Öncelikle bir konuya açıklık getirmek gerekiyor. Ne yazık ki, eleştiri kültürünün olmadığı, olanın da meşru görülmediği bir ülkede yaşıyoruz. Kimse kimseyi kandırmasın ya da ayırmasın, çünkü bu “eleştiriye tahammül edememe” durumu ülkenin tüm etnik yapılarına eşit oranda dağılmış, yani uzun lafın kısası “Hepimiz Osmanlı Bankasıyız”...
Bu yüzden, memleket ahalisinin yaptığı pek çok eleştiri anlama ve daha iyiye doğru yönlendirmeden ziyade, karalama, küçük düşürme, alt/mağlup etme, basitleştirme vb. özellikler taşıyor. Dahası ben cinlik yapıp “olumlu/yapıcı eleştiri” veya “olumsuz/yıkıcı eleştiri” gibi riyakâr ve saçma sapan ayrımlara da girmeyeceğim. Aynı nedenle bu metin, hayatında “eleştirel aklı” rehber edinmiş birinin bir şeylerin daha iyiye doğru gitmesi için yazdığı önerilerden oluşmaktadır. Dolayısıyla kimseye yaranma, şirin görünme ya da güzelleme yapma amacım yoktur. Bu türden “gereksiz yazılar” başka yerlerde bolca bulunabilir.
Bu girizgâhtan sonra başlamak gerekirse, vaktiyle yazamamıştım, malum yaz da olsa yoğun bir üç ay geçirdim ve ancak fırsat bulabildim. Bu yıl 13.’sü düzenlenen Munzur Doğa ve Kültür Festivali ile ilgili kişisel izlenimlerimi, geç de olsa, yazmanın gerektiğini düşünüyorum. Birçok kişi aşağıda anlatılanlara zaten vakıf ama "bir de ben kendi dilimle, kendi meramımı anlatayım" dedim ve böylece aşağıdaki yazı ortaya çıktı.
Daha açıklanabilir olması sebebiyle maddeler halinde ilerleyeceğim. İşte bu yılki festivalden, öncekileri de kapsayacak biçimde, ilk kişisel notlar şöyle:
1) Program bize sürpriz yaparak, yaklaşık 1 ay önce duyuruldu. Bu güzel bir gelişme olmakla birlikte, vardır bir sebeb-i hikmeti, belki de ani bir gelişmeydi, bilemiyorum ama ilân edilen programa göre Festival’in 3. günü sahne alacak İlkay Akkaya, ilk gün sahneye çıktı. Üstelik bu hiçbir biçimde duyurulmadı. Amatörceydi ve hiç hoş olmadı. Geçen yıl da BANDİSTA'nın sahne alacağı saatte böylesine bir kaydırma olmuştu.
2) Bilhassa benim katıldığım son 4 festival (5 festivale katıldım), içerisinde kültür ve sanatı barındırdığı için söylüyorum, kültür ve sanatın evrenselliğinden uzak, asla böyle bir derdi olduğunu hissettirmeyen, yerele gömülmüş ve “kendim çalarım, kendim oynarım” tarzı bir temaşaya dönüşmüş durumda. Burada çok karşılaştığım şekilde dillendirilen karşılığı ile söylüyorum, maalesef festival bir süredir sadece tek etnik unsurun arz-ı endam etmesi için düzenlenen bir “Kürt Festivali” biçiminde tanımlanıyor, zaten öyle de algılanıyor. Her yılki Festival ve ona ait içerikler, sanki BDP’nin düzenlediği "seçim mitingi”ymiş şeklinde bir izlenim uyandırıyor. Yerel şarkıcıların arasına serpiştirilmiş bölge siyasetçileri, bu izlenimi güçlendiren diğer unsurlar.
Bu görüntüyü tamamlayan daha başka unsurlar da var. Yerel kıyafetler içindeki sunucular ve sahne alan gruplar; yine birbirinin neredeyse aynısı biçimindeki politik girişleriyle şarkı söylemeye başlayan yerel şarkıcı/türkücüler; özellikle Diyarbakır başta olmak kaydıyla çevre illerden coşkuyu körüklemek için ge(tiri)len gençler, birbirinin tıpkısının aynısı türküler, Munzur Doğa ve Kültür Festivali’ni artık yerelliğin dibinin bulunduğu bir biçime dönüştürüyor.
Öyle ki, yine aynı şekilde “Türk’ün, Türk’e ‘Türklük’ propagandası”nın “Kürt” versiyonları, gördüğüm tüm Festivaller’de kalabalığı coşturma aracı olarak bolca kullanıldı, bu sağ nobranlık bıkmadan usanmadan da işlenmeye devam ediyor. Karşısında hazır kitleyi bulanın gazı sonuna kadar köklediği bu festival klişesi, katılanların zekâlarını küçümsediği gibi, esasen kısırlığı besliyor, düşünceyi cılızlaştırıyor, sonuçta da üret(e)memeyi bir “kültür” haline getiriyor ve yerelin içerisine gömülmeyi bir “değer”e dönüştürüyor. Böylesine festivaller ve bu dil, belki politik mobilasyonu hızla sağlayabilir, kitleyi diri ve sağlam tutabilir; fakat sonuçta ortaya birbirinin tıpa tıp benzeri, sadece etnik kimliği yoluyla motive olan, dahası, etnosantrizm ölçeği giderek yükselen güdük, sığ bir gençlik/malzeme çıkar. Tabi ki tercih meselesi…
3) Yine bir türlü anlam veremediğim bir durum da şu ki, küçücük çocuklar matem müziklerini, büyüklerin şarkılarını neden söylerler? Diyarbakır Çocuk Korosu’nun muadili, “Dersim GKM” adıyla bir koro kurulmuş. Bu korodaki çocuklar iki yıldır Festival’in dolgu malzemesi olarak ilk dakikalarda sahneye çıkarılıyorlar. Buraya kadar her şey öncelikle izleyenlere "normal" gelebilir. Fakat bu çocuklara, hüzünlü, iç bayıltıcı, ağlamaklı şarkılar neden söyletilir, işte burasını anlamak mümkün değil. Bol kanlı, bayraklı ve “kahramanlık” dolu “Kurtuluş Savaşı” şiirlerini, şarkılarını, İstiklâl Marşı’nın “on kıtası”nı gırtlağını patlatırcasına söyleyen “tören çocukları”nı görüp de hiç mi bir şey öğrenmemiş bu Kürtler?
4) Festival’in adına “doğa” var, hatta “kültür” falan da var ama (özellikle açılış gecesinin sonunda) stadyum içi ve çevresine gelişigüzel atılan çöpleri, etraftaki pisliği ve vurdumduymazlığı görünce insan doğal olarak "Bu mudur doğaya saygı? Bu mudur kültür?" diye sormaktan da kendini alamıyor. Stadyum içerisinde “doğa ve çevre katliamından” bahsedilir, sık sık temizlik uyarıları yapılırken oluyor bir de bunlar, yani?!…
5) İşin bir de ticarî yanı ile yerel halk tarafı da var. Dersim esnafı, gelenlerden çok memnun, onları güzelce yolma derdine düşmüş. Özellikle dere kenarlarındaki restoran ve cafe’lerde, inanın bana, “festival tarifesi” uygulanıyor. Sırası gelmişken ömrümde rastlamadığım ve buraya da bir türlü yakıştıramadığım bir festival rezaletini paylaşmak istiyorum. Festival’in 2. Gecesi, saat 12 civarlarında Mavi Köprü etrafında sıralanmış festivallik mekânlardan birine oturduk. Üç kişiyiz ve yanımızda bir de iyi Türkçe bilen bir Fransız arkadaşımız var. Yedik içtik, 1 saat sonra mekân sahibi yanımıza geldi ve bize aynen şunu söyledi: “Artık kalkar mısınız, müşteriler oturacak yer bulamıyor.” Şaşkınlığımızı anlatmama imkân yok, onlar “müşteri” ise bir saattir yiyip içen, esnafı mest eden biz kimdik? Gerekeni söyleyip, hesabı da ödeyip, çıkıp gittik ve bir başka yerde keyfimize davam ettik. Arkadaşımız Pierre’in anlamsız bakışları ise görülmeye değerdi.
Dahası Dersim’de yaşayanların Festival’den çok da memnun olduklarını söylemek güç. Çünkü, belli bir kanıksanma mevcut ve her yıl yaşanan tekrarlar insanların ilgisini azaltmış durumda. Üstelik, çevre illerden ge(tiri)len gençlerin yaptıkları taşkınlıklardan (bilhassa kızlara karşı) ve kendi şehirlerinde değil de Dersim’de sarhoş olabilme “hakları”nı sonuna kadar kullanabiliyor olmalarının verdiği "rahatlık"tan oldukça hoşnutsuzlar.
6) Festivale her yıl abone biçimde katılan şarkıcı, türkücü ve gruplar da sıkıntının başka bir tarafı… Keza, Festival’in her yıl “bankoları” var: Suavi, Mikail Aslan, Grup Munzur, Metin Kahraman, Grup Vardiya, Pınar (Sağ) Aydınlar ve illâki Ferhat Tunç… Festival Komitesi, “herkes nasıl olsa önüne ne konursa yiyiyor” mantığıyla mı düşünüyor bilemiyorum ama artık bu sıradanlaşmanın Dersim’de yaşayanlar için kabak tadı verdiğini söyleyebilirim.
7) Önemli bir ayrıntı da şu ki, “çözüm süreci” tehlikeye girer diye GEZİ DİRENİŞİ’ne destek vermeyen/verir görünmeyen BDP tarafı, Dersim’deki sosyalist gruplar ve sendikaların çabasına rağmen, Festival’deki panellerin hiçbirinde GEZİ ile ilgili bir tek başlığın yer almasına bile izin ver(e)medi. Daha önce gelip konuşacağı söylenen Sırrı Süreyya Önder’in Festival’e gelmemesi ise bu sebeple pek manidar bulundu.
8) Gelelim en can alıcı yere… Festival’in 2. gününde Metin Kahraman sahne aldığında birkaç genç üzerinde şu cümlenin yazdığı bir pankart açtı: “PKK hareketi modern, gerçek bir cem, zikir ve semah hareketidir / Rêber APO” ... Sonra bu gençler (nasıl olduysa artık) güvenlikten geçip sahneye çıkarıldılar ve gösteri burada da birkaç dakika devam etti. Bu nümayiş sürerken çevremden bazı insanlar kalkıp, söylenerek konser alanını terk ettiler. Ertesi gece bu cümle, stadyum yanındaki bir apartmanın duvarından elektronik olarak saatlerce yansıtıldı. Belli ki mevcut BDP’li belediyenin marttaki yerel seçimler için yaptığı hazırlığın ana teması “semah” (ve dolayısıyla Aleviliğe vurgu) olacak. Bunu eylül ayı içinde yapılan yandaki etkinlik ve onun ilânında da görebiliyoruz.
Her şey bir yana “modernlik”, “cem”, “zikir”, “semah” gibi kavramların bu kadar kolaylıkla ve sıkıntısız(?) olarak bir araya gelmesi, yan yana, omuz omuza, koyun koyuna biçiminde düşünülmesi insana “benzeri ancak Türkiye gibi kavramların rahatlıkla kullanıldığı ülkelerde olur” dedirtiyor. Bu kavramlar bir potada (burada bir örgüt adıyla geçiyor) ne zaman eritilmiş ki, üstelik daha da vahimi, neden eritilsin ki? Öyle ki, G. Doğu’daki “sivil cumalar”da dua ederek protesto etmenin yerini, Dersim’de semah dönmenin (LİNK için tıklayınız) aldığını görüyoruz.
Ben "din/inanç" dediğimiz sosyal olgunun günümüzde zaten yeterince politik olduğunu, bunların özgürlükler adına politik alanda hak talep etmelerinin de meşru kabul görmesi gerektiğini düşünmeme rağmen, kullanılan en kaba örnek üzerinden sormak gerekirse, siyasî bir eleştiri olarak "inançların siyasete alet edilmemesinden” falan bahsetmek komik olmuyor mu? Burada yaman bir çelişki yok mu?
Sonuç olarak, bir festival daha sona erdi ve gelecek yıl da buluşmak üzere herkesle sözleşildi. Öyle görünüyor ki, bu haliyle Festival, giderek her yılın bir önceki yılı tekrar ettiği bir etkiliğe dönüşmüş durumda. Bu çözümsüz bir durum değil ama çözmek için öncelikle fark etmek ve irade koymak gerekiyor. Sanırım en önemli eksiklikler de bu ikisi…