Öncelikle Heidegger’de insan her durumun en başında yer alan bir varlıktır. Yalnızca insan varlığını sorgulayabilir, varolanın sınırlarını aşabilir, kendini varolan olarak algılayabilir ve varlığını eline alabilir. Heidegger’de insan bireysel olarak kendi varoluşunu arar, onun peşinden koşar. Her insan ancak kendi “varlığını/varoluşunu eline kendisi alabilecektir.”
Oysa ki Marcuse, Heidegger felsefesini eleştirel kurama aktarıp, bu felsefenin bireye indirgediği ve soyut bir şekilde ifade ettiği durumu anlatırken, onu hem somutlamaya hem de toplumsallaştırmaya çalışmıştır. Marcuse burada radikal eylem kavramını kullanır. O’na göre radikal eylem bir varoluş biçimidir ve amacı insanın kendi varoluş koşullarını değerlendirerek, varolanın temelini değiştirmesini sağlamaktır. Halbuki Heidegger’de bu bireysel olarak mümkün olabilen bir durumdur ve kişi ancak kendi imkânlarını kullanarak “varlığını (bir bakıma da kaderini) eline alacak”, böylelikle de sadece kendini kurtaracaktır.
Fakat Marcuse, tarihsel durumu kendisinin kesin eylemi zorunlu kıldığını düşünse de bunun yeterli olmadığına inanır. İktidardaki değişim, insan varoluşu ve temelinde bir değişim yaratmayacak ve sadece yönetim koşullarını değiştirecekse bu, ne gerçek anlamıyla bir “değişim” ne de bir “radikal eylem”dir. Heidegger, her insanın içinde varoluşunu yakalamaya ve eline almaya yarayan bir “güce” sahip olduğunu söylerken, Marcuse bunu eleştirel kuramın bir parçası haline getirir ve her devrimci projenin temelinde insan varoluşunu değiştirmenin yattığını düşünür. İnsan kendi yaşam koşullarını kendisi dönüştürmeyi devrimci pratik içinde öğrenecektir. Yani kolektif bir mücadele sürecinde bu “pratik” somutlaşacaktır.
Marcuse radikal eylem'i, insanların çalışma, düşünme ve eylem hayatlarında köklü bir değişim sağlayan bir durumun adı olarak ifade eder. Bu eylem, tıpkı Heidegger’in varoluşunun peşinden koşan insana yüklediği nitelikler gibi, özü açısından aktör ve çevre için bir zorunluluktur. İnsanın yaşam süreci içerisinde bir ihtiyaca karşılık gelir. Fakat radikal eylem'de kullanılan “zorunluluk”, daha başka ifadeyle “tarihsel zorunluluk”, zorunlu bir nedensel bağlantıyı, hatta mantıksal nedenselliği ifade etmez. Bundan anlaşılması gereken, bir tarihsel durumda hoş görülmeyen olanın bireylerce yok edilmesidir. Marcuse buradan yola çıkarak, Marxizmin değiştirilemez, determinist ve tarihsel yasalarını reddeder. Bunu yaparken de “tarihsel zorunluluğu” öne sürmektedir.
Varoluşçuluğun/Heidegger felsefesinin sosyolojiye yarattığı bir açılım da, insan varoluşunun günlük ve sıradan işleri içerisinde bulunduğu “varlık-biçimi”dir. Çoğu insan kendi gerçek varlığına yönelerek yaşayamaz, buradan kaçıp kitle içine saklanır. Kendi gerçekliğinde kaçan insan, kendinin olmayan bir tutum içerisine gömülmektedir. Heidegger’in “man-onlar” alanı olarak kavramsallaştırdığı, kavranamaz, algılanamaz, her şeyi içine giren, egemen olan, insanları durduran, hizaya sokan ve sıradanlaştıran bir şeydir.
Bu
“man-onlar” alanına giren insan, eleştirel kuramın kitle kültürü içerisinde
kaybolan bireyidir. Bu alanın yukarıda sıralanan tüm özellikleri kitle
toplumu için de geçerlidir. Marcuse’nin endüstri toplumlarındaki insanı
anlattığı kitabı “Tek Boyutlu İnsan” da zaten Dasman’ın içinde erimiş,
yabancılaşmış ve ilişkileri metalaşmış insanın hüzünlü hikâyesini
anlatmaktadır.
Merhaba, "şeffaf sandık"taki yorumunuzu az önce okudum. İlginiz için sağolun. Mukabele için bir Marcuse okumasına not bırakmak fena bir fikir gibi görünmedi. Yolunuz bizim diyara düşerse fakirhaneye bekleriz.
YanıtlaSil