Ahlâk
kavramı, uzun zamandır en çok işittiğimiz kavramların (vicdan, insanlık, sevgi
vb. gibi) en başında geliyor. Ve temel kuraldır ki, bir kavram ne kadar
sıklıkla tekrar ediyorsa bu durum onun varlığına değil, aslen yokluğuna
delalettir. Dahası bu “yokluk” eşliğinde ahlâkın “ne olduğuna” dair bir
tanımlama yapmak ise, her tanımlamada var olan sıkıntıyı beraberinde taşıyacak
ve ahlâkı belli bir tanım içine hapsedip, “sınırlama” anlamına gelecektir. Zira
ahlâkın “evrensel bir tanımı” yoktur ve olmaması da daha muteberdir.
Yine
de bu ilgili kavramlar etrafında bir şeyler söylemek gerekirse ahlâk, ideal
yaşam düzenini amaçlayan bir toplumda “iyi” ve “kötü”yü belirleyen değerler ve
kurallar toplamı olmasının yanı sıra, kişinin yaşam içerisinde sahip olduğu
ilkeler, tavırlar, tutumlar, inançlar ve mevcut idealler, bunlar üzerinden
gerçekleştirdiği davranış ve eylemler ile bu eylemleri belirleyen toplumsal
normlarla birlikte insanların kendi aralarındaki ilişkileri düzenleyen ve pek
çok alandan beslenen (kültür, din, gelenek, ekonomi vb.) çerçeve değerler
bütünüdür. Bu değerler bütününün “ahlâkî” olmasını sağlayansa, tutarlılıktır. Kısacası
“tutarlı” olunamazsa, “ahlâklı” da olunamaz.
Ahlâk
kavramına sosyolojik anlamda ilk değinen ise kişi Émile Durkheim’dır. Onun
kolektif ahlâk (/sosyal ahlâk) kavramı, zamanın Fransız toplumunda Devrim’in sancıları
ve kapitalizme geçişte yaşanan sorunlara çözüm, toplumsal yapıya ise düzen
getirmeyi amaçlıyordu. Ahlâkın “norm koyma” özelliğini keşfeden Durkheim, öncelikle
ahlâk sonrasında da onu destekleyecek hukuk kuralları yardımıyla toplumun mevcut
kaotik ortamdan kurtulabileceğini de düşünüyordu. Keza toplumun bir ahlâk
şemsiyesi altında kümelenmesi, toplumsal birlik için elzemdi. Bu yüzden onun
böylesi bir önceliğe dair ilk önerisi, okullarda verilecek topyekûn bir “ahlâk
eğitimi”ydi. Ahlâkı, toplumsal dayanışmanın öncülü sayan Durkheim’ın bu kavrama
yaptığı en önemli katkı da ahlâkın “laik” olması gerektiğine dair özenli vurguydu.
Çünkü tersi, toplumsal ayrışmaları daha fazla körüklemek anlamına gelecekti. Nitekim
tam da bu noktada, millî tedrisatta yer alan “Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi”
dersi örneğinde, İslâm’a emanet edilmiş bir ahlâk anlayışının vehameti belki daha
net kavranabilir.
Bizim
açımızdan ise Cumhuriyet, Batılı anlamda bir modernleşme çabası olarak beraberinde
ülkeye (ahlâkı da kapsayan) farklı bir yorumlama tarzı, yeni bir anlayış getirmeye
çalıştı. Fakat bu anlayış, kitlesel anlamda bütünleştirici bir “ahlâk biçimine”
hiç dönüşemedi; etkisi hep sınırlı kaldı. Zira tabanda ve bilhassa taşra ile
alt sınıflar arasında yaygın ve dirençli bir İslâmî anlam dünyası, mevcut
ahlâkı örgütleyip, biçimlendiriyordu. Günümüze kadar gelen politik ayrışmaların
sebeplerinden biri de sayılabilecek bu biçimlendirme, Batılı modernleşme
çabalarına o günden beri hep karşı çıktı. Ahlâkın bir dine, üstelik o dinin sadece
bir mezhebine (Sünnîlik) teslim edildiğinde nelerin olabileceğinin ipuçlarını
da veren bu karşı çıkış, kendi yorumu dışındaki tüm yorumları, yozlaştırıcı,
dinden ve gelenekten uzaklaştırıcı saydı. Netice itibarıyla bu süreç politik grupların
kendi ahlâk adacıklarına çekilmesi, toplumsal olaylara sadece o noktadan bakıp
yorumlamasıyla da sonuçlandı. Dahası devletin de bu çekişmede bir mezhep
üzerinden taraf olması, bizleri ahlâk söz konusu olduğunda “bir ülke için daha
korkunç ne olabilir ki?” sorusuyla baş başa bıraktı.
Öte
yandan bilindiği gibi bütün kitabî dinler, kendi meşruiyetlerini sağlama almak
adına, insanlığın kendi peygamberlerinin dünyaya gelmesiyle ahlâka
kavuştuklarını iddia ederler. Buna göre, peygamberlerden önce “ahlâk” olmadığı
gibi, bilakis peygamberler de zaten bu “ahlâksız” ortamı düzeltmeye
gönderilmişlerdir. Hâlbuki ahlâk, insanlığın birlikte yaşamasının bir getirisi,
bir norm koyma ihtiyacının ürünü olarak dinlerden çok önce de vardı. Nitekim binlerce
yıldır insanın ahlâken “iyi” ile “kötü”yü ayırabilmesi için bir dine ihtiyacı olmadı.
Burada illâki kitabî dinlerin ahlâka etkisinden bahsedilecekse, kendilerinden
önceki farklı ahlâkî yorumların üzerine vaktiyle nasıl tekdüze, baskıcı ve
dayatmacı bir şekilde gittiklerinden bahsetmek gerekmektedir.
Bununla
birlikte, kendi ülkemizde yaşadığımız deneyim açısından düşünüldüğünde, ahlâkî
yorumlar bütünüyle İslâm dininin egemenliğindedir. Bu egemenlik neticesinde
İslâm’ın, Cumhuriyet’ten beri kendi siyasal projesini hep bir ahlâkî düzlemde
dile getirdiği de tespit edilebilir. Buradan üretilen söylemlerse, günlük
hayattan politikaya kadar çeşitli düzenlemeleri yapmaya her daim adaydır. Örneğin
bu söylemlere göre, İslâm “güzel ahlâk” demektir; Müslüman yalan söylemez; küfür
etmez; yetim malı yemez; ölçü ve tartıda hile yapmaz; israf etmez; kibirden ve
büyüklenmeden sakınır; sözünde durur. Gerçekliğin sürekli biçimde “hayal edilen”
tarafından imha edildiği, var olanın değil olması beklenenin motivasyon
sağladığı böylesi yorumlamalar vasıtasıyla İslâmcılar, 1990’lardan sonra yoğun
olarak önce Belediye Başkanlıkları’nı, sonra da siyasal iktidarı ele geçirdiler
ve hep bu söylemler eşliğinde kendilerini kabul ettirmeye çalıştılar, başarılı
da oldular.
Buradaki
“başarı”nın bir parçası İslâmcı yorumların rakipsiz biçimde ahlâk kavramının içini
doldurması ve olası alternatif yorumları dışlanmasıysa eğer, diğer parçası da mevcut
partilerin itibar kayıplarına ilâve olarak şiddetli güven sorunları yaşayan,
üstelik modernizme öfkeli taşralı değerleriyle donanmış kitlelerin, bir saflık
arayışı neticesinde İslâm’ı “bir çıkış yolu”, kirlenmişlikleri perdeleyici ruhsal
bir unsur olarak duygusal anlamda sahiplenmeleriydi. Keza inançlı kişiler, kapitalist
piyasa ekonomisinin egemen olduğu günlük yaşamlarındaki türlü rezaletlere karşı
hem kendi eylemlerinde hem de çevrelerinde olan bitenlerde ahlâklı
olamadıkları/kalamadıkları için, bazı simgesel davranışlara ihtiyaç duydular. Buna
göre aslında kimse kötü olmak, yalan söylemek, hırsızlık yapmak istememekteydi;
dolayısıyla kötü olan düzendi ve “kötü” olduğunu bile bile yapılan her eylem, tanrının
“sonsuz affediciliğine” bırakılmalıydı. Öyle ki bağrında kişi her ne yaparsa
yapsın bir başka olayla mutlaka bağlantılı olarak meşrulaştırılarak “ahlâkî”
olacak ruhsal rahatlama garantisi taşıyan bu tavır, kitlesel anlamda da sahiplenildiği
söylenebilir.
Bu
durum aslında, İslâmcı ahlâkın kendi içinde var olduğunu iddia ettiği netlik
duygusundan birden muğlaklığa doğru geçişinin de işaretidir. Muğlaklık, aynı
zamanda esneklik de demektir. Ütopik olanın (Asr-ı Saadet gibi) bu kısa ömür
içinde yaşanamaması, ideallerin ve doğruların hayatın başka gerçekleri
karşısında bir bir dağılması durumu, bir dine ait ahlâki öğeleri uygulanabilir
olmaktan çıkartarak daha esnek hâle getirir. Böylece dinen “ahlâkî olan”, her
durumda esnetilirken, süratle değişme kabiliyetine sahip yeni “ahlâkî”
pozisyonlar da peşi sıra geliştirilir. Sınavlardan bir gün önce dershanelerde
çözülen sorular, “kul hakkı yemekten” çıkar kendisi bir “hak”a dönüşür ya da “Müslümanlar
kardeş” olsa da zenginler artık fakirlerle aynı mahallede yaşamak
istememektedir. Sonucunda ise “ama, fakat, lâkin” ile devam eden cümleler
çoğalmaya, yaşam içindeki tutarsızlıklar da hızla artmaya başlar.
Bunun
ardından gelen ise idealin/doğru olanın değil, simgeselliklerin öne çıkarak
önem kazanmasıdır. Aynı sebeple artık “neyin ahlâkî/doğru” olduğundan ziyade (keza
bunun zemini oldukça kayganlaşmıştır), kişisel çıkar o an neyi gerektiriyorsa ahlâkî
ve doğru olan birden ona dönüşür. Böylelikle ahlâkî olmaktan uzak
tutarsızlıklarla çevrili eylemler ya da düşünceler acil tarafından simgesel perdelenmelere
ihtiyaç duyarlar. Bu perdelemeler, tutulan oruçlarla, namaz kılmakla, Hacca/Cuma’ya
gitmekle, giyim kuşamla, örtünmeyle, sakal bırakmayla, cümleler içerisinde
İslâmî kelimeler eklemek vb. şekillerde karşımıza çıkar. Çünkü “gerçek olan”
kimsenin görmek istemediği bir şekle bürünmüş, artık savunulması zor davranışlar
söz konusu olduğunda içerik değil, herkes için vitrinde sunulan gösteri amaçlı simgesellikler
(meselâ dindarlık) değerli hâle gelmiştir.
Zira
bu durum bizlere, İslâmcı ahlâkın hangi saiklerle mevcut siyasetin malzemesi
haline geldiğini de açıklar. Öyle ki, gerçeklikleri perdeleyen simgeselliklerle
örülü bir hayat ve o hayatın kendine has söylemleri, yaşanan tüm rezaletleri
veya siyasal başarısızlıkları doğrudan başkalarının sorumsuzluklarına,
dinsizlik ya da ihanetine ihale edebilecek “ahlâkî” donanıma da sahiptir. Bu
donanım muktedirken bile sürekli “mağduriyet” üreten bir zihniyetin yedeğinde her
türlü tutarsız durumdan başarıyla çıkabilme kabiliyetini de mümkün kıldığı
için, onunla mücadele etmek de ona karşı söylemler üretmek de oldukça güçtür. Kolayca
pozisyon değiştirebilen, bunu da İslâm’ın o günkü/anki ihtiyaçlarına göre
belirleyen bu kabiliyet, hem siyasetçi hem de seçmenler açısından üzerlerindeki
ahlâkî sorumluluğu atmak için (örnekleri bolca mevcut) akılla ifade edilmesi
zor açıklamaları da berberinde getirir.
Zaten
bu ve benzer sebeplerden dolayı İslâmcı ahlâk, bugün toplumsal rezaletleri aklama
aracına da dönüşmüştür. Meselâ, birkaç gün önce “Ortak Vicdanın Sesi”
sloganıyla “Hepimiz Ensarız” açıklaması yapanların, ahlâkî bir tutumdan ziyade esasen
ortak çıkarların etrafında kenetlendikleri hemen seçilebilir. Hatta bunun
Türkçesi, “İslâmcılar iktidardan gider de CHP gelirse halimiz ne olur” şeklinde
okunmalıdır. Dolayısıyla burada “ortak vicdan”dan değil, ancak “ortak çıkarlar”dan
bahsedilebilir. Fakat hiçbir zaman bu böyle ifade edilmeyecek, türlü fecaatler pratik
olarak “işe yarayacak” hâle getirilip “İslâm’a/Müslümanlar’a saldırı” biçiminde
göğüslenecek. Böylece İslâm ya da din gibi kolektif yarar referanslı
kavramların arkasında, kişisel çıkarları gizlemek de kolaylaşacaktır.
Diğer
taraftan, İslâm ahlâkının (ideal olan değil, yaşanan pratiğini) anlayabilmek
için şu örnek de belki açıklayıcı olabilir. Birkaç ay önce sosyal medyada
açılan “#Müslümanlara soruyorum” isimli bir tag’a, “Müslümanlar’ın kadın bedeni
ve cinsellik dışında bir ahlâkî yaklaşımları var mıdır?” şeklinde bir soru
sormuştum. Soruya verilen yanıtların geneli, “Müslümanlar’ın ağzı neden bu
kadar bozuk?” şeklindeki ikinci bir soruya neden olsa da bazı yorumlarda “ticaret
ve aile ahlâkına sahipler” şeklinde yanıtlar da geldi. Bu yanıtlar “%99’unun
Müslüman” olduğu iddia edilen ve “verilen sözde durulması gerektiğinin” sürekli
öğütlendiği bir ülkede sadece 2015 yılında icraya verilen senetlerin nasıl olup
da bir milyona yaklaştığını, Dünya’da en çok yolsuzluğun nasıl olup da Müslüman
ülkelerde yapıldığını ya da aile içindeki cinsel istismarı, şiddeti tabi ki
açıklayamıyor.
Çünkü
İslâmcı ahlâk ya “kötüler”i hep başka yerlerde arıyor ya da kötülüğü
bireyselleştirip (nefsine yenilmiş; kuldur hata yapar vb.) her durumdan aklanarak
çıkmaya çalışıyor. Hâlbuki bu ahlâk, son derece kaba, kısır bir yoruma da sahip
ve kerameti kendinden menkul biçimde “ahlâklılığın” gerekliliği sayıp tavır
aldığı kadın bedeni ile cinsellik dışında net, somut bir ahlâkî pozisyonu
bulunmuyor. Zira bu ahlâka göre, kadının açıkta kalan omzundan eşcinselliğe, erotik
film izlemekten alkol almaya, gece istediğin saatte eve gelmekten rock müzik
dinlemeye kadar geniş bir yelpazede her şey “ahlâksızlık” olabiliyor. Fakat yalan
haber yapmak, yalan söylemek, ihaleleri yandaşlara dağıtmak, türlü hileler
içinde olmak, lüks içinde yaşamak, kul hakkı yemek bu “ahlâk”ın kıyısından bile
geçemiyor. Dahası İslâmcı ahlâk, ölümleri bile “bizden mi yoksa onlardan mı”
üzerinden değerlendiren, yolsuzlukları “başkaları da yapmıştı” diyerek
normalleştiren, ne tüketimde sınır tanıyan ne de kefenin cebini düşünenlerin Cuma
Hutbeleri’nde “bir hurmayla bir hafta idare ediyorlardı” cümleleriyle kitlesel olarak
hüzünlendiği, kendine “dindar” diyenlerin
hısım akraba yoluyla devlette kadro kapmaya çalıştığı, devlet ve onun flu
menfaatleri söz konusu olduğunda vicdanın birden taşlaştığı bir garip “ahlâk”
biçimi.
Bununla
birlikte İslâmcı ahlâk, siyasetin nasıl da kullanışlı bir aparatı olduğunu
kanıtlarcasına, bünyesinde bolca reddedici, ayrımcı, baskıcı, otoriter ve
dışlayıcı öğeleri de fazlasıyla barındırıyor. İnanmayanların ya da “inanmadığı
düşünülenlerin” kabul görmediği, sürekli olarak otoriteye saygı ve itaati
tavsiye eden, kendinden olmayanın meşruiyetini saymayan, çoğunluğun haklarının
önceliğine inanmış, demokrasiyi ancak kendi işine yaradığında anımsayan, farklılıkları
düzleştirmeye ve kolektif değerlere uyumu öngören, kader ve tevekkül merkezli bu
ahlâk yorumu, sadece bu özelliklerinden dolayı bile dünyevî meselelerin
çözümüne fazlasıyla uzak. İslâm’ın kutsallık, dokunulmazlık özelliklerini de
üzerine alan bu ahlâk, kendisini kabul edenler nezdinde eleştirilerden de muaf
tutulduğu için, kitlesel gücüne güveniyor. Oysaki kitlesel çokluğun, doğrudan
meşruiyet sağlayıcı bir nitelik olmadığı iyi bilinen bir gerçek.
Sonuç
itibarıyla dün olduğu gibi bugün de içerdiği söylemler açısından bakıldığında
bir peri masalına rahatlıkla konu olabilecek unsurlara sahip İslâmî ahlâk, inananlar
açısından ütopik/ideal olan üzerinden yaşamak her zaman daha kullanışlı bir
davranış şekli olduğu için, mevcut arızalarını çoğu kez gizleyebiliyor. Yine de
bugün İslâm coğrafyalarında yaşananlar, bir ütopyadan bir distopyaya nasıl geçildiğinin
örneği olarak artık karşımızda duruyor. Fakat kesinlikle emin olabilirsiniz ki tutulan
tüm aynalara rağmen İslâmcılar kendi ahlâkî yorumlarının “en iyi/güzel/doğru”,
alternatifsiz vb. olduğu iddialarını aynı ciddiyet ve ısrarla sürdürecekler. Hâlbuki
biraz düşünüldüğünde zaten distopya böylesi tavırların olduğu bir yer, orada
yaşamak da böyle şey değil mi?
Bu makaleye şu LİNK'ten de ulaşılabilir: