdullah Başçı yine Gezi
Parkı eylemlerine destek veren gruplar tarafından aynı sebep ve öfkeyle
boğazından bıçaklandı. (C: İNANÇLILAR'IN PARTİSİNİN
BİR MENSUBUNA SALDIRI…)
Bu olay da yargıya intikal etti.
Halk dersini verecektir. (Taşra değerlerinin siyasette iyiden iyiye kök salmasıyla birlikte, "inanç"tan başka hassasiyet geliştirememiş kitleleri, yine aynı konu üzerinden motive edip, yönlendirmenin diğer yolu, kısacası: Sandıkta görüşürüz, demek istiyor.)
Ve yargıya intikal etmeyen ‘Tayyip’i asacağız bu ülkeyi size
bırakmayacağız’ diyerek dövülen, küfredilen onlarca başörtülü kadın. (“Tek değiliz, saldırı hepimize” diye kitleyi bir merkezde/bir
kişi etrafında toplamaya çalışmanın ve başkalarını itina ile ötekileştirmenin bir
başka şekli, yani kitleye yol gösteriliyor.) Şimdi kalkıp bir kez daha Gezi Parkı eylemleri masum,
burada başörtülü, başörtüsüz, dinlisi dinsizi her görüşten, inançtan insanlar
buraya toplanıyor bizim bir tek amacımız özgürlüklerimiz desenize. (Gezi eylemlerinin tamamıyla, yaşandığı iddia edilen şu
olayın böylesine dümdüz ilişkisinin kurulması, bu “gazeteci”nin
“objektifliği”nin bir sonucu olarak değerlendirilebilir. Vaktiyle “Kemalist
gazeteciler” vardı, sonra “İslâmcılar” geldi ve görüldü ki “aslıda hepimiz Osmanlı Bankasıyız”…)
AK Parti niye miting yapıyor diyenler, ortamın gerilmemesi
için AK Part miting yapmasın diye vıdı vıdı edenler... AK Parti tam da bu
sebeplerden dolayı o mitingleri yapmalı. (“Bunlara
taviz vermemek”, “bu olaylara daha fazla maruz kalmamak” için altında
toplanılması gereken şemsiyeyi de açıklıyor. “Sandık demokrasisi”nin bir başka
telaffuzu…)
O mitingleri yapmalı ki ‘Tayyip’i devireceğiz bu ülkeyi geri
teslim alıyoruz’ diyen it kopuk gerçekte ne olduğunu anlayıp hezeyanlarından
vazgeçsinler. Darbe hezeyanlarına tutulmuş çapulcular, sizi bırakın CNN’i
İnterneyşınılı gelse kurtaramaz. (D: LİDERE
SALDIRI…) (Bu satırları okuduktan sonra ilk
aklıma gelen şey, bunun bir “kadın dili” olmadığıydı. Bu dil çok açık biçimde bir
“erkek dili”, savaş, mücadele, meydan okuma ve karşı tarafa uyarılarla dolu, eril bir
"erkek dili"...)
Menderes’i ASTINIZ, Özal’ı ZEHİRLEDİNİZ ama Erdoğan’ı
YEDİRMEYECEK bu halk size... (İşte “tarafsızlığın” zirve
yaptığı an, röportaj bu satırdan itibaren bir manifestoya dönüşmüş durumda...)
İNFİALE SEBEP OLUR DİYE İÇİMİZ KAN AĞLAYARAK SUSMAYI TERCİH
ETTİK
Öfkemize sahip çıktık. Evlerinde oturup ‘Koşun! Taksim’de,
Hatay’da, İzmir’de, Beşiktaş’ta, kan gövdeyi götürüyor. Polis masum
insanlara şiddet uyguluyor!” vesaire vesaire diyerek sosyal medyadan
çığırtanlık yapanlara televizyonlara çıkıp ‘Erdoğan diktatörleşti, diktatöre
karşı sokaklara dökülüyoruz’ diyenlere rağmen sustuk. (Muhafazakârların
bir alt dil vasıtasıyla kendilerinin sürekli biçimde haklarının yenildiğine
dair geliştirdikleri söylemler dizgesi: “Mağdurum”, “mağduruz”, “mağdur”…
"Modernlik" problemini çözememiş bir geleneğin, çözemediği sürece de bunu en derinden yaşayacağı sancılar. dahası, tarihin bir anında iktidara gelip, devlet parti parti-devlet olup, hâlâ
“mağdur” olmayı başaran bir kitle var mıdır, bilemiyorum.)
Gezi’deki gençleri arkasına alan gözü dönmüşlere rağmen
sustuk. Çünkü o gözü dönmüşlerin, ülkeyi kaosa sürüklemek adına o gençlerden
birkaçını dahi hiç acımadan öldürebileceğini gördük ve ÜLKEDE BİR İNFİAL
OLMASIN DİYEREK SUSTUK. (Yine burada “susmamız edebimizdendir”,
“inancımızdan ve aldığımız terbiyedendir” algısını güçlendirmeye çalışıyor.)
Susmak, konuşamamak ne zormuş Rabbim diyerek sustuk hem
de...
Nihayet...
Salı günü Başbakan Erdoğan AK Parti grup toplantısında ‘Çok
önemli bir yakınımın gelinini yerlerde sürüklediler’ deyince yeniden ağlamaya
başladım. Geçen hafta Abdülkadir Selvi’yle telefonda konuşmuştuk. Sarsıla
sarsıla ağladığımı hatırlıyorum. (Duygu yüklemeleri…)
Abdülkadir ‘Elif yazılması lazım yazmalısın!’ dediğinde ‘Bu iğrençlik nasıl
yazılabilir, nasıl kağıda dökülebilir ki... Ya başka kötü şeylerde olursa’
deyip susmamız gerektiğini söylemiştim.
Zira gazetemin yöneticileriyle birlikte ‘Bu dönemde sakin
olalım. Gezi Parkı’nda gerçekten samimi gençler ve insanlar var. (“Başlarda çok tatlıydılar ama içlerine giren marjinaller
onları bozdu, kırık dökmeye, esnafa zarar vermeye başladılar” biçiminde
özetlenebilecek, ortalama insanın olaya bakış algısını güçlendirme çalışmaları…)
Susmak zor. Ama bir infiale sebep olur!” kararı almıştık.
Gerek Gezi Parkı eylemlerinin arkasında başka oyunların olduğunu anlatabilmek adına
gerekse de Erdoğanfobiklerin gözünün ne kadar dönmüşlüğünü anlatabilmek adına,
kimlik deşifresi yapılmadan ve oldukça makul bir dil kullanarak ‘genç bir anne
ve altı aylık bebeği’ kodlamasıyla sosyal medyada yazıldı. (Muhafazakâr zihniyettin genlerine işlemiş olan “dış güçler”
ve onların uşağı “iç düşmanlar” adlı sinir uçlarına gönderilen ufak elektrik
akımları… Bunun “faiz lobisi”, “porno lobisi”, “paralel devlet” gibi farklı
adlandırmalarına daha sonra rastladık.)
Gezi Parkı eylemleri süresince açılan binlerce feyk hesap
üzerinden ve Gezi provokatörlerince, arkadaşım Halime Kökce, ben ve ‘anne
bebeği’ haberini twetter’den reetwet yapanlara ağza alınmayacak küfürler
savruldu. (“Aslında biz de “mağdur olduk” demenin bir
başka yolu.)
Elbette yaşanan hadiseye inanamayanlar hatta bunun bir
‘karşı savunma ve internet efsanesi’ olduğunu söyleyen arkadaşlarımız da çıktı.
Başbakan Erdoğan’ın AK Parti grup toplantısından sonra
Abdülkadir Selvi ‘Başbakanın sözünü ettiği gelin’ başlığıyla köşesinde
yazabildiği kadarını kaleme aldı. Görünen o ki ‘İnsanın kanını donduracak kadar
korkunç onlar utanmıyorsa biz niye utanalım yazılmalı’ diyen Abdülkadir Selvi
de bazı şeyleri açıkça yazmaktan haya etmiş.
Abdülkadir’in yazısından sonra telefonlarım susmak bilmedi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder