Bu
hafta içerisinde kendilerini “Üniversiteli Müslümanlar” olarak
adlandıran bir grubun, Beyazıt Meydanı’nda basın açıklaması yaptığına
şahit olduk. Grubun kadınlarının taşıdığı bir pankartın üzerinde
yazılanlar olmasa, belki de bu gösteri hiç ilgi çekmeyecek, hatta haber
ve gündemin yoğun akışı içinde kaybolup gidecekti. Pankartın üzerinde
“Sol faşizme, tahakküme ve zorbalığa karşı Müslümanlar omuz omuza”
yazması, bu olayı birden sosyal medyanın ilgi odağı haline getirdi. Aynı
zamanda hızlı bir konu öğütme makinesi de olan bu sanal ortamda, herkes
meşrebince bir şeyler yazmaya, yorum yapmaya başladı. Öyleyse bu “sol
faşizm” neyin nesi? İslâmcılar bu kavramdan neyi anlamaktalar? Kavramın
bir kullanım amacı var mı? Varsa da acaba ne?
“Sol
faşizm” kavramı üzerine biraz tarama yaptığımızda, evveliyatının
1960’lara dayandığını görüyoruz. Kavram ilk defa Jürgen Habermas
tarafından ortaya atılmış ve Batı Avrupa’da şiddet eylemlerine karışan
radikalleri ifade etmek için kullanılmış. Sonrasında birkaç kez daha ve
farklı açılardan ele alınmış olmakla birlikte (örneğin, liberal
sosyologların SSCB’deki uygulamaları nitelendirmek için kullanmaları
gibi), bu kavramın yaygın bir kullanımının olmadığı da aşikâr.
Bu
yüzden “sol faşizm”, İslâmcı icadı değil ama her kavramın kaderi olan
yerli imalatın tüm arızalarına da fazlasıyla sahip. Öncelikle internet
ortamlarına ya da sosyal medyada bu kavramı sahiplenenlerin “hangi
saiklerle” bir anlam dünyası kurduklarına baktığımızda, mevzunun epeyce
bir takipçisi olduğuna ve bu kitlenin de (sanal ortamın da ruhuna uygun
biçimde) hiçbir ahlâkî mesuliyet taşımadan kavramı diledikleri gibi
kullandıklarına şahit oluyoruz. İlginçtir, kavramın tarama geçmişinin
başlangıcı 2013 Gezi Direnişi’ne kadar uzanıyor ve en çok yoğunlaşma da
bu dönemde yaşanıyor. Kavramın yayıcılarının, Gezi’deki “gösterici
şiddeti”nden aydınların “halkı beğenmemesi”ne; “türban düşmanlığı”ndan
“din karşıtlığı”na; hatta bugünün CHP’sinden (sol ile ilişkisinin nasıl
bir cehaletle kurulduğunu anlamanın zor olduğu) Tek Parti Dönemi’nin
(çoğu da uydurma) icraatlarına; oradan 1 Mayıs’ta Taksim’e sokulmayan
emekçiler arasındaki bazı ufak grupların “polise taş atmalarına” varan
her türlü durumu/olayı, “sol faşizm” tevatürüyle açıklamaya gayret
ettikleri seçilebiliyor.
Buradaki
göze çarpan önemli bir bulgu da şu ki, İslâmcılar nezdinde “sol
faşizmin” belli bir mekânı, “tahakkümün” sağlandığı bir merkezi bile
var: Üniversiteler… Nitekim bu kitle üniversiteleri, “saf ve temiz”
müminlerin inançları yüzünden baskıya uğradığı, “solcu ve ateist
yetiştiren”, kavramın da teorik anlamda içinin doldurulduğu bir
“uygulama yeri” olarak ele alıyor. Hâl böyle olunca bunlara göre ODTÜ de
“faşizmin kalesi” şeklinde tarif ediliyor. Basın açıklamasının içinde
“üniversitelerdeki İslâmî mücadele engellenemez” şeklinde bir cümlenin
geçmesi de böylelikle taşları yerli yerine oturtuyor. Demek ki İslâm
sadece bir “inanç” değil, aynı zamanda üniversitelerdeki bir mücadele
nesnesi. Bunu keşfetmek yararlı; çünkü Türkiye’deki İslâmcı profilinin
nereyse tamamı, şu günümüz şartlarında bile “dinlerini
yaşayamadıklarına” inanıyorlar. Dolayısıyla büyük üniversitelerin görece
serbest ortamları, belli ki bu İslâmcı öğrencileri rahatsız ediyor.
Ramazanlar’da herkesin oruç tutmak/tutuyor görünmek zorunda olduğu;
kızlarla erkeklerin ayrıldığı; etkinliklere gelmenin zorunlu olduğu;
dinlenen müziklerin bile reislerce belirlendiği; giyim kuşama karışılan;
yurtlarda zorla namaza kaldırılan taşra üniversitelerindeki daha nice
“güzellikleri” özledikleri kesin. Zaten bu sebeplerle İslâmcılar bu
türden “güzelliklerin” olmadığı üniversiteleri, hem öğrencileri hem de
hocalarıyla birlikte “sol faşizmin yuvaları” olarak görüyorlar. Lâkin
ülkedeki mevcut iktidar ile birlikte düşündüğümüzde, bu basın açıklaması
öyle masum değil ve aslında bir muhbirlikten başka bir şey de değil.
Böylesi “mağduriyet” gösterileriyle politik iktidara, “buraları
temizle”, “buralara da el at” mesajı verilmek isteniyor. Bu yüzden YÖK
tarafından hazırlanan ve birkaç hafta içerisinde Meclis’e gelmesi
beklenen “üniversitelerde kamu görevinden çıkarma yetkisinin rektörlere
devredilmesi” teklifinin, böylesi çağrılar üzerinden de okunması
gerekiyor. Çünkü kamusal “meşruiyet” hep bu yollarla kurulmaya
çalışılıyor.
Diğer
taraftan, bu kitlenin sol ve faşizmi yan yana getirmeleri, bir biçimde
faşizmin “kötü bir şey” olduğunu öğrendiklerini de gösteriyor. Fakat
buradaki asıl vurgu, esasen bu algıya yönelik değil. Aksine bu çaba, bir
tarafta otoriter bir iktidar yapılanması, diğer yanda tüm dünyada
İslâmcı faşizmin yaptıklarını perdelemeyi amaçlayan bir içeriğe de
sahip. İslâm’ı rehber alan toplum mühendisliğinin, el attığı her
coğrafyadaki hâl-i pûr melâli ortadayken, ortalama bir vicdanın bile
çoktan terk ettiği bu konformist kitlenin, “bakın sol çok daha mı iyi?”
gibisinden çıkışlarla savunma geliştirmeye çalıştıkları çok belli.
Aslında dünya politik gündemi önünde derin meşruiyet sancıları içindeki
bu söylem sahipleri için buradaki kaçınılmaz ve tarihsel trajedi, “sol
faşizm”den dem vururken, günümüz İslâmcı faşizminin yaptığı
barbarlıkları aklar bir pozisyona doğru savrulmaları. IŞİD gibi
vahşilerle araya mesafe koyma çabaları, sadece kendilerinin inandığı
büyük bir aldatmacadan ibaret. Türkiye her daim bu İslâmcı şiddet
potansiyeline sahipti, bugün daha fazlası mevcut. Afganistan, Irak,
Mısır, Tunus, Libya, Suriye, Yemen deneyimleri, bu çağda neler
yaşanabileceğinin işaretleriyle dolu.
Yine
aynı basın açıklamasında geçen “sol-sosyalist grupların Müslümanları
‘IŞİD’ci’ diye yaftalamaları”nı, bu kitlenin “tüm dünyadaki egemen
güçlerin Müslümanlara dönük propagandasının bir kopyası” olarak ele
almaları, bizlere “bunlar hangi ülkede yaşıyorlar?” sorusunu sormamıza
da yol açıyor. Yani Taliban, El Kaide, IŞİD, Boko Haram, El Nusra ve
daha nicesi, bunlara nasıl görünüyor olmalı ki, bütün kabahat “sol
faşistler” ve egemen güçlere havale edilmiş. Maraş, Çorum, Sivas, Gazi,
Roboski, Gezi, Ankara ve 7 Haziran sonra tüm G. Doğu’da yaşananlar, yanı
başımızda Suriye’deki vahşetler ve bunlar olurken bu kitlenin kimlerin
yanında yer aldığı, oy vererek kimleri desteklediği, faşizmden ne
anladığı, kurulan insan pazarları, akla hayale gelmeyecek işkencelerle
öldürülenler hakkında ne düşündükleri hepsi, kabahatin defedilmesiyle
silinip gidiyor. Kısacası bu kitle ve onların inançları dışındaki
herkesin, olan bitene doğrudan katkısı var ama bir tek bunların yok.
Böyle de bir güzellik içindeler.
Dahası
“sol faşizm” kavramıyla, “iktidarda hâlâ solcular var ve savaş devam
ediyor” mesajı da alttan alta verilmek isteniyor. Ordu, bürokrasi ve
siyasal iktidar için solcuların muktedirliği söz konusu olmasa da
İslâmcılar için mağduriyet, gerçeklik duygusunun yitirildiği bitmez
tükenmez bir bilinç kaybının adı. Fail/muktedir olduğu anlarda bile, her
ahval ve şeraitten “mağdur” olarak çıkan bu duygunun
kitleselleşmesinin, bugün İslâm ülkelerinde yaşananların nedenleri
hakkında belki küçük de olsa bir ipucu taşıyabileceğine, keşke az da
olsa bir ihtimal verilebilseydi.
Zaten
aynı mağduriyet hâlinin eşliğinde, son zamanların moda kavramı kültürel
iktidar söylemi üzerine de burada birkaç kelâm etmek gerekiyor. Keza bu
kitlenin Pierre Bourdieu’den esinlendiği, okuduğu falan yok; fakat
kavram çekici gelmiş olacak ki, sıkça tekrarlanmaya başlandı. Yine aynı
yöntemle deforme ederek kullanılan kültürel iktidar kavramı da tıpkı
“sol faşizm” gibi kitleyi mücadeleye çağırma, motivasyonu diri tutma
odaklı işlevlerin, söylemsel bir taşıyıcısı yerine geçiyor. Solun devlet
yapıları içerisinde bir karşılığının olmamasının “bittiği anlamına
gelmediği” düşüncesine yaslanan bu söylem, İslâmcılığın “üretememe”
durumunun en net görüldüğü yer olan kültürel alanı, bir iktidar biçimi
şeklinde ele alarak, herkesi mücadele etmeye çağırıyor. Hâlbuki popüler
kullanımdaki anlamıyla kültürel iktidar kavramı, nedenleri gayet açık
olmakla birlikte, esasen İslâmcıların kültürel/bilimsel faaliyetlerdeki
basiretsizliğinin bir dışavurumu olarak düşünülmeli. Zira geleneklere
saygının, halkla ters düşmemenin, mevcudun tekrarının değerli bulunduğu;
düşüncenin baskılandığı yerlerde, ne bir sanat ne sanatçı ne de bilim
ortaya çıkamayacağına ulaşmak hiç de zor değil.
Öte
yandan İslâmcıların burada, Cumhuriyet tarihi boyunca (sadece
kendilerini değil herkesin) maruz kaldığı bazı jakoben tavırları, “sol
faşizm” ya da “tahakküm” adlandırmasıyla, kısa yoldan tüm Sol’a ihale
etme çabası içinde oldukları da görülüyor. Tarihsel anlamda jakobenizm
ile sol/sosyalist düşüncelerin kesiştiği zamanlar tabi ki oldu. Fakat
Türkiye’de ne bu tarz bir sosyalist iktidar görüldü ne de böyle bir
dönem yaşandı. Bizler CHP’nin “ne derece sol” olduğunu tartışırken,
İslâmcıların sol ile ifade ettiği kesimlerin CHP’den başlayarak, Vatan
Partisi ve KP’ye kadar önüne ne gelirse içine kattığını da belirtmek
gerekiyor. Hanefi Avcı’dan dahi “devrimci” yaratan da bu örgütlü kötülük
değil miydi? Aslında İslâmcıların (yeni izdivaç eşliğinde belki
Türkçülerin de) “Sol’u homojenleştirme çabası” olarak da ifade
edilebilecek bu beklentilerinin hedefinde, sol düşüncenin bir çerçeve
içerisine yerleştirilerek “zaten bunların hepsi aynı” demek istedikleri
de bir başka bulgu olarak buraya iliştirilebilir. Zira Sol’un her türlü
resmî, örgütlü ya da militer baskıyı “faşizm” ile ifadelendirmesi,
İslâmcıları oldukça rahatsız etmiş olmalı ki, devlet katında ne resmî
örgütü ne de iktidarı olan, gücü bile sınırlı Sol’dan bir “faşizm”
biçimi çıkarma konusunda fazlasıyla ısrarcı görünüyorlar. Türk Sağı,
kendi başına yine hayali bir sol inşa ediyor ve yine kendisi ona uygun
politikalar belirlemeye çalışıyor.
Sonuç
olarak “sol faşizm” söyleminin bir başka hedefi de, Sol’un barış,
özgürlük, eşitlik, hak ve adalet arayışı gibi söylemlerini boşa düşürme,
onların içinin “boş olduğu” görüntüsü yaratma ve bütün bu olan bitene
rağmen bunların esasen İslâm tarafından sahiplenildiği izlenimini, yine
ve yeniden verme çabasından ibaret. Muhalefette olduğu dönemlerin
rahatlığıyla herkese “huzur” vadeden İslâmcılığın, Müslüman
coğrafyalarda bir bir iktidara geldikten sonra ortaya çıkan vahim
tablonun epeyce bir imaj düzeltmeye ihtiyacı olsa da, mevcut
müptezelliğin Sol’a saldırmakla “nasıl düzeltileceğini” de bu söylem
sahipleri açıklamak zorunda. Bugün İslâmcılar, kendi içsel ve derin
çelişkilerini, insanlara çatışma ve gözyaşından başka bir şey getirmeyen
politikalarını, sosyalistlere ve egemen güçlere atma kolaycılığıyla
birlikte daha ne kadar yaşayabilirler?
Ne
dramatik ki, 1990’larda “sol ve sosyalizm mi kaldı, komik olmayın”
diyenlerin çocukları, bugün “sol faşizm”den bahsediyor. Fakat ben yine
de bu metni buraya kadar okuyup, asıl failler ortadayken “sol faşizm”in
gerçekliğine ısrarla inananların hiç yabancı olmadıkları bir benzetmeyle
bitirmenin, belki bir silkinme yaratabileceğini düşünüyorum: Sizler ne
derseniz deyin, gerçek sol bu değil!
1 Şu makaleye bakılabilir: http://www.birgun.net/haber-detay/islamcilik-ile-turkculugun-tarihsel-uzlasmasi-96441.html
Bu makaleye şu LİNK'ten de ulaşılabilir:http://www.birgun.net/haber-detay/sol-un-fasist-olma-ihtimalini-sevmek-97696.html
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder