İnsanlığın her devirde ve her türlü iktidara karşı
söyleyecek bir sözü mutlaka vardır. Sözün ağırlığı, iktidarı çatlatabilir,
büyüsünü bozabilir ve bundan dolayıdır ki, tüm Bolu Beyleri’nin yüreğinde
mütemadiyen bir “Köroğulları korkusu” saklıdır. Yine de burada esas mesele, bu
“söz”ün ne zaman, nasıl ve hangi yollarla söylenebileceği üzerinedir. Bu
sebeple, eğer derdiniz her dönem ve her iktidara karşı bir takım temel insanî değerleri,
haklar ile özgürlükleri savunmak ve demokrasi mücadelesiyse, bugün Gezi
Parkı’nın öğrettikleri artık önümüzde duruyor.
Elbette Gezi pek çok farklı açıdan ele alınabilir,
analiz edilebilir. Benim burada yapmaya çalışacağım ise, tek tek gelişen bazı
örneklerden kavramsal çıkarımlara ulaşmak olacaktır. Öyle ki bazen benzersiz
olay ya da vakalar, kendi başlarına derinlikli analizlere imkân verebilir. Dahası
basit görülen olaylar, önemli bulgulara da ulaştırabilir. Hatta o olgular başka ifadelere ihtiyaç duymadan bizlere
pek çok şey anlatabilir. Sonuç itibarıyla tek örnek, iyi örnek olabilir.
İdeolojik bir
yöntem olarak muğlaklık
Bu
yüzden öncelikle Gezi Eylemleri’nin fitilini ateşleyen anı düşünmekle meseleye
başlayabiliriz. Anımsanacağı üzere ağaçların kesilmesini engellemek isteyen
gençler Park’a gelip ağaçların altında çadır kurmuşlardı. Sonrasındaysa polis
ve belediye görevlilerince bir sabah o çadırların nasıl parçalandığını,
gençlerin nasıl korkunç bir şiddete maruz kaldıklarına şahit olduk. Hatta
aldığı darbeler sonucu üniversite öğrencisi Hazar Tunca’nın kasığı ve
testisleri yırtılmıştı. Gezi günleri boyunca bütün yurtta benzer şiddet görüntüleri
devam etti. Bu şiddet eylemlerinin tüm müsebbibleri ise o sıralarda gençleri “yasallık
dışında” göstermeye çalışacak sağlam bir muğlaklığın peşindeydiler. Muğlaklık
burada önemli bir kavram. Zira otoriter zihniyetlerin temsil ettiği dil ile
söylemler, mevcut olayları kamuoyu nezdinde muğlaklaştırdıkları ölçüde o günün
koşullarında kendi pozisyonlarını korur ve sağlama alırlar. Muğlaklık burada,
mevcut durumun anlaşılmasını bozmanın ideolojik yollarından biridir.
Dolayısıyla
herhangi bir hak/özgürlük gaspı kitlelerin gözünde, ne derece silikleşirse, anlamı
da o kadar bozulur ve iktidarın yönlendirmelerine açık hâle gelir. Örneğin
ilerleyen günlerde “demokratik taleplere canımız feda” ya da “gezi ilk üç gün
iyiydi” diyen bir söylemin yaygınlaşması, işte bu silikleşmenin ideolojik tezahürleridir.
Yine de muktedirler adına burada vahim bir handikap da gizlidir. Çünkü tahakküm
oluşturmaya çalışan bu söylem demeti, bir süre sonra muğlak hâle getirmeye
çalıştığı şeye dönüşüp aynı akıbete uğrayabilir. Keza Gezi’deki hak taleplerine
karşı üretilen “meşru demokratik haklarla gelin” vb. söylemlerle ne anlatılmak
istendiği de o günden beri muğlaklığını koruyor. Hatta hatırlanacağı gibi, aynı
günlerde Büyükşehir Belediye Başkanı’nın mecburiyetle ağzından dökülen “durakların
renklerini bile İstanbullular’a soracağız” sözlerinin buharlaşması da yatsıyı bile
bulmamıştı.
Meselâ
yine başka bir örnek için Gezi Parkı’nda yapılan bir basın toplantısında bir
kadının, (şu günlerde hapisten yeni çıkan) zamanın İstanbul Valisi’ne “parkta
kocamla öpüşebilecek miyim?” şeklindeki bir soruya karşı Vali Hüseyin Avni
Mutlu’nun verdiği yanıta bakabiliriz: “Toplum
içerisinde yazılı hukuk kuralları gibi hukukun kaynaklarından biri örf ve
geleneklerdir. Ben hukukçuyum. Hukukun kaynakları içinde örf ve gelenekler de
vardır. Hâkim gerektiğinde hukukun içine yazılı bir kaynak bulamazsa
kararlarını örf ve geleneklere göre verir. Bu toplumda sizin bahsettiğiniz
şekilde bir yaklaşım varsa ve millet yadırgamıyorsa istediğinizi yapabilirsin.
Ama ortak geleneklere saygı da bir gerekliliktir.”
“Öpüşme”
gibi bir eylemi her şeyden önce “hukukî” açıdan ele almak ve algılamak, ahlâkı
yedeğine almış bu İslâmcı zihniyetin önemli ipuçlarından birisidir. Burada
“öpüşmeye” bir “suç unsuruymuş”casına hukukî açıdan yaklaşmak; öpüşme eylemine
karşı “inancımıza göre” kavramını kullanamadığı için onun kabul edilebilir hâli
olan “örf ve gelenekler” ile değerlendirmeye çalışmak, daha da ileriye götürüp
bunu “ortak gelenekler”in biçimlendirdiği bir “saygı” barajıyla birlikte
düşünmek, egemenlik çabasındaki bir dilin zihnî çıktılarıdır. Biz bu çıktıları,
yönetmeliklerde, uygulamalarda, konuşmalarda da sık sık görüyoruz. Bu zihniyet
buralarda, İslâmcılar’ın pek bayıldığı “genel ahlâk kuralları” adıyla yaşıyor. Tabi
dokunduğu her yerde de bir başka muğlaklık destanı yazılıyor.
Devlet baba hep dövmek zorunda mı?
Diğer
yandan, devlete sahiplik üzerinden, devlet ile bütünleşmiş görüntüsündeki
iktidara da sahiplenilmesi gerektiğini vaaz eden (hatta buyuran) tahakküm
heveslisi bu İslâmcı tavır, “samimiyet” üzerinden kurduğu ahlâk barajlarını da
Gezi Eylemleri boyunca yeniden tahkim etmeye çalıştı. Örneğin, “özgürlük
mücadelesi”nin nasıl yapılacağını didaktik biçimde bizlere açıklayan zamanın
Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın şu cümlelerine bir bakalım: “Belediye otobüslerini yakıp yıkıyorlar,
sonra da geçiyor şoförün makamına oradan poz veriyorlar. Bu bir vatansevere, bu
ülkenin evladına, vatandaşına yakışır mı? Bunun adı özgürlük mücadelesi olamaz.
Bunun adı bir hak arama mücadelesi olamaz. İşte ben o samimi çevreci dürüst
kardeşlerime diyorum ki, bizi daha fazla üzmeyin. Siz oradan çekilin ve bizi o
uç terör örgütleriyle iç içe olanlarla karşı karşıya bırakın. Biz o Gezi
Parkı’nı temizleyelim ve bunu sahiplerine teslim edelim.”
12 Eylül’de “devlet ve millet düşmanı solcular”ı
radyodan “teslim olmaya” çağıran cümlede olduğu gibi: “Gelin, devletin şefkatli
kollarına teslim olun”, bugün artık cümlenin son kelimesini “edin” şeklinde de
okuyabiliriz. Bu tür bir zihnî algı, ilk elden insanları ayrıştırmayı hedefler.
Sonrasında ise “marjinal”, “aşırı uç” vb.
nitelemelerle bazı insanları kategorileştirip, diğerleri nezdinde “temizlik”
konusu haline getirilebileceğinin kabullenilmesi için rıza üretilmesini
sağlamaya çalışır. “Sade vatandaş” ile “kirli” olan tespit edilirken, politik
kültürel mirasın içine işlemiş şekilde satır altından süzülen, “saf
vatandaşlarımız” söylemi de gözden kaçmaz. Zira onlar bir türlü olgunlaşamayan,
daima “hainlerce” kandırılan ve bu sebeple de sürekli devlet baba’nın korumasına muhtaç durumdaki ebedî masumlardır. Nihayetinde
onlar aradan çekilince devlet gereğini yapacaktır.
Bir
diğer örnekte ise bu devlet baba tavrı,
bugün Türkiye’de ahlâkî açıdan neyin “iyi”, neyin “kötü” olduğunu kaç yaşına
gelirse gelsin, hangi makamı işgal ederse etsin rüştünü bir türlü ispat
edememiş çocuklarına sürekli tekrarlayıp duran, İslâmcı bir tahakküm aracına
dönüşmüş bulunuyor. Yine de bundan memnun olanlar için burada bir problem
görünmüyor. Lakin asıl mesele, hem aynı “çocukluk” pozisyonunu hem de yukarıdan
buyuran bu efendinin dili’ni kabul
etmeyenlerde düğümleniyor. Meselâ Gezi Günleri’nde Hükümet Sözcüsü Bülent Arınç
eylemcilere karşı şöyle sesleniyordu: “Yasadışı
yollarla demokratik taleplerde bulunmak doğru değil. Bir insanın iki dili olur.
Ya siyasetin ya da şiddetin dilini kullanırsınız. Şiddetin dilini kullanırsanız
kimse sizin taleplerinize bakmaz. Terörle bunu ayırt etmeye çalışırken
kullandığımız bir sistemdir bu. Şiddetle bir yere varamazsınız. Şiddet daha
büyük şiddeti celp eder ve devletin gücü karşısında hepiniz ezilirsiniz.”
Öncelikle, Türkiye’nin gördüğü tüm siyasî
iktidarların beğenmedikleri siyasî talepleri bu alandan sürüp, bu taleplere
yaşam şansı tanımayarak “yasadışı” ilân etmeleri oldukça bilinen politik bir
davranıştır. Dahası, geride bıraktığımız kısa sürede dün “yasadışı” olarak
ifade edilen pek çok şeyin, bugün “yasal” olduğunu anımsamamız bile, bu ayrımı
geçersiz kılmak için yeterli gelebilir. Bir de şu şiddet meselesi var ki,
üzerine bir şeyler söylemeden geçmek neredeyse imkânsız. Şiddetin sadece
muhaliflerin eylemleri sonucunda ortaya çıktığı üzerine inşa edilen bu zihnî
çıktı, şiddeti de ısrarla devletin “meşru güçleri”ne karşı koymak ile eşitlemeye
çabalar. Zira aksini düşünmek, “devletin gücü karşısında ezilmeyle” son bulmak
anlamına gelecektir.
Hâlbuki şiddet kavramı günümüzde, çok geniş bir yelpazede
anlam bulan bir kavramdır. Meselâ, basit bir yasa değişikliği bile, özellikle
ideolojikse ve eğer kamusal anlamda insanları doğrudan mağdur etmek amacını
taşıyorsa, şiddet kapsamına girer. Yine Gezi Parkı Eylemleri öncesinde
“Türkiye’nin sorunları” listelerinin hiçbirisinde yer almayan alkol başlığının,
“kamu sağlığı/gençleri koruma” adına hazırlanan bir yasayla “alkol yasakları”na
dönüşmesi, net biçimde alkol kullananları hedef alan ve bireysel haklara
müdahaleyi amaçlayan açık bir şiddetti. O günden bugüne alkol yasağı genişleyip
arttı ve mazereti yine “kamu yararı” adındaki bir başka muğlaklık akidesi oldu.
Bir direniş
aracı olarak popüler kültür
Fakat
Gezi’de özen gösterilmesi gerekli bir konu da Türkiye’nin tüketim toplumu
olmasıyla birlikte hızla yayılan popüler kültür gerçeğidir. Duvar yazılarından
akıllı telefonların haberleşme programlarına; atılan sloganlardan yaratıcı
posterlere; sosyal medya mesajlarından politik söylemlere karşı hızla
bestelenen şarkılara; karikatürlerden futbol marşlarına, fotoğraflardan
çıkartmalara kadar popüler kültürün kullanılabilecek tüm araçlarının, Gezi
Günleri’nde birer birer sahne aldığına şahit olduk. Örneğin dizi oyuncusu
Necati Şaşmaz’ın dönemin Başbakan’ı ile görüşmesinden sonra çıkışta basına
konuşurken kullandığı “ülkemize nazar değmiştir” cümlesinden sadece yarım saat
sonra Gezi Parkı’na dev bir “nazar boncuğu” posterinin asılması, yaşamımızdaki
akıl almaz iletişim hızının etkisini de gözler önüne seriyordu. Burada
özellikle kapitalist mal üretimi, pazarlaması, dağıtımı ile tüketimine dayanan
popüler kültürün, pazarda ticarî bir meta halindeyken, bir muhalefet ve direnme
aracına dönüşmesi dikkatle izlenmelidir.
Altını çizmek gerekirse, bunun asıl sebebi, popüler
kültürün, kitle kültüründen tamamen kopabilen bir yanının bulunmasında
gizlidir. Popüler kültür, kendisini oluşturan değerlerin halk kitleleri tarafından
üretilip yaygınlaştırılmasıyla hayat bulur. Üstelik popüler kültür, günümüz
sosyal medya imkânları göz önüne alındığında, iktidarın nüfuz edemeyeceği açık
alanlara da sahiptir. Keza Gezi’deki, “ ‘Twitter’ denen baş belası” cümlesi,
öylesine söylenmiş bir laf olmadığı gibi, iktidarın kontrol edemediği
alanlardan nasıl rahatsız olduğunu göstermesi açısından da önemlidir. Çünkü popüler
kültür, yapısı gereği İslâmcı dilin tümüyle nüfus edemediği nadir alanlardan
birisidir ve bundan dolayı kitlesel muhalefet Gezi’de, bu alanlarda yeşermiştir.
Gezi dersleri
Netice itibarıyla Gezi, hangi siyasî görüşten olursa
olsun, Cumhuriyet’in kazanımlarını yok etmeye, insanları homojenleştirmeye
çalışan bir otoriteye karşı bir itiraz, bir sözdü. Bu birleşimin enerjisi de
özgür kolektif değerlere, dayanışmaya yeniden inanmak üzerinden üretildi. Bu
nedenle Gezi Parkı eylemleri, İslâmcı bir iktidar tarafından türlü yollarla
ehlileştirilmeye çalışılan bir toplumun direnişi, kendisine giydirilmek istenen
tek tip gömleği kabul etmeyenlerin bir karşı çıkışı, yaşamın her alanında
önümüze çıkan zifirî bir muğlaklaştırmaya reddiyedir.
Dolayısıyla bugün 5. yılında, Gezi
ile yeniden keşfedilen toplumsal dayanışma duygusunun unutulmaması ve
geliştirilmesi gerekiyor. Bu itibarla küreselleşmenin güç verdiği neo
liberalizm politikalarına karşı, örgütlülüğün ve dayanışmanın öneminin hiçbir
zaman azalmadığına şahit olduğumuz Gezi Parkı’nın bize öğrettiği, ürkütücü bir
muğlaklık ve keskin bir hiyerarşi içeren “bir olma/birlik olma” değil; aslen
eşitlerin ilişkisini barındıran, gücünü birlikte yaşama isteğinden alan bir toplumsal
barış fikridir. Ağacı, kuşu, kelebeği, insanıyla var olma meselesidir. Bir
nostalji değil, karanlığa meydan okuyan bir ateşböceğidir.
Bu makaleye, şu LİNK'ten de ulaşılabilir: