Yavuz ÇOBANOĞLU
2 Ağustos 2023 Çarşamba
Gökhan Yavuz'un Sol Ayağının Romanı / Bir Metafor Denemesi
İşte o an benim için bugün geldi. Bu sebeple, aşağıdaki metnin, zihnimde
sırasını bekleyen "o anın" günümüzde nihayet kendi gerçekliğini bulmasının sonucunda
ortaya çıktığını söylemek doğru olacaktır. Başlayalım...
İşte o anda çekilen bu kare, bir ruh
hâlinin bedene yansıması olarak ortaya çıkmakta... Sağ ayak, sabit, adım atıp
gidecek. Lâkin sol ayak, tedirgin, çelişkili, gitmek istemiyor, bir garip ve
eğreti, neredeyse bıraksan tek başına geri dönecek. Hani yapmak istenmeyen her şeyde
“ayak sürünür” ya, adımlar geri geri gider ya, işte öyle! İki ayak, iki farklı
dünya… Sol ayak duygu, vicdan, sanki kalp ve ruhun ifadesi gibi, “gitme, kal” diyor; sağ ayak ise
hayatın yükü, zorunlulukların, zorbalıkların mecburi ortağı, “kalamazsını” yüze
vuran netlikte dimdik durmakta! Her şey bir yana, bütün o insan kalabalığının içinde o ayak
görüntüsü zihnimde asılı kaldı, nedense o günden beri bu kareyi unutmadım. Ve artık günü geldi! O an, gerçekliğiyle buluştu!
Michelangelo burada, böylesi bir anı sonsuza kadar ölümsüz kılandır. Yani sağ ayağı
sabitken, "tanrısallık görevi" adına orada dururken, sol ayağı hafif geride ve parmak uçlarında bir hareketlenme
oluşturarak, Musa’ya (ve dolayısıyla heykele bakan bizlere de) devam etmek ile gitmek arasında kalan bu çelişki anını yaşatır. Sağ ve sol ayaklar, yine benzer işlevlerde ve yine aynı
çelişkiler içindedir. Fotoğrafın olmadığı bir çağda zihinde canlanan görüntü,
böylece sanat eserinde hayat bulur. Mermeri ölümsüzlüğe dönüştüren bu muhteşem eser, o anın sanat
üzerinden aktarılması, hikâyeye yabancı olmayanların da görerek etkilenecekleri muazzam bir sunumdur.
“Son Nottan” bir
sonraki not: Bu yazı, tam bir yıl önce plânlandı ama ancak şimdi metne döküldü.
Tüm gecikmiş metinler için özür! Ve bir ek daha, Gökhan Yavuz Demir'in yukarıdaki fotoğrafını çeken muhabirin adına da ne yazık ki ulaşamadım. Kendisinden özür dilerim, ileride bulursam buraya ekleyeceğim.
2 Temmuz, Yeni Rejim ve Laiklik (BirGün Pazar - 2 Temmuz 2023)
Geçen yıl tam da bugün, 2 Temmuz Anması için Londra’nın Hackney ilçesi Stoke Newington-Common Park’taki Sivas Anıtı önündeydim. İngiltere’deki Alevi topluluklarının organize ettiği anmaya umut, hüzün ve öfke hâkimdi. Umut değişime dair beklentiden kaynaklanırken, hüznün nedeni kaybedilenlere beslenen sevgi ve özlem duygusuydu; bunca yıl geçmesine rağmen gelmeyen adalet ile katillerin korunması da öfkenin sebebiydi.
Bununla birlikte Alevilik günümüzde İngiliz Devleti’nin “resmî olarak” tanıdığı inançlardan; Aleviler de pek çok topluluk gibi serbestçe örgütlenme, ibadet, toplantı ve eylem yapma gibi özgürlüklere sahipler. Dahası eğer sınıfta bir Alevi öğrenci varsa, aldıkları izinle belli haftalarda ilkokullara gidip inançlarını tüm sınıfa kendileri anlatabiliyorlar. Dolayısıyla vaktiyle türlü sebeplerle yurtdışına göçmüş Aleviler, kültür ve inançlarını bulundukları ülkelerde serbest olarak yaşamaktalar.
Peki, anavatanda da öyle mi? Bugün Türkiye’deki cemevlerinin geneli, iktidara yakın dedelerin kontrolünde. Okullarda sadece tek bir dinin, müstesna bir mezhebi (hem de zorunlu olarak) öğretiliyor. Devlet her bulduğu fırsatta kendi “makbul Alevisini” tanımlamakla kalmıyor, “nasıl olması” gerektiğine kadar her şeyi kendisi belirliyor. Böylelikle Alevilik, İslam’ın bir altkültürüne indirilmeye çalışılırken, Aleviliğe dair alternatif yorumlar da dışlanıyor ve “marjinal” adı altında kriminalize ediliyor. Bunun yanı sıra günlük hayat ve resmî ilişkilerdeki ayrımcılıklar da devam etmekte. Bakınız bütün seçim süreci boyunca Kılıçdaroğlu’nun “Aleviliğinin” konuşulması bile daha yeni bitti.
Tabii ki bu ayrımcılıklar sadece Alevileri değil, tüm muhalifleri, Kürtleri, sosyalistleri, kadınları, gençleri, LGBT bireyleri ya da daha yerinde tabirle “millet” parantezi içinde görülmeyen herkesi kapsamakta… Şu tabloyu netleştirmek için artık bir durumun altını çizmek gerekli, Türkiye’de rejim önemli ölçüde değişti ve yeni bir toplumsal düzen kuruluyor. Bu minvalde de pek çok şey yasaklarla, baskılarla, medya eliyle, olmadı herkesin çevresindeki konformistler sayesinde değiş(tiril)iyor. Örneğin, gündelik dilin içerisine iyiden iyiye yerleşen kavramlar (Herbert Marcuse’nin kulakları çınlasın) dinsel bir a şeklinin iktidarını besliyor. Sonra da bunlar ahlakın ve hassasiyetlerin yönünü belirliyor. Görünür hayatlar ardında hiç de dinsel bir hayat yaşanmasa bile, din artık kamusal alanı düzenleyen yegâne normlar bütünü oldu. Kitle iletişim araçlarından gerçek hayata kadar her yerde karşılaştığımız kurgusal bir dindarlık ise sembolik ilişkilerin menfaat kapılarını açan anahtara dönüşmüş durumda... Tabii kitleler bunlarla oyalanırken, küresel sermayenin güdümünde ve piyasa ekonomisiyle uyumlu bir İslam da neoliberal emelleri gerçeğe dönüştürmede büyük başarılara imza atıyor.
Hatta son seçimlerle birlikte bu durumun siyaset alanında da karşılığını bulduğu söylenebilir. Zira Cumhuriyet’in 100. Yılı’nda Sağ’ın her tonu Meclis çatısı altına toplandı. Üstelik artık Meclis’te AKP’nin ölçeklerini başka ağızlardan dillendirip, kamuoyunun tepkilerini tartmaya yarayacak iki İslamcı parti daha var. Gerek babasının “dibine düşen” genç Erbakan’ın gerekse de HÜDA PAR’lı vekillerin yaptıkları açıklamalar da göstermekte ki, önümüzdeki yıllar İslam’ı topluluğu dönüştürme ve rıza üretmede daima ideolojik bir araç olarak kullanan yeni rejimin mevcut geçişi “sağlamlaştırma” dönemi olacak. Anayasal değişiklikler başta olmak üzere sosyal hayata doğrudan ve yasal olarak müdahalede bulunabilecek pek çok kanun ile yönetmelik değişikliğine hazırlıklı olmak gerekiyor. Kanımca mevcut “hukuki boşluk” dönemi bir süre daha devam edecek ama yeni rejim bir zaman sonra kendi hukuk anlayışını “resmîleştirme” ihtiyacı duyacak. Buradaki “yasallık” ihtiyacının meşruiyetini dinsel düşünceden alacağı da zaten sürpriz değil. Dolayısıyla muğlaklık zirveleri olan “genel ahlak” ile “değerler” gibi referanslar da mütemadiyen daha da ön plana çıkacak. Üstelik bu önemli eşikle birlikte ufuktaki ekonomik buhranın kitleler üzerindeki etkileri de düşünüldüğünde, rejimin daha da sertleşeceğini öngörmek olası.
Sonuçta bütün bu gelişmeler karşısında ortaya çıkan kritik soru ise “ne yapılmalı?” etrafında düğümlenmekte. Öncelikle insanlık tarihinin bir yönüyle de mücadeleler tarihi olduğunu akılda tutmak gerekiyor. Dolayısıyla tarih boyunca insanlığın, bu mücadele mesaisinin önemli bir bölümünü devlet ve kamusal alan ile din arasına mesafe çekmeye ayırdığı da unutulmamalı. Çünkü aynı tarih, devletin bir dini olduğu, kamusal alanın da dinsel kurallara terk edildiği zaman nelerin yaşanabildiğinin acı örnekleriyle dolu. İşte laiklik de zamanında bu hayati ihtiyaçtan (kapitalizmin üretkenliğinin doğasını da unutmadan) ortaya çıkmıştı ve toplumsal barışın sağlanması adına bugün de benzer bir öneme sahip.
Öyle ki, bazen kavramlar kendi özgül tarihsel bağlamlarında daha fazla anlam kazanırlar. Keza günümüz Türkiye’sinde laiklik düşüncesi de artık bu durumda. Nitekim egemenliğin sadece tanrıya ait olduğunu öne süren dinsel bir rejimin karşısında ve hayatın her alanında, vicdan hürriyetini, eğitim eşitliğini, kadın ve çocuk başta olmak üzere tüm insan haklarını, evrensel hukuk kurallarını, demokrasiyi ve özgür düşünceyi, eşit yurttaşlığı, halk egemenliğini, birlikte yaşayabilmeyi, bilimsellik ve aklı savunmak için laiklik düşüncesi artık daha da hayati bir pozisyonda yer alıyor.
Netice itibarıyla vaktiyle kendi aklını tanrıdan kurtarabilmek için büyük bedeller ödeyen, alınacak kararların referansını “gökyüzünden”, “yeryüzüne” indiren insanlığın toplumsal huzuru için, devlet ile din arasına mesafe koymak bugün dünden daha fazla gerekli. Dinselleştirmeye çalışılan ama dinsel olmayan, büyüsü bozulmuş bir dünyada bu mesafenin uzunluğu, ülkede yaşayan insanların mutluluğuyla da doğru orantılı. Kişilerin “hangi dünyada” mutluluğu seçecekleri ise asla bireysel bir tercih değil ve sadece kendilerini ilgilendirmiyor!
https://www.birgun.net/makale/2-temmuz-yeni-rejim-ve-laiklik-449804
24 Eylül 2019 Salı
Yeni Rejimin Mitolojisi: Cemaat ve Tarikatlar (BirGün Pazar - 22 Eylül 2019)
1990’ların sonlarına doğruydu, yani bugünlerde “28 Şubat”
ismiyle nam salan dönemin tam ortaları… Televizyon ile münasebetimi tamamen kesmeme
de bir iki yıl var. Tabi televizyonlar o dönem yine mevcut rejimin çizgisinde
uygun adım yayıncılığa devam ediyor. Öyle ki bir TV kanalının akşam
haberlerinde konu “kaçak Kur’an kursları” ve acar kadın muhabirlerden birisi İstanbul’da
“ihbarın” yapıldığı kenar mahallenin yolunu tutmuş. Muhabir mahallede dolaşırken
evlerden birinin penceresinde otururken gördüğü orta yaşlardaki bir kadına “teyze
burada bir cemaate bağlı kaçak Kur’an kursu varmış, bilginiz var mı?” diye soruyor.
Kadın kamerayı görünce içeri çekiliyor ve perde arkasından “bilmiyorum,
görmedim” diyor ama yalvaran tonlamayla gelen asıl cümle sona saklanmış: “Kızım
n’olur bir dinimiz var, onu da bizden almayın…” Belli ki kadın, kursun yerini
biliyordu; hatta kuvvetle muhtemel o cemaatle yakın teması vardı ya da çocuğunu
o kursa yolluyordu.
Bu görüntüyü izleyen genç bir yüksek lisans öğrencisi olarak
kadının “bir dinimiz var, onu da bizden almayın” cümlesi bu zamana kadar
aklımda kaldı, o vakitler üzerine düşündüğümü de iyi anımsıyorum. Acaba dinî inanç,
bir insanın tüm yaşamının en kıymetli nesnesi haline neden ve nasıl
gelebiliyordu? Aynı soru bugün de güncelliğini koruyor, fakat geçen yirmi yıldaki
yaşanmışlıklarla sorunun niteliği iyice değişti ve İslâmcının bir diğer
İslâmcıdan kaçtığı bu gösteri çağında soru çoğu vaka için “acaba öyle midir?”e bile
dönüştü.
Tabi insanın tüm benliğini böylesine kaplayan dinî bir inancı
ele alırken, aynı inancın ürettiği bazı örgütlenme biçimlerinden de bahsetmek
gerekebilir. Nitekim İslâm inancı söz konusu olduğunda da yegâne örgütlenme
yöntemi olarak cemaat ve tarikatlar ön plâna çıkıyor. Bugüne kadar ve her
kesimden kişiler tarafından bu yapılarla ilgili pek çok şey yazıldı, söylendi.
Cemaat ve tarikatların güvenli olmayan/görülmeyen bir dünyaya dair “güven
eksikliğini” giderdiği; tehlikelerle dolu rekabetçi bir ortamda üyelerini dışarıya
karşı koruduğu; bu yapılara mensubiyetin sosyal güvence sağlayıp istikbal
kaygılarını azalttığı; insanların eksikliğini hissettiği yardımlaşma ve
dayanışma duygularına karşılık geldiği; şehir yalnızlığına karşı manevî kaygı
ve boşlukları doldurduğu; birlikte yapılan ibadet ve sohbetlerin kişileri
sosyalleştirdiği; ortak bir aidiyet duygusu eşliğinde bir kimlik sahibi
yaptığı; burs, yurt, kurs vb. imkânlarla üyelerine eğitim fırsatları sağladığı
ve bunlarla birlikte toplumda bir sosyal ağ vazifesi gördüğü sıklıkla
vurgulanan özellikler olarak sıralanabilir.
Yine de cemaat ve tarikatlarla ilgili kısa tespitler, tabi ki
yukarıdakilerle sınırlı değil. Bilhassa son yıllarda küçük çocuklara karşı
işlenen taciz ve tecavüz suçlarının pek çoğunda bu yapıların izlerine
rastlıyoruz ve bunlar sadece duyduklarımız. Bununla birlikte hemen hemen her
hafta bir cemaat ya da tarikat liderinin cinsiyetçi, ayrımcı ve bazı kesimlere
karşı şiddete sevk eden açıklamalarıyla (topluluk içerisindeki adı “fetva
vermek”) karşılaşıyor, insan hakları ve özgürlüğünün nasıl önemsizleştirildiğine
şahit oluyoruz. Dahası dövme yaptırmadan bekâr kalmaya, çocuk istememekten
yalnız yaşama tercihine, çocukların eğitiminden kadınların çalışmasına kadar
birçok kişisel karar bunlar tarafından “sapıklık” (DİB Başkanı da “incelterek” bunlara
“sapkınlık” diyor) şeklinde değerlendirilebiliyor. Fakat en çok mesai
harcadıkları konu, tahmin edileceği üzere cinsellik… Öyle ki bu çevrelerin özellikle
kadın cinselliği ile bedeni üzerine yaptıkları açıklamalar, günahlar ve
yasaklarla çevrili çok “orijinal” söylemleri içermekte. Bu kişilerin insan
yaşantısı ve eylemleri hakkında söylediklerini dinlediğinizde ise yüzlerce yıl
öncesi ile bugün arasında değişen fazla bir şeyin olmadığı kanısına kapılıyorsunuz.
Diğer taraftan, cemaat ve tarikatları anlayabilmenin bir yolu
da onların rejim ve politik iktidar ile olan ilişkilerine bakmaktan geçiyor ve
bu yazının asıl odaklanmaya çalışacağı konu da bu olacak. Zira aynı yapıların mevcut
pozisyonları Türkiye’deki “yeni rejim” açısından hayatî bir öneme sahip. Öncelikle
bu yapılar yeni rejim tarafından “sivil toplum” pozisyonuna yerleştirilip, yine
benzer pozisyon üzerinden muhatap olarak da kabul görüyorlar. Yani yeni rejim,
her nasıl oluyorsa artık, kendi “sivil toplum”unu kendi içerisinden üretiyor ve
onu da toplumdaki uygun yere yine kendisi yerleştiriyor. Tam bir Ortadoğu
hikâyesi… Vakti zamanında Gülen Cemaati’ne de “sivil toplum kuruluşu”
deniyordu; lakin neyin “kuruluşu” olduklarını en acı örnekle cümle âlem gördük.
Dahası cemaat ve tarikatların “sivillikle”, “sivil toplum”
olmakla bir alâkaları olmasa bile, yeni rejimin toplumsal muhatap ve destek bulma
ihtiyacı, bu yapıları o pozisyona doğru sürüklüyor. Böyle olunca da diğer
toplumsal yapıların, muhalefetin, sendikaların temsilcileri meşru görülmeyip “önemsizleştirilirken”,
cemaat ve tarikatlar uygulanan politikalara doğrudan katkı sağlayacak yerde
konumlanıyor. Bu konum üzerinden üretilen dil ve söylemlerle de toplumda neyin
“iyi”, “doğru”, “haklı” ya da “haksız” olabileceğine karar verecek yegâne ölçek
olmak amaçlanıyor. Kurgusal, hayali ve yaratı bir tarih yoluyla (bakınız İslâm
ve Osmanlı Tarihi) neyin ne olduğunun karar vericisi, tek yetkili bir merkez…
Yeni rejim için bir çeşit “mit üretme” pınarı…
Örneğin, bu yapıların baskısıyla ders kitaplarının içeriği
değiştiriliyor; “değerler eğitimi” adıyla hazırlanan bir müfredata göre
derslere çevreden “kanaat önderleri” (tahmin edin bakalım kimler?) girebiliyor.
Üstelik YÖK üniversitelerde “Toplumsal Cinsiyet Eşitliği” çalışmalarını
durduruyor. “Genel ahlâk” tepkileriyle RTÜK programlara ceza yağdırıp, sansür uyguluyor, otosansüre ise zemin hazırlanıyor. MEB yeni
eğitim-öğretim yılı için hedeflerine “Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Projeleri”ni
koyuyor ama tepkiler üzerine projeyi web sitesinden iki saat sonra hızla kaldırmak
zorunda kalıyor. Yine aynı yapıların, kadınlar için büyük kazanımlardan birisi
olan İstanbul Sözleşmesi ve “nafaka hakkı” konularında çok yoğun tepkileri var
ve bunlarla ilgili neler olacağını da yakın zamanda göreceğiz.
Bununla birlikte yeni rejimin “kültürel iktidarı alma”
sevdasında da cemaat ve tarikatların önemi büyük. Kendi aracıyla Anadolu’yu
boydan boya geçen dikkatsiz birisinin bile kolaylıkla görebileceği gibi, memleketin
her köşesi cemaat ve tarikatlara tahsis edilen topraklarla dolmuş. Buralara
külliye, medrese ve türlü okullar inşa edilmiş, yeni inşaatlar da devam ediyor.
AKP, buralardan yetişen gençlerle hızlı biçimde kültürel ve ideolojik bir dönüşüm
sağlamanın peşinde. “Kalabalık olma”nın kültürel iktidarı ele geçirmede yeterli
gelip gelmeyeceğini tartışılır ama cemaat ve tarikatların ürettikleri herhangi
bir şey de yok, tıpkı yetiştirdikleri insan niteliğinin “kültürel iktidarı ele
geçirme” adına üreteceği bir şeyin olmaması gibi… Onlar sadece kendilerine
sağlanan imkânlarla bugün bu “güzelliğin” keyfini çıkarıyorlar. Kültürel iktidar
işi ise, Allah’a emanet!
Yine yakın dönemde yaşadığımız iki büyük olay, cemaat ve
tarikatların yeni rejimin kendi güvenliği açısından ne gibi fonksiyonlara sahip
olduğunu da gözler önüne sermekte. Öyle ki bu iki olay vesilesiyle, yeni
rejimin paramiliter güçlerini bu yapılardan oluşturduğu da şahit olduk. Önce
elde palalar ve çivili sopalarla Gezi Direnişi’nde mahalle aralarında “Gezici”
arayan gruplar, sonra da 15 Temmuz’da “darbeci” linç eden kalabalıklar ile
“demokrasi nöbetleri”nde hep bu yapılar ön plândaydı. Bugün bile bazı yerlerde
mahalle/bölgenin güvenliğinin dahi bu yapılara emanet edilmiş durumda olduğu
söyleniyor. Rejimin niteliği olan kişilerin disiplin, kontrol ve en nihayetinde
düzeltilmesi (“terbiye” adıyla meşru görülüp, kutsanıyor) meselesinin bir parçası
da buralara emanet edilirken, belli ki yeni rejim, kendi tahakküm hattını bazı cemaat
ve tarikatların neferleriyle kurmayı tercih etmiş gibi görünüyor.
İşte tam bu noktada cemaat ve tarikatlar ile serbest piyasa ekonomisi
arasındaki ilişkinin daha da belirginleştiğine rastlıyoruz. Keza bu yapılara
katılım ya da temas etme, ancak ekonomik imkânlarla birlikte düşünüldüğünde
anlamlı hâle gelecektir. Çünkü serbest piyasa ekonomisi koşullarının hâkim
olduğu ve giderek yoksunlaştırılan bir ülkede artan fakirlik ve işsizlik, bu vahşi
ekonomik şartlarda dayanışma ağlarının yokluğu vb. pek çok etken cemaat ve
tarikatlara katılımı, onlarla ticarî ilişkilere girmenin yollarını da açıyor.
Bu yapılar kişilere bir yandan istikbal ve koruma vaat ederken, diğer taraftan
da onların olur olmaz çıkışları veya ayrılışlarını engelleyip sosyal
kontrollerini sağlıyor. Makbul vatandaşlığın gereği olarak, olan bitenler
konusunda yukarılara bazı bilgilerin taşınması da zaten “ulvî görev”in bir
parçası… Böylece piyasa ekonomisinin şartları ne kadar sertleşirse bu yapılara
muhtaçlık o derece artıyor ve dolayısıyla yeni rejimin kitleleri kontrolü ve
yönetmesi de aynı oranda kolaylaşıyor. Tabi burada mutlak bir kontrol ve
başarıdan söz edilemez. Hatta kolaylık elbet ama bir “başarı” var mı
tartışabiliriz. Bunun sebebi de, bu yazının sınırlarını aşacak biçimde geniş
olan, yaşadığımız çağın İslâmcıların dikkate bile almadığı gerçekleriyle
ilgili.
Sonuç itibarıyla, cemaat ve tarikat örgütlenmelerini ne
İslâmcılık’tan ne de yeni rejimin niteliğinden ayrı tutabiliriz. Dahası politik
iktidardan bu yapılarla “ilişkisini kesmesini istemek” de bir o kadar abesle iştigal.
Cemaat ve tarikatların kapatılmasının bir çözüm olmadığı da yaşanan
deneyimlerle iyice görüldü. Zira tarihsel köklere sahipler ve tüm inanç
grupları gibi azalıp, etkisizleşseler de ortadan kalkmayacaklar. İkincisi ise
belli baskılar üzerinden devşirdikleri “mağduriyete” paha biçilemiyor.
Öyleyse yapılması gereken şey, bu yapılarla mücadelede dayanışma
yollarını kurmak ve örgütlemekten, ısrarla kamusal politikalar ile bireysel hak
ve özgürlükleri savunmaktan, yardımlaşmayı genişletmek, öğrenmekten vazgeçmeyip
bilgiyi paylaşmaktan geçiyor. Günlük hayat üzerinde dil ve söylemlerde tahakküm
kurmayı amaçlayan dinî ve baskıcı ahlâk öğretilerine karşı insanlığı, hayatı ve
serbestliği önemseyen bir ahlâk düşüncesini savunmak da bu yollardan bir
tanesi. Kadın erkek yan yana durarak cinsiyet eşitliğine sahip çıkmak, bunu önemseyen
çocuklar yetiştirmek gerekiyor. Ve hemen gerekiyor…
Bu makaleye şu LİNK'ten de ulaşılabilir:
https://www.birgun.net/haber/yeni-rejimin-mitolojisi-cemaat-ve-tarikatlar-269622
Bu makaleye şu LİNK'ten de ulaşılabilir:
https://www.birgun.net/haber/yeni-rejimin-mitolojisi-cemaat-ve-tarikatlar-269622
7 Haziran 2018 Perşembe
Gezi: Ve Muğlaklığın Reddiyle Başlayacak Her Şey... (BirGün Gazetesi PAZAR Eki - 3 Haziran 2018)
İnsanlığın her devirde ve her türlü iktidara karşı
söyleyecek bir sözü mutlaka vardır. Sözün ağırlığı, iktidarı çatlatabilir,
büyüsünü bozabilir ve bundan dolayıdır ki, tüm Bolu Beyleri’nin yüreğinde
mütemadiyen bir “Köroğulları korkusu” saklıdır. Yine de burada esas mesele, bu
“söz”ün ne zaman, nasıl ve hangi yollarla söylenebileceği üzerinedir. Bu
sebeple, eğer derdiniz her dönem ve her iktidara karşı bir takım temel insanî değerleri,
haklar ile özgürlükleri savunmak ve demokrasi mücadelesiyse, bugün Gezi
Parkı’nın öğrettikleri artık önümüzde duruyor.
Elbette Gezi pek çok farklı açıdan ele alınabilir,
analiz edilebilir. Benim burada yapmaya çalışacağım ise, tek tek gelişen bazı
örneklerden kavramsal çıkarımlara ulaşmak olacaktır. Öyle ki bazen benzersiz
olay ya da vakalar, kendi başlarına derinlikli analizlere imkân verebilir. Dahası
basit görülen olaylar, önemli bulgulara da ulaştırabilir. Hatta o olgular başka ifadelere ihtiyaç duymadan bizlere
pek çok şey anlatabilir. Sonuç itibarıyla tek örnek, iyi örnek olabilir.
İdeolojik bir
yöntem olarak muğlaklık
Bu
yüzden öncelikle Gezi Eylemleri’nin fitilini ateşleyen anı düşünmekle meseleye
başlayabiliriz. Anımsanacağı üzere ağaçların kesilmesini engellemek isteyen
gençler Park’a gelip ağaçların altında çadır kurmuşlardı. Sonrasındaysa polis
ve belediye görevlilerince bir sabah o çadırların nasıl parçalandığını,
gençlerin nasıl korkunç bir şiddete maruz kaldıklarına şahit olduk. Hatta
aldığı darbeler sonucu üniversite öğrencisi Hazar Tunca’nın kasığı ve
testisleri yırtılmıştı. Gezi günleri boyunca bütün yurtta benzer şiddet görüntüleri
devam etti. Bu şiddet eylemlerinin tüm müsebbibleri ise o sıralarda gençleri “yasallık
dışında” göstermeye çalışacak sağlam bir muğlaklığın peşindeydiler. Muğlaklık
burada önemli bir kavram. Zira otoriter zihniyetlerin temsil ettiği dil ile
söylemler, mevcut olayları kamuoyu nezdinde muğlaklaştırdıkları ölçüde o günün
koşullarında kendi pozisyonlarını korur ve sağlama alırlar. Muğlaklık burada,
mevcut durumun anlaşılmasını bozmanın ideolojik yollarından biridir.
Dolayısıyla
herhangi bir hak/özgürlük gaspı kitlelerin gözünde, ne derece silikleşirse, anlamı
da o kadar bozulur ve iktidarın yönlendirmelerine açık hâle gelir. Örneğin
ilerleyen günlerde “demokratik taleplere canımız feda” ya da “gezi ilk üç gün
iyiydi” diyen bir söylemin yaygınlaşması, işte bu silikleşmenin ideolojik tezahürleridir.
Yine de muktedirler adına burada vahim bir handikap da gizlidir. Çünkü tahakküm
oluşturmaya çalışan bu söylem demeti, bir süre sonra muğlak hâle getirmeye
çalıştığı şeye dönüşüp aynı akıbete uğrayabilir. Keza Gezi’deki hak taleplerine
karşı üretilen “meşru demokratik haklarla gelin” vb. söylemlerle ne anlatılmak
istendiği de o günden beri muğlaklığını koruyor. Hatta hatırlanacağı gibi, aynı
günlerde Büyükşehir Belediye Başkanı’nın mecburiyetle ağzından dökülen “durakların
renklerini bile İstanbullular’a soracağız” sözlerinin buharlaşması da yatsıyı bile
bulmamıştı.
Meselâ
yine başka bir örnek için Gezi Parkı’nda yapılan bir basın toplantısında bir
kadının, (şu günlerde hapisten yeni çıkan) zamanın İstanbul Valisi’ne “parkta
kocamla öpüşebilecek miyim?” şeklindeki bir soruya karşı Vali Hüseyin Avni
Mutlu’nun verdiği yanıta bakabiliriz: “Toplum
içerisinde yazılı hukuk kuralları gibi hukukun kaynaklarından biri örf ve
geleneklerdir. Ben hukukçuyum. Hukukun kaynakları içinde örf ve gelenekler de
vardır. Hâkim gerektiğinde hukukun içine yazılı bir kaynak bulamazsa
kararlarını örf ve geleneklere göre verir. Bu toplumda sizin bahsettiğiniz
şekilde bir yaklaşım varsa ve millet yadırgamıyorsa istediğinizi yapabilirsin.
Ama ortak geleneklere saygı da bir gerekliliktir.”
“Öpüşme”
gibi bir eylemi her şeyden önce “hukukî” açıdan ele almak ve algılamak, ahlâkı
yedeğine almış bu İslâmcı zihniyetin önemli ipuçlarından birisidir. Burada
“öpüşmeye” bir “suç unsuruymuş”casına hukukî açıdan yaklaşmak; öpüşme eylemine
karşı “inancımıza göre” kavramını kullanamadığı için onun kabul edilebilir hâli
olan “örf ve gelenekler” ile değerlendirmeye çalışmak, daha da ileriye götürüp
bunu “ortak gelenekler”in biçimlendirdiği bir “saygı” barajıyla birlikte
düşünmek, egemenlik çabasındaki bir dilin zihnî çıktılarıdır. Biz bu çıktıları,
yönetmeliklerde, uygulamalarda, konuşmalarda da sık sık görüyoruz. Bu zihniyet
buralarda, İslâmcılar’ın pek bayıldığı “genel ahlâk kuralları” adıyla yaşıyor. Tabi
dokunduğu her yerde de bir başka muğlaklık destanı yazılıyor.
Devlet baba hep dövmek zorunda mı?
Diğer
yandan, devlete sahiplik üzerinden, devlet ile bütünleşmiş görüntüsündeki
iktidara da sahiplenilmesi gerektiğini vaaz eden (hatta buyuran) tahakküm
heveslisi bu İslâmcı tavır, “samimiyet” üzerinden kurduğu ahlâk barajlarını da
Gezi Eylemleri boyunca yeniden tahkim etmeye çalıştı. Örneğin, “özgürlük
mücadelesi”nin nasıl yapılacağını didaktik biçimde bizlere açıklayan zamanın
Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın şu cümlelerine bir bakalım: “Belediye otobüslerini yakıp yıkıyorlar,
sonra da geçiyor şoförün makamına oradan poz veriyorlar. Bu bir vatansevere, bu
ülkenin evladına, vatandaşına yakışır mı? Bunun adı özgürlük mücadelesi olamaz.
Bunun adı bir hak arama mücadelesi olamaz. İşte ben o samimi çevreci dürüst
kardeşlerime diyorum ki, bizi daha fazla üzmeyin. Siz oradan çekilin ve bizi o
uç terör örgütleriyle iç içe olanlarla karşı karşıya bırakın. Biz o Gezi
Parkı’nı temizleyelim ve bunu sahiplerine teslim edelim.”
12 Eylül’de “devlet ve millet düşmanı solcular”ı
radyodan “teslim olmaya” çağıran cümlede olduğu gibi: “Gelin, devletin şefkatli
kollarına teslim olun”, bugün artık cümlenin son kelimesini “edin” şeklinde de
okuyabiliriz. Bu tür bir zihnî algı, ilk elden insanları ayrıştırmayı hedefler.
Sonrasında ise “marjinal”, “aşırı uç” vb.
nitelemelerle bazı insanları kategorileştirip, diğerleri nezdinde “temizlik”
konusu haline getirilebileceğinin kabullenilmesi için rıza üretilmesini
sağlamaya çalışır. “Sade vatandaş” ile “kirli” olan tespit edilirken, politik
kültürel mirasın içine işlemiş şekilde satır altından süzülen, “saf
vatandaşlarımız” söylemi de gözden kaçmaz. Zira onlar bir türlü olgunlaşamayan,
daima “hainlerce” kandırılan ve bu sebeple de sürekli devlet baba’nın korumasına muhtaç durumdaki ebedî masumlardır. Nihayetinde
onlar aradan çekilince devlet gereğini yapacaktır.
Bir
diğer örnekte ise bu devlet baba tavrı,
bugün Türkiye’de ahlâkî açıdan neyin “iyi”, neyin “kötü” olduğunu kaç yaşına
gelirse gelsin, hangi makamı işgal ederse etsin rüştünü bir türlü ispat
edememiş çocuklarına sürekli tekrarlayıp duran, İslâmcı bir tahakküm aracına
dönüşmüş bulunuyor. Yine de bundan memnun olanlar için burada bir problem
görünmüyor. Lakin asıl mesele, hem aynı “çocukluk” pozisyonunu hem de yukarıdan
buyuran bu efendinin dili’ni kabul
etmeyenlerde düğümleniyor. Meselâ Gezi Günleri’nde Hükümet Sözcüsü Bülent Arınç
eylemcilere karşı şöyle sesleniyordu: “Yasadışı
yollarla demokratik taleplerde bulunmak doğru değil. Bir insanın iki dili olur.
Ya siyasetin ya da şiddetin dilini kullanırsınız. Şiddetin dilini kullanırsanız
kimse sizin taleplerinize bakmaz. Terörle bunu ayırt etmeye çalışırken
kullandığımız bir sistemdir bu. Şiddetle bir yere varamazsınız. Şiddet daha
büyük şiddeti celp eder ve devletin gücü karşısında hepiniz ezilirsiniz.”
Öncelikle, Türkiye’nin gördüğü tüm siyasî
iktidarların beğenmedikleri siyasî talepleri bu alandan sürüp, bu taleplere
yaşam şansı tanımayarak “yasadışı” ilân etmeleri oldukça bilinen politik bir
davranıştır. Dahası, geride bıraktığımız kısa sürede dün “yasadışı” olarak
ifade edilen pek çok şeyin, bugün “yasal” olduğunu anımsamamız bile, bu ayrımı
geçersiz kılmak için yeterli gelebilir. Bir de şu şiddet meselesi var ki,
üzerine bir şeyler söylemeden geçmek neredeyse imkânsız. Şiddetin sadece
muhaliflerin eylemleri sonucunda ortaya çıktığı üzerine inşa edilen bu zihnî
çıktı, şiddeti de ısrarla devletin “meşru güçleri”ne karşı koymak ile eşitlemeye
çabalar. Zira aksini düşünmek, “devletin gücü karşısında ezilmeyle” son bulmak
anlamına gelecektir.
Hâlbuki şiddet kavramı günümüzde, çok geniş bir yelpazede
anlam bulan bir kavramdır. Meselâ, basit bir yasa değişikliği bile, özellikle
ideolojikse ve eğer kamusal anlamda insanları doğrudan mağdur etmek amacını
taşıyorsa, şiddet kapsamına girer. Yine Gezi Parkı Eylemleri öncesinde
“Türkiye’nin sorunları” listelerinin hiçbirisinde yer almayan alkol başlığının,
“kamu sağlığı/gençleri koruma” adına hazırlanan bir yasayla “alkol yasakları”na
dönüşmesi, net biçimde alkol kullananları hedef alan ve bireysel haklara
müdahaleyi amaçlayan açık bir şiddetti. O günden bugüne alkol yasağı genişleyip
arttı ve mazereti yine “kamu yararı” adındaki bir başka muğlaklık akidesi oldu.
Bir direniş
aracı olarak popüler kültür
Fakat
Gezi’de özen gösterilmesi gerekli bir konu da Türkiye’nin tüketim toplumu
olmasıyla birlikte hızla yayılan popüler kültür gerçeğidir. Duvar yazılarından
akıllı telefonların haberleşme programlarına; atılan sloganlardan yaratıcı
posterlere; sosyal medya mesajlarından politik söylemlere karşı hızla
bestelenen şarkılara; karikatürlerden futbol marşlarına, fotoğraflardan
çıkartmalara kadar popüler kültürün kullanılabilecek tüm araçlarının, Gezi
Günleri’nde birer birer sahne aldığına şahit olduk. Örneğin dizi oyuncusu
Necati Şaşmaz’ın dönemin Başbakan’ı ile görüşmesinden sonra çıkışta basına
konuşurken kullandığı “ülkemize nazar değmiştir” cümlesinden sadece yarım saat
sonra Gezi Parkı’na dev bir “nazar boncuğu” posterinin asılması, yaşamımızdaki
akıl almaz iletişim hızının etkisini de gözler önüne seriyordu. Burada
özellikle kapitalist mal üretimi, pazarlaması, dağıtımı ile tüketimine dayanan
popüler kültürün, pazarda ticarî bir meta halindeyken, bir muhalefet ve direnme
aracına dönüşmesi dikkatle izlenmelidir.
Altını çizmek gerekirse, bunun asıl sebebi, popüler
kültürün, kitle kültüründen tamamen kopabilen bir yanının bulunmasında
gizlidir. Popüler kültür, kendisini oluşturan değerlerin halk kitleleri tarafından
üretilip yaygınlaştırılmasıyla hayat bulur. Üstelik popüler kültür, günümüz
sosyal medya imkânları göz önüne alındığında, iktidarın nüfuz edemeyeceği açık
alanlara da sahiptir. Keza Gezi’deki, “ ‘Twitter’ denen baş belası” cümlesi,
öylesine söylenmiş bir laf olmadığı gibi, iktidarın kontrol edemediği
alanlardan nasıl rahatsız olduğunu göstermesi açısından da önemlidir. Çünkü popüler
kültür, yapısı gereği İslâmcı dilin tümüyle nüfus edemediği nadir alanlardan
birisidir ve bundan dolayı kitlesel muhalefet Gezi’de, bu alanlarda yeşermiştir.
Gezi dersleri
Netice itibarıyla Gezi, hangi siyasî görüşten olursa
olsun, Cumhuriyet’in kazanımlarını yok etmeye, insanları homojenleştirmeye
çalışan bir otoriteye karşı bir itiraz, bir sözdü. Bu birleşimin enerjisi de
özgür kolektif değerlere, dayanışmaya yeniden inanmak üzerinden üretildi. Bu
nedenle Gezi Parkı eylemleri, İslâmcı bir iktidar tarafından türlü yollarla
ehlileştirilmeye çalışılan bir toplumun direnişi, kendisine giydirilmek istenen
tek tip gömleği kabul etmeyenlerin bir karşı çıkışı, yaşamın her alanında
önümüze çıkan zifirî bir muğlaklaştırmaya reddiyedir.
Dolayısıyla bugün 5. yılında, Gezi
ile yeniden keşfedilen toplumsal dayanışma duygusunun unutulmaması ve
geliştirilmesi gerekiyor. Bu itibarla küreselleşmenin güç verdiği neo
liberalizm politikalarına karşı, örgütlülüğün ve dayanışmanın öneminin hiçbir
zaman azalmadığına şahit olduğumuz Gezi Parkı’nın bize öğrettiği, ürkütücü bir
muğlaklık ve keskin bir hiyerarşi içeren “bir olma/birlik olma” değil; aslen
eşitlerin ilişkisini barındıran, gücünü birlikte yaşama isteğinden alan bir toplumsal
barış fikridir. Ağacı, kuşu, kelebeği, insanıyla var olma meselesidir. Bir
nostalji değil, karanlığa meydan okuyan bir ateşböceğidir.
Bu makaleye, şu LİNK'ten de ulaşılabilir:
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)