Neticeyi
birkaç başlıkta ele almak gerekirse;
30
Mart Seçimleri’nin “ekonomi” başlığı adı altında ele alınabilecek sonuçlarından
biri, Türkiye alt ve orta sınıflarının ekonomik beklentiler söz konusu
olduğunda, yine ve yeniden, demokrasiyi ve ahlâkı kolaylıkla bir kenara
bırakabildiklerine şahit olmamızdır. Öyle ki, resmî rakamlara göre bugün
Türkiye’de her iki kişiden biri ya kredi kartı ya da banka kredisi borçlusu. Bu
veri bize şunu söylüyor: AKP iktidarı döneminde “yoktan harcayarak” banka
kredileri ile aşırı derecede borçlandırılan kitle, olası bir kriz/belirsizlikte
“borcumu nasıl öderim?”, “faziler artarsa ne yaparım?” korkularına kapılmış durumda.
Bu korkular, böylelikle, artık sağır sultanın bile duyduğu yolsuzluk, rüşvet
kayıtlarına karşı insanların tepkisiz kalmasına da yol açıyor. Dahası devlet
kurumlarında, yargıda, poliste “devlet parti-parti devlet olan” ve muhaliflere
karşı giderek otoriterleşen bir iktidar, demokrasiyi ve ahlâklı olmayı değil de cebini düşünen bu kitleleri hiç rahatsız
etmiş gibi görünmüyor. Hatta muhaliflere karşı uygulanan zorbaca politikalara
karşı iktidar seçmenlerinin bu durumu, bitmez tükenmez bir “mağduriyet” haliyle ve riyakârca “zamanında biz
de neler çekmiştik” şeklinde karşıladıklarını da görüyoruz.
Ekonomi
listesine bir başlık daha eklemek gerekirse, AKP iktidarının kendi açısından 12
yıldaki en büyük “başarı”larından birisi de, toplumdaki birbirinden farklı
kesimleri menfaat ağları ile kendisine bağımlı hâle getirmesiydi. Bugün bunun
ne derece etkili olduğuna, bir kez daha şahit olduk. Bu menfaat ağları, öylesine tutucu bir etkiye dönüştü ki, evimizin
karşısındaki okul kantini ihalesine giren kişi ile milyon Dolarlık ihalelere
giren kişilerden tutun da, üye olduğu sendika vasıtasıyla senede 2-3 kez sürücü
kursu sınavlarında görev alan öğretmene, devletle iş yapan tüccar veya
müteahhitten, onların yanlarında çalışanlara, evde yaşlı bakıp sigortası yatıp
maaş alan kadından, Sosyal Yardımlaşma'dan düzenli yardım alanlara, hatta özellikle Güney Doğu’da Kaymakamlık, Valilik çekleri ile
alışverişini yapan ailelere kadar herkes başka bir partinin gelmesi halinde bu “imkânlar”dan
mahrum olacağım kaygısı içerisine düşmüş durumda. Bu kaygıları üst üste koyduğunuzda
ise, “CHP gelirse bittiğimiz andır” şeklinde özetlenebilecek bir başka etken
ile karşılaşıyoruz. Tabi ki bütün bu korku ve kaygıların bildik “ahlâkî” kılıfı, “AKP
millî ve manevî değerlerimize saygılı bir parti”, “vesayete karşı demokrasiden
yanayız”, hatta "Dünya'ya kafa tutuyoruz" gibi içi boş popülist söylemler oluyor. Tabi ki bu insanlar, bu ufak yardımlarla daha da fakirleştirildiklerinin ve böylelikle daha da bağımlı hale getirildiklerinin farkında değil.
Bununla birlikte kanımca,
kişilerin borçlanarak yarattıkları göreli refah, tüketim toplumunun imkânlarıyla bir anda karşılaşıp bunu "iktidar partisinin sağladığı" ve ancak AKP'yle istikrarlı biçimde sürebileceği düşüncesine kapılmak ve her köşesi şantiyeye dönen ülkede inşaat sektörüyle ayakta tutulmaya çalışılan ekonomik dengeler de iktidar partisinin oy oranlarını
korumasının en temel sebeplerinden birisi. Bu durum öylesine perdeleyici bir etkiye sahip ki, özellikle AKP seçmenleri
başta olmak üzere, geniş kitlelerin ülkedeki neo liberal soygunculuğu
görmesini de engelliyor. Halbuki bu soygunda, devlet ihaleleri aracılığıyla yandaşlar'ın ceplerinin doldurulması bir "hak" biçiminde algılanıyor; kent alanlarının talan edilip,
ranta açılması “projelerimiz” şekline bürünüyor; ülke doğası ve suyuna el
konulması “bir ihtiyaç” (köprü, otoyol, tüp geçit, elektrik vb.) adı altında
meşrulaştırılıyor; memleket ormanları
maden ocakları ve baraj projeleri ile katledilirken, “ilerlemeyecek miyiz?”
şeklinde başka bir dayatma ile karşı karşıya kalıyoruz. Bu postmodern dünyada amorf bir görüntü sergileyen siyasal iktidar, hem o hem de bu olabilmenin, böylece de hem her şekle bürünebilmenin hem de her durumdan "mağdur" ve "muzaffer" çıkmanın nimetlerini yiyiyor. Sonuç olarak da, ani ve
sert bir ekonomik kriz olmadıkça, kısa dönemde bu kesim AKP’ye oy vermeye devam
edecek gibi görünüyor.
30
Mart’ın kültürel bir sonuç olarak da şunu söylemek gerekirse, iktidar
partisinin muhafazakâr politikaları, siyaseti Türkiye tarihinde hiç olmadığı
kadar dinselleştirdi. Siyaset dinselleştirildiğinde ise, liderler de insanlara
birer “ulvî”, “nebi” kişilikler, “üstün
insanlar” biçiminde görünmeye başlar. Bir hiyerarşi çıtası kurulur ve kişiler
kendilerini bu hiyerarşinin aşağılarında kabul ederler. Dolayısıyla, liderlerin
kutsiyetine inanmış kişiler, gözleriyle dahi görseler yolsuzluğa, rüşvete
inanamaz hâle gelirler, bunu liderlerine yakıştıramazlar. İşte bu
dinselleştirme, ekonomik korkuların etkisiyle tetiklenen beklentileri güzelce
gizliyor ve hatta “meşru” bir söyleme de dönüştürüyor. “Kredi borcum var, olası
bir krizde nasıl öderim” demek ahlâken her zaman mümkün olmadığı için de,
“çaldığını gözümle görsem inanmam” demek, böylelikle kolaylaşıyor.
Diğer
taraftan, Türkiye toplumunun kültürel anlamda iyice ayrıştığını da yine bu
seçimler sonucunda görebiliyoruz. İktidar partisi yandaşları ile diğer partilerin
seçmenleri arasındaki nefretin hani o hep lanetlenen 1970’li yılları
aratmadığına da şahit oluyoruz. Bir tek silahlı cinayetler eksik ama ben
kişisel olarak, bu ülke insanının, bu potansiyeli her daim içerisinde
taşıdığına inanıyorum. Gezi Günleri’ndeki paramiliter güçlerin ara sokaklarda
yaptıkları hafızalarımızın en taze görüntüleri olarak duruyor. Üstelik, kurumlara
güvensizlik, toplumsal huzursuzluk, sevgi eksikliği ve politikacıların nefret
söylemleri de 1970’leri kat be kat aşmış durumda. Siyasal iktidarın “balkon
konuşması”nda, “hesap sorulacak kitleleri” özenle işaretlemiş olması da,
önümüzdeki günlerde siyasal ortamın daha da ısınacağının habercisi şeklinde
okunabilir.
Dolayısıyla,
bu seçimlerin siyasal sonucu ise, AKP iktidarının önümüzdeki dönemde her türlü
muhalefete karşı daha fazla sertleşeceğinin işaretlerini net olarak vermesidir. Çünkü
Başbakan'ın aldığı her oyu, “muhaliflerin canına oku” biçiminde
değerlendirdiğini de esefle izliyoruz. Bu durumda, ülkenin kısa
vadede temellerini siyasal ama özellikle kültürel farklılıklardan alacak biçimde daha fazla
ayrışacağı ve başka çıkar yol bırakılmayan muhalefetin yeniden sokağı bir
tercih olarak göreceği söylenebilir. Bu da daha fazla devlet şiddeti ve
sonucunda yarası sarılamayan yeni yeni toplumsal acıların ortaya çıkması demektir.
Netice itibarıyla, 30 Mart Yerel Seçimleri'nin tarihsel sonucu da, bugün değil ama
ilerleyen dönemde siyasal İslâm’ın zemin kaybedeceği ve İslâm’ın “bir ahlâk
düzeni” olma iddiasının uzun vadede yara alacağıdır. Yine de biz bu gelişmeleri
en erken 2020’li yılların ortalarına doğru görebileceğiz. Çünkü siyasi iktidar,
oy anlamında gücünü koruyor ve tarihsel mayalanma için her şeyin daha
başlangıcındayız.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder