2 Temmuz, Yeni Rejim ve Laiklik (BirGün Pazar - 2 Temmuz 2023)
Geçen yıl tam da bugün, 2 Temmuz Anması için Londra’nın Hackney
ilçesi Stoke Newington-Common Park’taki Sivas Anıtı önündeydim.
İngiltere’deki Alevi topluluklarının organize ettiği anmaya umut, hüzün
ve öfke hâkimdi. Umut değişime dair beklentiden kaynaklanırken, hüznün
nedeni kaybedilenlere beslenen sevgi ve özlem duygusuydu; bunca yıl
geçmesine rağmen gelmeyen adalet ile katillerin korunması da öfkenin
sebebiydi.
Bununla birlikte Alevilik günümüzde İngiliz Devleti’nin “resmî
olarak” tanıdığı inançlardan; Aleviler de pek çok topluluk gibi
serbestçe örgütlenme, ibadet, toplantı ve eylem yapma gibi özgürlüklere
sahipler. Dahası eğer sınıfta bir Alevi öğrenci varsa, aldıkları izinle
belli haftalarda ilkokullara gidip inançlarını tüm sınıfa kendileri
anlatabiliyorlar. Dolayısıyla vaktiyle türlü sebeplerle yurtdışına
göçmüş Aleviler, kültür ve inançlarını bulundukları ülkelerde serbest
olarak yaşamaktalar.
Peki, anavatanda da öyle mi? Bugün Türkiye’deki cemevlerinin geneli,
iktidara yakın dedelerin kontrolünde. Okullarda sadece tek bir dinin,
müstesna bir mezhebi (hem de zorunlu olarak) öğretiliyor. Devlet her
bulduğu fırsatta kendi “makbul Alevisini” tanımlamakla kalmıyor, “nasıl
olması” gerektiğine kadar her şeyi kendisi belirliyor. Böylelikle
Alevilik, İslam’ın bir altkültürüne indirilmeye çalışılırken, Aleviliğe
dair alternatif yorumlar da dışlanıyor ve “marjinal” adı altında
kriminalize ediliyor. Bunun yanı sıra günlük hayat ve resmî
ilişkilerdeki ayrımcılıklar da devam etmekte. Bakınız bütün seçim süreci
boyunca Kılıçdaroğlu’nun “Aleviliğinin” konuşulması bile daha yeni
bitti.
Tabii ki bu ayrımcılıklar sadece Alevileri değil, tüm muhalifleri,
Kürtleri, sosyalistleri, kadınları, gençleri, LGBT bireyleri ya da daha
yerinde tabirle “millet” parantezi içinde görülmeyen herkesi kapsamakta…
Şu tabloyu netleştirmek için artık bir durumun altını çizmek gerekli,
Türkiye’de rejim önemli ölçüde değişti ve yeni bir toplumsal düzen
kuruluyor. Bu minvalde de pek çok şey yasaklarla, baskılarla, medya
eliyle, olmadı herkesin çevresindeki konformistler sayesinde
değiş(tiril)iyor. Örneğin, gündelik dilin içerisine iyiden iyiye
yerleşen kavramlar (Herbert Marcuse’nin kulakları çınlasın) dinsel bir a
şeklinin iktidarını besliyor. Sonra da bunlar ahlakın ve
hassasiyetlerin yönünü belirliyor. Görünür hayatlar ardında hiç de
dinsel bir hayat yaşanmasa bile, din artık kamusal alanı düzenleyen
yegâne normlar bütünü oldu. Kitle iletişim araçlarından gerçek hayata
kadar her yerde karşılaştığımız kurgusal bir dindarlık ise sembolik
ilişkilerin menfaat kapılarını açan anahtara dönüşmüş durumda... Tabii
kitleler bunlarla oyalanırken, küresel sermayenin güdümünde ve piyasa
ekonomisiyle uyumlu bir İslam da neoliberal emelleri gerçeğe
dönüştürmede büyük başarılara imza atıyor.
Hatta son seçimlerle birlikte bu durumun siyaset alanında da
karşılığını bulduğu söylenebilir. Zira Cumhuriyet’in 100. Yılı’nda
Sağ’ın her tonu Meclis çatısı altına toplandı. Üstelik artık Meclis’te
AKP’nin ölçeklerini başka ağızlardan dillendirip, kamuoyunun tepkilerini
tartmaya yarayacak iki İslamcı parti daha var. Gerek babasının “dibine
düşen” genç Erbakan’ın gerekse de HÜDA PAR’lı vekillerin yaptıkları
açıklamalar da göstermekte ki, önümüzdeki yıllar İslam’ı topluluğu
dönüştürme ve rıza üretmede daima ideolojik bir araç olarak kullanan
yeni rejimin mevcut geçişi “sağlamlaştırma” dönemi olacak. Anayasal
değişiklikler başta olmak üzere sosyal hayata doğrudan ve yasal olarak
müdahalede bulunabilecek pek çok kanun ile yönetmelik değişikliğine
hazırlıklı olmak gerekiyor. Kanımca mevcut “hukuki boşluk” dönemi bir
süre daha devam edecek ama yeni rejim bir zaman sonra kendi hukuk
anlayışını “resmîleştirme” ihtiyacı duyacak. Buradaki “yasallık”
ihtiyacının meşruiyetini dinsel düşünceden alacağı da zaten sürpriz
değil. Dolayısıyla muğlaklık zirveleri olan “genel ahlak” ile “değerler”
gibi referanslar da mütemadiyen daha da ön plana çıkacak. Üstelik bu
önemli eşikle birlikte ufuktaki ekonomik buhranın kitleler üzerindeki
etkileri de düşünüldüğünde, rejimin daha da sertleşeceğini öngörmek
olası.
Sonuçta bütün bu gelişmeler karşısında ortaya çıkan kritik soru ise
“ne yapılmalı?” etrafında düğümlenmekte. Öncelikle insanlık tarihinin
bir yönüyle de mücadeleler tarihi olduğunu akılda tutmak gerekiyor.
Dolayısıyla tarih boyunca insanlığın, bu mücadele mesaisinin önemli bir
bölümünü devlet ve kamusal alan ile din arasına mesafe çekmeye ayırdığı
da unutulmamalı. Çünkü aynı tarih, devletin bir dini olduğu, kamusal
alanın da dinsel kurallara terk edildiği zaman nelerin yaşanabildiğinin
acı örnekleriyle dolu. İşte laiklik de zamanında bu hayati ihtiyaçtan
(kapitalizmin üretkenliğinin doğasını da unutmadan) ortaya çıkmıştı ve
toplumsal barışın sağlanması adına bugün de benzer bir öneme sahip.
Öyle ki, bazen kavramlar kendi özgül tarihsel bağlamlarında daha
fazla anlam kazanırlar. Keza günümüz Türkiye’sinde laiklik düşüncesi de
artık bu durumda. Nitekim egemenliğin sadece tanrıya ait olduğunu öne
süren dinsel bir rejimin karşısında ve hayatın her alanında, vicdan
hürriyetini, eğitim eşitliğini, kadın ve çocuk başta olmak üzere tüm
insan haklarını, evrensel hukuk kurallarını, demokrasiyi ve özgür
düşünceyi, eşit yurttaşlığı, halk egemenliğini, birlikte yaşayabilmeyi,
bilimsellik ve aklı savunmak için laiklik düşüncesi artık daha da hayati
bir pozisyonda yer alıyor.
Netice itibarıyla vaktiyle kendi aklını tanrıdan kurtarabilmek için
büyük bedeller ödeyen, alınacak kararların referansını “gökyüzünden”,
“yeryüzüne” indiren insanlığın toplumsal huzuru için, devlet ile din
arasına mesafe koymak bugün dünden daha fazla gerekli. Dinselleştirmeye
çalışılan ama dinsel olmayan, büyüsü bozulmuş bir dünyada bu mesafenin
uzunluğu, ülkede yaşayan insanların mutluluğuyla da doğru orantılı.
Kişilerin “hangi dünyada” mutluluğu seçecekleri ise asla bireysel bir
tercih değil ve sadece kendilerini ilgilendirmiyor!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder