6 Ağustos 2013 Salı

PARİS GEZİ REHBERİ / Turistik ve Sosyolojik Yaklaşımlar



Bu metin, öncelikle, Paris’e gezmek için gidecek kişilere yardımcı olmak amacıyla hazırlanmıştır. Buradaki tüm tespitler, kişisel gözlem ve deneyimlerimden oluşmaktadır. Dolayısıyla, nesnel değil, subjektiftir. Dahası, her farklı gözlem ve her farklı deneyim de, gözlenen üzerine bilgisi olmak ve bakmasını bilmek kaydıyla, kendi açısından bir “doğruluk payı”nı içerisinde taşır.

Ayrıca, bu metin, (özellikle "FALİH RIFKI ATAY OLMAK" başlıklı son bölümüyle) eleştirel ve politik bir metin olup, birilerinin “gelişmemiş duygularına seslenme”, “kendini iyi hissetmesini sağlama”, “naylon gururunu şişirme”, “alkış alma” vb. gibi niyetlere de sahip değildir.

Diğer taraftan, Paris tespitlerim bu metin içerisinde yer alsa da, Paris’te çektiğim görsel materyale bloğumun FOTOĞRAFLAR (en beğendiklerim için TOP 10 listesi de yaptım) sayfasından ulaşılabilir. Bir not daha, metin içerisinde, “altı çizili” kelimeler, sizi, konuyla ilgili LİNK’lere yönlendirmek amacını taşıyor. Yönlendirdiğim bu LİNK'lerin genellikle WIKIPEDI olması ise işin yürek sızlatan kısmıydı.

Son bir uyarı, bu yazı epeyce ayrıntı içeridiği için cüssesine uygun boyutlarda devasa bir metin ortaya çıktı. Geriye dönüşlerden edindiğim izlenime göre, 10 kişiden sadece 1 kişi metni bitene kadar okumuş. Okumazsanız çok büyük bir şey kaybetmiyorsunuz, fakat okursanız mevcut metin hiçbir yerde rastlayamayacağınızı düşündüğüm bir tarza ve bilgilere sahip olduğu için yararlı olacaktır. Sonuna kadar okuyan herkese, sabırlarından dolayı hem tebrikler hem de teşekkürler...

Bu açıklamalardan sonra başlamak gerekirse, bizim Paris seyahatimiz, tur şirketleri üzerinden değil, kendi kişisel ayarlamalarımız sonucunda gerçekleşti. Az buz İngilizce anlıyor ve çat pat da olsa konuşabiliyorsanız, zaten herhangi bir tur vasıtasıyla geziye gitmenize hiç gerek yok. Böylelikle, hem tur şirketlerinin sabahtan akşama kadar insanları oradan oraya koşturmasından hem “her yeri göreceğim” diye hiçbir yeri (bırakın “tam”ı) çeyrek anlamıyla bile görememekten hem de rehberler üzerinden şirketlerin sizleri türlü “ekstralar” ile çaktırmadan yolmasından kurtuluyorsunuz. Dahası, kafanıza göre gezip, kafanıza göre takılıyor ve istediğiniz zaman, yine sizin belirlediğiniz yerlerde ve keyfiniz istediği kadar dinlenebiliyorsunuz.

Biz de bu rahatlıkları düşündük, tur şirketlerini bir kenara bıraktık ve tatil plânımızı yaptık. Uçak biletlerimizi ayarlamadan önce kalacağımız yeri belirlememiz gerekiyordu. Tabi ki booking.com kalacak yer ayarlamak söz konusu olduğunda “en güvenilir” tercih olarak ortaya çıktı. Öncelikle internetten bir Paris şehir haritası indirdik ve en pratik, bizim için (gezmeyi düşündüğümüz yerler açısından) en işlevsel bölgeyi seçtik ve o bölgedeki oda fiyatlarına bakmaya başladık. Yatak fiyatlarının da yaz yaklaştıkça arttığını burada eklemek gerekiyor. Meselâ, kalınan otele ve otelin yerine göre değişmek kaydıyla, şubatta yer ayarlamak ile temmuzda ayarlamak arasında 1 kişilik yatak fiyatı yaklaşık 400 TL fark ediyor. İzin tarihleriniz kesin ve esnek olabiliyorsa, bu tabi ki güzel bir kâr oluyor.

Şehir haritasına bakarken aynı zamanda Paris’in 20 ana bölgeden oluşan bir şehir olduğunu ve bazı bölgelerinin (her kentte olduğu gibi) gece saatlerinde herkes ama özellikle turistler için tehlikeli olabildiğini de öğrendik. Buna göre otelimizi (5. Bölge’den) seçtik ve aşağıda daha ayrıntılı belirteceğim gibi, “on numara” bir tercihte bulunduğumuzu da kaldığımız zaman öğrendik. Bu “bölge” meselesi gerçekten önemli… 
 
Çünkü yandaki ayrıntılı haritada da görüldüğü gibi, 1 ile 7 aralığındaki bölgelerin, Paris’in en merkezî yerleri olduğu söylenebilir. Neredeyse tüm görülmesi gereken yerler bu bölgelerde, şehrin en eski yapıları ve tarihi dokusu da bu bölgelere sıkışmış durumda... Buralarda otel ayarlarsanız “yürüme mesafesi”nde çok yer gezebilir, Seine Nehri çevresinde akşam yürüyüşleriyle günün tatlı yorgunluğunu da üzerinizden atabilirsiniz. Bölge numaraları bir çemberin halkaları gibi dışa doğru gidildikçe büyüyor ve her halkada şehrin varoşlarına biraz daha yaklaşıyorsunuz. Varoşlar “yabancı” olduğunuz için size ürkütücü gelebiliyor ama tüm göçmenler (çoğunluğunu Fransız sömürgelerinden gelen Afrikalılar oluşturuyor) tabi ki “hırsız”/“yankesici” değil. Bu algının kendisinin bile, ırkçı/ayrımcı bir düşünce olduğunu da eklemek gerekiyor.


Diğer taraftan, otelimizi ayarladıktan sonra sıra uçak biletlerine geldi. Yine yaz ayları yaklaştıkça uçak bilet fiyatlarının da artması gerçeği karşısında, şubat ayında uçak biletlerimizi aldık. Lâkin, “Paris’e uçakla gitmek” söz konusu olduğunda, bu kez de iki farklı şirket ve iki ayrı havaalanı seçeneği ile karşılaşıyorsunuz. Biz, hem fiyat avantajı hem de kalacağımız otele yakınlığı yüzünden Pegasus Havayolları ile Paris Orly Havaalanı’nı tercih ettik. Diğer hava limanı Paris’in kuzeyinde yer alan Charles De Gaulle Havaalanı ve buraya THY ile gidilebiliyor. Buna göre, Orly, Paris’in güneyinde yer alırken, Charles De Gaulle hava limanı şehrin kuzeyine denk düşüyor. İstanbul üzerinden Paris’e giden yabancı havayolları şirketlerine ise hiç bakmadık. Oysa ki, olası bir fiyat karşılaştırması için bu şirketlere de bakılabilirdi.

1 Temmuz’da, İstanbul Sabiha Gökçen’den sabah 10:30 uçağı ile yola çıktık. Yolculuğumuz 3,5 saate yakın sürdü. Yerel saatle 13:30’da Orly’e indik. Orly iki bölümden oluşan (Orly Sud – Orly Ouest) bir hava limanı ve bu bölümler arası 500-600 m kadar mesafe var. Ola ki yanlış bölüme geldiyseniz, yere işaretlenmiş mavi oklar sizi diğer bölüme kadar yol gösteriyor. Bu hava limanında, “geliş” ile “gidiş” bölümleri birbirinden farklı olabildiği gibi, hangi havayolu şirketiyle seyahat ediyorsanız, gideceğiniz bölüm ona göre değişebiliyor. Bunu biz dönüşte fark ettik. Çünkü otelden rezervasyon yaptırıp servis ile hava limanına giderken, şoför “hangi havayolu şirketiyle gideceğimizi” sordu ve British Airways ile Londra’ya gidecek İngiliz aileyi Orly Sud’da, bizi Orly Ouest’te indirdi. Bir tavsiye daha, ayrılmadan birkaç gün önce (çünkü hava limanı servisine rezervasyon yaptırılıyor) kaldığınız otele sizin için “havaalanı servisi ayarlayıp, ayarlayamayacaklarını” kesinlikle sorun. Metroya göre 10 EURO fazla veriyorsunuz ama tam zamanında, telaş yaşamadan, hem de kapının önünden alınıp, kapının önünde indiriliyorsunuz.

Neyse, havaalanında uçaktan inip, bavulları aldıktan hemen sonra, doğal olarak, “metroyla otele nasıl gidebilirim?” telaşı başlıyor. Paniğe gerek yok, valizlerinizi aldıktan sonra ilerlediğiniz yol sizi zaten doğrudan metroya götürüyor. Her köşede işaret tabelaları da mevcut. Yolun sonunda ise sizi bir metro bileti otomatı bekliyor. Bu otomatlardan tüm metro girişlerinde fazlasıyla var. Eğer otomatı kullanmayı bilmiyorsanız, sizden önce kullanandan yardım isteyebilir veya nasıl bilet alınacağını gözlemleyerek, deneyebilirsiniz. Meselâ biz öyle yaptık, otomatın yazılım dili "Fransızca" olsa dahi, buton ile yönlendirilen çok basit bir "bilet alım" sistemi var. Bir uyarı olarak şunu söylemeliyim ki, havaalanından merkeze ulaşım bedeli 10 EURO… “Metro bu kadar pahalı mı?” diye sorabilirsiniz, fakat bu sizi şaşırtmasın, bu 10 EURO’yu HAVAŞ bileti gibi düşünün, yani ayrı ve uzun bir hattın ücreti…

Normalde metro bileti 1,85 EURO… Konu metrodan açılmışken, Paris Metrosu’ndan da bahsetmek gerekiyor. Paris şehri muhteşem bir metro ağına sahip bulunuyor. 1900 yılında ilk hattı çalışmaya başlayan bu metro sistemi, tüm Paris şehrini bir ağ gibi sarmış. “113 yıllık olmasından” mıdır bilinmez ama yukarıda bahsettiğim merkezî bölgede metro araçları oldukça eski, "teneke yığını" gibi duruyorlar. Şehrin çevresine gidildikçe, temiz istasyonlar ve klimalı metro araçlarıyla karşılaşıyorsunuz. Dahası, merkezdeki metro hatları/istasyonları, su ve nemden şişmiş duvarları, idrar ve çöp ağırlıklı kötü kokusu, gelişigüzel atılmış çöp yığınları, dökülmüş boyalarıyla oldukça kötü bir görüntü sergiliyor. Ortam öylesine salaş ki, hani her an kedi büyüklüğünde bir fare önünüze atlayacak hissiyle dolu oluyorsunuz.

Bir önemi ayrıntı daha, metro vagonlarının ortasında ve kapı önlerinde, yani ayakta belenen bölümlerin yanlarında açılır-kapanır koltuklar var. Vagon boşken bunlara oturuyorsunuz, fakat vagon dolu olduğunda buraya oturmak yasak. Kalabalık artınca kalkmak zorundasınız, ayağa kalkmazsanız zaten biri sizi mutlaka uyaracak. İlave olarak, metro istasyonlarına “beleş” binen sayısı da oldukça fazla, hatta gişe memurunun gözleri önünde turnikelerden atlayıp metroya girenlere bile rastladık. Bir keresinde biz de yanlışlıkla metro dışına çıkarak yaktığımız metro biletinin telafisini, çıkış kapısından içeriye girerek giderdik. Bu arada kamerayla tespit edilenlere ceza verildiğini de duyduk, şu sıralarda faksla gelecek cezayı bekliyoruz…

Kendi açımdan en kötü özellik olarak bir not daha, metro istasyonlarının %90’ında ne yukarı ne aşağıya doğru yürüyen merdiven bulunmuyor. Valiziniz varsa, yaşlı ya da sakatsanız veya yorgunsanız yandınız, tabana kuvvet çıkmak mecburiyeti var. Şimdi bir Türkiye klasiği yaparsak, velev ki, Paris Belediyesi muhalefetin elinde olsa, Fransa Başbakanı’nın yerel seçimler öncesi bu görüntüleri abartıyı onla çarparak nasıl anlatacağını varın artık siz düşünün…

Yine metroyu çözme meselesine bakacak olursak, yanda metro haritasını verdim, bu harita ilk önce size oldukça karışık gibi görünüyor. Haritaya bakarken kendinizi, DA VINCI’nin Şifresi’ni çözüyor gibi hissedebilirsiniz ama bu ruh hali oldukça geçici… Paris Metrosu, her biri ayrı ayrı hatlar üzerinde ilerleyen ve farklı renklerden oluşan bir sisteme sahip. Renklerin kesiştiği noktalar aktarma istasyonları ve siz gideceğiniz yöne göre bu kesişme noktalarından aktarma yapıp, farklı bir renge sahip hattaki metroya binerek gideceğiniz istasyona/yere ulaşıyorsunuz.

Şimdi ikinci harita üzerinde bunu deneyelim, zor bir güzergahı örnek alalım ve iki değil de üç farklı renkteki metro hattı üzerinden konuyu anlatalım. Örneğin, diyelim ki, siyah renkle işaretlediğim ve “A” ile gösterdiğim yerdesiniz (ki bizim otelimiz de zaten bu metro istasyonunun – Place Monge- yanındaydı) ve Montmartre Tepesi (yani Ressamlar Tepesi’ne) / Sacré Coeur Bazilikası’na gideceksiniz. Oradaki en yakın metro durağının adı “Anvers” ve lacivert renge sahip bir hat, burası da “B” olsun… Yani A noktasından, B noktasına gideceksiniz. Öncelikle, pembe renge sahip hatta ait “Palace Monge” durağından metroya giriyorsunuz. Sonra lacivert hattı kesen ve aktarma yapılabilecek en yakın metro istasyonunu buluyorsunuz. Bu da size en yakın, çok büyük ve merkezî bir istasyon olan “Châtelet” olarak görünüyor (Haritada “X” şeklinde belirttim). Burada iniyorsunuz ve “SORTİ” yazan çıkışları takip ederek, metrodan asla çıkmayarak, indiğiniz hattı terk ediyorsunuz. Eğer metrodan dışarı çıkarsanız yeniden bilet almanız gerekecek. Bundan sonra yapmanız gereken şey, adım başı ok işaretleri ile sizi yönlendiren ve aradığınız renkteki hattın metro istasyonunu gösteren tabelaları takip etmek olmalı. Bu tabelalar sizi, gitmek istediğiniz renkteki metro hattına götürüyor.

Tekrar haritamıza dönecek olursak, Paris Metro sisteminde “7” rakamıyla ifade edilen pembe hattan “Châtelet” durağında indik, bizi gitmek istediğimiz istasyona en yakın yere götürecek olan ve “4” rakamıyla ifade edilen mor renkteki hattı bulduk ve bu hatta aktarma yaptık. Şimdi bu mor renkli hattın, “2” rakamıyla ifade edilen (ineceğimiz “Anvers” istasyonunun da içinde bulunduğu) lacivert hat ile kesiştiği noktayı bulmak zorundayız. O da “Barbés Rochechouart” adındaki istasyon oluyor. Bunu da ben “Y” şeklinde ifade ettim. Burada mor hattı terk edip, yine “2” rakamıyla anılan hattı lacivert hattı gösteren işaretleri takip ederek ve yine metrodan çıkmadan Anvers’e giden hatta biniyorsunuz. Zaten buradan sonra ilk durak “Anvers”, bu hatta inip Sacré Coeur Bazilikası’na ulaşıyorsunuz. Ben metro sistemini anlatmak için “kolay olan”dan değil, “zor olan” üzerinden anlattım. Tabi ki bu bir tercih meselesi ama şu bilinmeli ki, Paris’te metro çok kolay bir ulaşım aracı, kesinlikle her yere giderken metro kullanılmalı.

Gezdiğimiz yerlerle ilgili yorumlarıma gelecek olursak, Paris görülecek yerler söz konusu olduğu için koskocaman bir şehir ve öyle “ooo oooooo 1 haftada ben her yeri gezdim” diye abartılı şeyler yazacak kadar da iddialı değilim. Başlıklar halinde sadece gezdiğimiz yerleri anlatacağım. Gezemeyip, aklımızda kalıp, ajandamıza not ettiğimiz yerleri de bir dahaki sefere gezip, gördükten sonra yazarım.

OTELİMİZ ve ÇEVRESİ

İlk gün saat 15:30 civarı otele ulaştık. Otelin yerini yanlış tahmin etmemizden dolayı birkaç durak önce metrodan inmişiz. Bu sebeple ellerde valizler biraz yürüdük ama allahtan şehir dümdüzdü, yokuş iniş yoktu. Otel ayarlamak isteyenler için ilk tavsiyem, bizim otelimizin de (http://www.booking.com/hotel/fr/des-arenes.tr.html) içinde bulunduğu büyük bir cadde olan RUE MONGE, harika bir konuma sahip, muhteşem bir cadde… Üzerinde bir sürü otel var ve fiyatları da oldukça cazip. Görülmesi gereken birçok noktaya (Lüksemburg Bahçeleri, Notre Dame Kilisesi, St. Michel Meydanı, Pantheon gibi) yürüme mesafesi kadar yakın. Bunun dışında, bu caddenin daha başka avantajları da var. Özellikle, valizi almış, yola çıkmış bir turist olarak bu cadde en çok ihtiyacınız olan güvenli bir konum, market, fırın, uygun fiyatlı restoranlar ve pazar yerleriyle dolu. Buralardan yemek yiyip, ucuz alışverişler yapabiliyorsunuz. "Ucuz" dediysek bir "Mahmutpaşa" değil tabi ki...

Otele yerleştiğiniz anda kaç gün kalacaksanız sizden oda ücreti ile birlikte city tax-şehir vergisi alınıyor. Şehir vergisi, günlük kişi başına 1 EURO... Bunu ödemek zorunlu. Bir de yerleşmeden önce "kahvaltı alıp, almayacağınızı" soruyorlar. Biz almadık ve bence sizde asla almayın. Bizim kaldığımız otel, kişi başına 12 EURO "kahvaltı ücreti" alıyordu. Bir kruvasan yanına 1 bardak süte, 12 Euro vermek de var. Oysa etraf fırın dolu ve buralarda çeşit çeşit muhteşem sandviçler var. 3,90 EURO'ya beni bile doyurdu o sopa biçiminde sandviçler...

Otele yerleştikten sonra, zamanın da ilerlemiş olmasından dolayı, çevreyi keşfetmek için dışarıya çıktık. RUE MONGE çok uzun bir cadde, üzerinde restoranlar, kitapçılar, her türlü ürünü veya yiyeceği satan küçük ve oldukça şirin dükkanlar var. Bu caddede bir tane bile TEKNOSA ya da BİMEKS tarzı tekno-market görmememiz de işin bizim açımızdan güzelliğiydi. Bizim gittiğimiz tarihlerde (temmuzun ilk haftası) hava 11’e yirmi kala kararıyordu (Türkiye ile arada 1 saat var), bu turistler için muhteşem bir şey… Saat 12 gibi otele döndüğümüzde ise, Paris’in ilk büyüsüne kapılmıştık bile…

DİSNEYLAND

Ertesi günkü plânımız Disneyland’a gitmekti. Disneyland’a gitmek için metro biletlerinizi kesinlikle “gidiş-dönüş” olarak alın, dönüşte belli bir saatten sonra gişeler kapanıyor, böylece bilet otomatları önünde o yorgunlukla uzun kuyruklarda beklemek zorunda da kalmayacaksınız. Disneyland girişi için ise, biz bilet kartlarımızı otelimizden aldık. Disnayland’ın kapısından almaya göre daha indirimli oluyor (71 EURO’ya karşı 79 EURO) ama bu indirim, Disneyland’ın kapısında yoğunluğa göre 30 dakika kadar ücret ödeme gişesinde sıraya girmekten sizi kurtarmıyor. Disneyland biletlerinizi internetten de alabiliyor(muş)sunuz. Bunun için 1 ay önceden işlem yapmanız gerekiyor(muş). Benim gibi teknolojiyi daima güvensiz buluyorsanız, paşa paşa sıraya girmek zorundasınız demektir. Fakat her yerde o kadar sıra bekliyorsunuz ki, buradaki hiç göze batmıyor. Türkiye’den tur ile gelenlere şirketlerin Disneyland tarifeleri ise 90-100 EURO arasında değişiyor. Turların geliş-gidiş otobüs hizmeti sundukları düşünüldüğünde, (şaşırtıcı olsa da) bu hiç de acımasız bir tarife değil.

Dahası Disneyland, Paris’e gelen insanların hayal gücünü zorlayan müthiş bir eğlence alanı; "Disneyland, bütün simülark düzenlerinin iç içe geçmiş olduğu kusursuz bir düzendir; minyatürleştirilmiş toplumsal bir mikro kozmosa benzer" diyen Jean Baudrillard'nın kulakları çınlasın, gerçekten de durum tam da böyle... Zaten bu sebeple, bir hipergerçeklik dünyası/modeli olarak görebileceğimiz bu alan, ilk olarak “Euro Disney Resort” olarak adlandırılmış ve sonrasında “Euro Disneyland” adını almış. Paris şehir merkezinin 32 kilometre dışında “Marne la Vallee” adı verilen yeni bir kasabada kurulmuş. İki park, yedi otel, bir dinlenme, yemek ve eğlence kompleksine sahip olan Disneyland, Amerika dışında açılan ikinci alan. Park 12 Nisan 1992 tarihinde açılmış. Sonrasında “Walt Disney Studios Park” eklenmiştir. 2009 yılında yaklaşık 15 milyon ziyaretçisi ile dünyanın ve Avrupa’nın en çok ziyaret edilen eğlence alanı olmuş.

Disneyland Paris’de iki tane park var: “Disneyland Park” ve “Walt Disney Studios Park”... “Disney Village” adı verilen kısımda alışveriş yapılabilecek bir yer. Disneyland Park, Walt Disney Studios Park’ı yansıtan herkesin beklentilerini karşılayacak bir eğlence alanı. Disney parkları “sesli animatronikleri” ile ünlüymüş. Amaç ise, tamamen Disney’in hayali dünyasını oluşturmakmış. Ne de olsa simülark ve simülasyon dünyasındaki "illüzyon ve fantazyalar" bunlar, ah Baudrillard ah, ne büyük dahiydin sen... Bunu ben ilk olarak, kuş türlerine ilgimden dolayı olsa gerek, kuş seslerinden fark ettim. Park, oldukça büyük, ağaçlık ve türlü hayvanları içinde barındırıyor. Kuşlar da bunlardan bir tür… Her gittiğiniz yerde farklı türlerde kuş sesleri vardı ama benim gördüğüm kuşlar bu sesleri çıkaracak kuşlar değildi, üstelik o kadar kalabalık ve gürültü içinde öyle keyifle falan öten kuş da görmedim. Sonra gelip web’de biraz araştırma yapınca, Park’ın bu “sesli animatronikler”i ile ünlü olduğunu öğrendim, meğer ötenler kuş değil sesli cihazlarmış, tıpkı pek çok ağacın "gerçek" olmadığı gibi, aralarından etrafa yayılan kuş sesleri de sadece simülarklarmış... Bunun dışında Disney’in prodüktör olduğu filmlerin müzikleri de, o filmlerin sahnelerinin kurulduğu bölümlerde çalıyor. Hoparlörler ve kamera izleme sistemleri ise öylesine ustaca yerleştirilmiş ki, bilinçli bir biçimde aramadan/bakmadan asla fark etmek mümkün değil. Meselâ, Park’ı gözetleyen kameralar, bazı yerlerde Park’ın bir parçası gibi, film çekim kamerası şeklinde duruyor, siz onları yaratılan kurgunun bir parçası gibi görüyorsunuz.

Bunun dışında, Disneyland hayal üzerine yaratılmış bir ülke gibi… Alice Harikalar Diyarı'nda, Peter Pan, Cinderella, Parunzel vb. popüler çocuk hikâyelerinin bire bir kopyalarıyla oluşturulmuş mekânlar, görülmeye değer. Buffalo Bill, Indiana Jones, Karayip Korsanları, Star Wars vb. popüler filmlerin geçtiği mekânlar ve filmlerin objeleri de bu Park’ta yeniden yaratılmış. Buffalo Bill için vaktimiz yetmedi, göremedik. Indiana Jones, tadilatta olduğu için kapalıydı. Karayip Korsanları ise gerçekten “inanılmaz” kelimesini hak ediyordu.

Solda fotoğrafını da paylaştım. Fotoğraf üzerinden anlamlı gelmeyebilir, bu sebeple açıklamak gerekirse, Park’ın ortasına koskocaman bir göl yapıp, gölün ortasına da gezilebilecek büyüklükte devasa “ ‘kafatası mağarası’ ile korsan gemisi oturtulduğunu düşünün” dersem, üzerine de filmde kullanılan pek çok sahne aksesuarının (meselâ filmde üzerinde düellonun yaşandığı köprü, korsan kayıkları vs.) etrafa yayıldığını düşünün diye eklersem sanırım ne anlatmak istediğim ortaya çıkar.

Park'ın sürprizleri tabi ki bununla sınırlı değildi. Çocukluğumun hayali Star Wars serisinin “savaş gemileri”ni sanki her an içerisinde Luke Skywalker çıkacakmış gibi canlı ve dokunabileceğim biçimde karşımda görmek, R2-D2’nun, C3PO’nun önümde hareket etmesi de benim için büyük bir heyecandı. Görüntüleri şu LİNK'e ekledim, buradan izleyebilirsiniz: https://www.youtube.com/watch?v=sz33prQ_EI0 https://www.youtube.com/watch?v=dwVDDLCxTgY 7-8 katlı bir apartman büyüklüğünde, plastik bir ağacın tepesine merdivenle çıkıp aslında içeride tam takım bir “ağaç ev”in olduğunu görmek de oldukça güzeldi.

İlave olarak Hollywood Stüdyoları’nda çekilen “action movies”lerin canlandırıldığı bir tren gezisi var, “asla kaçırmayın” derim. Patlamalar eşliğinde büyük bir tankerin üzerinize düşmesi ve ardından yıkılan bir barajın coşmuş üzerinize gelen suları altında kalma heyecanı, kaçırılacak gibi değil. Park’ın etrafını baştanbaşa dolaşan bir tren daha var ki, hem yorgunluk atıyorsunuz, hem devasa Park’ı geziyorsunuz hem de Park’ın diğer bölgelerine kadar yürümekten kurtuluyorsunuz. Bu trenin tek sorunu, binmek için yine sıra beklemek zorunda kalmak.

Zaten bu sıra meselesi de ayrı bir anlatım konusu… Turist olmanın amentüsü gibi, her gittiğiniz yerde uzun kuyruklar sizi bekliyor. Önemli bir farkla ki, kimse sırayı bozmuyor (“bozulmasına kimse izin vermiyor” da denebilir), sırada “ben polisim/askerim/bu kurumun mensubuyum”, “Hüseyin Abi’nin selâmı var”, "annem tansiyon hastası/babam geçen hafta ameliyat oldu", "yap bize bir kıyak" diyerek arsızca ayrıcalık talep edenler de asla yok. Çünkü bu türden davranışlar, Batı’da bir utanç mevzusu ve “ahlâk” denen şey esasen bunlarla ilgili… Örneğin, Eyfel’in tepesinde iniş sırası beklerken, bir fotoğraf çekmek için sadece 30 sn sıramızı terk ettik, döndüğümüzde sıradaki kişi bize “sıranın arka tarafına geçmemiz” konusunda nazikçe uyarısını yaptı. Bu bir toplumsal kural olduğu için ısrar etmek anlamsızdı. Göçmenlerin (aslında her yerde ama) özellikle Batı’da neden sevilmediğini, şimdi çözebildik mi?

Park’taki en ilginç tespitimiz ise, binilecek o kadar oyuncak, alınacak ve yenecek binlerce ürün olmasına rağmen, ağlayan bir tane çocuğa rastlamamamızdı. İnanılır gibi değil ama böyleydi… Ne “bıktım sana oyuncak almaktan, bu son” diye çocuğunu azarlayan anne-babaya ne de canhıraş biçimde bağırıp çağıran ve istediği oyuncağı aldırmaya çalışan herhangi bir çocuğa rast gelmedik. “O güne özel” miydi bilmiyorum ama “Avrupa eğitim sistemi” dedikleri şey biraz da bu olsa gerek… Sonuç olarak, göller, şelaleler, evler, şatolar, stüdyolar, yollar, kasabalar, trenler, oyuncaklar ve daha bir sürü ilginçlikleriyle Disneyland, eğer bunlara ilgi duyuyorsanız (bence) kesinlikle görülmesi gereken bir yer.

Fast Pass

Park içindeki aktivitelere katılım için kullanacağınız, sıra beklemenizin önüne geçecek “FastPass” diye bir bilet var. Disneyland’ın kapısından 71 EURO verip aldığınız “giriş kartı”yla tüm ride’lara binip, bütün show’lara katılabiliyorsunuz. Bir tura katılacağınız zaman Fastpass ile uzun kuyruğun önüne geçebiliyorsunuz. Fakat o kadar çok aktivite var ki, 1 gün içinde tümüne katılmak (bence) imkansız. Kapıdan aldığınız “giriş kartı”nızı Park içerisindeki FastPass makinelerinden okutarak, bu bilet ile oyuncaklar (ride’lar) ve show’lardan randevu alıyorsunuz. Örneğin, eğer bir ride/show, fazla kalabalıksa hemen FastPass sistemi devreye giriyor ve randevusuz katılımı engelliyor.


Örneklendirmek gerekirse, diyelim ki saat 11:00 ve siz de “Space Mountain”e randevu alacaksınız. Giriş kartınızı FastPass otomatına okuttuğunuzda, otomatik olarak size üzerinde randevu saatinizin yazdığı bir bilet veriliyor. Ve bu da ileri bir saati ve genelde yarım saat aralığındaki bir zamanı içeriyor. 12:45-13:15 arası gibi… Eğer bu zaman aralığında kullanmak istediğiniz aktiviteyi kaçırırsanız, ki Disneyland, içerisinde kaybolacağınız koskoca bir dünya ve çok büyük, aynı aktivite için yine FastPass randevusu almak zorunda kalacaksınız ve bu da en az 2-2,5 saat ileri bir zaman aralığına denk gelecek. Zamanı iyi ayarlasanız (ki biz başaramadık, başaran olduğuna da inanıyorum ay neyse) “Fastpass” ile Disneyland’ın tadını daha çok çıkarabilirsiniz.

Öte yandan Park, inanılmaz şekilde temiz tutuluyor. Disneyland’ın odak noktası, tabi ki çocuklar... Bir çocuğun hayal edebileceği ne varsa, onu Park içerisinde yaratmışlar. Ama yetişkinler için de kesinlikle göz ardı edilmezler oyuncaklar mevcut. Disneyland’daki “ride” kısımları en popüler kısımlar olarak sivriliyor. En bilinenleri şunlar:

“Space Mountain”’i denedik, gerçekten zor bir ride’dı. Önce yavaş ilerliyor, sonra bir an duruyor ve “PUUUFFF”, resmen roketleniyorsunuz. Eğer gözlerinizi açabilirseniz simülasyonlarla süslenmiş bir borudan geçtiğinizi göreceksiniz. 4 Dakika kadar sürüyor ve indiğinizde “iyi ki daha fazla sürmüyor” diyorsunuz. “Rock n’ Roller Coaster starring Aerosmith”, yürek hoplatan bir başka ride… Dolu mideyle asla tavsiye edilmez.

Bir de (yanda fotoğrafını da paylaştım) “Hollywood Tower Hotel” var ki, dostlar başına… Siz asansördeyken asansör bozuluyor, meğer yangın çıkmış. Sonra "tedbir amaçlı" 10 katlı bir binanın en üst katından asansörle inerken birden aşağı bırakılıyorsunuz, ne "tedbir" ama???.... Adrenalin zirve yapıyor, yürekler “hooop” yani… Bunların yanı sıra “The Twilight Zone Tower of Terror” çok talep gören bir başka tür. Kalp rahatsızlığınız varsa asla “binmeyin” derim... “Indiana Jones and the Temple of Peril”, “Big Thunder Mountain”, “Buzzy Lightyear Laser Blast”, “Pirates of the Caribbean”, “It’s a Small World”, “Star Tours”, “Crush’s Coaster”, “Phantom Manor” deneyemediğimiz diğer ünlü ride’lar.

Burada esas sıkıntı şu düşünceden kaynaklanıyor: Parayı verdim bari hepsine bineyim... Baştan söyleyeyim, böyle bir şey asla mümkün değil. "Disneyland'ın 1 günde bitmesi"nin ihtimali yok, 2 gün belki... O yüzden rahat olun, zaten oradan oraya koştururken müthiş yorulacaksınız, bari keyfini çıkarın ve gitmeden mutlaka bir Disneyland haritası edinip, plân yapın...

Shows

Disneyland Paris’de izlenebilecek birçok gösteri vardır. “Tarzan” filmden alınan efektler ve müzik ile görmeye değer. “Buffalo Bill’s Wild West Show with Mickey Mouse” gösteri sırasında yemek ikramı yapılan bir aktivite. “Honey I Shrunk” 1990’larda oynanmaya başlamış günümüzde 3D yapılan bir gösteri. “Animagique”, Disney karakterlerinin dans ettiği eğlenceli bir gösteri. “Cinemagique” film tarihinin incelendiği tavsiye edilen bir yapım. “Armageddon Special Effects” uzay istasyonunun asteroidler tarafından zarar görmesini tasvir ediyor. “Moteurs! Action” izlenebilecek bir araba show’u. “The Lion King” ise aynı adı taşıyan müzikal ve filmden esinlenilmiştir.

Biz “Star Tours”un üç boyutlu gösterimi ile “Star Wars”ın 5D’li uzay gemisi simülasyonuna katıldık. İlki idare eder, (bence) görülmese de olur. Ama ikincisi 1 saat beklemeye değdi. Zamanınız varsa (yine bence) görülmeye değer…

Alışveriş

Disneyland Paris’te mağaza bulmakta asla zorlanmazsınız! Temalı ürünleri ya da diğerlerini satan mağazalar tüm parka yayılmış durumdadır. Özellikle Disney hatıra eşyaları çok ilgi çekiyor. Fiyatlar sabit, orijinal ürünler olduğu için çok da pahalı değil. Burada Indiana Jones/Kaptan Jack Sparrow şapkalarından Cinderella kostümüne, akla hayale gelmeyecek oyuncaklardan, süs eşyalarına kadar her şeyi bulabilirsiniz. Buradaki mağazaların ana noktası, “vahşi batı” kasabası biçiminde dizayn edilmiş evleriyle Main Street USA...

Yeme İçme

Disneyland Paris’te birçok restoran ve bar bulabilirsiniz. Fakat bu seçenekler genelde pahalı. Örneğin; Cafe Mickey’de dört kişi yaklaşık 130 Euro ödeyebilirsiniz. Fast food restoranlarının yanı sıra şık mekanlar da mevcuttur. Fiyat olarak en uygun mekan (yine) McDonald’s... Şerbete batırılmış popcorn’lar ise su ihtiyacınızı arttırmaktan başka işe yaramıyor, denemenizi tavsiye etmem.

Ne zaman ziyaret etmeli?

Disneyland’e ne zaman gideceğiniz çok önemlidir. İyi hava ve daha az insanın olduğu sezonlar tercih edilir ama böyle günlerde de limitli aktivite seçeneği olabilir. Disneyland Paris’i görmek için en ideal zaman resmi tatiller ve okul tatilleri dışındaki hafta sonlarıdır. En az ziyaretçi gelen zamanlar Eylül – Ekim ve Mayıs – Haziran arasındaki aylarmış. Paris havasını da düşününce Haziran en iyi seçenek biçiminde görülüyor. Bu mevsimde fiyat olarak da daha uygun seçenekler bulunabileceğini duyduk. Böylece sıra beklemeden/daha az bekleyerek birkaç dakika içerisinde en popüler aktivitelere bile katılabilirsiniz.

Ulaşım

Paris şehir merkezinden Disneyland’a ulaşım son derece rahat. Parka ulaşımın en kolay kolu toplu taşıma “RER A” treni iledir. Paris içinde bulunduğunuz noktadan “RER A” hattına ulaşarakChessy Durağı” ile Disneyland’a ulaşabilirsiniz. Ortalama yolculuk süresi Paris’ten 35 dakikadır. Paris ulaşım rehberi sayfasında Rer ve Metro ile ilgili bilgilere ulaşabilirsiniz. Tabi ki, bu hattın ücreti, şehir içi metro hattından farklı bir ücretlendirmeye sahip.

Ziyaret Saatleri

Parkın açılış saatleri parkı ziyaret edeceğiniz tarihlere göre değişiklik gösterebiliyor. Yaz ayları için park 10:00-23:00 saatleri arasında açıkken kış aylarında saatler değişiyor. Disneyland’ın açılış saatlerini en kesin olarak resmi sitesinden ziyaret edeceğiniz tarihlere göre öğrenebilirsiniz. Resmi sitedeki açılış saatlerine ulaşmak için tıklayın.

LOUVRE MÜZESİ

Paris’teki 3. günümüzü (Çarşamba) Louvre Müzesi gezisine ayırdık. Çünkü, Louvre Müzesi Pazartesi, Perşembe, Cumartesi ve Pazar günleri 09.00 – 18.00 arasında, Çarşamba – Cuma günleri 09.00 – 22.00 arasında açıkken, Salı günleri kapalı.

Disneyland gibi, burada da epeyce zaman harcayacağımız için turla değil de serbest takılanlar için biraz erken bir saatte (sabah 9:00) kalktık. Müze, otelimize yakın bir bölgede olduğu için yol fazla vaktimizi almadı. Kalktıktan 1 saat sonra Louvre Müzesinin önündeydik. Yılan misali dolanmış devasa bir kuyruk bizi bekliyordu. Kuyruğu görünce ilk önce epeyce irkildik ama sıra öyle çabuk ilerliyordu ki, 40 dakika sonra içerideydik. Zaten o 40 dakika da nasıl geçti ben anlamadım. Müzenin dış mimarisini ve heykellerini inceleyip, fotoğraf çekerken zaman su gibi akıp geçti.

Louvre’a giriş ücreti, kişi başına 10 EURO, 5 EURO daha vererek “kulaklık” alabiliyorsunuz ama kulaklıklarda “Türkçe” yok ve bu çok büyük bir eksiklik. Bir de 5 EURO karşılığında müze içinde kullanabileceğiniz Wifi hizmetine sahip olabiliyorsunuz. Ülkemizdeki telefon operatörlerinin korkunç yurtdışı internet tarifeleri karşısında (AVEA’da 10 MB –yanlış yazmadım evet MB- internet 55 TL), bu gibi Wifi hizmetleri oldukça ucuz kalıyor.

Louvre Müzesi sekiz bölümden oluşuyor. Bölümlendirme işlemi 2008 yılında yapılmış. Bu bölümler şunlar: “Doğu Medeniyetleri Eserleri”, “İslami Sanat”, “Mısır Eserleri”, “Yunan, Etrüsk ve Roma Eserleri”, “Modern Dönem” için resim, heykel, sanat araçları, “1848’e kadar olan yazı ve resimler”. Bunlarla birlikte Louvre Müzesi’nin tarihini yansıtan bir kısım da varmış. 17. ve 18. yüzyıllara ait İtalyan ve İspanyol resimleri için de 21 yeni oda açılmış.

1793 yılında açılan ve o tarihten itibaren sürekli geliştirilen Louvre Müzesi, hedeflenen “evrensel” kavramını kesinlikle karşılıyor. Her yıl Dünya’nın en çok ziyaret edilen müzesi olan Louvre (her yıl 8 milyon ziyaretçisi varmış), 12. yüzyılda Philip II döneminde inşa edilen Louvre Palaca’nın günümüze uyarlanan halini oluşturuyor. Bu kalenin kalıntıları müzenin zemin katında görülebilir. Bunun dışında yapı, ihtiyaç dahilinde dönem dönem birkaç kez genişletilmiş.

Öte yandan buraya gelirken yine yine ve kesinlikle plân yapın, yüreğinize taş basın ve sadece gezeceğiniz bölümlere odaklanın. Bu müze, Dünya’nın en büyük 3 müzesinden biri, hele bir de “anlayayım”, “inceleyim”, yani “detaya gireyim” filan diyorsanız öyle bir ayda bile bitmez tükenmez bir yer… Biz kafadan “Mısır Medeniyeti” ve “Tablolar” bölümlerini görmeyi plânladık, diğer bölümleri başka bir sefere bıraktık. Bu bölümleri gezmeyi de saat 11:00 ile 20:00 arasındaki zamanda başardık. Müze içinde yaklaşık 9 saat kaldık ve bu iki bölümü sadece “gördük!” Öyle dikkatli bakmak, incelemek zaten mümkün değil. Biraz da “Heykeller” bölümüne bakabildik, o kadar...

Louvre Müzesi’ni gezerken dikkat etmeniz gereken bazı şeyler de var. Öncelikle, herhangi bir esere dokunmak yasak. Görevliler gördüğünde, sizi nazikçe uyarıyorlar. “Heykellere sarılalım”, "tablolarda fırça darbelerini hissedeyim", “mumyalara yaslanalım” da şöyle bir fotoğraf çektirelim gibi fantezileriniz varsa girişte bırakın. Kurdelelerle çevrilmiş ve girilmemesi gereken yerlere “fotoğraf çekmek için bile olsa” girmeyi denemeyin, ben müzenin Fransız Aydınlanmacıları’nın heykelleri ile dolu balkon kısmına, güzel bir “kare” almak için biraz yaklaşmayı denedim, değil balkona çıkmak, pencere önüne bile geçmeme izin verilmedi: "Mösyöööö... Mösyööö..." Bazı bölümlerde, eserlerin zarar göreceği düşüncesiyle, fotoğraf çekimine izin verilmiyor, uyarı işaretlerine dikkat edin. Bir de her yer, “MONA LİSA’ya Gider” işaretleriyle dolu, diğer eserler sizi ilgilendirmiyorsa bu işaretleri takip ederek bu ünlü tabloya kısa yoldan ulaşabilirsiniz. Müzenin her bölümü oldukça yoğun ama MONA LİSA’nın etrafı tablo önüne yığılmış müthiş bir kalabalığa sahip (üstte çektiğim karede bu görülebilir) ve hiçbir eser bu derece yoğun bir ilgi görmüyor. Sebebi malum zaten… Vaziyetin vehametini anlatabilmek için şu LİNK'e bir de video yükledim: https://www.youtube.com/watch?v=5dssqn6deJ8 Bir de uyarı yazıları var ama bilhassa o kalabalığın itiş kakışı arasında cüzdanlarınıza dikkat edin, sıkça hırsızlık yaşanıyormuş. Meselâ ben arka cebimde bir el hissettim ama o sıkışıklıkta “el”in sahibini yakalayamadım, o da zaten boşa kürek salladı, cüzdanım ön cebimdeydi.

Öte yandan, Louvre’da pek çok tablo ve ressam var ama beni en çok Guido Reni’nin tabloları (yanda Reni'nin Louvre Müzesi'nde sergilenen "David with Head of Goliathile" adlı ünlü ve etkileyici tablosu görülüyor) heykel olarak da “Semadirek Kanatlı Zafer Heykeli” etkiledi. Mitolojik ve dinsel konulardaki tablolarıyla tanındığını sonradan öğrendiğim Reni’nin tablolarında İsa betimlemeleri, umut, sevinç, şiddet ve savaş tasvirlerinin gerçekçiliği ile tablolarının devasa büyüklüklerine büyülendim.

Yüzlerce heykel arasında ise, Semadirek Kanatlı Zafer Heykeli’ne (Zafer Tanrıçası Nike) takılı kaldım. Bunun sebebi, sanırım, okuduğum fantastik çizgi romanların etkisiydi. Heykelin öyle güçlü ve etkileyici bir görünüşü vardı ki, sanki 2500 yıl önceye gittim, onu Antik Yunan’daki bir deniz kıyısı kentinin girişinde, büyük bir kaide üzerinde ihtişamla durur biçimde hayal ettim. Harika bir duyguydu, yandaki fotoğrafı nasıl çektiğimi ise hiç sormayın. Etrafı fotoğraf çekmek/çekilmek için bekleşen onlarca insanla dolu bu heykelin, “insansız” bir saniyesini yakalamak için 15 dakika bekledim. Ve ortaya yandaki “kare” çıktı.

İşte, bir babanın eğitim yaklaşımını takdir ettiğim, bir kare de bu... Louvre Müzesi'ni gezerken, bu baba, o insan kalabalığına hiç aldırmadan, kızına firavun heykellerinin resimlerini çizdiriyordu. Bir süre çaktırmadan onları izledik. Sabırla anlatıyor, tekrar tekrar nasıl çizeceğini gösteriyordu. Sabrına ve eğitim anlayışına hayran oldum. Sanırım bizde en temel eksiklik sabır, herşeye karşı ama...

Dördüncü ve sonraki günlerimizde ise, aşağıdaki yerleri gezdik.

NOTRE DAME KATEDRALİ

Paris’teki en çok ziyaret edilen yerlerden biri de Norte Dame Katedrali olarak belirtilebilir. Roma Katolik Kiliseleri’nden olan Notre Dame, 12. yüzyılda tasarlanmış fakat 14. yüzyıla kadar ancak tamamlanabilmiş. Gotik mimari tarzının güzel bir örneği olan Katedral, hala aktif olarak kullanılıyor.

Bu mimarinin başyapıtlarından olan Notre Dame Katedrali, 12. – 14. yüzyıllar arasında Piskopos Maurice de Sully tarafından düşünülmüş. Hatta Fransa’daki sokak uzaklıkları bile buraya göre belirlenerek, burası “sıfır” noktası olarak kabul edilmiş. Katedral içerisinde mücevher, tarih, heykel, resim, mobilya, edebiyat, madalya, 12. yüzyıldan cam pencere koleksiyonlarını görebilir. Gotik şekilde inşası başlanan yapının, ayrıca Fransa’nın başkenti Paris’in sembolü olması da amaçlanmış. Sonrasında Fransa’da inşa edilen Amiens, Chartres ya da Rheims gibi katedrallere de Notre Dame, bir model oluşturmuş.

Dahası Katedral’in tamamlanması, epeyce bir zaman alarak, 1345 yılını bulmuş. Bu kadar uzun sürmesinin nedeni, “inşa sırasında tasarımının genişletilmesi” olarak belirtiliyor. Sonuçta ortaya çıkan bu harika katedral, 128 metre uzunluğunda bir eser olarak ortaya çıkmış. Katedral’in, 69 metrelik iki tane kulesi var. Bu Katedral, birçok etkileyici pencereye de sahip. Kuzeydeki 13. yüzyıldan kalma pencere ve işlemeleri en etkileyici olanlar... (Solda Katedral'in içinden bir kare görülüyor)

Fransız Devrimi sırasında katedralde bulunan birçok eser ve katedralin kendisi zarar görmüş. "Kralların Galerisi" bile büyük ölçüde yıpratılmış. Devrim sırasında şehirdeki diğer dini eserlere de zarar verilmiş. "Aaaaaa, ne büyük edepsizlik, vandal bunlar... " diye şaşıranlara bir not, ne o, "kansız", "kılçıksız", "kulak memesi" kıvamında bir devrim mi bekliyordunuz? Saf mısınız? Yoksa fazla mı televizyon izliyorsunuz?


Bir ilginç not daha, 19. yüzyılda yazar Victor Hugo’nun “Notre Dame de Paris” kitabını yazması sayesinde yenileme çalışmaları başlamış. 20 yıl süren yenileme çalışması Fransız mimar Eugene Emmanuel Viollet – le Duc tarafından yapılmış. Notre Dame Katedrali’nin diğer yenileme çalışmaları 1991 ve 2001 yıllarında yapılmış.

Notre Dame, Dünya’daki en büyük katedral olmasa bile, büyük ihtimalle en ünlü katedral. Gotik şaheser şehir merkezinde bulunan ve Seine Nehri’nin ortasındaki “İle de la Cite” isimli bir ada üstünde bulunuyor. Notre Dame Katedrali’nin olduğu yer, her zaman için Paris’in dini merkezi olarak kabul edilmiş. Bu özelliğinden dolayı Katedral, yapımından önce bile Keltler’in, Romalılar’ın, Hrısitiyanlar’ın dini aktivite ve yapıları için kullandıkları bir alan olmuş.

Öte yandan, Victor Hugo'nun ölümsüz eserini, sinemaya ilginizden dolayı bir biçimde bulup, gençliğinizde benim gibi “Notre Dame’ın Kamburu (1939)” filmini izlediyseniz (döndüğümde bir kez daha izledim), bu katedralin çekiciliği olabildiğince artıyor. Quasimodo’nun her an bir kapının ardından çıkıp, dev çanları çalacağına veya sürekli Esmeralda'nın izine rastlayacağınıza, onun buralardaki bir salonda hâlâ raksediyor olabileceğine dair bir ruh haliyle dolaşıyorsunuz.

Bu ruh hali bir yana, Paris gezimiz içinde en uzun süre sıra beklediğimiz yer de Notre Dame Katedrali’ni ziyaret için beklediğimiz sıra oldu. 1,5 saat sıra bekledik. Ama yurtdışında sıra beklemek insana dokunmuyor. Çünkü sıralar gerçekten adaletli, düzenli ve seri biçimde ilerliyor. Yani bir kilise, müze vb. kapısında 1,5 saat beklemişseniz eğer, beklemeniz gerektiği için beklemiş olduğunuzu biliyorsunuz. Yani kapıdaki görevliler, asla, aralardan veya sıra harici birilerini içeri alarak onlara öncelik tanımıyorlar. Yani asıl motivasyonu sağlayan şey, sanırım, bunun böyle olduğunu bilmek…

Katedral’in ayin yapılan bölümünü gezmek ücretsiz ve yine Hıristiyanlığın her kutsal mekânı gibi burası da muhteşem kabartmalara, rölyeflere, camlarda güneş ışığı aldığında harika bir kombinasyon yaratan vitraylara, Hıristiyanlık için önemli olan anların yağlıboya resimleri ile İsa, Meryem ve azizlerin heykellerine sahip ihtişamlı bir yer. İçeride ayrıca dua ve dilek amacıyla yakılan mumlar var, sağ tarafta da bir Jean D’arc heykeli bulunuyor.

Notre Dame, üç giriş kapısına sahip bir katedral. Bu kapılar, “baba-oğul- kutsal ruh” üçlemesini, Meryem Ana Heykeli’nin bulunduğu kısım ve arkasındaki daire şeklindeki vitray ise, yeniden doğuşu anlatıyormuş. Bu yüzden en soldaki kapının adı: Meryem Ana Kapısı... Ortadaki kapının adı: Son Yargı Kapısı... En sağdaki kapının adı ise: Sainte Anne Kapısı, olarak adlandırılıyormuş. Orta kapıdaki, İsa'nın mucizesi olarak "ölüleri diriltmesi" ve "cehennem tasvirleri" gerçekten çok etkileyici duruyorlar. Melek tasvirleri ise bir harika... Katedrale bu muhteşem kabartmalarla dolu kapılardan içeriye girerek ulaşıyorsunuz. Kapı üzerindeki heykellere de özellikle dikkat etmek gerekiyor. Buradaki 28 insan heykeli, Eski Ahit’teki peygamberleri temsil ediyormuş ve 19. yüzyılda tadilattan geçirilmiş.

Katedral’in ücretli kısmı olan ve merdivenle ulaşılan zirvesindeki balkona çıkmak için, 12 kişilik gruplar halinde içeriye alınıyorsunuz. Bir kat çıktıktan sonra, içerisinde tabloların, hediyelik eşyaların ve tanıtım kitapçıklarının bulunduğu bir odada bekletiliyorsunuz. Yukarıdan telsizle gelen haber sonrasında (sizden önce ziyarete gelen grubun alanı terk ettiği haberi) “merdiven çıkma” faslı başlıyor. Bazı sitelerde 400 merdiven çıkacağınıza dair (korkutucu) haberler var. Ben üşenmedim saydım, 3 aşağı, 3 yukarı tamı tamına 376 basamak var. Bu rakam inişte saydığım basamak sayısı, çıkarken de bir bu kadar olduğunu varsayarsak, iniş-çıkış olmak üzere 750 civarı basamak sizi bekliyor demektir. Merdivenler döner basamaklı ve oldukça dar, inişte de çıkışta da insanı olabildiğince zorluyor. Yine de telaşa mahal yok, yaşadığım apartmanda bir kat çıkmaya üşenen biri olarak ben, Notre Dame'da "on kaplan gücünde" olduğumu gördüm, sanırım buna "turist motivasyonu" denebilir.

Fakat "merdiven çıkmak"tan illâki tedirgin oluyorsanız, bu da sizi korkutmasın, çıktığınız noktadan gördüğünüz bir masal ya da bir tarihi filmin içindeymişsiniz izlenimi veren Paris manzarası, Katedralin anlam veremediğiniz mistik çekiciliği, en önemlisi de Notre Dame’ı “kötü ruhlar”dan koruyan ünlü “hortlak” heykelleri, bence bir o kadar merdivene daha değer. Bu heykellerinin her birinin sembolizmde anlamları varmış. Şu ana kadar araştırıp, okuyamadığım için, bu anlamları da buraya yazamıyorum. Merak edenler farklı yerlerden bakabilirler. Fakat heykellerin, “kötü ruhlar”dan koruma dışında, Katedral için bir işlevi daha var. Açık ve oyuk ağızlarından da anlaşılacağı gibi, bu heykeller, yağmur yağdığında çatıda biriken suyun tasfiyesi için “oluk” işlevi görüyorlar.

Dahası, Notre Dame’ın zirvesinden manzara muhteşem… Seine Nehri yanı başında akıyor, tekneler, cıvıl cıvıl insan kalabalıkları, kimsenin yıkıp, tarumar edip AVM yapmayı aklından bile geçiremediği yemyeşil parklar, tarih kokan bir şehir manzarası sizi bekliyor. Bu manzaraya ve fotoğraf çekmeye kendimi o derece kaptırmışım ki, birlikte yukarıya çıktığım grup inmiş, benim haberim yok. İnmek istediğimde ise, “sonraki grubu beklemem gerektiği” uyarısını aldım. Bana göre hava hoştu, bir tur daha bu zevki yaşamış oldum.

Notre Dame Katedrali Ziyaret Saatleri ve Ücretleri

Katedral, dini törenler olduğunda ziyaret edilemiyor. 1 Nisan – 31 Mayıs ve 1 – 30 Eylül arasında 10.00 – 18.30, 1 Haziran – 31 Ağustos arasında 10.00 – 18.30, Cumartesi ve Pazar günleri 10.00 – 23.00 arasında, 1 Ekim – 31 Mart tarihlerinde 10.00 – 17.30 arasında ziyaret edilebiliyor. Son giriş kapanıştan 45 dakika önce. 1 Ocak, 1 Mayıs ve 25 Aralık’ta ise ziyarete kapatılıyormuş.

Katedral turu için “yetişkin bileti 8” EURO, “indirimli bilet” 5 EURO, “yetişkin grup bileti” (en az 20 kişi) 6 EURO, “okul grup bileti” 30 EURO (maksimum 35 öğrenci, 2 yetişkin), 18 yaş altında ailesi ile gelen kişiler için ise, ziyaret ücretsiz.

Notre Dame Katedrali’ne Ulaşım

Notre Dame Katedrali’ne, metro ile Cite – RER: Chatelet – Les Halles, Saint Michel durağında inerek ya da 21, 24, 27, 38, 47, 85 veya 96 numaralı otobüslerin geçtiği duraklardan binerek ulaşabilirsiniz.

EYFEL KULESİ

1887-1889 Yılları arasında inşa edilen, Fransa’nın ve Dünya’nın en ünlü simgelerinden biri olan Eyfel Kulesi, “Paris’e kadar gidip de çıkmadan dönmek olmaz” denilen yerlerden biri olarak önümüzde duruyordu. Hani “Eyfel Kulesi’ne sırf bu düşünce yüzünden çıktık” desek, sanırım asla abartı olmaz. Hatta Eyfel’e çıkarken bile, ünlü romancı Guy de Maupassant’ın kuleden nefret ettiği ama her öğle yemeğini de oradaki lokantada yediği görülünce söylediği: “Ne yapayım kuleyi göremeyeceğim başka bir yer yok” cevabı kulaklarımda yankılanıyordu.

Bu "isteksizlikten" midir nedir bilinmez ama Parisliler’in “demir bayan” dediği Eyfel Kulesi ziyaretimiz de biraz sıkıntılı başladı. Öğleye doğru Eyfel’e ulaştığımızda iki uzun kuyruk bizi bekliyordu. Paris’te kuyrukların hızlı ilerlediğini artık öğrendiğimiz için gözümüze kestirdiğimiz “daha az kısa” olan kuyruktan sıraya girdik ve fotoğraftaki ışıklı tabelaya hiç dikkat etmedik. 40 dakika bekledikten sonra bilet sırası bize geldi. Kule biletinin ucuz olması bizi uyandırdı, meğer bu sıra “merdivenleri kullanmak isteyenler”in bilet aldığı sıraymış. Gezimizde boşa geçen tek zaman aralığı işte bu “40 dakika” oldu. Bu kez de asansörle yukarıya çıkmak isteyenlerin oluşturduğu sıraya girmek zorunda kaldık. Ne tesadüf ki, orada da 40 dakika bekledik. Yanda asansörlü sırayı gösteren bilet gişesinin fotoğrafı var, biz kandık, siz kanmayın. Yahu nal gibi "Elevator Only" yazısını da görmediniz mi? diye bilgiçlik taslayacak, olası bazı aklı evvellere de kısa bir not, beklediğimiz sıra bu gişenin ters tarafındaydı. Üstelik o elektronik ekran farklı yazılarla sürekli değişiyor ve bu "Elevator Only" yazısı ekranda sadece 1 sn görülüyordu. Bunu da zaten doğru sıraya girdiğimizde fark ettik.

Eyfel’e çıkan, üstelik yükseklik korkusu olan biri olarak en büyük endişem yukarıda şiddetli bir rüzgârın olma ihtimaliydi. Neyse ki, hafif bir rüzgar vardı ve korkumu daha fazla arttırmadı. İlk asansörle kulenin ortasına kadar çıktık, bir tur gezdik, fotoğraf çektik. Sonra asansör sırasına girdik ve biz “aşağı ineceğimizi” düşünürken, asansör bizi kulenin en tepesine kadar çıkarmaya başladı. Bu çıkışta yüreğim resmen ağzıma geldi, gözlerimi kapadığımı ve asansörün artık en kısa sürede bir noktada durmasını temenni ettiğimi söyleyebilirim. Maalesef durmadı ve tamı tamına kulenin zirvesine kadar çıktık. Biraz daha çıksak, belki midem dayanamayabilirdi. Asansörden çıkarken, ayaklarım birbirine dolaştı. Neyse ki, birkaç dakika içinde kendime geldim.

Öncelikle, Eyfel’den Paris’e bakmak, aralara yeşilin karıştığı, gri ve dümdüz bir şehri izlemek demek. Şehir asimetri takıntısı olan birinin elinden çıkmış gibi, evler ip gibi dizilmiş, Seine Nehri, üzerindeki rengarenk gezi tekneleriyle çok güzel görünüyor ve dingin bir biçimde akıyor, kiliseler, katedraller, saraylar, tak’lar ve nehri bir gerdanlık gibi kesen hepsi bir sanat eseri köprüler ilk göze çarpan yapılar. Şehir göz alabildiğine uzansa da belli ki Paris’in iş ve sermaye ile ilgili yerleşimi şehrin bir kısmına hapsedilmiş. Plazalar ve yüksek binalar merkezin uzaklarında boy gösteriyorlardı. Burada bir şeyi daha fark ediyorsunuz ki, “şehre sahip çıkmak”, bizden uyarlarsak “sadece kiliselere sahip çıkmak” değil bu ülkede. Elin oğlu bilmiyor mu şehrin merkezini gökdelenlerle, AVM’lerle süslemeyi???... Biliyor ama orada şehrine, sadece geçmişindeki inanç değerleriyle değil, tümüyle sahip çıkanlar var. O sahip çıkanların dayandıkları ve onların temel haklarını koruyan “hukuk” diye bir şey de var. Merkezde beş katın üzerinde bina göremiyorsunuz yahu, gerisi sivrisinek saz…

Eyfel Kulesi’nin her katı, “manyağın teki/hayattan umudunu kesmiş birisi kesin atlar” diye demir tel örgülerle örülmüş. Bu fotoğraf ve video çekimini biraz güçleştiriyor. Bir de buraya merdivenle çıkmak, sanırım epeyce bir kondisyon ister. Turistlerin yaşlı, genç, kadın, çocuk demeden merdivenle kuleye tırmandığını görünce de insan kendinden ve hamlığından resmen utanıyor. Kulenin etrafında elleri tetikte gezen Fransız Jandarmaları da ayrı bir dikkat çekiyor doğrusu. Hızla volta atan ve her an bir çalının ardından zıplayacak bir tavşanı vuracak bir avcı gibi gergin dolaşan bu jandarmaların orada hangi amaçla bulundukları çok ilgimizi çekti. Çünkü başka hiçbir yerde böylesine “elleri tetikte” jandarma görmedik. Tanıştığımız bir turist rehberi jandarmaların “güvenliği sağladıklarını ve tüfeklerinin de kuru sıkı olduğunu” söyledi. Bana pek inandırıcı gelmese de kuru sıkıyla iyi hava atıyorlardı.

Bir de kuleye “gece mi?” yoksa “gündüz mü?” çıkmalı çelişkisi var. Açıkçası her 2 durumun da kendine göre artı ve eksileri var. İlk olarak kuleye gündüz çıkarsanız Paris’in muhteşem görüntüsünü gündüz gözüyle izlemiş olursunuz. Ayrıca fotoğraf çekme konusunda sıkıntı yaşamazsınız. Tabi buraya herkes gündüz akın ettiği için biraz daha fazla sıra beklemek durumunda kalabiliyorsunuz. Eyfel Kulesi’ne gece çıkarsanız ilk olarak “uzun kuyruklardan yırtmış olunacağı” söyleniyor. Bununla birlikte Eyfel Kulesi hava karardıktan sonra çok güzel ışıklandırılıyor. Yalnız kule üzerinden Eyfel manzarası, geceleri biraz sıkıntılı olabiliyormuş. Şehrin muhteşem ışıklarını izlemek zevkliymiş ama gündüz gibi detaylı olarak şehri inceleyemiyorsunuz. Ayrıca gece fotoğraf çekimi de başka bir sıkıntı yaratabilir. Sonuç olarak tekrar Eyfel Kulesi’ne çıkma şansım olsa, ben yine gündüz çıkardım.

Bir başka ayrıntı da şu ki, Eyfel Kulesi giriş ücretleri ziyaret ücretleri, görülmek istenen kata göre değişiyor. Asansörle yetişkin bileti 1. kat 4.10 EURO, 2. kat 8 EURO, 3. kat 10 EURO. Asansörle indirimli bilet (4- 11 yaş) 1. kat 4 EURO, 2. ve 3. kat 7.5 EURO. Merdivenleri kullanmak isterseniz 1. ve 2. kat yetişkin bileti 4.5 EURO iken indirimli bilet 3 EURO.

Eyfel Kulesi Ziyaret Saatleri

Yılın her günü açık olan kule, 17 Haziran – 28 Ağustos arasında 09.00 – 24.00, yılın kalan zamanında 09.30 – 23.30 saatleri arasında açıktır. Paskalya hafta sonu ve bahar tatillerinde gece yarısına kadar daha uzun saatler ziyaretçi kabul ediliyormuş.
Eyfel Kulesi’ne Ulaşım
Eyfel Kulesi’ne metro ile RER C. Champ de Mars durağından ya da otobüs ile 42, 69, 72, 82 veya 87 numaralı otobüsler ile ulaşabilirsiniz.

CHAMP DE MARS

Champs de Mars Paris’te yer alan büyük yeşillik bir alan. Eyfel Kulesi ile Ecole Militaire (Napoleon Bonaparte’ın mezun olduğu Fransız Harp Akademisi) arasında bulunuyor. En yakın metro istasyonu La Motte – Picquet – Grenelle ve Ecole Militaire’di. 16. ve 17. yüzyılda sebze ve üzüm yetiştirilen bu alan daha sonra parka dönüştürülmüş ve halka açılmış. 42 hektar üstüne inşa edilen Champs de Mars, sonrasında 1980’de dünya sergisi için küçültülmüş fakat 20. yüzyılda tekrar orijinal haline kavuşturulmuş.

Paris’teki muhteşem parklardan biri olan Champ de Mars, turistlerin yorgunluk atacağı harika bir yer. Burada hemen hemen herkes ya çimlere uzanıp dinleniyor ya da fotoğraf çekiliyorlar. Etraf birkaç EURO’ya fal bakan ve turistleri tedirgin eden ısrarcı Çingenelerle dolu. Parkı çevreleyen ağaçlar öylesine düzenli bir biçimde tıraşlanmış (Eyfel’den bakınca daha net görülüyor) ki, insan bunu nasıl başardıklarını düşünüyor.

SACRE COURE BAZİLİKASI ve MONTMARTE (Ressamlar) TEPESİ

Sacre Coure, Montmartre Tepesi’nde bulunan ve Paris’in en çok turist çeken noktalarından biri olan bazilikaymış. Roma Katolik kilisesi ve küçük bazilikası olan Sacre Coeur, Hz. İsa’nın kutsal kalbine adanmış. Şehrin en yüksek noktası olan Montmartre’de bulunan bu yapının, hem politik hem de dini önemi var. Bir yandan Hz. İsa’ya ithaf edilirken, diğer yandan da İkinci İmparatorluk için de tarihi bir önem taşıyormuş.


Sacre Coeur Bazilikası’nın projesi, bir grup sözü geçer insan tarafından yapılmış. Yaptıkları proje 1873 yılında Meclis tarafından onaylanmış. En temel amaçları Hıristiyan adetlerine uygun büyük bir yer inşa etmekmiş. Proje için bir yarışma düzenlenmiş ve yarışmayı Paul Abadie kazanmış. Paul Abadie, o güne kadar Fransa’daki iki büyük kilisenin yenilenmesi görevini üstlenmiş ve Roma – Bizans tarzında bir bazilika tasarlamış. 1876 yılında başladığı yapı inşası, Abadie’nin ölümünün ardından, Lucien Magne tarafından devam edilmiştir. Magne, bazilikaya dünyanın en büyük saat kulelerinden biri olan 83 metrelik bir kule eklemiş. Bu şekliyle Eyfel Kulesi’nden bile yüksek olan bazilika, Paris’in sembollerinden biri olarak biliniyor.

Burası Paris’in banliyölerine yakın çok bir alan ve metrodan indiğiniz anda bile ortamın biraz değiştiğini görüyorsunuz. Bazı dükkanlar “Mahmutpaşalı” tarzını sergiliyor. Kıyamet gibi hediyelik eşya satıcısı var. Merkeze göre hediyelik eşyaların birkaç EURO daha ucuz olduğunu söyleyebilirim. Burada karton kutular üzerinde “bul karayı al parayı” oynatan göçmenler gördüm. Birinin fotoğrafını çekiyordum ki, sertçe uyarı aldım ve ben de (yandan görüldüğü gibi) bir başkasının fotoğrafını gizlice çektim. Orada da sistem değişmemiş, etraf ortalığı heyecana getiren (gizli) ortakçılarla dolu. 50-100 EURO'lar havada uçuşuyordu ve bu müşteri görünümlü gizli ortakçılar, sazan turistlere olta sallamak için, rollerini değme tiyatrocuya taş çıkarırcasına iyi oynuyorlardı. Biz geçerken yaşlı Japon turistin birini çatala almışlardı, üzüldük...

Sacre Coure Bazilikası, yine diğer kutsal mekânlarda olduğu gibi, göz alıcı bir estetiğe sahip. Yalnız bu kilise içerisinde, her taraf görevli dolu ve asla fotoğraf çektirilmesine izin vermiyorlar. Buna rağmen, yasakları çiğneme ve bununla ilgili yolları da keşfetme içgüdümüzün gelişmiş olması nedeniyle, ben gizli gizli de olsa epeyce fotoğraf çektim. Burada Paris’teki diğer mekânlarda hiç görmediğim, Afrika göçmeni “özel güvenlik” elemanlarını da gördüm. Bunlar kendi gibi göçmen ve zenci olan ama “güvenlik görevlisi” olamamışları, "itinayla" o bölgeden uzaklaştırıyorlardı.

Diğer taraftan, Montmartre Tepesi, Sacre Coure Bazilikası’nın hemen arkasındaki sokaktan başlayan oldukça sempatik ve şirin bir sanat mekânının adı. Burada muhteşem Fransız el işi oyuncaklar ve hediyelik eşyalar var, fiyatları “hand made” olmaları nedeniyle biraz fazla ama “Çin Malları”yla karşılaştırıldığında, çok da pahalı olduğunu söyleyemem. Buradaki her sokak, her dükkân ve meydan, resim yapan sanatçılarla dolu ve resimlerin “çizim mi”, yoksa “yağlı boya mı” olmasına fiyatları değişiyor. Yine burada, ünlü tabloların imitasyon çizimleri ile baskı kopyaları da var ve Paris’in merkezine göre birkaç EURO daha ucuza satılıyor. Yine bu tepede, sessizlik içinde huzurla oturacağınız çok sempatik kafeteryalar ve pastaneler de bulunuyor. Burası aslında, bir Alaçatı veya Şirince’nin sanatla doldurulmuş bir versiyonu gibi duruyor.

Son not, Sacre Coure’un telaffuzu üzerine olacak. Türkiye’ye döndükten sonra görüştüğümüz bir Fransız arkadaşımız benim Sacre Coure (“sakra küür” diye söylemiştim) telaffuzumun Fransızca’da “kutsal g.t” anlamına geldiğini söyleyince, biz gülmekten yarıldık. Doğru telaffuz, gırtlaktan çıkararak “Sakra kouuur” şeklinde olacakmış. Aman dikkat!!!...

JARDIN DES TUILERIES

Jardin des Tuileries, Louvre Müzesi ve Concorde Meydanı arasında yer alan bir bahçe. 1564 yılında Catherine de Medicis tarafından yapılan bahçe, 1667 yılında halka açılmış. Fransız Devrimi’nden sonra da kamuya mal olmuş. 19. yüzyıldan günümüze kadar ise Parisliler’in buluştukları, kutlamalar yaptıkları bir yer haline gelmiş. 1991 yılında UNESCO dünya tarih mirası listesine alınmış.

Ortasında çok büyük bir havuz var. Havuzun etrafı oturmaya veya uzanmaya göre ayarlanmış demir sandalyelerle dolu. İnsanlar uzanıp uyuyabiliyor, kitap okuyabiliyor, dinlenebiliyor veya sohbet edebiliyorlar. Biz gezerken gençler burada şarap içip, şarkı söylüyorlardı ve Paris’in diğer bahçelerinde gördüğümüz gibi birçok insan bu bahçelerde koşuyor/spor yapıyor. Burası kendini dinlemek isteyenler için de güzel bir bahçe, pek çok köşesi oldukça sakin ve sessiz.

LÜKSEMBURG BAHÇESİ

Paris’teki en popüler park burasıymış. Sorbonne Üniversitesi yakınında bulunuyor. 22.45 hektar büyüklüğündeki bahçe, Lüksemburg Dükü’ne aitmiş ve adını buradan almış. 1612 yılında Louis XIII’nın annesi Marie de’Medici tarafından satın alınmış.

Parkın ortasında “Grand Bassin” diye bilinen bir küçük göl vardır. Bu göl üstünde çocukların kiralayıp kullanabilecekleri botlar mevcut. Çocuklar için ayrıca kukla tiyatroları, at binme yerleri ve gezinti mekânları da vardır. Bu gölün etrafında birçok heykel bulunuyor. Park içerisindeki seyyar sandalyelerden alarak istediğiniz yere oturabilirsiniz. LüksemburgBahçesi ayrıca satranç ve Jeux de Boules oyuncuları ile de biliniyormuş.

Alan içerisinde yanda fotoğrafını verdiğim güzel bir havuz ve iki tane de çeşme bulunuyor. Çeşmelerin en ünlüsü “Fontaine Medici” Çeşmesi. 17. yüzyılda barok tarzında yapılmış. Diğeri “The Fontaine de l’Observatoire” çeşmesi. 1873 yılında yapılmış.

1615 – 1627 yılları arasından Lüksemburg Bahçesi’nin kuzeyinde Palais du Luxembourg (Lüksemburg Sarayı) inşa edilmiştir. Bu saray Fransız Devrimi sırasında hapishane olarak kullanılmıştır.

Marie de’Medici’nin isteği üzerine park İtalyan tarzında tekrar düzenlenmiştir. Gençliğini Floransa’da ve Pitti Palace’de geçiren anne Medicini bahçesinde İtalyan esintileri görmek istemişti. 19. yüzyılda bu hususa ait park kamuya açıldığında temel öğeleri değiştirilmese de Fransız tasarımı ile yenilenmiştir.

Şimdi fotoğrafa şöyle dikkatlice bir bakın bakalım, "biz olsak şuraya Napolyon'un Topçu Kışlası'nı yeniden diker, altına da "Çin Malı" otu-kotu satan hediyelik eşya dükkânları açardık" diyorsanız eğer, metnin bundan sonrasını okumasanız da olur.
Ücretsiz olarak ziyaret edilen parkın ziyaret saat sınırlaması yoktur. Sadece Palais du Luxembourg kısmı önceden rezervasyon ile 10.00 – 14.30 saatleri arasında ziyaret edilebilir.

PANTHEON

Pantheon, Paris’te gezilecek yerler listesinde yer alan önemli bir başka kilise. Paris’in koruyucu azizi St. Genevieve’yi onurlandırmak amacıyla Louis XV tarafından yaptırılmış. Pantheon’un inşası 1757 yılında başlamış ve 1789’da bitirilmiş. Biz burayı, vaktimiz olmadığı için, sadece dışından görebildik. Oldukça etkileyici bir mimariye sahip olan Pantheon, bir deneyle de adını Dünya’ya duyurmuş.

Fizikçi Leon Foucault, 1851’de bu yapının kubbesinden aşağıya sarkıttığı 67 metrelik bir “Foucault sarkacı” ile Dünya’nın kendi çevresinde döndüğünü ispatlamış, bu deneyiyle de kilisenin adını Dünya’ya duyurmuş.

Panthéon'da gömülü olan bazı insanlar ve Panthéon'a gömülme tarihleri şöyle: Voltaire (1791), Jean-Jacques Rousseau (1794), Joseph-Louis Lagrange (1813), Jacques-Germain Soufflot, Panthéon'un mimarı (1829), Victor Hugo (1885), Émile Zola (1908), Pierre Curie (1995), Marie Curie (1995), Alexandre Dumas (2002).

SAINT SULPICE KİLİSESİ

Mısır Tanrıçası İsis adına yapılan eski bir tapınağın üzerine kurulmuş olan Paris’teki en ünlü kiliselerden birisi. Mimari açıdan incelendiğinde Notre Dame’ın küçültülmüş kopyası olarak ifade ediliyormuş. Victor Hugo, bu kilisede evlenmiş; Boudelaire’in vaftizi burada gerçekleşmiş. Kilise dekore edilmediğinden oldukça süssüz ve sade görülüyor. Fakat içerisinde oldukça büyük bir kilise orgu, Torino Kefeni (İsa’nın silüetinin görüldüğü kefen), ünlü tablolar ve bir “güneş saati” de var.

Şu "kefen" meselesinden biraz bahsetmemiz gerekiyor. Bu aslında bir fotoğraf, bu fotoğraftaki bez, aslında Hıristiyanların ‘‘kutsal emanet’’ diyebileceğimiz efsanelerinden biriymiş. Fotoğrafta görülen bezin, İsa çarmıhtan indirildikten sonra üzerine örtülen bez olduğu iddia ediliyor. Üzerinde İsa'nın kanı bulunduğuna da inanılıyormuş. Yani bir tür kefen diyebilirsiniz. Bu kefen İtalya'da Torino'da bir kilisede sergileniyor. Rivayet ise şöyle:
  
28 Mayıs 1898 günü Secondo Pia isimli bir fotoğrafçı üzerinde sadece kan izleri bulunan bu beyaz kefenin fotoğrafını çekiyor. Eve gelip çektiği filmi negatif banyoya attığı zaman, kendisini dehşet içinde bırakan bir tabloyla karşılaşıyor. Çünkü üzerinde hiçbir resim bulunmayan bezin çekilen fotoğrafının negatifinde, boylu boyuna bir insan tasviri ortaya çıkmış olduğunu, negatif filmin üzerinde pozitif bir insan tasvirinin varlığını görüyor. Bu 30-35 yaşlarında, 1.78-1.81 boylarında, yakışıklı, sakallı bir erkektir. Bezin öteki yarısında ise aynı insanın arkadan tasviri görünmektedir. Sanki aynanın karşısında duran bir insanın arkadan resmi yapılmış gibidir. Başında ise dikenli bir taç vardır. Anlayacağınız bu resim her haliyle İsa'nın tasviridir. Bu fotoğrafın yayınlanması Hıristiyanlık aleminde büyük tartışmalar yaratmış. Çünkü bazı kimseler tarafından bu bezin gerçekten İsa'nın kefeni olduğunu kanıtlayan bir belge olarak kabul edilmiş.

Kilise, "Da Vinci Code (2005)" filminde de ifade edildiğine göre, eski çağlarda meridyenlerin başlangıç noktası olarak kabul edilmiş, “Gül Çizgisi”nin geçtiği yer olarak görülüyor. Biz gezdiğimizde kilisenin önünü, Paris’in pek çok yerinde görüldüğü gibi, birkaç evsiz mekân bellemişti. Eski birkaç yatağı, kuytu bir yere sermiş bu kişiler, gelenlerden para istiyorlardı. Durumları gerçekten içler acısıydı.

Diğer taraftan, buraya giriş ise ücretsiz ve üstelik fotoğraf çekmenize de kimse karışmıyor. Kilise, tıpkı diğer kiliselerdeki gibi, devasa camlar ve camlardaki harika vitraylarla süslü, bunlar içeriyi oldukça iyi aydınlatıyor ve güzel bir atmosfer veriyorlar. Dışarıda ise kilise karşısında bir park, parkın ortasında da kocaman bir aslanlı havuz var ve havuzun içerisi yine devasa heykellerle dolu.

LİDO SHOW
Paris, Şanzelize Caddesi (Avenue des Champs Elysees) üzerinde, Lido Gösteri Merkezi’nde izleyicilerle buluşan dünyanın en eğlenceli kabarelerinden biri. Paris’te bulunan bir diğer ünlü kabare olan Moulin Rouge (Kırmızı Değirmen) kadar üne sahip Lido Show, özellikle Paris’te bulunan bütün gezi acentelerindeki ekstra turlarda bulabileceğiniz bir gezi noktasıdır. Dilerseniz acenteler üzerinden turlara katılarak ya da doğrudan bireysel olarak Lido Show’a bilet alarak gösterileri izleyebilirsiniz. Yalnız dikkat etmeniz gereken en önemli nokta mutlaka Lido Show planınızı önceden yapın ve biletinizi mümkünse bir kaç gün önce alın ki gösteri anında bilet bulamayıp geziniz rezil olmasın. Çünkü bilhassa turizm sezonu hemen hemen her seans biletler tükeniyormuş.
 

Lido Show, Paris’i ziyaret eden birçok turist için en eğlenceli gezi noktalarından birisi olarak kabul ediliyor. Bana göre bu gezi noktasını tüm Dünya’da çekici kılan şey, gösteri boyunca iki düzineden fazla dekorun eşliğinde yüze yakın sanatçının muhteşem show’ları ile kaldığınız iki saat boyunca soluksuz devam eden bir gösteri olması. 
Küçük bir uyarı, Türkiye’de “Lido Show” deyince, ergence ağızların arsızca kulaklara varmasının hiçbir geçerliliği yok. Eğer beyin kıvrımlarınız yontulmamış bir “ahlâk anlayışı” ile tıkalı değil, hassasiyetleriniz de insan bedeni/uzuvları üzerine birikmemişse, zaten 1. saniyeden itibaren sadece gösteriye odaklanıyorsunuz. Dahası show’un içerisinde olan bazı gösterilere (bölümler) sanatçı kadınların “üstsüz” çıkması, yaptıkları işin önüne, asla geçemez. Bu sadece bir gösteri ve gösterinin kurgusuna uygun olarak giyiniliyor. Bu kurgulamaya “üstsüz” çıkılması da dahil.

Sabah akşam kadın bedeni düşleyip, o bedeni örtmek/saklamak için akla hayale gelmeyecek arızalı düşünceler üretmek (ben bu metni yazarken son bomba “hamileler sokağa çıkmasın”dı); sanata ve sanatçıya “şöyle olmalı”, “sanat böyle olur” gibi barajlar kurup, sanatı/sanatçıyı çerçevelemeye çalışmak; öncelikle sanata/sanatçıya olmak kaydıyla her farklı olana karşı “genel örf ve adetlerimiz” zorbalığı adı altında ahlâk sınırları çizmek için uğraşmanın tarihçesi, tabi ki bu metnin konusunu aşıyor. Lido Show’da anlatılacak o kadar şey varken, “kadın memesine takılmak” da, “bu ülkede çözüleceğini kendi ömrümde göremeyeceğim bir arızalı durumu ifade ediyor” diyerek mevzuyu kapatayım.

Paris metinlerini yazanlar, “Lido Show veya Moulin Rouge’a giderseniz iyi giyinin, kotla, şortla gitmeyin, kıyafetini beğenmediklerini almıyorlar” gibi şeyler yazdığı için biz tam tekmil giyinip gittik. Kapıda yaşadığımız hüsranı anlatmak mümkün değildi. Girişte bekleşenlerin neredeyse tamamı, turistti ve resmen yataklarından kalkıp gelmiş (Hintli bir turist kafilesini görmeliydiniz), bütün gün oradan oraya koşturmaktan bitkin düşmüş, pejmürde bir haldeydiler. Tur ile gelenlere bu bir “extra” olduğu için, rehberlerin getirdikleri turist sayısına bakılırsa, belli ki bu “extra”yı seçen oldukça az sayıda kişi vardı.

Öte yandan, Lido Show’a yer ayırtırsanız, eğer mümkünse, sahneyi tam görebileceğiniz biçimde ortalardan ve kesinlikle 2. basamakta yer alan masalardan ayırtın. Tur ile gidiyorsanız rehberinizi uyarın. Sahnenin sağında veya solunda ya da tam dibinde ve 1. basamakta olan masalar, gösteriyi asla bahsetmeye çalıştığım açıdan görüldüğü gibi izleyemiyorlar. Velev ki, buralara düştünüz, birkaç gün çekeceğiniz boyun ağrısı ile baş başa kalacağınıza, uçuşan eteklerden başka bir görüntü göremeyeceğinize garanti veririm.

Bir de gösterinin “yemekli” seansları var. Asla tavsiye etmem, çünkü hem show’u izlemekten yemek yemeğe vaktiniz olmayacak hem de yemekli seanslar 80 EURO daha pahalı. Siz siz olun yemeğinizi yiyip, gösteriye öyle gidin. Gösteri başlamadan ücrete dahil içki servisi var. İki kişi için ne istiyorsanız (1 şişe şarap, şampanya vb.), veriliyor. İçki tercihiniz değilse, başka bir içecek alabiliyorsunuz. Biz “şampanya” istedik. Kendi markaları olan şampanya çok kötüydü, asla tavsiye etmem. Ha bu arada içki kullanmıyorsanız, "meyve suyu" veriyorlar.

Fakat tam da bu noktada notlarımda yer alan bir başka anektod da bizim Türkiyeli turistlerle ilgili... Biz gösteriyi beklerken bir grup Türkiyeli turist de yan masalarda yerlerini almıştı. İlginçtir, ülke insanı "haram" diye gösteri öncesinde sipariş verirken alkolü tercih etmiyor, meyve suyu istiyor. Buraya kadar bir çelişki yok da, gösterinin içerisindeki çıplaklığı aynı inancıyla nasıl meşrulaştırıyor ve ilgiyle izleyebiliyor, gerçekten meraktan meraka gark olunacak bir durum...  Domuz eti yemeyen ama içki içen ayrı bir enteresanken, "inancım gereği" deyip alkol almayan ama yarı çıplak dansçıların gösterilerini izleyen başka bir insan malzemesi... Bunu da yine sosyologlar açıklayacak, öyle değil mi?...

Yeniden görsel şölene dönmek gerekirse, gösteri başlamadan fotoğraf ve video çekebiliyorsunuz ama gösteri başladığında bu kesinlikle yasak. Görevli elemanlar gösteri başlamadan sizin fotoğrafınızı çekiyorlar, gösteri sonunda da oldukça şık bir broşür eşliğinde size fotoğraflarınızın küçük bir halini sunuyorlar. O sunulan broşür içinde, Lido’nun web sayfasından fotoğraflarınızı indirebileceğiniz belirtiliyor. Eve dönünce büyük bir heyecanla fotoğraflarınızı indirmek için Lido’nun web sayfasını ziyaret ediyorsunuz ama verilen şifreyle fotoğraflarınıza ulaştığınızda, tek kare için, 20 EURO karşılığında indirebileceğiniz yazıyor.

Gösteriye gelmek gerekirse, eğer böyle gösterilere ilginiz varsa doğru yerdesiniz. İlginiz olmasa bile, gösteri sizi içerisine çekiyor. Kostümler, danslar, şarkılar, sadece bir ip ve bir disk ile akıl almaz hareketler yapan akrobat, pandomim sanatçıları, nasıl değiştiğini hâlâ düşündüğüm sahne dekorları (sahnenin tam ortasından sırasıyla bir Mısır piramidi, buz pisti, fıskiyeleri çalışan koca bir havuz, üç katlı bir ev çıktı) hepsi çok harikaydı. Bence, Paris’in diğer tarihi eserleri kadar kesinlikle görülmeye değer bir gösteri.

FALİH RIFKI ATAY OLMAK…

Ünlü gazeteci-yazar Falih Rıfkı Atay’ın (1893-1971) ölmeden hemen önce yazdığı “Gezerek Gördüklerim” adıyla bir gezi-hatıra kitabı vardır. Atay, bu kitabında bir yandan, gezdiği Avrupa şehirlerine dair izlenimlerini anlatırken, öte yandan da oradaki kültür, günlük hayat hakkında okuyuculara bilgi vermeye çalışır. Kanımca kitap üzerine söylenebilecek bir önemli not da Avrupa şehirlerinde gördüklerine karşı Atay’ın gözden kaçırılmayacak derecede beslediği hayranlıktır. Atay da Doğu’dan gelen herkes (özellikle aydınlar) gibi Batı’nın büyüsüne kapılmıştır. Günümüzde bile, pozitivist tedrisatın sonucu “gelişme” sanılan, basitçe ve ilk göze çarpan teknolojik farklılıklar, zamanında Atay’ı Batı’ya hayran bırakmaya yetmiş.

Ben burada bunların hiçbirinden bahsetmeyeceğim, aşağıda ufak ufak tespitlerim ve kendimce olabildiğine kısa yorumlarım olacak. Eğer birileri, bu metni, buraya kadar sabırla okuduysa artık daha fazla uzatmamak gerekiyor. Belki bir zaman gelir, bütün bu izlenimlerimi başka bir yerlerde daha ayrıntılı olarak yazarım. O sayfalara da bir şeyler kalsın.

Öncelikle, biz tatil plânları yaparken hep “Fransızlar İngilizce bilse bile konuşmak, çok soğuk insanlardır” vs. denmişti. Otelimizi ararken elimizde haritayı gören iki ayrı Fransız çift, biz teklif etmeden bize yardımcı olmak istedi. Bizim teklif ettiğimiz kişiler de oldukça samimi biçimde yardımcı oldular. Ya biz şanslıydık ya da üstte bahsedilen sadece bir efsane…

Orijinal bir keşif değil ama kesinlikle belirtilmesi gereken bir tespit: Paris sokakları, evsizlerle dolu... Hemen hemen her yerde evsizler ya bir boş dükkânın kapısının önünü mesken tutmuşlar ya da metro, kilise, duraklar, kuytu bir köşe gibi yerlerde yaşam mücadelesi veriyorlar. Özellikle metro durakları, korunaklı olduğu için, evsizlerin ana mekânları olmuş, kimse onlara karışmıyor/karışamıyor. Bu yüzden metro duraklarında, oldukça ağır idrar kokusu var. Bazı sokaklar da aynı tarifeden nasibini almış durumda. Sokaklarında bu kadar evsizin olduğu bir şehrin, zaten idrar kokması da normal değil mi? Evsizlerin genelde 40-60 yaş aralığında olması da tesadüf değil. İşgücünden düşen veya bir niteliği yoksa iş bulması imkânsız olanların yaş aralığı bu.

Yine kendi rastladıklarımdan hareketle belirtmek isterim ki, şehrin merkezinde gördüğümüz evsizler (varoşları gezemedik), sanılanın aksine sadece Afrika göçmenlerinden oluşmuyor. Neredeyse tamamı erkek olup sokakta yaşayan bu kitle, tahmin ettiğim kadarıyla eski Doğu Bloku ülkelerinden ne umutlarla Fransa’ya gelmiş bir kitleyi de kapsıyor. Kimisi hiç dilenmiyor, geleni gideni rahatsız etmeden sadece kaldırımda oturuyor. Kimisi de elini açmış bekliyor. İnsanlar bunların yanlarına, istese de istemese de bozuk para ve yiyecek bırakıyorlar.

Bunlardan biri gözümün önünden hiç gitmiyor. Kaldığımız otelin yakınında kapalı bir dükkânın önüne, çantasını yastık yaparak uzanmış 50’li yaşlardaki bu adam, altı gün boyunca oradan hiç ayrılmadan ve sürekli yatarak orada kaldı. Altına büyük ve küçük tuvaletini yaptığı için etraf çok kötü kokuyordu. Üzerinde uçuşan sinek kalabalığını anlatmama imkân yok. Yanına bırakılan bir sürü bozuk paraya, yiyeceğe ve suya dokunmadan yatıyordu. Belki hastaydı, belki ölmek istiyordu ya da belki de ölmüştü. İçler acısıydı...

Bu satırları okuyan pek çok kişi, belki şu cümleyi mutlaka kuracak: “Bize medeniyeti öğreten Batı, önce kendi sokaklarındaki evsizlere/açlıktan ölenlere baksın. Bizde kimse aç-açıkta değil”. Aslına bakılırsa bu beylik nakarat, bunun bir sistem sorunu olduğunu ıskalayan, ıskalamasa bile görmek istemeyen veya umurunda olmayan; sokakta mendil satan çocuktan bir mendil alarak, evsizlere/fakirlere bir daha asla giymeyeceği kıyafetlerini vererek, engellilere "mavi kapak" toplayarak, kendini “yardımsever” hisseden; kendine uzatılan ele 1 TL bırakarak ona yardım ettiğini zannetmenin verdiği içsel “huzur”u yaşayan; dahası bununla ülkesini, inancını, etnik kimliğini veya “iyi insanlığını” cilalamaya çalışan buğulu ve riyakâr bir vicdanın eseri.

Eminim ki, bizde de sokakta yaşayan bir o kadar insan var. Meselâ Aylin Aslım "Sokak İnsanları" adlı bir şarkısında, "kimse duymak istemez, kimse bilmek istemez" demiyor muydu? İşte aynen öyle! (http://www.youtube.com/watch?v=iInG8S82CPg) Bu yüzden ne Paris’in ne de İstanbul’un birbirinden farkı yok. Kural değişmiyor ki, kapitalist çarklar nerede keskin dönerse orada sistemin sillesini yemişler ve evsizler artar. Dünyanın en çok evsizinin ABD’de olması bir tesadüf mü? Bizdeki sıkıntı, bunun böyle olmadığına dair üretilen kof böbürlenmeler, bunun millî ve dinî duyguları cilalayıcı, "Dünya'da kimsenin asla sahip olmadığı insanlığımız"ı köpürtücü zihniyet örüntüleriyle desteklenmesi. Kolay değil, bizden Tabutta Röveşata atıldığına inanmamızı isteyen koca bir zevattan bahsediyoruz. Bu zevat, “Dünya’ya bedel” olduğuna öylesine inanmış ki, yardım sırasındayken çamurun içinde birbirini çiğneyen kadınları nasıl anımsasın, evsizlerin mahallesinde ancak (özellikle esnafa) "soytarı" rolünü oynadıklarında yardım alabildiklerini nasıl fark etsin, muhtarlıkların sadece "vatanına/dinine bağlı olanları" yardım listesine eklediklerini ne yapsın da görsün ve ne yapıp da insan hayatının etnisite/inançtan daha önemli olduğunu anlayabilsin? Düşünelim bakalım, "sadaka kültürü"nü Dünya'nın hangi coğrafyası icat etmiş acaba? Ve "sadaka" denen şey, en temelde, toplumdaki "zenginlik" ile "yoksuluğu" meşrulaştıran bir kavram değil de nedir?

Buraya mecburi bir "virgül" koyalım ve uzatmadan devam edelim, bu paragraftaki cümlelerim, Paris yolculuğuna gardırobu sıfırlayıp gidecek olanlara geliyor. Paris, “moda ve kozmetiğin başkenti” olduğu kadar kültürün de önemli şehirlerinden biri olduğu hep dillendirilir. Modadan başlayarak hemen söylemek gerekirse, Paris’te insanlar (özellikle kadınlar) o kadar basit, gösterişsiz giyiniyorlar ve makyajsız sokağa çıkıyorlar ki, bu şehrin “modanın ve kozmetiğin başkenti” olduğuna kimseyi inandırmak mümkün olmayabilir. Sade, rahat ve basit giyinmeyi tercih ettiğimden dolayı, bunun beni rahatlatan ve benim için çok müthiş bir şey olduğunu da söylemeliyim. Kezâ kazanılan paranın en meşru sergileneceği alan olduğu için günlük yaşamdaki abartılı giyinmeyi ve gösterişi, hep ve daha çok Doğu’ya özgü bir ritüel olarak algılamışımdır. Bireysel nitelikleri törpülenen, yasaklanan ve böylelikle birey’i öldüren toplumlar, illa ki bir farklılık yaratmak adına giyim-kuşamda (daha neler nelerde) abartıyı zirveye çıkarabiliyorlar. Doğu toplumlarında günlük hayat üzerindeki bin bir türlü baskılar vb. birbirlerinin açıklarını kollayan insanları ortaya çıkardığı için, her yerde bir şaşaa, her kıyafette bir “ne oldum” müptelalığı almış başını gidiyor. Akıl ve hassasiyetler bilim, sanat, kültür gibi insanî alanlarda değil de, dinî ve geleneksel kıskaçlarda olunca, daha farklı bir şey de beklemek anlamsız kalıyor.

Meselâ, Paris’te, özellikle genç kızlar, avucum kadar yırtık çoraplarla dolaşıyorlar. “Çorap kaçarsa” diye çantasında ojeyle gezen, yanında yedek çorap taşıyan veya bit kadar yırtıkta ilk çorapçıdan yeni çorap alan bir toplumun kadınları için bunlar, oldukça anlamsız görüntüler olarak görülebilir. Bir hiyerarşi kurmadan “kültürel farklılık” deyip geçsek de, Parisli kadınları, erkeklerin buna yönelik olası tepkileri de değiştiremediyse eğer, öyle görünüyor ki, erkekler ve kadınlar bundan rahatsızlık duymuyorlar demektir. Bunun “rahatsızlık duyulmayacak bir şey olması” da harika bir şey bence… Bu arada, her kıyafetin altına “yarım çizme” giyen bir genç kız ve kadın kalabalığından da bahsetmemiz gerekiyor. Yaz günü bana “doğrusu iyi dayanıyorlar” dedirten bir durum olarak not almışım.

Paris’te 8-10 yaşlarında çocuklara sahip 40-45 yaşlarında insanlar oldukça fazla. Demek ki, geç çocuk sahibi oluyorlar. Bunun zıttı olarak, çok genç yaşta hamile kalmış göçmen kadınlarına rastladık. Fransa Başbakanı François Hollande aman duymasın…

Kaldığımız otelin arka tarafında (hatta otelimizin arka odalarının baktığı) bir park ve parkı çevreleyen tarihi bir tiyatro vardı. Bir sabah sandviçlerimizi alıp, sabah kahvaltımızı yapmak için bu parka gittiğimizde meydanın bir ucunda futbol oynayan bir grup genç ile diğer tarafta ellerinde demir gülleler ile güle oynaya oyun oynayan bir çift gördük. Bu çift, bu oyunu o kadar zevkle ve konsantrasyonla oynuyordu ki, keyiflerini resmen kıskandık.

Trafiğin sağdan aktığı bir ülkede, insanlar neden sol kaldırımda bekleyip otostop çeker bunu da ilginç şeylerden biri olarak not almışım. Evet, insanlar ellerinde gidecekleri yer, trafiğin soluna gelecek taraftaki kaldırımda otostop çekiyorladı. Durmak istesen "sol"da nasıl duracaksın acaba? Mevzu trafikten açılmışken, gezdiğim Avrupa şehirleri içinde, araba markaları açısından en çok Türkiye'ye  benzeyen ülke Fransa'dı. Meselâ bırakın Almanya'yı (BMW, AUDI, MERCEDES dolu), Çek Cumhuriyeti'nde bile bir benzerliğe (SKODA, VOLKSWAGEN dolu) rastlayamıyorsunuz. Paris'te öyle değildi.

Kozmetiğin tüm Dünya’ya yayıldığı bir şehirde, makyajı abartan bir kadın/genç kız bile görememek de, tıpkı “çorap” mevzusunda olduğu gibi dikkat çekici bir ayrıntıydı. Hatta çoğu kadın hiç makyaj yapmadan dolaşıyordu. Ülkemizde, bakkala veya çöp dökmeye giderken bile makyaj yapıp evden çıkan genç kızlar akla geldiğinde, durumun iç yüzü daha anlaşılır olabilir. Galiba makyaj konusunda en dikkati çeken kesim 65-70 yaş civarı Parisli teyzelerdi ve bu kadınların, 1970’lerin modasından kalma, tertemiz kıyafetleriyle sokaklarda dolaşmaları ilgi çekici gözlemlerimden bir başkasıydı. Parklarda oturan, pazara/markete alışverişe çıkan bu teyzelerin, çoğunun yalnız olması da ilginçti.

Paris’in bir de kültürel yüzü var ki, anlatmaya imkân yok. Her adım başı gördüğümüz kültürel ve sanatsal faaliyetleri, sokaklardaki şarkıcıları, pandomim gösterilerini vb.’ni düşündüğümüzde, bizim “en fazla hareketin yaşandığı yer” olarak ifade ettiğimiz İstanbul’u bile, birkaç kere katlaması muhtemel görünüyor. Fakat işsizliğin, göçmenliğin ve çaresizliğin de sokak sanatını coşturduğunu, özellikle belirtmemiz gerekiyor.

İnsan buraya gelirken “metroda kitap okuyan alahiyi” merak eder ya (buradaki bir arkadaşımız, yürürken kitap okuyanlara bile rastladığından bahsetti), emin olun ki, sanırım artık metroda kitap okuyan kadar, akıllı telefonuyla oynayan/ilgilenen önemli bir kitleyi de hesaba katmak gerekiyor. Benim gözüme, iki kesim de yarı yarıya gibi gözüktü. Bir de market kapılarında, dergi kapağından politik olduğunu tahmin ettiğim, bir dergiyi satan insanlar gördüm. Özellikle bizim kaldığımız otelin yakınında bulunan bir marketin kapısında, bir kadın, sessizce ve sadece dergiyi elinde tutarak kapıda bekliyordu.

Kültürel durumdan bahsederken, kitapçılardan bahsetmemek olmaz tabi... Hatta Paris kitapçılarının ününü duymayan kitap kurdu yok gibidir. Kaldığımız caddenin üzerinde yol boyunca kitapçılar mevcuttu. İnanamayacaksınız ama burada en ucuz şey sanırım kitap. Kıytırık “Çin Malı” bir magnetin bile 4 EURO olduğu bir şehirde, sepetler içinde 0,20 – 0,50 – 1 – 2 EURO’ya ne kitaplar vardı insanın aklı almıyor. Tuğla kalınlığında, bizim "Doğan Yayınları" gibi büyük boyutlu, baskısı kaliteli kitaplar, sepetlerde 1-2 EURO’ya alıcı bekliyordu. 5 EURO’ya büyük boy kuşe baskılı sanat ve tarih kitaplarının olması inanılır gibi değildi ama İngilizce değil de Fransızca olunca, benim için bunları almanın, taa oralardan yüklenip gelmenin de bir anlamı kalmadı.

1 EURO’luk bu sepetlerden birinde, önsözünü Karin Karakaşlı’nın yazdığı ve HRANT DİNK’in yazılarının derlendiği “Chroniques D'un Journaliste Assassiné” adlı kitaba rastlamak da büyük bir sürprizdi. Bu kitap, güzel bir “Paris anısı” olarak kütüphanemde yerini aldı. Dahası, bir kitap müptelası iseniz, üstelik Rue Monge Caddesi üzerinde ya da bu cadde çevresinde bir yerlerde kalacaksanız eğer, bir yanda Sorbonne Üniversitesi ile diğer yanda ST. Michel’e (İzmir’in Saat Kulesi gibi bir meydan, herkes orada buluşuyor, etrafında kültürel ve sanatsal yerler yoğunlukta) kadar olan üçgen kısmı şöyle ağız tadıyla gezmenizi öneririm.

Özellikle yanda fotoğrafını yüklediğim, Rue Monge üzerindeki BOULINIER isimli kitapçıya uğrayın. Burada Irene Cara’nın 1983 tarihli “Flashdance” adlı LP’si ile Ludwig van Beethoven’ın 3. Senfonisi’nin LP’lerini, 0,50’şer EURO’ya aldım. Türkiye’de bu plakları 0,50 EURO’ya (1,25 TL) çalan vermez. Bu ve buna benzer bir sürü plak, epeyce ayıklanmış olmakla birlikte, bu dükkânda yine aynı fiyata alıcı bekliyordu.

Yandaki LP’leri getirmesi de epeyce zahmetli oldu, olmasına ama Dersim’e kadar, elde taşıyıp, sağ salim ulaştırarak, arşivime ekledim. Üstelik etrafta o kadar çok sahaf, çizgi romancı vardı ki, dükkân açılış ve kapanış saatlerinde hep başka yerlerde olduğumuz için bir türlü bu “maden”leri ziyaret edemedim. Onlarla randevum, başka bir Paris ziyaretine kaldı.

“Dükkânlar” demişken, burada mağazalar başta olmak üzere, kitapçılar, marketler, kasaplar, fırınlar vb.’leri akşam 8-9 aralığında kapanıyorlar. (Duyduğumuza göre, Londra'da AVM'ler 17'de, Viyana'da ise 18'de kapanıyormuş. Paris'te AVM ziyaret etmediğimiz için bilemiyoruz.) Yiyecek satan dükkân ve marketler hariç diğerlerinin sabah açılış saatleri ise, yine yerel saatle, 10 civarı… Bu durumdan rahatsız olanların, burada yaşayanlar değil de turistler olması anlaşılır olsa da, Türkiye’dekilerin bundan “bizim memleket cennet” sonucunu çıkarması apayrı bir merak konusu. Eğer mevzu bu ise ve illa ki bir “cennet”ten bahsedeceksek, ancak “sömürü cenneti”nden bahsetmemiz gerekiyor. Çünkü söz konusu olan, güzideler “hizmet alacak” diye gece 12-1’lere kadar durmadan çalıştırılan bir insan kitlesi... Üstelik bunların hiçbiri ne sendikalı ne de hak ettikleri ücreti alabiliyorlar. Halbuki, bu gibi yerler akşam saatlerinde (meselâ 18 gibi) kapansa, herkes zaten ona göre tedbirini alır ve alışverişini yapar. Orada çalışan insanlar da yarın daha bir istekle ve dinlenmiş olarak işlerine gelebilirler. Sanırım hizmet sektöründe çalışan kişilerin de insan olduğunu çözdüğümüzde, bir şeyler daha farklı olabilecek.

Laf “ayrımcılıktan” açılmışken, “kör gözün parmağı” gibi duran ve asla atlanmaması gereken bir başka tespitimden de bahsetmem gerekiyor. Eminim ki vaktiyle Hıristiyanlık da buna “kader” veya “takdiri ilahi” falan diyordu ama günümüzde buna (biraz zorlama da osla) “ayrımcılığın kapitalist gerçekliği” falan demek gerekiyor. Çünkü Paris’te neredeyse tüm “pis işler”i Afrika göçmeni Fransızlar yapıyor. Yerleri, sokakları, bahçeleri süpürüyorlar, odaları, tuvaletleri temizliyorlar, kanalizasyonları açıyorlar vs. vs. Biraz şanslı veya eğitimli/nitelikli iseler, markette ya da fırında çalışıyor, otobüs şoförlüğü yapıyor veya kapıda görevli olarak bilet kesiyor vb. mesleklerde iş sahibi oluyorlar. Kefeni yırtmış göçmenler de yok değil hani... Bunlar ortalıkta lüks arabalarda boy gösteriyorlar, fakat bu istisnalar diğer göçmenlerin durumunu kapsamıyor, onları asla kurtarmıyor ve “bizim ülkemizde Kürtler cumhurbaşkanı bile olabiliyorlar” cümlesindeki sığınma gibi, komik ve boş kalıyor.

Fransızların baş altı işlerini yapan sadece Afrikalı göçmenler değil tabi ki, Dünya’nın değişik ülkelerinden pek çok göçmen bu işleri yapıyorlar. Örneğin, bizim otelimizin lobisinde dönüşümlü olarak Adıyamanlı bir Kürt, bir Arnavut, bir Cezayirli, bir de Fransız çalışıyordu. Adıyamanlı Kürt'ün “Türkiye’nin çok iyiye gittiğine” dair söyledikleri ise, Paris’ten Türkiye’nin nasıl yamuk göründüğünün resmi gibiydi.


Diğer taraftan, bir güvercin sevdalısı olarak, Paris’in kumrularından bahsetmezsem olmaz. Bu kuşlar çok hareketli oldukları için, net bir kare yakalamak adına, yandanki fotoğrafını güçlükle çektim. Böyle yarım tavuk gibi, oldukça besili olan ve güvercine benzeyen bu kuşlar, aynı bizdeki kumrular gibi ötüyorlar. Çok cana yakınlar, yem ver ay da verme dibine kadar geliyorlar. Her hayvana karşı ilk sorusu "bu yenir mi?" olan, bizim memleketin "sevgiyle dolu"  insanları, bence bunları asla görmemeli...

Doğal olarak sokaklarda başka herhangi bir hayvana rastlamak mümkün değil. Sokaklardaki hayvanların tümü sahipli… Bu hayvanlar konusunda ilginç de bir olaya şahit olduk, anlatmadan geçemeyeceğim. Biz Paris sokaklarını turlarken, önümüzde genç bir kadın ile iri boy üç köpeği vardı. Kadın bir ara yol kenarındaki bir tezgâhtan şal bakmaya yeltendi. O tezgâha doğru iki adım atar atmaz bu üç köpek kendi arasında ufak bir hırlaşma yaşadı. Kadın bir hışımla döndü, bağıra çağıra üç koca köpeğe yatmalarını söyledi. Köpekler çömeldiler ama kadın asla ikna olmadı, “yatın” diye bağırdı. Ve ister inanın, ister inanmayın o üç kocaman köpek aynı anda yere yattılar, ön ayaklarının üzerine başlarını aldılar, anne yadigârı vazoyu kırmış ve azar işitmiş çocuklar gibi mahzun bir şekilde etrafa bir bakışları vardı ki, unutmam mümkün değil. Kadın on dakika kadar şal baktı, o üç köpek 1 saniye bile başlarını kaldırmadılar. Bu eğitimden ben bile öyle tırstım ki, köpeklerin, bu notların yanına iliştirecek bir fotoğraflarını bile çekmeye tereddüt ettim.

Köpekleri böyle eğiten bir toplumun “insanları nasıl eğittiğini” düşünüyorsanız orada da yazacak çok şey var. Fransa’da yaz gelince eğitim bitmiyormuş. Okullar yaz okuluna dönüşüyormuş. Çocuğunu okula göndermek isteyen veliler ve çalışmak isteyen öğretmenler bu “yaz okulları”nda devam ediyorlarmış. Gezilerimiz esnasında sokakta, parkta, Disneyland’da sıklıkla öğrencilere rastladık. Ve Fransız eğitim sistemi de bu çocukların velileri de bunlara nasıl bir eğitim veriyorlarsa artık, bir tane çocuk ne sırayı bozuyordu ne bağırıp çağırıyordu ne de gruptan ayrılıyordu. Öğretmenlik de yaptığım için deneyimliyim, meselâ çalıştığım okuldaki çocukları bir geziye veya bir yere götürmek nasıl bir zulümdür iyi bilirim. İzmir’de çalıştığım okullardan birindeki bir sınıfımı, bin bir tembihle fuara piknik yapmaya götürmüştüm. Pikniğin ortalarına doğru üç öğrencinin yokluğunu fark ettim. Onları aramaya koyulduğumda az ilerde park bekçisinin bu üç çocuğu kollarından tutup bana doğru getirdiğini gördüm. Meğer bunlar önlükleri pantolonları çıkarmışlar, kilotla fuar içindeki havuzda yüzmeye çalışırken bekçi bunları yakalamış. Bekçi bir hışımla geldi, elde önlükler, üstlerinde ıslak kilotla üç çocuğu bavul gibi karşıma fırlattı gitti. Bekçinin kasım kasım kasılarak "ne biçim çocuk eğitiyorsun, hocaaam" bakışı ise yıllardır hâlâ gözlerimin önünde...

Şimdi kendi öğretmenlik deneyimlerimle, bu çocukları düşündüm, aradaki fark korkunçtu. Bu seviyeye gelmek, sadece öğretmenin çabasıyla olacak iş değil tabi ki… Herkesin toptan katkı sunduğu bir çaba ve "millî ve dinî değerler"in boş böbürlenmesiyle değil, insanî değerler üzerine kurulacak kamusal bir eğitim sistemiyle mümkün olabilir. Şöyle bir örnek verirsem belki daha açıklayıcı olur, biz 18 yaşına gelesiye kadar çocuklara, ne bir müzik aletini çalmayı ne de bir spor dalında ilerlemesini sağlayabiliyoruz. Paris’te, hem de merkezin dışındaki bir okulun bahçesinde piyano vardı ve çocuklar, başlarında öğretmenleri olmaksızın, bu piyanoyu hevesle çalıyorlardı. Biz an bizim okulların herhangi birinin bahçesinde bir piyano düşledim. Düşümün ikinci cümlesi şu soruyla kesildi: Kaç gün dayanır? Dahası Fransa’da okullar oldukça ihtişamlı yapılar içerisinde eğitim veriyorlar. Yapının kendisi, öğrenci üzerinde saygı uyandırmalı. Bizim okul binalarının saygı duyulacak neyi var ki? Son bir şey daha, tüm okul kapılarında (günümüzde sadece sembolik anlamı kalsa da) Fransız İhtilâli’nin sembol sloganı olan ÖZGÜRLÜK, EŞİTLİK, KARDEŞLİK yazıyor. “Anlayana” deyip kapatalım.

Şimdi de Fransa’nın ünlü yiyeceklerinden bahsetmek gerekiyor. “Gurme” falan değilim, onu yazan çok kişi vardır, "doğal yiyecek" olduğuna da ne inanırım ne de "doğallık" ararım, asla umurumda değildir, Paris ve yiyecekler konusunda ben çok basit konuşacağım: Şarap, peynir ve ekmek… Şaraplarını övmeye gerek yok, 3-5 EURO’ya muhteşem şaraplar satılıyor. Bence Bordeaux ve kırmızılardan şaşmayın. Yanda fotoğrafını verdiğim şarap oldukça iyiydi, tavsiye ederim. Bir tespit daha, akşam saatleri marketler içki ve peynir alan gençlerle doluyor. Gençler, Seine kıyısındaki çimlere ve banklara oturup, serbestiyetlerinin keyfini çıkarıyorlar. “Serbestlikler”den bahsetmişken, Paris cinsel özgürlüklerin de alabildiğine yaşandığı bir şehir. Parklarda veya Seine Nehri kıyısında sarılmış oturan ya da öpüşen lezbiyen veya gay’lere rastlayabiliyorsunuz. Bir kimse de dönüp bakmıyor, tıpkı minicik etekli kızlara bakılmadığı gibi... Burada konuştuğumuz kişiler, “Müslüman ülkelerden gelen göçmenlerin bu konularda sıkıntı yaşattıklarını” söylediler. Gerçeklik payı var ama göçmenler Dünya’nın neresinde sevilmiş ki???...

Önemli bir ayrıntı da şu ki, Paris'te pek çok yerin tuvaleti kadın-erkek ortak kullanılıyor. Sizin için sıkıntı yoksa zaten oradaki kimse için bir sıkıntı yok. Ama "yok öyle olmaz" derseniz ya zamanınızı tuvalet aramaya ayırmanız ya otele kadar sabretmeniz  ya da paşa paşa bulduğunuz ilk tuvalette ihtiyacınızı gidermeniz gerekiyor.

Paris'te marketler, turistler için, yiyecek alışverişlerini yapılabilecek mucizevi yerler. Sokak ve cadde üzerlerinde, bizdeki KİPA, TANSAŞ tarzı (özellikle Carrefour tarafından) mikro marketler var. Bunlar ucuz alışverişin adresleri. Bence geçtiğiniz yerlerdeki bu marketleri unutmayın, oldukça kurtarıcı oluyorlar. Fiyatlar size biraz pahalı gelse de meyve ve sebzelerin kalitelerine bakılırsa, etiketler çok da pahalı değil.

Yandaki karede görüldüğü gibi, merkezden çevreye gidildikçe, her şehirde olduğu gibi, görüntü birden değişiyor. Tabi bu ve buna benzer bir sürü kare, Paris'i sadece "romantizm" ile anacak olanlar için görülmek istenmeyen, rastlansa bile anımsanmayacak  görüntüler olarak kalıyor.

Yine akşam saatleri, Paris’in o minicik restoranları, cafe’leri tıka basa dolu oluyor. İnsanlar bir kadeh içki ama bolca sohbetle günün yorgunluğunu atıyorlar. Peynirlerini ise anlatmaya gerek yok. Her yerde envaî çeşit peynir bulunuyor, peynirler çok farklı bitki ve baharatlarla çeşitlendirilmiş. Bu yüzden bizim damak tadımıza pek uygun değil, bence sade peynirleri tercih edin. “Efsane mi?” bilmem ve teyit etme fırsatımız olmadı ama bazı peynirler ise hamile kadınlarda düşük riskine yol açıyormuş, buna da dikkat etmeli.

Paris fırınlarının ekmekleri ise, ekmeğe karşı korkunç bir zaafı olan biri olarak, beni resmen bitirdi. “Bu kadar mı güzel olur” demekten kendini alamıyor insan… Çeşit çeşit ekmek olması bir yana, “ekmekçi” bir coğrafyadan gelip de Paris’in ekmeklerini beğenmek de ayrı bir konu tabi ki… Paris’te 100-150 yıllık fırınların varlığından bahsediliyor. Fırınlar ve ekmekleri anlatırken, Paris’te bizi kurtaran sandviçlerden de bahsetmeden geçemeyeceğim. Burada tavsiye edebileceğim en pratik şey, geziye çıkmadan önce sabah en yakın fırından keyfinize göre (tavuklu, vejeteryan, jambonlu, çikolatalı vs.) bir sandviç almak ve ara öğünleri bunlarla atlatmak. Hem zamandan hem de keseden kazanıyorsunuz.

Bunun dışında Paris’in ünlü sandviçcisi PAUL’den de bahsetmek gerekiyor. Her yerde şubesi olan, isteseniz de gözünüzden kaçmayacak bir başka meşhur ekmekçi de bu... İlk defa Louvre Müzesi önündeki parkta gezici fırın olarak rastladık bu meşhur isme... Parkın girişinde küçük bir kamyonet içinde çeşit çeşit ekmekler, kekler, sandviçler satıyorlardı. İçinde minik bir fırın da vardı. Daha sonra hemen her bölgede bir şubesine rastladık. Nitekim Paul’ün dünyanın pek çok farklı şehrinde 360 adet dükkânı, aylık toplam 5 milyon müşterisi varmış. Bu dükkanlardan dört tanesi de zaten İstanbul’daymış. Sandviçini ben beğenmedim, bizim otelin yanındaki fırının tavuklu ve jambonlu sandviçi daha güzeldi. PAUL’den bence kruvasan yemek daha mantıklı. Tabi kruvasan doyurucu bir şey değil, tadına bakmalık.

Ekmekten bahsettik, sudan bahsetmezsek yarım kalır. Türkiye'den yola çıkan her turistin Avrupa'da yaşadığı en büyük sıkıntılardan biri de "su" konusundadır. Sular ya pahalı (marketler dışındaki yerlerde 0,50 lt su, 3 veya 4 EURO civarı) ya da  tadları çok kötü oluyor. Yanda ve altta fotoğraflarını verdiğim iki su markası da lezzet açısından çok kötüydü. Hani "al birini vur ötekine" lafı bile az kalır. Hatta bu markalardan VITTEL, Fransa'nın şifalı suları ve kaplıcaları ile ünlü Cedex Bölgesi'nde şişeleniyormuş. Sanırım sadece tülbentten geçirip, doğrudan ve doğal olarak yapıyorlar bu işlemi... Bu suyun 1 g'ını bile işlendiğine dair derin şüphelerim var da, ondan söylüyorum bunları...

Eğer imkânınız varsa, ya da bulabiliyorsanız kesinlikle çeşmelerden su için, emin olun daha iyi... Yok eğer bulamıyorsanız da bira (0,70-2 EURO arası bir sürü seçenek var), gazlı içecekler, aromalı sulardan tüketin, bu berbat sıvıları "su" diye içmekten, kesinlikle daha yararlı olacaktır. Meselâ "Smirnoff Ice" diye %5 alkollü gazlı bir su var. 70 cc'si 3,15 EURO civarı... Ben çok beğendim, su niyetine de tüketilebilir. Yok eğer "yarım bira"yla kafayı buluyorsanız, hiç denemeyin, sonra akşam otelin yolunu bulmak da var... Bir not daha, MUNZUR SU kadar kötü tadı olan bir suya, Paris'te rastlamak da işin en tuhaf tarafıydı.

Konu yiyeceklerden açılmışken, Paris’te döner işi Türkiyeliler ile Yunanlılar’a kalmış. Birisi koyun etinden döner yaparken, diğeri domuz etinden döner yapmasıyla tanınıyormuş. Bunu bize St. Michel Meydanı’na çok yakın ara sokaklardan birinde ANTALYA DÖNERCİSİ’ni işleten K.Maraşlı bir kadın söyledi. Kocaman ve lezzetli menüleriyle bize “hemşeri torpili” yaptığını da söylemeden edemeyeceğim. “Kader” değil elbet, kültürel ve ekonomik bir sonuç bu, Türkiye’nin batı şehirlerinde G.Doğu’dan gelenler kebap sektörünü nasıl elinde tutuyorsa, Avrupa’da gördüğüm tüm şehirlerde de döner sektörü Türkiyeliler’in elinde.

Laf Türkiye’den açılmışken, Lido Show’a girmek için dışarıda sıra beklerken, Türkiye’den gelen önümüzdeki tur kafilesindekilerle ufak sohbetlere daldık. Cümlelerinden “Kemalist” olduğunu tahmin ettiğim bir kadın bize aynen şunu söyledi: “Biz Türkler, içeride birbirimizi boğazlarız ama dışarıda kenetlenmemiz lazım”… Ancak bu kadar olur, teyze o akşam “millî vazifeyi” Paris’te bile boynumuza astı gitti, iyi mi? Oysa Paris’te, 24 saati kapsayan “millî ve dinî vazifeler”den uzak ne de güzel yaşıyordum.

Paris’te haftanın bazı günleri kurulan semt pazarları da var. Meselâ bir tanesi bizim kaldığımız otelin 100 metre yakınında bir parkın içine (Çarşamba-Cuma) kuruluyordu. Bu pazarlarda, yıkanmış ütülenmiş 2. el giyim eşyaları, çeşit çeşit peynir, sebze, balık, et, çiçek, ayakkabı, hand made ürünler vb. bulunuyor. Yani (domuz, ördek ve yavşan etini çıkarırsak) bu yönüyle bizden bir farkı yok. Bahsetmeden geçemeyeceğim, harika görülen tavşan ve ördek etlerinde, gerçekten gözüm kaldı.

Bir özellik olarak belirtmeliyim ki, Paris bisiklet kullanımının zirvede yaşandığı bir şehir. Şehrin her yerinde kiralık bisikletler var. Birkaç EURO vererek bunları gün içinde kullanabiliyorsunuz. İşiniz bittiğinde, herhangi bir bisiklet otoparkına tekrar bırakıyorsunuz. İnsanlar resmi/takım elbise kravat bisikletle işe gidiyorlar. Yani Türkiye’de asla görülemeyecek bir kare… Utanılacak veya dalga geçilecek durumların farklılığını kayrayabildik mi?

Paris, Birleşmiş Milletler gibi bir şehir, her ülkeden binlerce insan var. Fakat nasıl dönercilik, Türkiyeliler ve Yunanlılara kaldıysa, hediyelik eşya sektörü de Uzakdoğulu ve Hintliler’in tekelinde. St. Michel, Louvre Müzesi, Notre Dame Katedrali gibi önemli turistik yerlerin çevresindeki tüm dükkânların neredeyse tamamı, bunların kontrolünde. Bu yüzden fiyatlar da çok ufak oynamalar dışında aynı. Bu dükkânlarda pazarlık yapmak da çok zor. Plaj çantası isteyen bir arkadaşımıza iki tane çanta alacaktık, 1 EURO bile indirim yapmadılar. Sokalarda, su veya hediyelik eşya satanların neredeyse tamamı Afrika göçmenlerinden oluşuyor. Bunlarda pazarlık şansı ise, her daim mevcut.

Paris’te önemli bir ziyaret yeri olan Seine Nehri’ni kesen birçok ünlü ve muhteşem köprü var. Nehir üzerinde toplam 37 köprü varmış. Bu köprülerden en ihtişamlısı, doğal olarak, Alexandre III Köprüsü olarak öne çıkıyor. Bu köprübaşlarındaki altın yaldızlı dört heykel, Fransa’nın dört farklı dönemini simgeliyormuş. Köprübaşlarında adları ve yapanların isimleri tek tek tabelalarla belirtilmiş. Köprülerin üzeri heykel ve farklı sanat eserleriyle doldurulmuş.

Yanda fotoğrafını verdim, köprüler kilitlerle baştanbaşa bezenmiş. Aşıklar, aşklarını ve kavuşmalarını simgelemek için bu köprülere kilit asıyorlarmış. Seine Nehri, tekne gezileriyle de ünlü ama bu gezilere katılmayı tavsiye etmem. Bence çok sıradan ve gereksiz bir uğraş olur. O görevi Japon turistlere bırakın... İlla ki Seine’i gezecekseniz, şarap ve peynirinizi alın, nehir kenarında dolaşıp kıyıda güzel bir mekânda yorgunluğunuzu atın.

Erkeklere kötü haber!... Şimdi yazacağım size belki inanılması zor gelecek ama Paris sokaklarını (merkez bölgeler) o kadar gezmemize rağmen, o sokakların hiçbirinde ne bir AVM’ye ne de TEKNOSA/BİMEKS tarzı bir tekno-markete rastladık. Sadece oldukça basit bir telefoncu gördüm, bu tarz hiçbir yer yoktu. Şarap evleri, minik mağazalar, kitapçılar, marketler vb. bolcaydı ama bu dediklerim yoktu. Arkadaşlarımız “bu tür AVM tarzı yerlerin şehrin dış kesimlerinde” olduğunu söyledi. Fransa’ya gidip de alışveriş merkezlerinde vaktini geçirmek de “bomba” yani, tam da 3. Dünyalılığa kapak… Bunun için özellikle GALARIES LAFAYETTE alışveriş merkezi Türkiye’de açlığını yeterince giderememiş tüketim ve teknoloji müptelâlarını bekliyor. Turla gelenler, bu alışveriş merkezine “ekstra”lar dahilinde götürülüyormuş. Turlarda buraya götürme ücreti 30 ile 50 EURO arasında değişiyormuş. Homo-Economicus hesap yapmaya başlasın bakalım...

Dahası bizde Şanzelize Bulvarı/Caddesi (Avenue des Champs-Élysées) denen lüks mekân da böyle bir yer. Etraf ünlü markalarla dolu, ister inanın ister inanmayın biz buranın 100 metresini gezdik, yani aslında hiç gezmedik, sıtkımız sıyrıldı... Paris’e mağaza dolaşmaya gelmediğimiz için, ilgilendiğimiz bir yer değildi. Keyfe kalmış bir gezinti ama ben tavsiye etmem.

Bir de Paris polisinden bahsetmeden geçemeyeceğim. Neredeyse yarım saatte bir, bir yerlerden gelen ve uzun uzun çalan polis sirenleri duyuyorsunuz. Hani insan bu şehirde yarım saatte bir, herhangi bir bankanın soyulduğunu falan sanıyor, polis neden siren çalıp, hızla geçip gider ki???... Yine bir gün, bir cadde üzerinde yürürken, merakımı nihayet giderdim. Sirenler çalarak, hızla bir polis otosu geldi ve birden önümde durdu, ben tam da "işte nihayet enselendik, metroya çıkış kapısından kaçak olarak neden girdiğini gel de anlat şimdi, serde Paris'te tutuklanmak da varmış" diye düşünüp "ajandamda Fransa'daki iktidar partisinden Paris milletvekillerinin herhangi birinin telefonu olup olmadığını" bulmaya çalışırken, daha önceden dikkat etmemişim ama caddede meğer park yapılamıyormuş ve bir otomobil bu caddeye park etmiş, polisler de onun ihbarını almışlar. Sonradan dikkatle baktım ki, koca caddede bunun dışında bir tane park eden araç yoktu (Türkiye’deki park durumlarını düşünebiliyor musunuz?). Polisler elleri silahlarında araçlarından indiler, Almanya plakalı (D) araca yaklaştılar. Aracın şoförü yoktu ama kapısı açıktı (güvene bak!). Bir polis açık olan kapıdan araca girdi ve evrakları buldu. Araç bilgilerini telsizle polis merkezine bildirdi. Yani Fransız Polisi, park eden araçları uyarmak/kontrol etmek için bile sirenle gidiyormuş, bunu da (biraz heyecanla) öğrendik.

Paris’te biz taksiye binmedik ama taksilerin çok pahalı olduğu söyleniyor. Büyük de bir bahşiş bırakmanız gerekiyormuş. Bu bahşiş işi de bir başka mevzu. Arkadaşlarımız bize, “yüklü bir bahşiş bırakmazsanız, hiç bırakmayın, ayıp sayıyorlar” diye uyardılar. “Yüklü bahşiş” nedir bilmiyorum ama biz yine de bazen 2-3 EURO gibi para üstlerini almadık.

Tur dışında ve belli bir zaman diliminde, kendiniz Paris seyahati yapıyorsanız eğer, PARIS PASS diye bir bilinen bir indirim kartı var. Müzeler ile müze içerisindeki restoran ve cafe’lerde indirim sağlıyormuş. Bu kartı da tavsiye etmem, birkaç EURO’luk indirim için oldukça yüksek fiyatlara sahip bir kart bu. Bir ay kalmayacaksanız, çünkü ancak bir ayda biter ortalama bir Paris gezisi, bence hiç gerek yok.

Notlarımdaki bir başka küçük anektod da bir içkiye ait. Sacre Coure Bazilikası’nı ziyaret ettiğimiz gün, dostlarımızla bir yerde oturup, bir şeyler içmeyi plânlamışken, bize çok yakın düşen ve AMELIE filminin çekildiği cafe’ye gitmeye karar verdik. Bu cafe, erotik dükkânların bulunduğu Clichy Caddesi üzerinde ve ünlü Moulin Rouge Kabare’nin hemen arkasına düşüyor. Filmi izlemiş olanlar için söyleyelim, cafe aynen duruyor. Ayrıca filmde kullanılan bazı materyalleri cam bir bölmede sergiliyorlar. Buraya giderseniz, “kir” adıyla bir içki var, kesinlikle bunu tavsiye ederim. Kir, şarap ile şampanya arasında seyreden bir içki, miktarı küçük ama tadı harika.
 
Paris'in bir de, günümüzde artık unutturulmak istenen, "komün" deneyimi var. Tıpkı bu şehir insanlarının yaptığı devrim ile bütün Dünya'nın kaderini değiştirdiğinin unutturulmaya çalışıldığı gibi... Paris Komünü, sosyalist hükümetin iktidara gelmesiyle 1871'de yaşanmış iki aylık bir deneyim olsa da günümüze kadar gelen etkisi, "iki ay"ı da aşan boyutlarda. Paris'in bu yüzünün yer aldığı, bilhassa "Bastille" taraflarını, dolaşmaya vaktimiz olmadı ve benim içimde de bu, bir uhde olarak kaldı. "Paris Komünü" dediğimizde Marx'ın Komün sonrasında "esnaf"ı değerlendirdiği satırları, GEZİ PARKI ve sonrasındaki esnaf tavırlarını anlamak için de yararlı olabilir: "Tarih hiçbir zaman bu kadar lümpen bir ahmaklar grubuna toplu olarak şahit olmamıştır. Parisli esnaf, komünü savunmak için caddelerinde barikat kuran komünistlere saldırmış, caddenin yeniden normalleşmesine, barikatın açılmasına, komünün yıkılmasına yardımcı olmuşlardı. Bunu günlük karları için yapmışlardı. Ancak unuttukları bir şey vardı ki barikat yıkılınca caddeye girenler onların müşterileri değil alacaklılarıydı ve burjuvalar çoğunu ağır senetlere zorladılar, bir kısmının da kapısına mühür vurdular. Küçük burjuvazinin müşterisi, bizzat o barikatı kuranlardı. Bunu acı bir deneyimle öğrendiler."

Bütün bunların ötesinde, kanımca yurtdışında olmanın en güzel yanı, kafanızı rahatça dinleyebilmeniz. Türkiye'nin neresine giderseniz gidin, orada yaptığınız tatilde kafanızı asla dinleyemiyorsunuz ve şöyle ağız tadıyla dinlenemiyorsunuz. Tabi ki bu benim kişisel deneyimim, herkesi ilgilendirmeyebilir. Bu yüzden, bence Türkiye'de yapılan tatillerde, memleket sorunları, bir biçimde ve nerede olursa olsun sizi gelip buluyor. Oysa yurtdışında böyle bir sıkıntı yok. Uzakta olduğunuz ve geziye odaklandığınız için, memleketin hiçbir sorunu, bir dakika bile aklınıza gelmiyor. Bundan harika bir tatil düşünemiyorum. Ben bunları hissettim, başkalarını bilemeyeceğim.

Son satırlarını yazdığım bu kişisel metin, Microsoft Word’de tamı tamına 28 sayfa tuttu. Gezemediğimiz bir sürü yerin daha olduğunu düşündüğümüzde, bu metin, bir "Paris Gezi Rehberi" için oldukça fazla görülebilir. Bu uzunluğun bir nedeni de, formasyonu konuşturup, biraz da farklı birşeyler yazma isteğimden kaynaklandı.

Sabırla okuyanlara teşekkürler, yararlı olabildiysem ne alâ… Herkese keyifli, eğlenceli, gönüllerindeki gibi bir tatil geçirmeleri dileklerimle…

30 yorum:

  1. Önce 8-10 sayfa sandım okudum, okudum. Bitmedi. Genelde yazının uzunluğuna göre daha geniş bir vakitte okumaya ayırırdım. Lakin Paris ve Yavuz hoca oldu mu uzunluğuna bakmadım.
    :) 1 saat olmuş herhalde okuduğum an ile şu an yazdığım zaman.
    Güzeldi, elinize,yüreğinize, kaleminize sağlık. Fotoğraflarda bile görüldüğü üzre (canlısı daha ne kadar güzel hayal bile edemedim) Türkiye'de en lüks en modern bir kentin bile değişinizle "sömürü cennetin"de yaşadığımı biraz daha anladım Paris notlarını okurken.
    -Kaldığınız otelin yakınında kapalı bir dükkânın önüne, çantasını yastık yaparak uzanmış 50’li yaşlardaki adam, hani altı gün boyunca oradan hiç ayrılmadan ve sürekli yatarak orada kalan doğrusu merak ettim. Öldü mü? Ölmek mi istiyordu dediğiniz gibi. Bil(e)mem belki fotoğrafını çekmişsiniz, onu da merak ettim. Sonra, Fransızları daha sıcak insanlar olarak ve tırnak içinde daha "saygılı" -en azından kuyrukta bir fotoğraf çekip ayrıldığınızda :) umarım kuyruk çok değildi o gün sıraya girmeninizden Türkiye'de böyle bir şeyin na-mümkün olduğunu bir daha okudum, gördüm. Aşk, bağlılık, ve duygu kilitleri çok güzeldi. Gelişigüzel kilitlenmiş ama onda bile bir sıra bir özen gözüktüğü aşikar.
    -Ömrü hayatında her çocuğun, o okullarda (başlarında öğretmenleri olmaksızın hevesle piyano çalan) çocuklar olması dileği ve ve hâyali yeşerdi içimde. Tıpkı İttihat ve Terakki cemiyetinin sloganı olan "Liberté, égalité, fraternité" [Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik]sloganın bazı ülkelerde ne kadar sözde ve özde kaldığı duygusu gibi.

    Bazı fotoğraflarınızı aldım, paylaştım.
    -Daha nice güzel seyahatlere.

    YanıtlaSil
  2. Merhaba,
    iki hafta sonra Paris'e gideceğim. araştırma yaparken yazınıza rastladım ve şöyle bir göz gezdirdim. "Tamam" dedim "bu benim aradığım cinsten bir Paris yazısı." word dosyası yapıp sayfa sayısını font filan düzenleyip yirmi sayfalık çıktımı aldım işyerinde. geriye güzelce okuyup sindirmek kaldı. Paris dönüşü de izlenimleri aktarıp katkı yapmak isterim . şimdiden çok teşekkürler.

    YanıtlaSil
  3. Yararlı olabildiysem ne mutlu... Paylaşımlar bildiklerimizi çoğaltacaktır. Katkılarınızı bekliyorum... Şimdiden iyi tatiller, gönlünüze göre bir Paris gezisi olması dileklerimle...

    YanıtlaSil
  4. c
    Cok guzel ve faydali bilgiler var. Sonuna kadar okudum . Nisanda gidecegim Paris gezisinde faydasini gorecegime simdiden inaniyorum. TESEKKURLER EMEGINIZE...

    YanıtlaSil
  5. Merhaba oldukca basarili ve aciklayaci bir yazi olmus elinize saglik. Bizde nisan ayi icin bir seyahat planliyoruz. daha once tur ile gitmistik. bu sefer bagimsiz gitmeyi dusunuyoruz. sizden farkli olarak once ucak bileti isini hallettik. sira kalacak yeri ayarlamada. sizden kaldiginiz 5. bolgedeki otel hakkinda tavsiyelerinizi almak isterim. adi, metroya yakinligi ucreti vb simdiden tesekkurler.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Kaldığımız otelin linki şu: http://www.booking.com/hotel/fr/des-arenes.tr.html OTEL DES ARENES... Temiz ve düzenli, banyo kullanışlı ve her gün temizleniyor, çarşafları temiz, kliması var, fakat bence çocuklu aileler için uygun değil, odalar buna uygun büyüklükte değil veya daha büyük odaları varsa da ben bilmiyorum. Metroya, pazara, markete 100 m yakınlıkta, yürüme mesafesinde pek çok görülecek yer var... Mümkünse, yola bakan odalardan rezervasyon yapın, daha ferah bu odalar... 3 Yıldızlı bir otel ama bu sizi yanıltmasın, 4 yıldızlı otellerin çoğu zaten 3 yıldızlı ayarındadır. En büyük avantajı Türkiye'den göçen ve 25 yıldır orada yaşayan biri resepsiyonda çalışıyormuş, biz de orada tanıştık, bize çok yardımı dokundu. Aynı cadde üzerinde pek çok otel var, fiyat açısından diğerleri de değerlendirilebilir.... Bence bu cadde civarından şaşmayın... İyi tatiller!...

      Sil
  6. Bu yaz Paris'e gidecek bir turist olarak yazınızı bir solukta okudum. Uzun bir yazı olduğunu ancak sayfa başına dönmeye çalışırken fark ettim. Benim için çok faydalı bilgiler vermişsiniz. Ayrıca yorumlarınızı da beğendim, tarzınız ve dünya görüşünüz benimkine benziyor. Verdiğiniz bilgiler için teşekkürler.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Ben de teşekkür ederim Canan Hanım, yararlı olabildiysem ne mutlu bana... İnsanın dünya görüşülerinin yakın olduğu kişilere rastlaması, yalnız olmadığımız anlamına geliyor. Bu da bizlere, pek çok kereler unuttuğmuz güzel bir duyguyu anımsatıyor. Şimdiden gönlünüzce bir tatil geçirmenizi dilerim, Paris'e selâmlarımızı götürün...

      Sil
  7. Mayıs ayında Parise gitmden önce araştırma yaparken yazınıza rastladım. Ellerinize yüreğinize sağlık, gitmiş kadar oldum :) Ben özellikle metro kartları ile ilgili bilgi almak istiyorum. 7 gün kalacağımız için 1 haftalık biletlerden almak istiyorum, öncelikle bunu tavsiye eder misiniz ekonomik olması açısından? Bir de bu kartlar için fotoğraf gerektiğini okumuştum başka bir yazıda doğru mudur acaba?? İkinci bir sorum da Disneyland girişi için,n ödenen 71 Euro ücrete neler dahil? Ya da bu sadece içeriye giriş ücreti mi yani içeride de yemek haricinde oyunlara gösterilere extra ödeniyor mu?? Teşekkürler..

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Merhaba, öncelikle teşekkür ederim. Metro kartlarıyla ilgili net bir bilgim yok. Kaldığımız sürece (6 gün) tek tek bilet alarak metroyu kullandık. Sadece 1 gün (orada 2 aylığına ev tutan arkadaşlarımızla buluştuğumuzda) metroda onların kartlarını kullandık. Hani şöyle diyeyim, memurun önünde arkadaşım turnikeden geçti,sonra kartını bana verdi ben de onun toplu ulaşım kartıyla turnikeden geçtim :)) Bizim memleket için çok tuhaf olmakla birlikte, ki önce çok tedirgin olmuştum, arkadaşım "buna ses çıkarmadıklarını" söylediği için denedim. Neticede kimse bir şey demedi. Hatta hatta memurun önünde kartsız, parasız, turnikelerden zıplayıp geçenleri çok gördük, kimse karışmıyordu. Ama bir turist olarak, durumu riske etmemek de lazım... Arkadaşımın kartı fotoğraflı mıydı, yoksa değil miydi, o stress ile anımsamıyorum bile.. Sanırım tur acentaları dışında seyahat edeceksiniz, bence "sık metroyu kullanacağım" diyorsanız, 1 haftalık toplu ulaşım kartı alınabilir. Ama bizim gibi günde sadece 2 defa kullanacaksanız (1 gidiş - 1 dönüş) sanırım gerek yok. Zaten metro kapısından çıkmadıktan sonra her yöne gidebilirsiniz. O gün gezeceğiniz yerleri yakınlıklarına göre bölgelere ayırın, otelden o bölgeye tek metroyla gidin, emin olun o bölgede yürüme mesafesinde bir sürü görülecek yer oluyor. Akşama kadar vakit nasıl geçiyor, insan anlamıyor bile, geriye de tek biletle otele dönüş kalıyor... Fakat bu dediklerim, bizim plânlamamıza göreydi, sizinkine göre kararı siz vereceksiniz....
      Diğer sorunuza gelirsek, DISNEYLAND ücretine, giriş, ride ve oyuncaklara binme, gösterileri izleme, park içerisindeki ulaşım araçlarıyla seyehat ve park içi turlar dahil. Takdir edersiniz ki, yiyecek ve hediyelik eşya, kişisel harcamaya tabi... Plânlamayı iyi yaparsanız maksimum yararlanırsınız ama benden söylemesi, asla 1 günde bitecek bir yer değil. Hele çocuk da varsa, o koş koş içinde işiniz zor. Bence gitmeden Park'ın haritasını bir yerden bulun, plân yapın ve sadece ilginizi çeken aktivitelere yönelin. Aktiviteler, oyuncaklar ve gösteriler randevulu olduğu için Park'ı gezerken aklınızı çelen o kadar şey olunca, doğal olarak randevuları kaçırıyorsunuz. Tekrar almaya kalkınca da, yaklaşık 2 saat sonraya randevu veriyor. Aktivitelerin yerlerine göre çok iyi plânlama yapmak lazım... Yine de şunu söyleyeyim. Biz de iyi bir plânlama yaptığımızı zannediyorduk ama o kadar kalabalık ve o kadar fotoğraf çekilecek, görülecek yer vardı ki, aklımızdaki verimi alamadık. Şimdiden iyi tatiller, gönlünüzce bir gezi olması dileğiyle...

      Sil
  8. Çok detaylı ve çok yararlı bir post olmuş.Tebriği kesinlikle hak ediyor. Paris seyahatime dair notlarıma ben de başladım. Paris'te bulunmak çok büyük keyifti benim için.. http://www.mornings-evenings.com/place-de-la-concorde/

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Teşekkür ederim. Evet gerçekten de Paris'in farklı bir büyüsü var, insan tekrar tekrar gitmek istiyor. Ben de sayfanıza baktım, özellikle fotoğrafları çok beğendim. Tebrikler...

      Sil
  9. Merhaba . Yazınızı keyifle okudum gerçekten çok güzel bir yazı olmuş. Bende sizin yazınızdan esinlenerek birçok aktiviteyi yapacağım. Yalnız metro hattı ile ilgili bir sorum olacak. Ben Charles de Gaulle Havalimanından 2. Bölgedeki bir otelde konaklamak üzere "GALARIES LAFAYETTE" durağında ineceğim. Ama nereden aktarma yapacağımı, binmiş olduğum "B" kodlu mavi RER hattının duraklarının nerede olduğunu anlayamadım. Bu konuda yardımcı olabilirmisiniz ? Teşekkür ederim.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Ali Bey, Merhaba... Öncelikle, 2. Bölge'de "GALARIES LAFAYETTE" adıyla bir metro durağını ben göremedim. Eğer kastetmeye çalıştığınız "CHAUSSEE D'ANTIN LA FAYETTE" durağı ise (ki yukarıda verdiğim METRO HARİTASI'nda bu durak mevcut) onu tarif edebilirim. Charles de Gaulle Havalimanı'ndan RER Hattı'na yani "mavi" hatta bineceksiniz. "CHATELET" adıyla anılan merkezi metro durağına kadar gelin. Buradan "kırmızı" renkte olan ve "AUBER" istasyonuna doğru giden hatta aktarma yapın ve bence burada inin ve "CHAUSSEE D'ANTIN LA FAYETTE" yönüne doğru yürüyün. 1 durak için tekrar aktarma yapmayın. Zaten mesafe 5 dakika falan olacak.
      Diğer bir ihtimal de "mavi" hatlı RER'e bindikten sonra METRO HARİTASI'nda da yer alan "GARE DU NORD" istasyonunda inin buradan E kodlu "eflatun" renkli hatta aktarma yapın, "HAUSSMAN ST LAZERE" durağında inip kısa mesafeyi yürüyün.
      Bunları yaparken, aktarmalarda asla metrodan çıkmayın, bir de gideceğiniz yönün aksi istikametindeki ters yöne binmeyin. Umarım yardımcı olabilmişimdir. Gönlünüzce bir tatil dileğiyle...

      Sil
  10. İlginiz için çok teşekkür ederim. "GALARIES LAFAYETTE" durağı diye hangi kafayla dedim gerçekten şu an şaşkınım. Orası alışveriş merkeziydi sanırım :) Benim gitmek istediğim durak "GRANDS BOULEVARDS" idi. Ama sanırım dediğinizi anladım. Aklıma takılan yer mavi RER hattının durağının nerelerde olduğunu anlayamam dı.Sanırım şu şekilde de yapabilirim; Mavi RER hattına binip "CHATELET" durağında ineceğim, oradan 4 nolu Mor renkteki Metro hattına bineceğim. Oradan "STRASBOURG SAİNT-DENİS" durağında inip 9 nolu Koyu sarı Metro hattına binip iki durak sonra "GRANDS BOULEVARDS" durağında inebilirim.

    Bu metro ağını kavrama açısından aklıma takılan ufak bir soru daha var bunuda yanıtlayabilirseniz çok memnun olurum.Mesela hatlar üzerinde beyaz işaretler aktarma yapılan bölgeleri gösteriyor bunu biliyorum. Ama Mavi RER hattına bindikten sonra "GARE DU NORD" durağında inersek 4 nolu mor renkteki metro hattına aktarma yapabilir miyiz ?

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Evet, GALARIES LAFAYETTE tur organizasyonlarının da kapsama alanına giren ünlü bir alışveriş merkezi...
      Yazdıklarınızdan Metro Haritası'nı çözdüğünüz görülüyor. Planlama tamamıyla doğru. Lakin bir sıkıntı var, sizin planınıza göre giderseniz çok fazla zaman kaybınız olacak. Son paragraftaki sorunuza karşılık olarak şunu söyleyebilirim. Evet... Ve bence de şöyle yapmalısınız:
      Hava limanından RER hattına binin, "Grand Du Nord" isimli büyük akratma istasyonunda inin, oradan 4 numaralı "mor" hatta binin ve "Strasbourg St. Dennis" istasyonunda inin ve oradan 9 numaralı "yeşil" hatta binip 2. durakta yani "GRANDS BOULEVARDS" de inin.
      Çünkü küçük istasyonlarda aktarma yapmak daha kolay. "CHATELET" çok çok büyük bir istasyon, oraya gidip tekrar geri dönmek gibi olacak yaptığınız ve yürüyen merdiven olmayan bir metroda (elde bavullar) en az 15-20 dakika dolaşırsınız. Sonuçta her şekilde 3 aktarma yapacaksınız, "aynı yolu bir daha gitmemek gerekli" diye düşünüyorum.

      Sil
  11. Tekrar teşekkür ederim. Bu arada Paris ulaşımı için bir uygulama varmış "RAPT" adı altında bu uygulama sayesinde gitmek istediğiniz yeri ve bulunduğunuz yeri yazarak program size otomatik olarak nerelerde aktarma yapabilceğinizi kaç dakika süreceğini yazıyor. Buda gayet kullanışlı bir uygulama Metro bulmacısını daha kolay çözmek adına yardımcı olabilir.

    İnternet bağlantısını nasıl kuracağımız hakkında bilginiz var mı acaba ? Mesela 4-5 günlük sim kartı alıp 3g ile internet bağlantısı kurabiliyormuyuz ?

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Dediğiniz program gerçekten iyiymiş.
      Türkiye üzerinden internet almak çok pahalı olduğu için biz tercih etmedik. (Mesela, AVEA’da 10 MB –yanlış yazmadım evet MB- internet 55 TL'ydi) Otelin ve gittiğimiz mekânların wireless ağını kullandık. Yani sim kartla ilgili bir bilgim yok.

      Sil
  12. Yavuz bey tekrar merhaba,
    Disneylandla ilgili birşey sormak istiyorum. Bizim disneylandda 1 günlük programımız olacak. Gider gitmez öncelikli olarak Fastpass ile indiana jones ridea katılmayı düşünüyoruz. Fakat bir de Twilight zone towera da gitmek istiyoruz ama biri disney parkta yer alırken digeri walt disney studiosta. Bu aradaki yol çok uzak diye tahmin ediyorum. Ulaşımı ne şekilde sağlıyoruz ve sizce zaman yeterli gelir mi??

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Burcu hanım, Merhaba,
      Öncelikle, bizim gittiğimiz tarihlerde "Indiana Jones ride" tadilat nedeniyle kapalıydı. Bu durum o gün bizi hayal kırıklığına uğratmadı desem yalan olur... Hâlâ içimde bir uhdedir :(
      Evet, DISNEY PARK oldukça geniş ve her adımında dikkati çeken (yoksa dağıtan mı demeliyim) bir etkinlik/mekân/Ride var. Gitmeden PARK Haritası ele alınıp, plânlama yapılmalı, bazı etkinlikler için yüreğe taş basılmalı ve kesinlikle nokta atışı yapılmalı... Zaten PARK'ın tümü için en az 3 gün lazım. O da zaman ve maddi külfet gerektiriyor.
      Anladığım kadarıyla, PARK'a gidince doğrudan "Indiana Jones Ride"dan FastPass alacaksınız. Fakat o RIDE, Park'ın bir ucunda olduğu için "oraya giderken epeyce yerde bakınma, fotoğraf çekme ile zaman gecer" diye düşünüyorum. Kafayı öne eğip, gitmek de asla mümkün değil...
      Kanımca, yapılacak en akıllıca iş, en çok istenen etkinliklere FastPass alıp, onların zevki çıkarıldıktan sonra alışveriş, yeme-içme ve fotoğraf çekimine geçmektir. Yine de bunun da (PARK'ın büyüsü nedeniyle) çok zor olduğunu kesinlikle söylemeliyim. Hiç ummadığınız bir yere takılıyorsunuz ve zaman akıp gidiyor.
      Sorunuza gelirsek, Park içinde bir tren var. Yorulunca bir yerden diğer tarafa götürüyor ve tüm PARK'ı çevresel anlamda dolaşıyor ama onun da "sıra beklemek" gibi bir sıkıntısı var. Çünkü tren gelince sayıyla yolcu alıyorlar. Biz bu tercihi çok yorulduğumuzda kullandık. Ayrıca trenle yürüyerek gezemeyeceğiniz yerleri ve değişik, fantastik düzenlemeleri falan da görüyorsunuz.
      Yine de ben olsam, hangisi ilgi konusunda ağır basıyorsa ona yönelirdim. Bu yüzden (yine benim tercihimdir) PARK'a girişteki Walt Disney Studios'u şimdilik pass geçer, doğrudan INDIANA'ya giderdim. Zaten en gözde RIDE'ler için FastPass alınca randevu zamanınızı bekliyorsunuz. Hemen içeriye almıyorlar. Randevu aralığınızı yakın zamana verirse bilgisayar ne alâ, yok eğer 2-3 saat gibi uzun bir zaman sonraya atarsa işte bu kötü... O 2-3 saat zarfında diğer RIDE'lardan alacağınız FastPass'ler ile çakışma oluyor ve PARK çok büyük olduğu ve ışınlanma gibi bir hizmetin de bulunmaması sebebiyle, aklınızdan geçen RIDE'ların ancak yarısına binebiliyorsunuz. İşte Park'ın esprisi de buradan kaynaklanıyor. Hatta bu randevu veren sistemin sizin giriş biletinizi tanıdığı ve uzak vakitlere randevu verdiği bile düşünülebilir.
      Mesela şöyle oluyor. STAR WARS için sabah 10:00'da gelip 11:25'e randevu aldınız. O arada "vakit var" diye sonra INDIANA için de randevu almaya gittiniz. En iyi ihtimalle 10:45'te oraya ulaştığınızı varsayarsak, INDIANA için de (yoğunluğa göre değişmek üzere) 12:15'e randevu aldığınız düşünelim. Tekrar STAR WARS'a dönmek, etkinliğe katılmak ve tekrar INDIANA için geri dönmek insanı çok yoruyor, asla biri bir diğerini tutmuyor. Randevular kaçınca tekrar randevu almak da başak bir külfet... Çünkü aynı kader sizi yine orada bekliyor. Ve böyle böyle devam edip gidiyor.
      Bu arada, iki tavsiye daha.. Turla gidiyorsanız da bireysel gidiyorsanız da eş/sevgili/çocuk dışında kimseyi beklemeyin, bunlar boşa zaman kaybettirecektir. PARK aşırı kalabalık oluyor, 1-2, hatta 3 aile falan gidiyorsanız, boşverin darılan darılsın, o kadar insanı (bırakın memnun etmeyi) toparlamak bile orada asla mümkün değil. Bir de giderken metro biletinizi gidiş-dönüş alın, dönüşte çok sıra oluyor...
      Umarım, yardımcı olabilmişimdir... Şimdiden keyifli tatiller...

      Sil
  13. Gerçekten çok faydalı bir yazı ellerinize emeğinize sağlık.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Teşekkür ederim Burcu Hanım, yararlı olabildiysem mutluluk duyarım...

      Sil
  14. Çok güzel bir yazı gerçekten Paris'e gitmeden önce çok faydası oldu, elinize sağlık.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Teşekkür ederim. Gönlünüzce bir tatil geçirmeniz dileklerimle...

      Sil
  15. 15 gün sonra Paris'e gideceğiz.Aslında 11 yıl önce gitmiştik ama ilk yurt dışı deneyimimiz olduğu için bir sürü ekstra tura katılıp Paris'i sindiremeden döndüğümüzü şimdi fark ediyorum.Yazınızdan işimize yarayacağına emin olduğum çok önemli notlar aldım. Teşekkür ederim.Sayenizde daha renkli bir gezi yapacağımızı düşünüyorum.

    YanıtlaSil
  16. Bu önemli konu adanmış bir makale görmek güzel . Paylaştığın için teşekkür ederim.
    Viyana Grup Turu Acentaları

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Yararlı olabildimsem ne mutlu, sevgi ve selamlar...

      Sil
  17. Valla sonuna kadar okudum bence çok faydalı bir yazı olmuş. Paris'e bir seyahat düşünüyoruz, tarih yaklaşınca yine gözden geçireceğim bir rehber oldu benim için.
    O sebeple çok çok teşekkürler.
    Sevgiler

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Rica eder, nezaket gösterip yazdığınız için de ayrıca teşekkür ederim. Gönlünüzce bir tatil olması dileklerimle. Sevgi ve selamlar...

      Sil
  18. Bu yorum bir blog yöneticisi tarafından silindi.

    YanıtlaSil