Gökhan Yavuz'un Sol Ayağının Romanı / Bir Metafor Denemesi
Bazı anlar ve o anlara
ait yarım saniyelik görüntüler vardır, zihne takılıp kalır. Belki sıradan bir eylem,
bir mimik, davranış ya da harekettir, gerçekleştiği anda ve çoğu kez bir bilincin sonucu
olarak ortaya çıkmaz. Hatta bilinçaltına dair içsel bir derinliğe de sahip değildir,
olmayabilir. Vücudun bir hareketi esnasında denk gelmiş ve öylesine bir görüntü
oluşmuştur. O anı yaşayan veya o görüntüye bakan bazı kişiler de belki o yarım
saniyelik hareketin farkında bile olmamıştır. Fakat birileri fark eder, dikkat
buyurur, ilginç gelir ya da etkilenir, belleğine yazar, zihninde tutar ve vakti
geldiğinde bazı nesneler/durumlarla o anlık görüntüyü bütünleştirir, örtüştürmeye
çalışır. Dahası belli belirsiz işlenen o an, yıllar boyunca düşüncede yaşayan
bir iz, zamanla zihinde ikâmet eden bir gölge hâline de gelebilir. O zihnî gölge,
artık gelecekte karşılaşılacak bir gerçeklikle eşdeğer kılınmak için bilinçsizce
bekletilir; çünkü vakti gelince “ilgisiz” görülen başka bir gerçekliğe
ilmeklenecek, iliştirilecektir.
İşte o an benim için bugün geldi. Bu sebeple, aşağıdaki metnin, zihnimde
sırasını bekleyen "o anın" günümüzde nihayet kendi gerçekliğini bulmasının sonucunda
ortaya çıktığını söylemek doğru olacaktır. Başlayalım...
Sevgili Gökhan Yavuz
Demir’in “Kesin Döneceksiniz” isimli kitabı yayınlandığında (Ocak, 2022) kazandığım
bir yurtdışı bursu vesilesiyle saha araştırması yapmak için Londra’da
bulunuyordum. Kitabı ancak Temmuz ayında ziyaretimize gelip iki hafta bizimle
kalan yeğenimiz aracılığıyla edinebildim. Ailecek beklediğimiz bir eserdi, bu
yüzden hızla okumaya başladım. Kitabın yazılışı kadar günde de okuyup,
bitirdim. Sonrasında kitapların da insanlar gibi hikâyeleri olduğuna inandığım
için kitabın künye sayfasının karşısına adımı, notumu ve tarihi yazıp dönüşte (kitaplar
da dâhil olmak üzere aklın alamayacağı her şeyin, önce bağış olarak kabul
edilip sonra yardım amacıyla satıldığı) “charity” adıyla bilinen “ikinci el” dükkânlarından
birine (Ekim 2022) bıraktım. Konumu da şu:
Dünya’nın her coğrafyasından
yağmur gibi kitabın (ve tabi milyon tane nesnenin de) yağdığı Londra’da, bir gün birisi
orada bu kitabı görecek, merak edecek ve alacak. Tabi böylelikle kitabın yeni
bir hikâyesi de başlayacak. Belki kitapla, künye notlarının “ne gibi bir
ilişkisi olduğu” sorusunun peşine düşecek. Heyecan vericiydi!
Diğer taraftan, itiraf
etmeliyim ki beklentilerin aksine bu metin kitabın edebî analizine dayanmıyor,
aşağıda bunları bulamayacaksınız. Edebiyat eleştirmeni falan değilim, kendimi
kitabın bu tarz bir analizini yapacak yeterlilikte de görmüyorum. Yine de bir
kitap aşığı olarak kısa fikrim şudur ki, kitabı beğendim. “Birileri
artık bu yaşadıklarımızı yazsa” deniyor ya, “ne sinemada ne edebiyatta şu yeni
rejimin gölgesi bile yer almıyor” şeklinde eleştiriler var ya, işte bu eser, o
talebe karşılık geliyor ve benim adıma bu bakımdan kıymetli. Bu kitap,
yaşananların edebî bir haykırışı, aynı zamanda bir iç çekiş, bir hayal kırıklığı ve
yüce bir sitem!... Aynı nedenle de Gökhan Yavuz’un novella’sı, yaşananların yakın şahidi
olmuş olmamış herkesin vicdan teline dokunuyor. Yazar konformist olmanın “genel değer” şeklinde
kabul gördüğü yeni rejimde vicdanları eleğe dönmüşlere de (duvara konuştuğunu
bile bile) arada iki çift laf ediyor. Üstelik fazlasına gerek olmadığının da bilincinde,
kelimelerinden itinayla tasarruf etmiş. Neticede iyi biliyor ki bu artık boşa zaman kaybı!
Bununla birlikte, bana
bu metni yazdıran gücün, solda bulunan karedeki o donmuş görüntü olduğunu artık itiraf etmem gerekiyor. Kanımca yazarın novella’sını en
iyi ifade edecek anlam da yine aynı karenin içerisinde yatmakta... Fotoğraf, Gökhan Yavuz Demir’in
bir gece yarısı KHK’si ile üniversiteden, kendini adadığı mesleğinden ve
öğrencilerinden koparıldığı olayın birkaç gün sonrasına ait. Fakülte önünde
öğrencileri onu hüzünlü bir şekilde uğurluyor. Bu kaydın videolu görüntüsünde Gökhan
Yavuz da aynı hüzün içerisinde ama öğrencilerine karşı dirayetli durmaya
çalıştığı görülüyor. Sonrası vedalar, alkışlar ve ayrılış…
İşte o anda çekilen bu kare, bir ruh
hâlinin bedene yansıması olarak ortaya çıkmakta... Sağ ayak, sabit, adım atıp
gidecek. Lâkin sol ayak, tedirgin, çelişkili, gitmek istemiyor, bir garip ve
eğreti, neredeyse bıraksan tek başına geri dönecek. Hani yapmak istenmeyen her şeyde
“ayak sürünür” ya, adımlar geri geri gider ya, işte öyle! İki ayak, iki farklı
dünya… Sol ayak duygu, vicdan, sanki kalp ve ruhun ifadesi gibi, “gitme, kal” diyor; sağ ayak ise
hayatın yükü, zorunlulukların, zorbalıkların mecburi ortağı, “kalamazsını” yüze
vuran netlikte dimdik durmakta! Her şey bir yana, bütün o insan kalabalığının içinde o ayak
görüntüsü zihnimde asılı kaldı, nedense o günden beri bu kareyi unutmadım. Ve artık günü geldi! O an, gerçekliğiyle buluştu!
Üstelik böylesi bir “ayak
anlatısı”, başka bir alanda da karşımıza çıkıp, eşsiz bir sanat eserini çözebilmemiz için bize yol gösteriyor. Nitekim benzer bir
durum, büyük usta Michelangelo’nun Roma San Pietro in Vincoli Kilisesi’ndeki Musa
Heykeli'nde de mevcut... Çok iyi bilinen kutsal
bir hikâyeye göre Musa, Sina Dağı’ndan elinde tanrının yolladığı ve On Emir’in
yazılı olduğu levhalarla geri döner; ancak giderken gönül rahatlığıyla geride
bıraktığı halkını, “altın bir buzağı” yapıp ona tapar halde bulur ve elindeki
levhaları öfke ve hayal kırıklığı ile yere atarak, parçalar. Michelangelo’nun bu
heykelde, işte bu anın öncesini tasvir ettiğine inanılır. Musa, dönüşte
yorulmuş, dağın eteklerinden inerken de bir kaya üzerinde dinlenmeye
başlamıştır. Fakat tam o sırada gelen sesler üzerine başını çevirmiş, seslerin
geldiği yere bakmış ve gördükleri karşısında hüsran ve öfkeyle, ayağa kalkmaya
yeltenmiştir.
Michelangelo burada, böylesi bir anı sonsuza kadar ölümsüz kılandır. Yani sağ ayağı
sabitken, "tanrısallık görevi" adına orada dururken, sol ayağı hafif geride ve parmak uçlarında bir hareketlenme
oluşturarak, Musa’ya (ve dolayısıyla heykele bakan bizlere de) devam etmek ile gitmek arasında kalan bu çelişki anını yaşatır. Sağ ve sol ayaklar, yine benzer işlevlerde ve yine aynı
çelişkiler içindedir. Fotoğrafın olmadığı bir çağda zihinde canlanan görüntü,
böylece sanat eserinde hayat bulur. Mermeri ölümsüzlüğe dönüştüren bu muhteşem eser, o anın sanat
üzerinden aktarılması, hikâyeye yabancı olmayanların da görerek etkilenecekleri muazzam bir sunumdur.
Diğer taraftan mutlaka
akla gelecektir, sorulmadan ben yanıtlayayım: Doğal olarak burada yapılan
metaforlar sübjektif olarak değerlendirilebilir. Öyledir de… Hatta başkaları da
aynı karelere bakıp, farklı ve tamamen zıt anlamlarda metaforlar üretebilirler.
Keza görüntü asla “objektif” değildir. Böylesi bir kategorinin içerisine de alınamaz.
Ve esasen görüntüyü (semboller, nesneler vb. de) herkesin bakıp farklı/ortak
düşünceler ürettiği bir anlamlar yığını olarak değerlendirmek gerekmektedir.
Belki bu konunun ince ayrıntısı şu olabilir, görüntü/sembol/nesneye bakılıp onun
hangi sistematik yollarla, nasıl ele aldığı ve anlamlandırdığın burada bir
farklılık yaratacaktır. “Bakmak” ile “görmek” arasındaki fark belki de budur!
Sonuç olarak düşüncem
odur ki, bu novella Gökhan Yavuz’un sol ayağının romanıdır. Onun sesi ve seslenişi,
onun vicdanının dile gelişi, yaşayıp gördükleri ile onları kelimelere dökülüşüdür.
İyimser ama bir o kadar da kırgın, yalnız ama hayata tutunmaya çalışan, “olan”
ile “olması gereken” arasında kalan bir ruh hâlinin eseridir. Gerçi Gökhan Yavuz, her
fırsatta Refik Çavuş’un kendisi olmadığını söylese de romanı okuyup da bunu
kabul eden herhangi bir insan evladı bulabilmiş midir, bilemiyorum. Oysa yazar
sonuna kadar haklıdır, Refik Çavuş kesinlikle kendisi değildir. Refik Çavuş, Gökhan Yavuz’un bir roman
karakterinde vücut bulmuş sol ayağıdır. Bir anlık refleksle hareket eden ve vicdanı
rahat olmayan Musa’nın sol ayağıyla da kader ortağıdır. Çünkü o eylem, iktidarın enseyi yalayıp geçen soğuk nefesi ile kitlelerin şuursuzluğunu görüp, irkilen anlık bir insanî harekettir...
Bir heykel veya bir
novella olarak ortaya çıksalar da sol ayakların haklı refleksi, dünyada güzelden yana
tavır alanların varlığını görmemiz açısından umut vericidir. Dünya’yı belki sol
ayaklar kurtaramayabilir, lâkin umut yine sol ayaklardadır.
Son bir not: Yazarımızın
defaatle “bu romanı üç günde yazdığını” belirten açıklamalar yapması, gençleri
hikâye ve roman yazmaya teşvik kapsamında değerlendirilmelidir.
“Son Nottan” bir
sonraki not: Bu yazı, tam bir yıl önce plânlandı ama ancak şimdi metne döküldü.
Tüm gecikmiş metinler için özür! Ve bir ek daha, Gökhan Yavuz Demir'in yukarıdaki fotoğrafını çeken muhabirin adına da ne yazık ki ulaşamadım. Kendisinden özür dilerim, ileride bulursam buraya ekleyeceğim.
Eserle ilgili
bazı röportajlar ve kayıtları da şuraya bırakayım:
Etkileyici, farklı bir bakıṣ ve analiz. Bence Gökhan Yavuz'un anlatımı sadece hikayeye yakından tanık olanların vicdan teilnehmen dokunmakla kalmıyor, uzaktan izlemiṣ olanları da etkileyip içine alıyor.
YanıtlaSilMerhaba, haklı eleştirinizi dikkate aldım ve ufak bir düzeltme yaptım. Teşekkür ederim...
Sil