2 Ağustos 2023 Çarşamba

Gökhan Yavuz'un Sol Ayağının Romanı / Bir Metafor Denemesi

 

Bazı anlar ve o anlara ait yarım saniyelik görüntüler vardır, zihne takılıp kalır. Belki sıradan bir eylem, bir mimik, davranış ya da harekettir, gerçekleştiği anda ve çoğu kez bir bilincin sonucu olarak ortaya çıkmaz. Hatta bilinçaltına dair içsel bir derinliğe de sahip değildir, olmayabilir. Vücudun bir hareketi esnasında denk gelmiş ve öylesine bir görüntü oluşmuştur. O anı yaşayan veya o görüntüye bakan bazı kişiler de belki o yarım saniyelik hareketin farkında bile olmamıştır. Fakat birileri fark eder, dikkat buyurur, ilginç gelir ya da etkilenir, belleğine yazar, zihninde tutar ve vakti geldiğinde bazı nesneler/durumlarla o anlık görüntüyü bütünleştirir, örtüştürmeye çalışır. Dahası belli belirsiz işlenen o an, yıllar boyunca düşüncede yaşayan bir iz, zamanla zihinde ikâmet eden bir gölge hâline de gelebilir. O zihnî gölge, artık gelecekte karşılaşılacak bir gerçeklikle eşdeğer kılınmak için bilinçsizce bekletilir; çünkü vakti gelince “ilgisiz” görülen başka bir gerçekliğe ilmeklenecek, iliştirilecektir.

İşte o an benim için bugün geldi. Bu sebeple, aşağıdaki metnin, zihnimde sırasını bekleyen "o anın" günümüzde nihayet kendi gerçekliğini bulmasının sonucunda ortaya çıktığını söylemek doğru olacaktır. Başlayalım...

 

Sevgili Gökhan Yavuz Demir’in “Kesin Döneceksiniz” isimli kitabı yayınlandığında (Ocak, 2022) kazandığım bir yurtdışı bursu vesilesiyle saha araştırması yapmak için Londra’da bulunuyordum. Kitabı ancak Temmuz ayında ziyaretimize gelip iki hafta bizimle kalan yeğenimiz aracılığıyla edinebildim. Ailecek beklediğimiz bir eserdi, bu yüzden hızla okumaya başladım. Kitabın yazılışı kadar günde de okuyup, bitirdim. Sonrasında kitapların da insanlar gibi hikâyeleri olduğuna inandığım için kitabın künye sayfasının karşısına adımı, notumu ve tarihi yazıp dönüşte (kitaplar da dâhil olmak üzere aklın alamayacağı her şeyin, önce bağış olarak kabul edilip sonra yardım amacıyla satıldığı) “charity” adıyla bilinen “ikinci el” dükkânlarından birine (Ekim 2022) bıraktım. Konumu da şu:

https://www.google.com/maps/place/797A+High+Rd,+London+N12+8JT,+Birle%C5%9Fik+Krall%C4%B1k/@51.6160397,-0.1766034,18z/data=!4m15!1m8!3m7!1s0x487619f2fee460b3:0x261185c754230892!2sNorth+Finchley,+Londra,+Birle%C5%9Fik+Krall%C4%B1k!3b1!8m2!3d51.6135087!4d-0.1754198!16zL20vMDJiZDA5!3m5!1s0x487619e61e6dd7e9:0x831ec0b875de288d!8m2!3d51.6158301!4d-0.1769774!16s%2Fg%2F11cskmf00q?entry=ttu

Dünya’nın her coğrafyasından yağmur gibi kitabın (ve tabi milyon tane nesnenin de) yağdığı Londra’da, bir gün birisi orada bu kitabı görecek, merak edecek ve alacak. Tabi böylelikle kitabın yeni bir hikâyesi de başlayacak. Belki kitapla, künye notlarının “ne gibi bir ilişkisi olduğu” sorusunun peşine düşecek. Heyecan vericiydi!

Diğer taraftan, itiraf etmeliyim ki beklentilerin aksine bu metin kitabın edebî analizine dayanmıyor, aşağıda bunları bulamayacaksınız. Edebiyat eleştirmeni falan değilim, kendimi kitabın bu tarz bir analizini yapacak yeterlilikte de görmüyorum. Yine de bir kitap aşığı olarak kısa fikrim şudur ki, kitabı beğendim. “Birileri artık bu yaşadıklarımızı yazsa” deniyor ya, “ne sinemada ne edebiyatta şu yeni rejimin gölgesi bile yer almıyor” şeklinde eleştiriler var ya, işte bu eser, o talebe karşılık geliyor ve benim adıma bu bakımdan kıymetli. Bu kitap, yaşananların edebî bir haykırışı, aynı zamanda bir iç çekiş, bir hayal kırıklığı ve yüce bir sitem!... Aynı nedenle de Gökhan Yavuz’un novella’sı, yaşananların yakın şahidi olmuş olmamış herkesin vicdan teline dokunuyor. Yazar konformist olmanın “genel değer” şeklinde kabul gördüğü yeni rejimde vicdanları eleğe dönmüşlere de (duvara konuştuğunu bile bile) arada iki çift laf ediyor. Üstelik fazlasına gerek olmadığının da bilincinde, kelimelerinden itinayla tasarruf etmiş. Neticede iyi biliyor ki bu artık boşa zaman kaybı!

 

Bununla birlikte, bana bu metni yazdıran gücün, solda bulunan karedeki o donmuş görüntü olduğunu artık itiraf etmem gerekiyor. Kanımca yazarın novella’sını en iyi ifade edecek anlam da yine aynı karenin içerisinde yatmakta... Fotoğraf, Gökhan Yavuz Demir’in bir gece yarısı KHK’si ile üniversiteden, kendini adadığı mesleğinden ve öğrencilerinden koparıldığı olayın birkaç gün sonrasına ait. Fakülte önünde öğrencileri onu hüzünlü bir şekilde uğurluyor. Bu kaydın videolu görüntüsünde Gökhan Yavuz da aynı hüzün içerisinde ama öğrencilerine karşı dirayetli durmaya çalıştığı görülüyor. Sonrası vedalar, alkışlar ve ayrılış…

 

İşte o anda çekilen bu kare, bir ruh hâlinin bedene yansıması olarak ortaya çıkmakta... Sağ ayak, sabit, adım atıp gidecek. Lâkin sol ayak, tedirgin, çelişkili, gitmek istemiyor, bir garip ve eğreti, neredeyse bıraksan tek başına geri dönecek. Hani yapmak istenmeyen her şeyde “ayak sürünür” ya, adımlar geri geri gider ya, işte öyle! İki ayak, iki farklı dünya… Sol ayak duygu, vicdan, sanki kalp ve ruhun ifadesi  gibi, “gitme, kal” diyor; sağ ayak ise hayatın yükü, zorunlulukların, zorbalıkların mecburi ortağı, “kalamazsını” yüze vuran netlikte dimdik durmakta! Her şey bir yana, bütün o insan kalabalığının içinde o ayak görüntüsü zihnimde asılı kaldı, nedense o günden beri bu kareyi unutmadım. Ve artık günü geldi! O an, gerçekliğiyle buluştu!

 

Üstelik böylesi bir “ayak anlatısı”, başka bir alanda da karşımıza çıkıp, eşsiz bir sanat eserini çözebilmemiz için bize yol gösteriyor. Nitekim benzer bir durum, büyük usta Michelangelo’nun Roma San Pietro in Vincoli Kilisesi’ndeki Musa Heykeli'nde de mevcut... Çok iyi bilinen kutsal bir hikâyeye göre Musa, Sina Dağı’ndan elinde tanrının yolladığı ve On Emir’in yazılı olduğu levhalarla geri döner; ancak giderken gönül rahatlığıyla geride bıraktığı halkını, “altın bir buzağı” yapıp ona tapar halde bulur ve elindeki levhaları öfke ve hayal kırıklığı ile yere atarak, parçalar. Michelangelo’nun bu heykelde, işte bu anın öncesini tasvir ettiğine inanılır. Musa, dönüşte yorulmuş, dağın eteklerinden inerken de bir kaya üzerinde dinlenmeye başlamıştır. Fakat tam o sırada gelen sesler üzerine başını çevirmiş, seslerin geldiği yere bakmış ve gördükleri karşısında hüsran ve öfkeyle, ayağa kalkmaya yeltenmiştir.

 

Michelangelo burada, böylesi bir anı sonsuza kadar ölümsüz kılandır. Yani sağ ayağı sabitken, "tanrısallık görevi" adına orada dururken, sol ayağı hafif geride ve parmak uçlarında bir hareketlenme oluşturarak, Musa’ya (ve dolayısıyla heykele bakan bizlere de) devam etmek ile gitmek arasında kalan bu çelişki anını yaşatır. Sağ ve sol ayaklar, yine benzer işlevlerde ve yine aynı çelişkiler içindedir. Fotoğrafın olmadığı bir çağda zihinde canlanan görüntü, böylece sanat eserinde hayat bulur. Mermeri ölümsüzlüğe dönüştüren bu muhteşem eser, o anın sanat üzerinden aktarılması, hikâyeye yabancı olmayanların da görerek etkilenecekleri muazzam bir sunumdur.

Diğer taraftan mutlaka akla gelecektir, sorulmadan ben yanıtlayayım: Doğal olarak burada yapılan metaforlar sübjektif olarak değerlendirilebilir. Öyledir de… Hatta başkaları da aynı karelere bakıp, farklı ve tamamen zıt anlamlarda metaforlar üretebilirler. Keza görüntü asla “objektif” değildir. Böylesi bir kategorinin içerisine de alınamaz. Ve esasen görüntüyü (semboller, nesneler vb. de) herkesin bakıp farklı/ortak düşünceler ürettiği bir anlamlar yığını olarak değerlendirmek gerekmektedir. Belki bu konunun ince ayrıntısı şu olabilir, görüntü/sembol/nesneye bakılıp onun hangi sistematik yollarla, nasıl ele aldığı ve anlamlandırdığın burada bir farklılık yaratacaktır. “Bakmak” ile “görmek” arasındaki fark belki de budur!

Sonuç olarak düşüncem odur ki, bu novella Gökhan Yavuz’un sol ayağının romanıdır. Onun sesi ve seslenişi, onun vicdanının dile gelişi, yaşayıp gördükleri ile onları kelimelere dökülüşüdür. İyimser ama bir o kadar da kırgın, yalnız ama hayata tutunmaya çalışan, “olan” ile “olması gereken” arasında kalan bir ruh hâlinin eseridir. Gerçi Gökhan Yavuz, her fırsatta Refik Çavuş’un kendisi olmadığını söylese de romanı okuyup da bunu kabul eden herhangi bir insan evladı bulabilmiş midir, bilemiyorum. Oysa yazar sonuna kadar haklıdır, Refik Çavuş kesinlikle kendisi değildir. Refik Çavuş, Gökhan Yavuz’un bir roman karakterinde vücut bulmuş sol ayağıdır. Bir anlık refleksle hareket eden ve vicdanı rahat olmayan Musa’nın sol ayağıyla da kader ortağıdır. Çünkü o eylem, iktidarın enseyi yalayıp geçen soğuk nefesi ile kitlelerin şuursuzluğunu görüp, irkilen anlık bir insanî harekettir...

Bir heykel veya bir novella olarak ortaya çıksalar da sol ayakların haklı refleksi, dünyada güzelden yana tavır alanların varlığını görmemiz açısından umut vericidir. Dünya’yı belki sol ayaklar kurtaramayabilir, lâkin umut yine sol ayaklardadır.

 

Son bir not: Yazarımızın defaatle “bu romanı üç günde yazdığını” belirten açıklamalar yapması, gençleri hikâye ve roman yazmaya teşvik kapsamında değerlendirilmelidir.

“Son Nottan” bir sonraki not: Bu yazı, tam bir yıl önce plânlandı ama ancak şimdi metne döküldü. Tüm gecikmiş metinler için özür! Ve bir ek daha, Gökhan Yavuz Demir'in yukarıdaki fotoğrafını çeken muhabirin adına da ne yazık ki ulaşamadım. Kendisinden özür dilerim, ileride bulursam buraya ekleyeceğim.

 

Eserle ilgili bazı röportajlar ve kayıtları da şuraya bırakayım:

https://www.gazeteduvar.com.tr/gokhan-yavuz-demir-bu-memlekette-degerinizi-ortaya-koymak-icin-olmenizi-beklerler-haber-1561027

https://www.ajandakolik.com/gokhan-yavuz-demir-ile-kesin-doneceksiniz-ve-don-quijote-uzerine/ 

https://parsomenfanzin.com/2022/09/29/gokhan-yavuz-demirden-yeni-kitap-kesin-doneceksiniz/

https://yeniinsanyayinevi.com/gokhan-yavuz-demir-ile-kesin-doneceksiniz-ve-don-quijote-uzerine/ 


2 yorum:

  1. Etkileyici, farklı bir bakıṣ ve analiz. Bence Gökhan Yavuz'un anlatımı sadece hikayeye yakından tanık olanların vicdan teilnehmen dokunmakla kalmıyor, uzaktan izlemiṣ olanları da etkileyip içine alıyor.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Merhaba, haklı eleştirinizi dikkate aldım ve ufak bir düzeltme yaptım. Teşekkür ederim...

      Sil