(08.07.2012-RADİKAL İKİ)
Türkiye toplumundaki hızlı muhafazakârlaşmanın bir sonucu olarak hemen hemen her
olayın, durumun ya da olgunun artık dini kavramlar üzerinden
anlamlandırılmaya çalışıldığına şahit oluyoruz. Nicedir bir şeyleri
değerlendirme kriterlerimiz, sadece dinin ölçütleriyle belirleniyor.
Kısacası insan ürünü ölçütler, tanrısal ve kutsal olan/olduğu düşünülen
ölçütlerle yer değiştirmiş durumda. Günümüz insanının inanmasını
pekiştirmek için çoğu kez yanına bilimi de yedekleyen bu dini ölçütler,
insanlara günlük hayat içerisinde karşılaştıkları yeni durumları
anlamlandırma ve mevcut hayat ile uzlaştırma/meşrulaştırma imkânları da
sunarak esnek bir halde de karşımıza çıkıyor.
Diğerlerinin değerleri
Bu “esneklik” zaten hayatın bir parçası, fakat insanlar yoğun olarak taviz vermeler, meşrulaştırmalar ve esnekliklerle birlikte yaşasa da, hayatı köşeli, net algılamaya daha yatkınlar. Böyle olunca da hayat içerisindeki esneklikler ve tutarsızlıklar, mevcut din ya da ideoloji noktasından bakıldığında, hep ‘diğerleri’nin yaşadığı tutarsız ve meşruiyet dışı davranışlar olarak görülme eğilimine giriyor.
Bununla birlikte hem bir din hem de toplumsal projeye dönüştüğü için ideoloji olan İslami düşüncenin, günümüzde bazı problemlerini “helal” kavramıyla çözmeye çalıştığı da bir başka gerçek. Mesela bu düşüncenin modernizmi eleştirirken gösterdiği sınır tanımaz tavrın, mevzu kapitalizm olunca önemli ölçüde güçten düştüğü de aynı gerçekliğin içerisinde yer alabilir. Burada tüketim toplumunun dayanılmaz cazibesinin, kapitalizmi “helalleştirme”ye doğru götürdüğü de çoktan biliniyor. Artık kapitalist yaşamın getirdiği her türlü imkânın “helal” tarafları ile hemhal olup, kapitalizmden (“haram”dan) uzak durulduğunu düşünmek, epey revaçta.
Yeni helaller
Cinsel güçlendiricilerin “helal”leri çıktı; tesettür modası artık yadırganmıyor; harem selamlık bol yıldızlı oteller uzun bir süredir hizmet veriyordu; faiz “kâr payı” oldu; camilerin altı “helal” ürün satan marketlerle dolu; dahası bizi “fakir Müslümanlar”dan uzak tutacak geleneksel mimarinin özgün örneklerinin sergilendiği süper lüks siteler daha yapılmadan tükeniyor.
Örnekler daha da uzatılabilse de yazımın esas konusu bu değil. Sosyoloji bölümü öğrencilerine bu dönem verdiğim “sinema sosyolojisi” dersinin bütünleme sınavında sorduğum bir soru ve bu soruya karşılık olarak verilen yanıtlar, beni bu yazıyı yazmaya sevk etti. Sınavda öğrencilerimden, ‘The Great Dictator/Büyük Diktatör’ (1940) filminde Charlie Chaplin’in Hitler’e atfen canlandırdığı Diktatör Adenoid Hynkel’in ağzından söylediği, “İnsanların Yahudilere karşı duydukları öfke açlıklarını unutturabilir” cümlesinin sosyolojik analizini yapmalarını istedim.
Antisemitizm
Bu soruya karşılık olarak kimi öğrencilerce metne dökülmüş cümlelerden bazıları şöyle: “Yahudiler, acımasız, kötü, toplumun huzurunu bozan bir millet oldukları için sürekli bir öfkeye maruz kalıyorlar”, “Yahudiler, kendileri dışında tüm insanları reddederler ve küçük görürler”, “Yahudiler, insanlara zulüm etmekte, onları köle olarak kullanıp, mahzenlere kapatmakta, ekmeklerini ellerinden almakta”, “suçsuz günahsız çocukları öldürüp, kadınların ırzına geçmekteler”, “Yahudiler, erkek egemenliğinin hâkim olduğu, ırksal ayrımcılıkların bulunduğu bir topluluk” vs… Kâğıtlarda fikri desteğini İslâm’dan alanlar da yoğunlukta, mesela birisi bazı hadislerde “bir tek Yahudi var olduğu sürece insanlığın huzur bulamayacağını” söylüyor. Bir diğeri, “Allah’ın merhametinden yoksun tek millet” olduklarını ekliyor. Bir başkası “İslâm’da barışta ve savaşta Yahudilerden dost olunmayacağını”n altını çiziyor.
Böylelikle bir sınav kâğıdına rahatlıkla yazılan bu utanç verici yorumlar uzayıp gidiyor. Tabii ki Yahudilere duyulan bu nefret, bu ülkeyi bilenler için, “bir avuç öğrencinin hezeyanı” deyip geçilemeyecek ve sadece Yahudiler ile sınırlı bir durumu da ifade etmiyor. Bu öğrencilerin bunları nerede, hangi yollarla ve kimlerden öğrendiği, “hoşgörü” başlı başına sıkıntılı bir kavram olsa da, İslam’ın barış, diyalog ve kardeşlik söylemlerine neler olduğu, bu simülasyon dünyasında zaten biliniyor. Fakat “nefret suçu” diye bir suç varken, acaba “helal” tüketim ürünlerinden sonra şimdi de “helal” bir ırkçılıkla mı karşı karşıyayız?
Öyle görülüyor ki, yine ve yeniden İslami imbikten geçirilerek damıtılmış bir ırkçılık, zihni anlamda sığınabileceği en güvenli limana çekilmiş durumda. Lakin bu yeni bir olgu değil, Türk-İslâm sentezinin ideolojik özünde böylesi ırkçı düşünceler, her daim fazlasıyla mevcuttu. İyi de, bunları yazan öğrencilerin neredeyse tümü etnik köken itibarıyla “Kürt” (Kürt siyasetçi ve aydınlarının dikkatine!), dolayısıyla hayatlarının tamamı bir savaş ve olağanüstü hal ortamında geçmiş, etnik politikaların dümdüz ettiği, türlü ayrımcılıkları iliklerine kadar yaşamış, “baştan aşağı sorun” olarak görülen bir coğrafyanın insanları bu gençler. Kısacası, bulundukları toplumlarda tarihsel olarak sık sık ayrımcılığa ve etnik temizliğe uğramış Yahudiler ile en kısa yoldan empati kurabilecek olan bir kesim olarak görülmelerine rağmen, muktedirin dilini gayet güzel öğrenmişler. Dahası, bu gençlere “ırkçı” olduklarını söylediğinizde, kimsenin bunu kabul edeceğini zannetmiyorum. Bu rahatlıktan anlaşılıyor ki onlar bu hali çoktan içselleştirmişler. Kutsal bir inanç sistemi üzeriden yürüyen, fikri ilhamını buradan alan, gerçekliğinden kimsenin şüphe etmediği ve tartışmasız kabul gören meşru bir ırkçılık bu, yani “helalleştirilmiş” bir ırkçılık.
Bandırma- Mavi Marmara
Sonuç olarak din, insanları tanrı adına barışa ve esenliğe çağırdığı oranda, ayrıca önemli bir ayrım ve çatışma noktası olsa da, burada tercih hangisinin işleme konulacağı ile ilgilidir. Oysa Kemalistlerin Bandırma Vapuru’na nispet yapar gibi Mavi Marmara’nın kutsallaştırması ve tüm bu mitleştirmelerin nasıl bir düşmanlık dalgası yarattığı nedense görülemiyor. Halbuki böylesi kin ve düşmanlıkları toplumun birliği ve düzeni adına görmezden geldiğinizde, farklılıkların meşru olduğu bir çağda geleceğe dair birlikte yaşama umutlarını da tüketmiş oluyorsunuz.
Bugün bize “dindarlaşarak” tüm sorunların üstesinden gelinebileceğini söyleyenler, dinin mevcut ayrım ve çatışma noktalarına çözüm olduğu söylemleri üzerinden tüm iletişim yollarını da kullanarak bir endoktrinasyon faaliyetine girişmiş bulunuyorlar. Din üzerinden toplum mühendisliği yapmak ise, mevcut ayrım ve çatışma alanlarına hiç dokunmadan, yeni durum ve kavramların içlerini dini söylemlerle doldurarak toplumsal disiplini, homojenliği ve meşruiyeti sağlamak anlamına geliyor. Böylelikle moderniteyi ve pozitivizmi eleştirenlerin, modernizmin pozitivist yöntemlerini iyi ezberledikleri, bu tedrisattan başarılı dersler aldıkları da görülüyor. Neoliberalizm ile aralarında bir sorun görmeden, temel sorunlara dokunmadan, içerisine ruh üflenmiş pozitivist yöntemlerle toplumu “dindarlaştırarak” vicdan üretmeye çalışmak, aslında o vicdanları “helal” yoldan betonlaştırıyor. Ve öyle görünüyor ki, insanların Yahudilere karşı duydukları öfke sadece açlıklarını değil, aynı zamanda insanlıklarını da unutturuyor.
http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalEklerDetayV3&ArticleID=1093427&CategoryID=42
Diğerlerinin değerleri
Bu “esneklik” zaten hayatın bir parçası, fakat insanlar yoğun olarak taviz vermeler, meşrulaştırmalar ve esnekliklerle birlikte yaşasa da, hayatı köşeli, net algılamaya daha yatkınlar. Böyle olunca da hayat içerisindeki esneklikler ve tutarsızlıklar, mevcut din ya da ideoloji noktasından bakıldığında, hep ‘diğerleri’nin yaşadığı tutarsız ve meşruiyet dışı davranışlar olarak görülme eğilimine giriyor.
Bununla birlikte hem bir din hem de toplumsal projeye dönüştüğü için ideoloji olan İslami düşüncenin, günümüzde bazı problemlerini “helal” kavramıyla çözmeye çalıştığı da bir başka gerçek. Mesela bu düşüncenin modernizmi eleştirirken gösterdiği sınır tanımaz tavrın, mevzu kapitalizm olunca önemli ölçüde güçten düştüğü de aynı gerçekliğin içerisinde yer alabilir. Burada tüketim toplumunun dayanılmaz cazibesinin, kapitalizmi “helalleştirme”ye doğru götürdüğü de çoktan biliniyor. Artık kapitalist yaşamın getirdiği her türlü imkânın “helal” tarafları ile hemhal olup, kapitalizmden (“haram”dan) uzak durulduğunu düşünmek, epey revaçta.
Yeni helaller
Cinsel güçlendiricilerin “helal”leri çıktı; tesettür modası artık yadırganmıyor; harem selamlık bol yıldızlı oteller uzun bir süredir hizmet veriyordu; faiz “kâr payı” oldu; camilerin altı “helal” ürün satan marketlerle dolu; dahası bizi “fakir Müslümanlar”dan uzak tutacak geleneksel mimarinin özgün örneklerinin sergilendiği süper lüks siteler daha yapılmadan tükeniyor.
Örnekler daha da uzatılabilse de yazımın esas konusu bu değil. Sosyoloji bölümü öğrencilerine bu dönem verdiğim “sinema sosyolojisi” dersinin bütünleme sınavında sorduğum bir soru ve bu soruya karşılık olarak verilen yanıtlar, beni bu yazıyı yazmaya sevk etti. Sınavda öğrencilerimden, ‘The Great Dictator/Büyük Diktatör’ (1940) filminde Charlie Chaplin’in Hitler’e atfen canlandırdığı Diktatör Adenoid Hynkel’in ağzından söylediği, “İnsanların Yahudilere karşı duydukları öfke açlıklarını unutturabilir” cümlesinin sosyolojik analizini yapmalarını istedim.
Antisemitizm
Bu soruya karşılık olarak kimi öğrencilerce metne dökülmüş cümlelerden bazıları şöyle: “Yahudiler, acımasız, kötü, toplumun huzurunu bozan bir millet oldukları için sürekli bir öfkeye maruz kalıyorlar”, “Yahudiler, kendileri dışında tüm insanları reddederler ve küçük görürler”, “Yahudiler, insanlara zulüm etmekte, onları köle olarak kullanıp, mahzenlere kapatmakta, ekmeklerini ellerinden almakta”, “suçsuz günahsız çocukları öldürüp, kadınların ırzına geçmekteler”, “Yahudiler, erkek egemenliğinin hâkim olduğu, ırksal ayrımcılıkların bulunduğu bir topluluk” vs… Kâğıtlarda fikri desteğini İslâm’dan alanlar da yoğunlukta, mesela birisi bazı hadislerde “bir tek Yahudi var olduğu sürece insanlığın huzur bulamayacağını” söylüyor. Bir diğeri, “Allah’ın merhametinden yoksun tek millet” olduklarını ekliyor. Bir başkası “İslâm’da barışta ve savaşta Yahudilerden dost olunmayacağını”n altını çiziyor.
Böylelikle bir sınav kâğıdına rahatlıkla yazılan bu utanç verici yorumlar uzayıp gidiyor. Tabii ki Yahudilere duyulan bu nefret, bu ülkeyi bilenler için, “bir avuç öğrencinin hezeyanı” deyip geçilemeyecek ve sadece Yahudiler ile sınırlı bir durumu da ifade etmiyor. Bu öğrencilerin bunları nerede, hangi yollarla ve kimlerden öğrendiği, “hoşgörü” başlı başına sıkıntılı bir kavram olsa da, İslam’ın barış, diyalog ve kardeşlik söylemlerine neler olduğu, bu simülasyon dünyasında zaten biliniyor. Fakat “nefret suçu” diye bir suç varken, acaba “helal” tüketim ürünlerinden sonra şimdi de “helal” bir ırkçılıkla mı karşı karşıyayız?
Öyle görülüyor ki, yine ve yeniden İslami imbikten geçirilerek damıtılmış bir ırkçılık, zihni anlamda sığınabileceği en güvenli limana çekilmiş durumda. Lakin bu yeni bir olgu değil, Türk-İslâm sentezinin ideolojik özünde böylesi ırkçı düşünceler, her daim fazlasıyla mevcuttu. İyi de, bunları yazan öğrencilerin neredeyse tümü etnik köken itibarıyla “Kürt” (Kürt siyasetçi ve aydınlarının dikkatine!), dolayısıyla hayatlarının tamamı bir savaş ve olağanüstü hal ortamında geçmiş, etnik politikaların dümdüz ettiği, türlü ayrımcılıkları iliklerine kadar yaşamış, “baştan aşağı sorun” olarak görülen bir coğrafyanın insanları bu gençler. Kısacası, bulundukları toplumlarda tarihsel olarak sık sık ayrımcılığa ve etnik temizliğe uğramış Yahudiler ile en kısa yoldan empati kurabilecek olan bir kesim olarak görülmelerine rağmen, muktedirin dilini gayet güzel öğrenmişler. Dahası, bu gençlere “ırkçı” olduklarını söylediğinizde, kimsenin bunu kabul edeceğini zannetmiyorum. Bu rahatlıktan anlaşılıyor ki onlar bu hali çoktan içselleştirmişler. Kutsal bir inanç sistemi üzeriden yürüyen, fikri ilhamını buradan alan, gerçekliğinden kimsenin şüphe etmediği ve tartışmasız kabul gören meşru bir ırkçılık bu, yani “helalleştirilmiş” bir ırkçılık.
Bandırma- Mavi Marmara
Sonuç olarak din, insanları tanrı adına barışa ve esenliğe çağırdığı oranda, ayrıca önemli bir ayrım ve çatışma noktası olsa da, burada tercih hangisinin işleme konulacağı ile ilgilidir. Oysa Kemalistlerin Bandırma Vapuru’na nispet yapar gibi Mavi Marmara’nın kutsallaştırması ve tüm bu mitleştirmelerin nasıl bir düşmanlık dalgası yarattığı nedense görülemiyor. Halbuki böylesi kin ve düşmanlıkları toplumun birliği ve düzeni adına görmezden geldiğinizde, farklılıkların meşru olduğu bir çağda geleceğe dair birlikte yaşama umutlarını da tüketmiş oluyorsunuz.
Bugün bize “dindarlaşarak” tüm sorunların üstesinden gelinebileceğini söyleyenler, dinin mevcut ayrım ve çatışma noktalarına çözüm olduğu söylemleri üzerinden tüm iletişim yollarını da kullanarak bir endoktrinasyon faaliyetine girişmiş bulunuyorlar. Din üzerinden toplum mühendisliği yapmak ise, mevcut ayrım ve çatışma alanlarına hiç dokunmadan, yeni durum ve kavramların içlerini dini söylemlerle doldurarak toplumsal disiplini, homojenliği ve meşruiyeti sağlamak anlamına geliyor. Böylelikle moderniteyi ve pozitivizmi eleştirenlerin, modernizmin pozitivist yöntemlerini iyi ezberledikleri, bu tedrisattan başarılı dersler aldıkları da görülüyor. Neoliberalizm ile aralarında bir sorun görmeden, temel sorunlara dokunmadan, içerisine ruh üflenmiş pozitivist yöntemlerle toplumu “dindarlaştırarak” vicdan üretmeye çalışmak, aslında o vicdanları “helal” yoldan betonlaştırıyor. Ve öyle görünüyor ki, insanların Yahudilere karşı duydukları öfke sadece açlıklarını değil, aynı zamanda insanlıklarını da unutturuyor.
http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalEklerDetayV3&ArticleID=1093427&CategoryID=42
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder