Sosyolojinin, felsefe ile birlikte, tüm bilimler arasında kendi üzerine de
düşünebilme kabiliyetine sahip yegâne bilim dalı olduğu söylenebilir. Bunu sağlayan temel neden ise,
sosyolojinin ama özellikle felsefenin ontoloji problemi ile fazlasıyla meşgul olmalarıdır. Bu
nedenle günümüzde, bilhassa sosyolojinin içine düştüğü krizi kendisi üzerine düşünerek,
tartışarak aşmaya çalıştığına da şahit oluyoruz.
Öncelikle modern toplumun krizi gibi, hatta modern toplum ile hemen hemen aynı
zaman diliminde, sosyolojiyi bir kriz ile yüz yüze bırakan nedenler üzerine
düşünmeye başladığımızda, sanırım bu nedenlerden ilki ve belki de en önemlisi, bir
noktadan sonra sosyolojik teorilerin yaşanan gerçeklikle bazı noktalarda ters düşmeleri ya da
bazı sosyal olguları yeterince açıklayamamalarının (ki bu da doğaldır) görüntüsünden kaynaklanmaktadır. Meselâ,
sosyolojinin klasik toplum kurgusu (ulus devlet, sivil toplum, sınıflar vb.)
ile bireylerin toplum içindeki konumu ve işlevleri (siyasal katılım, rol
dağılımları, sınıfsal durum vb.) Dünya tarihinin gördüğü en hızlı değişimler döneminde, hızla değişmektedir. Böylelikle sosyolojik
teorilerin yaşanan gerçeklikleri açıklamada yetersiz kalmaları, yeni
metodolojik tekniklerle farklı teoriler oluşturma sorununu da beraberinde getirir. Çünkü
sosyolojinin toplumsal yaşamdan ayrı olmamak ve bu yaşamı bütün değişimleri ile
önce anlamaya, sonra açıklamaya çalışmak gibi zorunlulukları da mevcuttur.
İşte bu
nedenle, bu sorun, sosyolojinin geriye dönüp baktığında kendisini sorgulaması
gerekliliğini de ortaya çıkarır. Sosyolojinin kendisini sorgulamaya başlaması,
sosyoloji içerisinde farklı şekillerde de olsa ele alınmıştır. Meselâ, kimi sosyologlar şimdiye kadar yapılan pozitivist araştırma tekniklerinin yetersizliğini, hatta
artık geçerli olmadıklarını iddia etmişlerdir (hermönetik ekol gibi). Onlara göre,
olgulardan yola çıkan pozitivizm olguların ardında olan ve o olguyu
anlaşılabilir kılan “anlam”ı ıskalıyordu. Bundan sonra “anlam”, “dil”, “yorum”
vb. üzerine yapılan tartışmaların yoğunlaştığını görüyoruz. Zaten günümüzde de
aynı tartışmalar artarak devam ediyor. Diğer taraftan, sosyolojinin evrensel, makro
ölçeklerde teoriler ürettiği eleştirisinde yola çıkan sosyal bilimciler ise,
daha mikroya, hatta bireye inerek, onun varoluşunu oluşturan, onu etkileyen,
belirleyen koşulların araştırılmasıyla günlük yaşamın anlaşılabileceğini öne
sürdüler (fenomenolojik ekol gibi).
Dahası, sosyolojinin geldiği bu noktada kendisi ile yüzleşmesini sağlayan bir
diğer etken de modernizm eleştirisidir. Modern toplum ve modernizm üzerine
yapılan eleştirilerin, kendi teorilerini bu toplum projesi üzerine
temellendirmiş sosyolojiyi etkilemesi doğal karşılanabilir. Bu eleştiri
rüzgarı, sosyolojinin kendisini, hem epistemolojik hem de metodolojik olarak
sorgulamasına neden oldu. Ve aslına bakılırsa, sosyoloji herşeyden fazla yöntem
ise, yöntemi sosyolojinin bağrından söküp aldığımızda da geriye pek bir şey
kalmıyorsa, sosyolojinin esas krizi de (hâlâ) metodolojik demektir.
Öyle ki
metodoloji, sosyolojinin epistemolojik temellerini meşru kılacak bir araçtır.
Ayrıca bunun bilgisini de sağlar. Fakat postmodernistlerin modern topluma
getirdiği eleştiriler, dünyanın içinde bulunduğu bir kriz şeklinde değil de,
ezeli ve ebedi bir kaos şeklinde düşünülmesi, sosyolojinin genelinde yaygın
olan pozitivistik araştırma tekniklerinin sorgulanmasına da yol açtı. Çünkü bu
teknikler o zamana kadar sosyolojinin ayaklarını yere sağlam basmasını
sağlıyordu, ama bu eleştirilerle birlikte artık geçerlilikleri tartışılmaya
başlandı. Üstelik nesnellik kavramı da büyük bir yara aldı. Böylelikle sosyolojinin meşruiyet zemini
metodolojiye doğru kaydı ve sosyolog (dolayısıyla sosyoloji) kendisini bir kriz içerisinde buldu.
Hâlbuki sosyolojinin bu metodolojik krizini yorumlayan postmodernist düşünürler
bir kuram ya da metodoloji oluşturma kaygısı içinde de değildirlerdi. Hatta bu
çabayı yeniden bir “büyük anlatı” oluşturma olarak gördükleri için, böyle bir probleme
sahip olmadıkları da söylenebilir. Tabi hepimizin de bildiği gibi, bunun
tehlikesi sınırsız ve aşırı rölativizmdir. Ve aslında bu yaklaşım, sosyal
bilimlerin meşruiyetinin daha da sorgulanmasına yol açmaktadır. Bunun da sosyal
bilimlerin, ama özellikle sosyolojinin, krizini derinleştirdiği söylenebilir.
Diğer taraftan,
sosyolojide makro analizler yerine daha mikro ve bireyi temel alan analizlerin
öne çıkmaya başlaması “kültürel” olanın önem kazanmasıyla sonuçlanmıştır. Sosyolojide
(aslında tüm sosyal bilimlerde) ortaya çıkan bu kültür eksenli farklı
paradigmalar sosyolojinin nesnellik, geçerlilik ve evrensellik iddialarının
sorgulanmasına da neden oldu. Böylelikle kültür, kültürel süreçler ve kültüre
ait bütün değerlerin sosyolojinin merkezine yerleşmesi, bilhassa Marksizm’in
etkisindeki sosyolojiyi de aynı krizin içine soktu. Çünkü gelinen noktada kültür, Marksizm için
ekonomi temelli bir üst yapısal kavramdı. Kültürel etkiler kabul edilmekle
birlikte, öncelik kapitalizm ve onun ekonomik uygulamalarına aitti. Kültür
ancak bunlardan sonra geliyordu ve edilgin konumdaydı. Frankfurt Okulu
yazarlarının bile kültürü, sadece kitleleri pasifleştirmek, yüksek kültürün
değerlerini (sanat kaygısı, özgürlük vb. gibi) ortadan kaldırmak ve
ideolojisini yaymak şeklinde tarif edilebilecek yabancılaştırıcı bir kapitalizm
ideolojisi içerisinde açıkladığını da anımsayalım. Kültür, Enstitü yazarlarına göre bir
“endüstri”ydi ama bu açıklama kültürü yine sadece kapitalizm üzerinden anlamayı
gerektiriyordu.
Oysa ki
kültür, kapitalizm ile olduğu gibi kendi dinamikleri ile de anlaşılabilecek
ayrıntılı bir kavramdır. Kültürün yaşamımızdaki en keskin ayrımlardan biri
olmasından dolayı ayrıştırıcı bir yanı da vardır. Bu nedenle eleştirel ekol ve
onun sosyolojisinin krizi, kültürü, bütünsel, makro bir alan olarak
görmelerinden kaynaklanmaktadır. Hâlbuki son 25-30 yılda politik ve kültürel
yaşamın her alanında görülen kültür merkezli ayrımlar, Marxizm’in
“emek-sermaye”, “burjuvalar-proleterler” gibi bütünsel açıklamalarının dışında
bir yerlere de denk gelmektedir. Zaten post-Marxistler de, Marksizm içinde yeni bir kuramsal
çerçeve oluşturmak için bu kültürel etkileri de içeren yeni bir politik düşünce
şekli sunmaya çalışmaktadırlar. Sonuç olarak bu arayış, Marksizm etkisindeki sosyolojinin bu türden bir
krizi aşmak için gösterdiği çabalardan biri olarak sayılabilir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder