Paris Gezi Rehberi ile "eleştirel gezi yazarlığı"na attığım adımın ikinci çıktısını da okuyacak olanların beğenisine sunuyorum. Geçen yılki ilk yazım bugün (24 Ağustos 2014) itibarıyla ve bir yıl içerisinde 11 bin'e yakın okuma oranına ulaştı, ki bu tanınmamış bir blog ve yazarı için fena bir rakam değil... Bakalım bu yazıyla da, aynı zirveyi yakalayabilecek miyim?
Bununla birlikte bu metin, öncelikle, İspanya’yı gezmek için gidecek kişilere yardımcı olmak amacıyla yazılmıştır. Buradaki tüm tespitler, kişisel gözlem ve deneyimlerimden oluşmaktadır. Dolayısıyla, subjektiflik içerebilir. Fakat her farklı gözlem ile her farklı deneyimin de (gözlenen üzerine bilgisi olmak ve bakmasını bilmek kaydıyla) kendi açısından bir “doğruluk payı”nı içerisinde taşıdığı da akla getirilmelidir.
Bununla birlikte bu metin, öncelikle, İspanya’yı gezmek için gidecek kişilere yardımcı olmak amacıyla yazılmıştır. Buradaki tüm tespitler, kişisel gözlem ve deneyimlerimden oluşmaktadır. Dolayısıyla, subjektiflik içerebilir. Fakat her farklı gözlem ile her farklı deneyimin de (gözlenen üzerine bilgisi olmak ve bakmasını bilmek kaydıyla) kendi açısından bir “doğruluk payı”nı içerisinde taşıdığı da akla getirilmelidir.
Diğer
taraftan, İspanya ile ilgili tespitlerim bu metin içerisinde yer alsa da, İspanya’da
çektiğim görsel materyale bloğumun FOTOĞRAFLAR sayfasından (fotoğrafların üzerlerine tıklayıp, hem büyütebilir hem de ilerleyebilirsiniz) ulaşılabilir. Bir
not daha, metin içerisinde, “renk değiştiren” kelimeler, sizi, konuyla ilgili
LİNK’lere yönlendirmek amacını taşımaktadır.
Dahası,
bu metin esasen iki bölümden oluşuyor. Birinci bölümde, Madrid, Toledo, Córdoba,
Granada, Malaga ve Almaden’de gezip gördüğümüz yerlerin anlatımlarını, turist
beklentilerine yanıt verecek biçimde ve kendi üslubumca şekillendirerek
yazdığım, gezimizin geniş ayrıntılarını bulabilirsiniz. İkinci ve son bölümde
ise, bu gezide görüp incelikle not aldığım bir takım turistik ve sosyolojik yaklaşımlardan
izler bulacaksınız. Zaten bu bölümü, kendi alanımda özgürce kalem oynattığım
bir kısım olarak da diğer bölümden ayrı tuttum. Ve laf aramızda bana göre, başka yerde karşılaşamayacağınız,
rastlamanızın mümkün olmadığı gözlem ve tespitleri içermesi sebebiyle bu bölüm, bu yazının en değerli kısmını oluşturuyor. Metin, farklı farklı ayrıntılara
girdiği için sizlere biraz uzun gelebilir, hatta epeyce zamanınızı da alabilir.
Okumazsanız, kaybedeceğiniz hayatî bir şey yok ama tamamını dikkatlice
okursanız, gezmeden önce epeyce şey öğreneceğinizi, gitmeden de bir kültürü az buçuk tanıyabileceğinizi iddia edebilirim.
BÖLÜM
I: ORTA (CASTILLA BÖLÜMÜ) ve GÜNEY (ENDÜLÜS BÖLGESİ) İSPANYA
Bu
açıklamalardan sonra başlamak gerekirse, bizim İspanya seyahatimizin asıl amacı
Erasmus Projesi çerçevesinde "akademik bir ziyaret" yapmaktı. Biz bunun yanına kültürel
ve turistik bir geziyi de ilâve ettik. Bazı masrafları kendi cebimizden olmasına
rağmen bu gün geriye dönüp baktığımda “iyi de yapmışız” diyorum. Proje
kapsamında 7 kişilik bir grupla gittiğimiz için ilk yapacağımız işler, gidiş ve
dönüş günlerimizi ayarlayıp, uçak biletlerimizi almak; transferler için araç
seçmek (bu süreç bizi resmen tüketti); nereleri ve hangi günler gezeceğimizi
plânlamak; nerede ve hangi günler kalacağımızı ayarlamak ve nihayetinde dönüş rotamızı
çizmek oldu.
Tabi
ki öncelikle uçak biletlerimizi aldık, sonra da kalacağımız yerleri
belirlememiz gerekiyordu. Böylece, geçen yılın verdiği deneyimle booking.com
adlı site, kalacak yer ayarlamak söz konusu olduğunda yine “en güvenilir” tercih
olarak ortaya çıktı. Öncelikle internetten bir İspanya haritası indirdik
ve en pratik, bizim için (gezmeyi düşündüğümüz yerler açısından) en işlevsel yolları,
şehirlerde görmek istediğimiz yerleri ve bu yerlere uygun bölgelerdeki oda
fiyatlarına bakmaya başladık. Grup 7 kişiden oluşunca otel seçeneği, doğal
olarak bütçe ve beklenti farklılıklarını, hatta ayrışmalarını da beraberinde
getirdi. Böylece beraber gittiğimiz arkadaş grubuyla, gezdiğimiz şehirlerde bazen
“farklı otellerde kalma” gerçekliği de kendiliğinden ortaya çıktı.
Fakat
burada eşimle benim tercihimizin her zaman “merkezdeki oteller” olduğunu
belirtmekte özellikle fayda görüyorum. Çünkü, merkezdeki otellere gece başına 20-30
EURO fazla veriyorsunuz, bu bir gerçek, lâkin, istediğiniz saatte otele geri
dönüyorsunuz; “son metro kaçta, acaba kaçırır mıyım?” derdiniz asla olmuyor;
gün içinde aldıklarınızı otele geri dönüp bırakabiliyor, duş alabiliyor, kıyafet
değiştirebiliyorsunuz; şehir merkezlerindeki 24 saat açık market ve
restoranlardan dilediğiniz saatte yararlanabiliyorsunuz; meselâ sabah çevreden
merkeze gelmek için vaktinizi harcamıyorsunuz; hatta geceleri keyifli bir
ortamdan “dönmek zorundayım/dönmeliyiz” diyerek ayrılmak zorunda da kalmıyorsunuz vs. vs.
Diğer
yandan, uçak biletlerimizi alındıktan sonra, belirlediğimiz yerleri gezerken
transfer için büyük bir araç kiralamamız gerekti. Bu iş bizim için çok zorlu
bir süreç oldu. 7 kişilik sayımıza uygun araç firmaların listesinde olmasına ve
biz bu aracı kiralamak istememize rağmen, firmalar bize “istediğimiz araç o gün
doluysa muadilini/benzerini verme” şartı koştukları için ve muhtemelen verecekleri
araç eşyalarımızı (yedi kişinin eşyalarını düşünün) almayacağından dolayı, iki
ayrı araç kiraladık ve turumuza iki farklı araçla devam etmek zorunda kaldık.
Bu arada İspanya’da araç kiralarının Türkiye’den çok daha ucuz olduğunu
söylemek zorundayım. Bizim gibi kiraladığınız aracı biraz incelikli seçerseniz,
“bilinen bir firma olsun” (biz AVIS’i tercih ettik) derseniz, full kasko (cam
ve lastik dahil) yaptırırsanız, “illâ ki 2. şoför” de olsun isterseniz, 6
günlük kira bedeli 750 TL civarı (Euro 2,90) oluyor. Üstelik bize verilen araç henüz 1
aylık, 8 bin km’de, otomatik vites ve dizel Seat Toledo’du. Yok “ben her türlü
riski alırım”, “başıma bir şey gelmez, kasko full olmasa da olur”, “firma ve
araç modeli de önemli değil”, “2. şoför olmayacak zaten” derseniz, 6 günlük
fiyat neredeyse yarıya, 400 TL civarına iniyor. Yani birkaç şehir gezecekseniz, size rahatlıkla “tren garlarında helak
olmayın, kesinlikle araç kiralayın” tavsiyesinde bulunabilirim. Yollar ise
mükemmel, hiç zorluk çekmezsiniz. Aşağıda, metnin ikinci bölümünde, bu konuyla
ilgili ayrıntılı bir paragraf da yazacağım.
Bununla
birlikte, bizim İspanya gezimiz 17 Mayıs - 25 Mayıs tarihleri arasında olduğu
için, öncelikle hava sıcaklığından bahsetmek gerekebilir. Öyle ki, gezdiğimiz
tüm yerlerde hava harikaydı. Gece ile gündüz arasında sıcaklık farkı çok fazla
değildi, nem azdı ama Güney’e indikçe doğal olarak arttı. Bazı yerlerde aralı
yağmur geçişleri olsa da bu gezimizi engelleyecek kadar uzun sürmedi. Hele ki
sıcak, hiç değildi. Zaten giderken aldığımız bilgilere göre de İspanya’yı
gezmek için en uygun zamanlar olduğunu öğrenmiştik. Meselâ yazın Güney kesimi
çok sıcak oluyormuş. Eğer bizim gittiğimiz bu tarihlerde Orta ve Güney İspanya’ya
gezi yapacaksanız, olağanüstü bir hava durumu olmadığı taktirde, tişört,
gömlek, şort, ince yazlık bir ceket veya hırka sizin için yeterli olacaktır.
Öte
yandan, biz bilet fiyatları daha uygun olduğu için PEGASUS Havayollarını tercih
ettik. Aynı hatta THY biletleri kişi başına 700 TL daha pahalıydı, üstelik
THY’nin saatleri, iç hat aktarmalarız için, hiç de uygun değildi. Yeri gelmişken bilhassa belirtmeliyim
ki, Madrid’te tek
havaalanı var. Barajas Uluslararası Havaalanı, Madrid’in Kuzey kesimine doğru
düşüyor ve merkezdeki “Puerta del Sol” Meydanı’na 13 km uzaklıktaymış.
MADRİD
İstanbul’dan Madrid, Avrupa’nın taa bir ucu, meridyen bakımından Londra’dan bile daha
uzakta, zaten buradan sonra geriye bilindik bir tek Portekiz/Lizbon kalıyor. Bu yüzden
yolculuk 3 saat 15 dakika sürdü, üstelik rötar bunun içine dâhil değil. Madrid’e
inerken sarsıntı ve ani alçalmalardan dolayı epeyce bir heyecan yaşasak da sonunda
bir biçimde de olsa uçağımız piste indi ama sonrasında nedense 20 dakika aprona
girmek için havaalanında dolaştık. Barajas, güzel bir havaalanı, oldukça da
basit. İçeride biraz yol aldıktan sonra pasaport kontrolüne sıra geldi. Pasaport
kontrolü yapan memurlar oldukça güler yüzlüydü. Türkiye’den geldiğimizi
anlayınca, Türkçe “hoş geldiniz” dediler. Giriş yapıp, valizlerin alımından sonra, metroya
yöneldik. Metroyu bulmak da zor değil, zaten işaretler sizi doğrudan metroya
yönlendiriyor. Dışarıda havaalanı ringlerini de gördük ama metro hattı daha
ucuz, daha pratik ve gideceğimiz yere yakın olduğu için bunları tercih etmedik.
Havaalanı metrosunda biletler, otomatik makinelerden alınıyor. Yine de bilet konusunda
asla paniklemeyin. Makineler Türkiye’dekine benzer bir sistemle çalışıyor, yani
bilet almak oldukça basit. Üstelik bozuk para üstü de veriyor, hâlbuki bizimkiler
en küçük kâğıt paradan yukarıya doğru tüm paranıza sahip çıkıyor.
Yanda Madrid Metro Haritası’nı paylaştım. Geçen yılki Paris gezimizden
deneyimli olduğumuz için hiç zorluk çekmedik. Bu sebeple, Madrid metro hattıyla ilgili
burada yeniden bir açıklama yapmayacağım. Çünkü, Paris’teki metro işleyişi
nasılsa, Marid’te de tıpa tıp aynısı geçerli. Dileyenler şuradaki PARİS GEZİ REHBERİ başlıklı yazımı inceleyip, bu yazının hemen başlarındaki “metro hattı
işleyiş” şekline bakıp, “metroyu nasıl kullanacaklarını” öğrenebilirler.
Havaalanından metroya binip, 2 aktarma yaptıktan ve aktarmalar dahil
15 dakika civarı yol aldıktan sonra, tam da Puerta del Sol Meydanı’nın
ortasında metrodan dışarıya çıktık. Otelimizin konumu harikaydı, Meydan’ın 250
m yakınındaydı. Otele yerleştikten sonra çevreyi keşfe çıktık. Yaptığımız plân
gereği, Madrid’e sadece 2,5 gün (dönüş noktamız yine burası olduğu için dönüşte
de yarım gün) ayırabileceğimiz için, ben aşağıda sadece gezip gördüğümüz
yerlerin anlatısını yapmayı tercih ettim. Şimdi düşünüyorum da böylesine kısa
zaman zarfında yine de iyi gezmişiz.
PUERTA DEL SOL MEYDANI
Öncelikle Puerta del Sol Meydanı’ndan başlamak gerekirse, bu
Meydan, Madrid’in göbeğinde, hatta daha güzel bir tabirle, sınıf noktasında yer
alan, etrafında tarihi kiliselerin, cafe, bar ve restoranların, mağazaların, ünlü
caddelere (meselâ Gran Via gibi), ünlü meydanlara açılan (meselâ Cibeles
Meydanı gibi), kesinlikle görülmesi, gezilmesi gereken bir yer. Yerel moda
markalarının yanı sıra fiyatları uygun olan H&M, Zara, Bershka gibi
uluslararası markalar da burada bulunabilir. Beni çok da alakadar etmediği için, kısa bir bilgi verip geçelim. Ayrıca yakındaki hediyelik eşya
dükkânlarında eski, tarihi ve yerel ürünleri de bulmak mümkün ama bu konuda aşağıdaki uyarılarımı da okuyun. Puerta del Sol’e,
metroyla sadece 1, 2 veya 3. hatlarından ulaşılıyor. Hatta daha ayrıntılı
olması için Meydan’ı mihenk noktası alarak, şuradaki Google/map/place’dan çevredeki görülecek yerlere ve yakınlıklarına bakılabilir.
Meydan,
eski Madrid’in şehir kapılarından birinin alanına inşa edildiği için, “Puerta
del Sol - Güneşin Kapısı” adı buradan geliyormuş. Tabi artık ortada “kapı”
falan yok. Yarım daire şeklinde olan “Puerta del Sol”, günümüzdeki şeklini 1854
– 1860 yılları arasında yapılan yenileme çalışmalarına borçluymuş. Dahası bu
meydanın Madrid’in en işlek noktalarından birisi olduğunu zaten ilk görüşte
anlıyorsunuz. Kral III. Charles'ın at üzerindeki bir heykeli de (yanda) bu meydanın tam ortasında bulunuyor.
Üstelik tüm yerel ulaşım noktaları buraya açılıyor; festival ve politik gösteriler de burada düzenleniyormuş. Meydan, turistlerin ortak uğrak noktası (ortalık turist kaynıyordu), Madrid sakinlerinin buluşma yerişmiş (yani İstanbul Taksim, İzmir Saat Kulesi ayarında); dahası aklınıza hayalinize gelmeyecek gösteriler sunan sokak sanatçıları burada izlenebilir; hatta bizler birçoğuna rast geldik. Buradaki "pişmiş aşa su" ise, "bir ülkede ne kadar fazla sokak göstericisi varsa, o kadar işsiz ve göçmen vardır" formülünü anımsamak olsa gerek...
Üstelik tüm yerel ulaşım noktaları buraya açılıyor; festival ve politik gösteriler de burada düzenleniyormuş. Meydan, turistlerin ortak uğrak noktası (ortalık turist kaynıyordu), Madrid sakinlerinin buluşma yerişmiş (yani İstanbul Taksim, İzmir Saat Kulesi ayarında); dahası aklınıza hayalinize gelmeyecek gösteriler sunan sokak sanatçıları burada izlenebilir; hatta bizler birçoğuna rast geldik. Buradaki "pişmiş aşa su" ise, "bir ülkede ne kadar fazla sokak göstericisi varsa, o kadar işsiz ve göçmen vardır" formülünü anımsamak olsa gerek...
Bu
ve benzer sebeplerden dolayı, bu meydan ayrıca hotel, hostel, turistik
kalınacak yerler açısından da zengin bir yer. Puerta del Sol’un Güney tarafında
“Real Casa de Correos” olarak bilinen yapıya ait bir de saat kulesi var. 18.
yüzyılda postanenin bir parçası olarak inşa edilen saat kulesi günümüzde de
hâlâ dimdik ayakta. Yeni yılda kutlamalar esnasında geri sayım yapılırken bu
saat kullanılıyormuş. Eğer yılbaşında Madrid’deyseniz, kesinlikle Puerta del
Sol’e gelip bu tecrübeyi yaşamalısınız.
Öte
yandan, Casa de Correos’da bulunan bir kaldırım taşı da “sıfır kilometre”
olarak kabul ediliyormuş. 1950 yılında yerleştirilen taş, 2009 yılında yenisi
ile değiştirilmiş.
Bu binanın tam karşısındaki yani Puerta del Sol’de görülebilecek en önemli üç heykel de var. Bunlardan en ünlüsü şehrin sembollerinden “El Oso y El Madrono” (The Bear and the Strawberry Tree / Ayı ve Çilek Ağacı) heykeli... Bu heykel 2009 yılında meydandaki orijinal yerine taşınmış. Şehrin önemli sembollerinden biri olduğu için (Atletico Madrid takımının armasında da var), hemen hemen tüm hediyelik eşya çeşitlerinde Çilek Ağacına Tırmanan Ayı’yı görebilirsiniz. Hikâyesinin Madrid’deki tarlalarda gezinen ayılar ve bol miktarda yetiştirilebilen çilekten geldiği düşünülmekteymiş. Bu konuda değişik efsaneler olsa da bir diğer heykel “El Oso y El Madrono”, ünlü sanatçı Antonio Navarro Santa Fe tarafından yapılmış. Diğer heykellerin Venüs ve Diana’yı tasvir ettiğini söyleyerek bu paragrafı bitirelim. Yine de Paris sonrası bu heykeller çok sönük kalıyor bunu da belirtmeliyim.
Bu binanın tam karşısındaki yani Puerta del Sol’de görülebilecek en önemli üç heykel de var. Bunlardan en ünlüsü şehrin sembollerinden “El Oso y El Madrono” (The Bear and the Strawberry Tree / Ayı ve Çilek Ağacı) heykeli... Bu heykel 2009 yılında meydandaki orijinal yerine taşınmış. Şehrin önemli sembollerinden biri olduğu için (Atletico Madrid takımının armasında da var), hemen hemen tüm hediyelik eşya çeşitlerinde Çilek Ağacına Tırmanan Ayı’yı görebilirsiniz. Hikâyesinin Madrid’deki tarlalarda gezinen ayılar ve bol miktarda yetiştirilebilen çilekten geldiği düşünülmekteymiş. Bu konuda değişik efsaneler olsa da bir diğer heykel “El Oso y El Madrono”, ünlü sanatçı Antonio Navarro Santa Fe tarafından yapılmış. Diğer heykellerin Venüs ve Diana’yı tasvir ettiğini söyleyerek bu paragrafı bitirelim. Yine de Paris sonrası bu heykeller çok sönük kalıyor bunu da belirtmeliyim.
GRAN
VIA CADDESİ
Gelelim
şehrin en önemli caddesi olan ünlü Gran Via’ya... Burası bizim Bağdat Caddesi
gibi geniş ve çok hareketli, 2 km kadar uzunluğunda bir cadde. Bir ucu şehrin
popüler meydanlarından PLAZA de ESPAÑA’ya, diğer ucu da şehrin en uzun caddesi
Calle de Alcala’ya çıkıyor.
Gran Via, Madrid’in en önemli alışveriş bölgelerinden birisi olmakla birlikte (ünlü mağazaların tümü burada) ayrıca gece hayatıyla da oldukça popüler. Birçok bar, restoran, gece kulübü ve pub bu cadde üzerinde sıralanmış. Üstelik bu cadde, çok fazla tiyatro ve gösteri merkezine sahip olmasından dolayı, İspanya’nın Broadway’i olarak da biliniyormuş.
Caddenin en dikkat çekici olan yönü ise, çok katlı ama etkileyici mimariye sahip binaları ki bunlardan en meşhur iki tanesi Metropolis ve Telefonica binaları. Metropolis Binası, mimari olarak müthiş bir yapı, hemen dikkatinizi çekiyor (yanda güzel bir fotoğrafını yakaladım). Telefonica da güzel bir bina, fakat üzerindeki ışıklı reklâmlar genel silüeti bozuyor. Bir de Plaza de España’daki EDIFICIO ESPAÑA binasını da mutlaka görmelisiniz, bu yapı da dikkate değer...
Gran Via, Madrid’in en önemli alışveriş bölgelerinden birisi olmakla birlikte (ünlü mağazaların tümü burada) ayrıca gece hayatıyla da oldukça popüler. Birçok bar, restoran, gece kulübü ve pub bu cadde üzerinde sıralanmış. Üstelik bu cadde, çok fazla tiyatro ve gösteri merkezine sahip olmasından dolayı, İspanya’nın Broadway’i olarak da biliniyormuş.
Caddenin en dikkat çekici olan yönü ise, çok katlı ama etkileyici mimariye sahip binaları ki bunlardan en meşhur iki tanesi Metropolis ve Telefonica binaları. Metropolis Binası, mimari olarak müthiş bir yapı, hemen dikkatinizi çekiyor (yanda güzel bir fotoğrafını yakaladım). Telefonica da güzel bir bina, fakat üzerindeki ışıklı reklâmlar genel silüeti bozuyor. Bir de Plaza de España’daki EDIFICIO ESPAÑA binasını da mutlaka görmelisiniz, bu yapı da dikkate değer...
PLAZA
DE CIBELES
Gran
Via’dan aşağıya inip Alcala Caddesi’ne çıkmışken, Madrid’in en önemli meydanlarından
biri olan ve 1782’de yapılan Kibele Çeşmesi (Fountain of Cibeles) - Plaza de
Cibeles’e de mutlaka uğramanız gerekiyor. “Plaza de Cibeles”, Madrid’teki
ünlü meydanlardan bir başkası… Alcala Sokağı, “Paseo del Prado” ve “Paseo de
Recoletos” arasında bulunuyor. Ventura Rodriguez’in tasarladığı Charles
III döneminde inşa edilen bu çeşme, mermerden ve neo-klasik tarzda yapılmış.
Roma doğa tanrıçası Kibele’den adını almış. Madrid’in sembollerinden olan bu
yer, yine hemen hemen tüm hediyelik eşyalarda rastlanabilecek bir simge...
Meydanda Fuente de Cibeles, yani bir Roma Dönemi Anadolu Tanrıçası olan Kibele Çeşmesi de bulunuyor. Zaten meydan da ismini, bu heykelden almış. Heykel çok orijinal, aslanların çektiği bir arabada Tanrıça Kibele’yi görüyoruz. İnsan bir Anadolu Tanrıçası’na ait heykeli kendi ülkesinde değil de Madrid’te görünce tuhaf oluyor, hatta öfkeleniyor. Medeniyetler beşiği olan bir ülkede, tek medeniyet ve onun militer sembolleri dışındaki tümünün dümdüz edilmesi (en hafif tabirle) ne hazin!
Meydanda Fuente de Cibeles, yani bir Roma Dönemi Anadolu Tanrıçası olan Kibele Çeşmesi de bulunuyor. Zaten meydan da ismini, bu heykelden almış. Heykel çok orijinal, aslanların çektiği bir arabada Tanrıça Kibele’yi görüyoruz. İnsan bir Anadolu Tanrıçası’na ait heykeli kendi ülkesinde değil de Madrid’te görünce tuhaf oluyor, hatta öfkeleniyor. Medeniyetler beşiği olan bir ülkede, tek medeniyet ve onun militer sembolleri dışındaki tümünün dümdüz edilmesi (en hafif tabirle) ne hazin!
Meydanın
dört bir köşesi 18. ve 20. yüzyılda inşa edilmiş sanat eserleri ile dolu. Plaza
de Cibeles’de bulunan “Kibele Sarayı - Cibeles Palace” da görülmeye değer. 1777
yılında Alba Dükü tarafından inşa edilen saray Ventura Rodriquez’in tasarladığı
Fransız tarzı bir bahçe ile çevrili. Aynı meydanda dikkati çeken bir diğer yapı
İspanya Banka Binası - Espana Bank Building adıyla tanınan banka binası. 1882 –
1891 arasında yapılan banka binasının eski adları “Dük Sarayı - Palace of Duke”
ve “Duchess of Bejar - Bejar Düşesi”ymiş. Ayrıca “Linares Sarayı - Linares
Palace da Plaza De Cibeles”de burada bulunuyor. Barok tarzında inşa edilen bu
yapı 1873 yılında yapılmış.
Bir
de bu meydanda, tanrıça heykelinden ihtişamını gölgeleyen, mimarisi ve görüntüsüyle
insanı oldukça etkileyen ve yapımı 1919’da tamamlanan “Palacio de Cibeles” ya
da eski adıyla “Palacio de Comunicaciones” binası da var. Binanın içerisini,
vaktimiz olmadığı için, gezemedik. Dışarıdan ise gerçekten muhteşem
görünüyordu. Yanda çektiğim kareleri görebilirsiniz.
Son
bir not: Plaza de Cibeles’e metro 2. hat ile “Banco de Espana” durağında inerek
ulaşabilirsiniz.
PLAZA
MAYOR
Madrid’in
tarihi merkezinde bulunan ve saltanat kokan Plaza Mayor, bence ilk görülmesi
gereken yerlerden birisi. Tıpkı Avrupa’daki diğer muadilleri gibi, ihtişamlı ve
etkileyici bir meydan olarak “görülmesi gerekli yerler” listesinde sivriliyor.
Okuduğum blog’larda, Brüksel’deki Grand Place’a benzediği de belirtiliyor. Burada
dört bir yanı kırmızı renk ağırlıklı, balkonlu, birleşik binalardan oluşan,
dikdörtgen şeklinde, günün her anı canlı bir meydan ile karşılaşıyorsunuz.
Plaza Mayor, ayrıca, oldukça da büyük de bir meydan. 129 m x 94 m ölçülerinde, yani bir futbol sahasından %30 daha büyük. Meydanı çevreleyen binaların alt katlarında da cafe, restoran, bar ve hediyelik eşya, antikacı dükkânları var.
Plaza Mayor, şehrin en eski yerleşim bölgesinde olduğu için, çevresindeki sokakları da gezmenizi özellikle tavsiye ederim. Biz bu meydanı gezerken, meydanın bir bölümüne büyük bir sahne ve dev bir ekran kurulmuştu ve yerel flamenko grupları, kalabalık bir seyirci kitlesine gösterilerini sunuyorlardı. Böylesi bir gösteriye şahit olmak gerçekten güzeldi.
Plaza Mayor, ayrıca, oldukça da büyük de bir meydan. 129 m x 94 m ölçülerinde, yani bir futbol sahasından %30 daha büyük. Meydanı çevreleyen binaların alt katlarında da cafe, restoran, bar ve hediyelik eşya, antikacı dükkânları var.
Plaza Mayor, şehrin en eski yerleşim bölgesinde olduğu için, çevresindeki sokakları da gezmenizi özellikle tavsiye ederim. Biz bu meydanı gezerken, meydanın bir bölümüne büyük bir sahne ve dev bir ekran kurulmuştu ve yerel flamenko grupları, kalabalık bir seyirci kitlesine gösterilerini sunuyorlardı. Böylesi bir gösteriye şahit olmak gerçekten güzeldi.
PALACIO
REAL (DE MADRID)
Plaza
Mayor’un hemen yakınlarında bulunan altın ve gümüş ile işlenmiş “Palacio
Real de Madrid Real” (İng: Royal Palace of Madrid) ise, kraliyet
ailesinin resmi sarayı, zaten kelime anlamı da “Madrid Kraliyet Sarayı”
biçiminde kendisini buluyor. Madrid’in en büyük ve güzel yapılardan olan bu
saray, Plaza de Oriente’nin de yanında yer alıyor. Batı Avrupa’daki en büyük
saray olan “Palacio Real”, 1734 yılında yangından zarar gören eski Alcazar
alanı üstüne inşa edilmiş. Eski şehir duvarları günümüzde hâlâ görülebiliyor.
Bu yapı, Filippo Juvarra tarafından, V. Felipe ve hükümdarlığı için inşa edilmiş. Saray, “Güzel Sabatini” ve “Campo del Moro” parkları ile çevrili, buralar gezince dinlenmek için oldukça ideal... Aşağısında ise, muhteşem bir orman mevcut ve manzarası da harika... Günümüz İspanya’sında “krallık”, toplumda, sadece sembolik bir şekilde yer aldığı için, 1738 yılında yapımına başlanan bu saray, artık sadece resmi törenler için kullanılıyormuş. Kraliyet ailesinin temsilcileri Kral Juan Carlos ve krallık ailesinin geri kalanı, Madrid’in hemen dışında yer alan, “Palacio de la Zarzuela”da yaşıyormuş.
Bu yapı, Filippo Juvarra tarafından, V. Felipe ve hükümdarlığı için inşa edilmiş. Saray, “Güzel Sabatini” ve “Campo del Moro” parkları ile çevrili, buralar gezince dinlenmek için oldukça ideal... Aşağısında ise, muhteşem bir orman mevcut ve manzarası da harika... Günümüz İspanya’sında “krallık”, toplumda, sadece sembolik bir şekilde yer aldığı için, 1738 yılında yapımına başlanan bu saray, artık sadece resmi törenler için kullanılıyormuş. Kraliyet ailesinin temsilcileri Kral Juan Carlos ve krallık ailesinin geri kalanı, Madrid’in hemen dışında yer alan, “Palacio de la Zarzuela”da yaşıyormuş.
Sarayın
hemen karşısında bulunan Almudena Katedrali de, gezilmesi gereken yerlerden
birisi. Yapımına 1883’de başlanmış ve 1993’te tamamlanmış. Kapalı olduğu için
burayı dolaşamadık. 2004 Yılında bu katedralde kraliyet ailesinden Prens Felipe,
eski TV spikeri Letizia Ortiz ile evlenmiş ve tören televizyonları başında tam
25 milyon kişi tarafından izlenmiş. Kraliyet ailesinden birilerinin, halktan biriyle
evlenmeleri, lezzetli bir magazin olması nedeniyle, dünyanın her yerinde oldukça
ilgi çekiyor.
Tekrar
saraya dönmek gerekirse, Palacio Real içerisinde mobilya, halı, resim, seramik
ve Tiepolo’nun önemli sanat ve fresk çalışmaları ve daha fazlası görülebilir. Sarayın
gezi plânı, birbirinden güzel onlarca odadan oluşuyor. Giriş yerinden itibaren
“girilmez” şeklindeki kırmızı şeritler sizi zaten direkt olarak çıkışa doğru
yönlendiriyor (IKEA’nın gezi plânı gibi düşünün). Odalar muhteşem mobilyalar,
tablolar, heykeller, kraliyet ailesine ait eşyalar, mücevherler ve bu aileye
Dünya’nın farklı yerlerinden gelen hediyeler, harika halılarla dolu. Bildiğimiz "saray" yani...
Şöyle bir ayıklamak gerekirse, “Porsellona Room” ve “Gala Dinning Room” benim favori odalarım oldu. Fakat Kral ve Kraliçe’nin ikamet ettiği “Salôn del Trono” üzerine söylenecek bir şey olduğunu düşünmüyorum. Gerçekten bu salon için “muhteşem” lafı az kelime kalıyor. Salonun yerleşimi ve dekorasyonu bir tarafa, özellikle insanlar, hayvanlar, melekler, ilginç kuşlar, kötülüğü temsilen yarasalar, askerle, meyve ağaçları ile dolu tavan süslemelerine dikkat edilmeli. Notlarına göre salon, Giovanni Battista Tiepolo tarafından dizayn edilmiş.
Şöyle bir ayıklamak gerekirse, “Porsellona Room” ve “Gala Dinning Room” benim favori odalarım oldu. Fakat Kral ve Kraliçe’nin ikamet ettiği “Salôn del Trono” üzerine söylenecek bir şey olduğunu düşünmüyorum. Gerçekten bu salon için “muhteşem” lafı az kelime kalıyor. Salonun yerleşimi ve dekorasyonu bir tarafa, özellikle insanlar, hayvanlar, melekler, ilginç kuşlar, kötülüğü temsilen yarasalar, askerle, meyve ağaçları ile dolu tavan süslemelerine dikkat edilmeli. Notlarına göre salon, Giovanni Battista Tiepolo tarafından dizayn edilmiş.
İlginçtir,
sarayı gezen turist kafilelerinin neredeyse tamamı rehberli tura katılan
İspanyol turistlerden oluşuyordu. Kendi yaşadığı şehirdeki müzenin önünden bile geçmemiş bir ülke insanının anlaması zor tabi... Daha da enteresanı, kaç tane bebek arabası
gördük ama ağlayan bir tane bile bebek yoktu. Nasıl bir bebek eğitimidir? Ya da bu çocuklara ne yediriyorlar arkadaş?...
Dikkatimi
çeken bir nokta da şuydu ki, saray camları yıllanmış oldukları için doğal
olarak pürüzlü bir görüntü arz ediyorlardı, bu da ışığın daha az içeriye
girmesini sağlıyordu. Bize olaydı da verileydi ihalesi hükümet yanlısı bir camcıya, içerisi ışıl ışıl, değil mi yaa... Bu yüzden odalar ve ara holler daima loştu. Saray'ın ortasında bir de avlu var ama iç mekânlar ne kadar ihtişamlıysa, yapının dış mekânı da bir o kadar sönük ve gösterişsiz.
Benim için en feci durum ise, daha girişte fotoğraf makinemi gören görevli tarafından, “fotoğraf çekmenin yasak olduğuna” dair aldığım uyarıydı. Hâlbuki, iyi bir DSRL makineye sahibim ve flash’sız da gayet güzel kareler çekebiliyorum. Taşı, kuşu, sineği çeken "Capon turist" de değilim; birkaç güzel kare bana yeterliydi, yeter ki izin verselerdi, neyse artık... Oysa Giriş’te sarayın her odasının boy boy fotoğrafı olan katalogların satıldığı bir müzede, bir turistin çekeceği birkaç karenin nesi "yasak olur" anlaşılır gibi değil. Sanırım asıl amaç “katalog satmak” üzerinde düğümleniyor, illâ ki sinekten yağ çıkarılacak. Yine de ben birkaç kare çektim. Fakat her odada bir görevli olduğu için, gizli gizli de olsa güzel bir kare almak için çok zorlandığımı, bu yüzden 5-6 kez ciddi uyarılar aldığımı da belirtmeliyim. Hatta bu konuda, turist gezdiren rehberlerin hepsinin de (onların üzerine ne vazifeyse artık) “işbirlikçi” olduklarını da özellikle eklemem gerekiyor. Makinemde flash kullanmamama rağmen, hiçbir biçimde fotoğraf çekmeme izin verilmedi. Fotoğraf makinesini kaldırdığım anda beni ihbar ediyorlardı. Bu yasağı gezdiğimiz diğer müze ve saraylarda da gördük. İspanya bu konuda çok kötü ama sonuçta bize de yasak mı işler (bu sıradaki iç mekân karelerinin tümünü gizli çektim), daha onun farkına varamamışlar.
Benim için en feci durum ise, daha girişte fotoğraf makinemi gören görevli tarafından, “fotoğraf çekmenin yasak olduğuna” dair aldığım uyarıydı. Hâlbuki, iyi bir DSRL makineye sahibim ve flash’sız da gayet güzel kareler çekebiliyorum. Taşı, kuşu, sineği çeken "Capon turist" de değilim; birkaç güzel kare bana yeterliydi, yeter ki izin verselerdi, neyse artık... Oysa Giriş’te sarayın her odasının boy boy fotoğrafı olan katalogların satıldığı bir müzede, bir turistin çekeceği birkaç karenin nesi "yasak olur" anlaşılır gibi değil. Sanırım asıl amaç “katalog satmak” üzerinde düğümleniyor, illâ ki sinekten yağ çıkarılacak. Yine de ben birkaç kare çektim. Fakat her odada bir görevli olduğu için, gizli gizli de olsa güzel bir kare almak için çok zorlandığımı, bu yüzden 5-6 kez ciddi uyarılar aldığımı da belirtmeliyim. Hatta bu konuda, turist gezdiren rehberlerin hepsinin de (onların üzerine ne vazifeyse artık) “işbirlikçi” olduklarını da özellikle eklemem gerekiyor. Makinemde flash kullanmamama rağmen, hiçbir biçimde fotoğraf çekmeme izin verilmedi. Fotoğraf makinesini kaldırdığım anda beni ihbar ediyorlardı. Bu yasağı gezdiğimiz diğer müze ve saraylarda da gördük. İspanya bu konuda çok kötü ama sonuçta bize de yasak mı işler (bu sıradaki iç mekân karelerinin tümünü gizli çektim), daha onun farkına varamamışlar.
Sarayın
bir de savaş aletleri bölümü var. Burası model atlar ve onların üzerindeki
savaşçılar, toplar, kılıçlar, şövalye kıyafetleri, tüfekler, oklar, kalkanlar,
tabancalar, zırhlar vb. ile dolu bir bölüm. Bazı zırhlarda, “arkadaş iyi
yırtmış” dedirten, derin mermi çekirdeklerinin de izleri vardı. Buranın bir
salonu silme asker ve savaş atıyla doluydu ki, sanki bir Haçlı ordusuyla
karşılaşmışsınız hissi uyandırıyordu, içeriye girince alt çenenizin aşağıya
düşme garantisini şimdiden verebilirim.
Yine de aman dikkat, bu bölüm, sarayın karşı cephesine denk düşüyor, fark edilmeyen küçük bir bina ve gezmek için yer altına iniliyor. Yani fark etmeden atlayıp geçme ihtimaliniz çok fazla ama “mutlaka görün” derim. Görevliyle köşe kapmaca oynayarak, hızlıca ve tam karelemeden gizlice çektiğim fotoğraflar yanda… Sonunda yine dibimden ayrılmaz oldu, tabi ki benim de gardım düştü.
Yine de aman dikkat, bu bölüm, sarayın karşı cephesine denk düşüyor, fark edilmeyen küçük bir bina ve gezmek için yer altına iniliyor. Yani fark etmeden atlayıp geçme ihtimaliniz çok fazla ama “mutlaka görün” derim. Görevliyle köşe kapmaca oynayarak, hızlıca ve tam karelemeden gizlice çektiğim fotoğraflar yanda… Sonunda yine dibimden ayrılmaz oldu, tabi ki benim de gardım düştü.
Bir de Saray, “efsane burunlu” III. Carlos’un tablolarıyla dolu. Kırmızı ve patates
burunlu bu adamın “kral” olmasının, vaktiyle bunların tümünü örttüğü de
sanıyorum herkesin malumudur. Hatta kadınlara “seksi” bile gelmiş olabilir. Daha
fazla okuyup bir “kral” olamadık mı demeliyiz? Sarayda ayrıca Velazquez, Goya,
Giordano ve Mengs’un birçok meşhur tablosu da mevcut ve sanat zevkinizi arttırabilir. Bu çalışmaların
Palacio Real’ı Avrupa’nın en önemli ve en çok ziyaret edilen yerlerinden biri
yaptığı da zaten ortada. Örneğin; 2006 yılında 880.000 den fazla kişi sarayı
ziyaret etmiş.
“Palacio
Real” Ziyaret Günleri ve Ücretleri ile Ulaşım da şöyle:
Resmi
kutlamalar ve resepsiyonlar dışında yılın hemen her günü açık. Bailen Caddesi’nde
bulunan Palacio Real’e en yakın metro istasyonu Opera durağı... Palacio Real’in
Google Maps üzerindeki konumu da şu… Madrid Card ile giriş ücretsiz. Tam
bilet 10 Euro, rehberli bilet 11 Euro, indirimli bilet 5 Euro, Avrupa Birliği
vatandaşları için ücretsizdir. Rehberli tur seçeneği mevcutmuş. Ziyaret
saatleri ise şu şekilde:
Ekim
– Mart: Pazartesi – Cumartesi, 09.30 – 17.00 / Pazar – Tatil günleri, 09.00 –
14.00
Nisan
– Eylül: Pazartesi – Cumartesi, 09.00 – 18.00/ Pazar – Tatil günleri, 09.00 –
15.00
1 ve
6 Ocak, 1 ve 15 Mayıs, 12 Ekim, 9 Kasım ve 25 Aralık’ta ziyarete kapalıdır.
PRADO
MÜZESİ
Prado
İspanya’nın en çok ziyaret edilen müzesi olmakla birlikte Dünya’nın da en çok
ziyaret edilen 11. müzesiymiş. 1819 yılında kurulmuş. Eski İspanyol Kraliyet
koleksiyonuna ait, 12. ila 19. yüzyıllar arası Avrupa sanatının önemli
parçalarına ev sahipliği yapıyor. El Greco, Velazquez, Goya gibi İspanyol ve
Bosch, Rubens gibi Hollanda ressamlarının yapıtlarının yanı sıra, 7600 tablo,
1000 heykel, 4800 baskı, 8200 çizim ve 1000 para ile 2000 adet süs eşyası ve
çeşitli sanat eserlerini içeriyor. Diğer bir önemli ve görülmesi gerekli yer de
Reina Sofia Müzesi’ydi ama vaktimiz bu müzeyi görmeye yetişmedi. Belki bir
dahaki sefer…
Diğer
taraftan, maalesef bu müzede de fotoğraf çekmek yine yasaktı. “Yatılı okul
mürebbiyesi” tipli 50’li yaşlardaki bir güvenlik görevlisi kadınla, müzedeki
koşuşturmamız ise dillere destandı... Kadın “uyarılardan” etkilenmeyeceğimi sezmiş
olmalı ki, bana feci biçimde taktı, yan gözle kontrol etmeler, uyarmalar vs.
vs., sağolsun “bütün müzeyi beraber gezdik” denebilir. Hatta neredeyse kapıya
kadar beni geçirdi. Benim “fotoğraf çekme” inadım, onun “çektirmem inadıyla” birleşince,
işte bu komik durum ortaya çıktı.
Yine
de şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki, eğer resim sanatına çok veya az buçuk ilginiz varsa, Prado
Müzesi’ni mutlaka gezmelisiniz. Benim bu sanat dalına ilgim, oldukça sınırlı
olmasına rağmen, nasıl etkilendiğimi anlatamam. Not defterime tek tek notlar
aldım. Beni en çok etkileyen ressamlar ve tabloları ise şöyle:
Pedro Pablo Rubens (1577 - 1640): http://www.youtube.com/watch?v=BqTiNCiNxN0
Burada Rubens'e özel bir parantez açmam gerekiyor. Ben bir "sanat tarihçi" değilim, bu yüzden Rubens eserlerinin iç ayrıntılarını bilmem imkâsız. Sadece tablolarındaki ifadelerin (özellikle yüz ifadeleri), kişilerin, doğa tasvirleri ile nesne yerleşimlerinin beni çok etkilediğini söylemek zorundayım.
Özellikle şu "Saturno Devorando a Un Hijo / Saturn Devouring His Son / Çocuklarını Yiyen Satürn" tablosu (ki Prado Müzesi'nde mevcut) beni benden aldı. Bu alana da "vakit olsaydı da, kıyısından köşesinden girebilseydim" diye hayıflanıyor insan... Malesef insan ömrü çok ama çok kısa... :(
Francisco Rizi (1614 - 1685): http://es.wikipedia.org/wiki/Francisco_Rizi
Anthony Van Dyck (1599 - 1641): http://tr.wikipedia.org/wiki/Anthony_van_Dyck
Pedro Pablo Rubens (1577 - 1640): http://www.youtube.com/watch?v=BqTiNCiNxN0
Burada Rubens'e özel bir parantez açmam gerekiyor. Ben bir "sanat tarihçi" değilim, bu yüzden Rubens eserlerinin iç ayrıntılarını bilmem imkâsız. Sadece tablolarındaki ifadelerin (özellikle yüz ifadeleri), kişilerin, doğa tasvirleri ile nesne yerleşimlerinin beni çok etkilediğini söylemek zorundayım.
Özellikle şu "Saturno Devorando a Un Hijo / Saturn Devouring His Son / Çocuklarını Yiyen Satürn" tablosu (ki Prado Müzesi'nde mevcut) beni benden aldı. Bu alana da "vakit olsaydı da, kıyısından köşesinden girebilseydim" diye hayıflanıyor insan... Malesef insan ömrü çok ama çok kısa... :(
Francisco Rizi (1614 - 1685): http://es.wikipedia.org/wiki/Francisco_Rizi
Anthony Van Dyck (1599 - 1641): http://tr.wikipedia.org/wiki/Anthony_van_Dyck
Son
not: Müze sabah 10:00’da açılıyor. Önemli bir tüyo da “Prado Müzesi” için
vereyim. Akşamları 18:00-20:00 arası girişler ücretsiz. Fakat üzülerek söylemeliyim müzenin
yarısı, bu “ücretsiz seans”ta gezintiye kapatılıyor.
EL
RASTRO
“El
Rastro” ise, Madrid’in en büyük bitpazarı olarak "gezme listemiz"in ilk üç başlığında kendisine yer buldu. İflah olmaz bir bitpazarı delisi
olduğum için, doğal olarak böylesi bir yeri kaçırmam mümkün değildi. Bu amaçla,
sabah 8’de Sol Meydanı’ndaki otelimizden çıktık, 10-15 dakikalık bir yürüyüşten
sonra, sora sora bitpazarını bulduk. Hâlbuki ilk başlarda pazarın girişi çok da
umut vermiyordu, hani Yalova Yolu’nda “Şaşırmayın Birazdan Denizi Göreceksiniz”
diye bir uyarı tabelası vardır ya, işte tam öyle oldu, ilk sokaktan
döndüğümüzde birden muhteşem manzarayla karşılaştık, hemen söyleyeyim, burası
çok büyük bir bitpazarı. Yanlı yönlü sokakların tamamı, Pazar sergileriyle tıka
basa dolu durumda. Bu sergilerin içerisinde insan saatlerce kaybolabilir ki,
bende de tam da böyle oldu. Bilhassa Puerta del Sol Meydanı’ndaki hediyelik eşyacılardan
pek bir şey almamak lazım, aynıları burada yarı fiyatına satılıyor.
Pazarda
yok, yok gibi… Aklınıza gelebilecek her türlü ürün mevcut. İzmir birpazarında gördüğüm full aksesuar "otel lobisi"nden sonra neye rastlasam şaşıracağımı zannetmiyorum ya neyse... Yine de pek çok
bitpazarı görmüş birisi olarak ve ayrıca yaklaşık 25 yıllık bitpazarı
deneyimimle şu tespitlerimi sıralayarak söyleyebilirim:
a-Bizim
bitpazarlarına nazaran sanatsal eserler (tablolar, şamdanlar, hatta fil dişleri, cam eşyalar, heykeller, müzik araçları,
porselenler, yemek takımları, plaklar, CD’ler vb.) oldukça fazlaydı. Fiyatları
da maşallah yani… Gördüğüm kadarıyla bunların alıcısının da fazla olduğunu
belirtmeliyim. İnsanlar genelde, sanki bu tür ürünlere aramaya ve bakmaya gelmişlerdi.
b-Pazarda
en ucuz şeyler CD, plak ve kitaptı. Plaklar 1-2 EURO, en baba kitaplar 0,50-2
EURO arasında değişen fiyatlarla satılıyordu. Plaklar genelde İspanyol
şarkıcılara ait eserlerdi. Ünlü rock grupları veya pop şarkıcılarının LP’lerine
gelince işin renginin birden değiştiğini ve fiyatların 20 EURO'nun üzerine çıktığını
da söylemeden geçemeyeceğim. Yine de fanatik bir plak koleksiyoncusu olmadığım, düzensiz aldığım için bütçeyi yine ucuzdan yana kullandım ve 1-2 Euro'ya yanda görülenleri LP'ler ile 0,50 EURO'ya 45'likleri toparladım. Hani almaya kalksan buna benzer çok LP, 45'lik vardı ama çok da gereği yoktu. Sonrasında bunları, onca yer gezdirip, aşırı bir dikkatle, Dersim'e kadar sağ salim getirdim. Birkaç ikon ve üzerinde Londra'daki Trafalgar Meydanı'nın eski halinin resmedildiği küçük ve eski bir tabak da aldım.
Kitaplar ise sudan ucuzdu. Zaten bu Avrupa'da en ucuz şey, ikinci el kitaplar; lâkin çok fazla vaktim olmadığı için, çok ayıklayamadım, bakamadım. Elime gelen ve 1887 basımı 2 EURO’luk büyük ciltli “İspanya Tarihi” kitabını almadığıma ise hâlâ çok pişmanım. Bu yaşa geldik hâlâ şu kuralı öğrenemedik: Buldun mu alacaksın!... Kitap İspanyolca’ydı ve içki getirme hesabıyla (kitap nereden baksan 2 kg civarıydı) “bagaj hakkını aşacağım” diye alamadım. İspanyolca okuyacağımdan değil de, çizgi resim hayranı olduğumdan dolayı; içindeki harita, gravür ve resimler çok güzeldi. Selâmlarınız bizlere yurtdışından şişe şişe alkol taşıtan zorba zihniyete gelsin… Aşağıdaki bölümde, ülke içinde satılan alkolü içkilerin yurtdışındaki fiyatlarıyla da kabaca bir karşılaştırma yaptım, meraklısı oradan da bakılabilir.
Kitaplar ise sudan ucuzdu. Zaten bu Avrupa'da en ucuz şey, ikinci el kitaplar; lâkin çok fazla vaktim olmadığı için, çok ayıklayamadım, bakamadım. Elime gelen ve 1887 basımı 2 EURO’luk büyük ciltli “İspanya Tarihi” kitabını almadığıma ise hâlâ çok pişmanım. Bu yaşa geldik hâlâ şu kuralı öğrenemedik: Buldun mu alacaksın!... Kitap İspanyolca’ydı ve içki getirme hesabıyla (kitap nereden baksan 2 kg civarıydı) “bagaj hakkını aşacağım” diye alamadım. İspanyolca okuyacağımdan değil de, çizgi resim hayranı olduğumdan dolayı; içindeki harita, gravür ve resimler çok güzeldi. Selâmlarınız bizlere yurtdışından şişe şişe alkol taşıtan zorba zihniyete gelsin… Aşağıdaki bölümde, ülke içinde satılan alkolü içkilerin yurtdışındaki fiyatlarıyla da kabaca bir karşılaştırma yaptım, meraklısı oradan da bakılabilir.
Malesef eserlerin çoğunluğunun yine İspanyolca olduğunu üzülerek belirtmeliyim. Vakitsizlikten (çünkü gruptaki arkadaşlarımızla buluşacaktık) yine yeterince bakamadım, ayıklayamadım.
Üstelik antika çizgi romanlar da vardı. Yandaki TARZAN'da görüldüğü gibi… Böyle yerler her zaman sürprizlere açık oluyor, Türkçe bir şeyler veya Türkiyeli yazarlar/sanatçıların Avrupa baskılı eserlerini bulma umudum da, ayrıntılı bakamadığım için suya düştü.
d-Dahası bizde
"bitpazarı" dendiğinde silme erkek dünyası akla gelir. Madrid’teki pazarın yarısı
da kadındı. Her yaştan insan, merakı neyse ona uygun bölümlerde ve sergilerde
hem alışveriş yapıyor hem de mal satıyordu. Zaten Avrupa’da nereyi gezdiysem,
hayatı müşterek paylaşınca ortaya çıkan tablonun güzelliğini gördüm. Tabi bunun
için de “bakmasını bilen bir göz” lazım! Keza daha Avrupa’da uçaktan inice
“vatanım” diye tuturanların, Avrupa’ya gezmeye neden/niçin gittikleri sorusu da apayrı
bir makalenin konusu olabilir.
e-Yine
pazarda futbolcu kartlarının değiş tokuş edildiği, satın alındığı koca bir
meydana da burada şahit oldum. İnsanların merak ve heyecanlarını size
anlatamam. “Kartlardan seri yapacağım” veya “eski/yeni eksik futbolcu kartımı
bulacağım” diye koca bir kitlenin nasıl dalgalandığını görmeliydiniz. 7
yaşından 75 yaşına kadar, kadınlı erkekli, çocuk, yaşlı veya genç bu insanları
izlemek, gerçekten ilgi çekiciydi. Tabi burada da kural değişmiyor. Futbolcu
albüm kartı ne kadar eskiyse, bulunması bir o kadar zor, fiyatı da bir o kadar
pahalı oluyor. Oğluyla futbolcu kartları yığını içerisine dalmış bir annenin,
oğlu kadar neşeli hâli beni derinden etkiledi. Çünkü ilk ergenlik dönemlerimde
bitpazarından aldığım türlü şeyleri “annem görmesin, kızar” diye gizleye gizleye eve sokuyor, evde de dip bucak saklıyordum. O gün bu gündür ne annemle
ne de babamla böyle bir heyecanı yaşayamadım. Derin bir yerlerde, burun sızlatan kalıcı bir iz kalmış demek ki…
f) Bu bitpazarında bizdeki gibi, hani "karıştır-parçala" diye bağırılan, yer sergileri de mevcut. Buralarda 0,50 ile 1 EURO arasında bir sürü mal var. Çoğu da tıpkı bizdeki gibi çer çöp olsa da, karıştırmak heyecan vericiydi. :)) Ne ikonlar vardı, hiç anlatmayayım ama Türkiye'ye nasıl geleceklerdi, yine hiç bilmiyorum.
f) Bu bitpazarında bizdeki gibi, hani "karıştır-parçala" diye bağırılan, yer sergileri de mevcut. Buralarda 0,50 ile 1 EURO arasında bir sürü mal var. Çoğu da tıpkı bizdeki gibi çer çöp olsa da, karıştırmak heyecan vericiydi. :)) Ne ikonlar vardı, hiç anlatmayayım ama Türkiye'ye nasıl geleceklerdi, yine hiç bilmiyorum.
Eskiden pazarlar kullanılmayan antika eşyaların satıldığı ya da değiştirildiği bir yerdi. Günümüzde ise ikinci el ürünlerle birlikte yeni ürünler bulmak da mümkün. Yeni elbise, takı, çanta, poster, ayakkabı, hatta makyaj malzemeleri ve dekoratif ürünler talep gören ürünler olarak sıralanabilir. Getirme imkânım olsa yandaki “gaz maskeleri”nden alacaktım. Malum, son dönemde "temel ihtiyaçlar" arasına girdi.
Pazarda dolaşırken birilerinin arayıp da bulamadığı, rüyalarında gördüğü ve görüp de gerçek sandığı, UEFA'ya gidip gidip geldiği, CAS'ın kapısında yattığı "kupa"ya tezgâhların birinde rastladık. Fırsat ve imkânları varken buraya gelip alıp götürsünler, yoksa yarın bunu da bulamayabilirler.
El
Rastro’da alışveriş yaptıktan sonra “La Latina” Bölgesi’nde oturup dinlenmeniz
ve bir şeyler içmenizi tavsiye edebilirim. Burası Madrid’in en eski yerleşim
yerlerinden birisiymiş. El Rastro konusunda dikkat edilmesi gereken bir nokta da
kalabalık nedeniyle yan kesicilik olaylarının yaşanması ihtimalinin olması.
Yine alışverişe giderken yanınızda yüklü miktarda nakit ve değerli eşya götürmemenizi
tavsiye ederim. Benim cüzdanı gören bir pazar esnafının gözleri yerinden fırlayacaktı ama hiç tenha yollara sapmadık ve cüzdan kapı gibi sağlam bir yerdeydi.
Pazardaki bir tezgâhta da (yanda) asla bir araya gelemeyecek ikiliyi (Maradona ile Pele) tişörte basmışlardı; Zidan da araya katılmış. Komik ve ilginç... Sizlere yine bir uyarı, bence bitpazarına öğleden önce çok kalabalıklaşmadan gitmeniz yararlı olacaktır. Buradan arkadaşlarına hediye götürmek isteyen ama "ne alayım?" diye kendi kendine soranlara ufak bir tavsiye, pazarda bir posterci var. 1 m'ye 60 cm ebatlarında flamenko dans gösterisi veya boğa güreşi resimleriyle dolu posterlere arkadaşınızın ismini mürekkep baskı ile yazıyor. Bence ortaya harika bir hediye çıkıyor, öneririm.
El Rastro'nun açılış günleri ve saat aralıklarıysa şöyle: Sadece Pazar sabahları ve resmi tatil günlerinde (09.00 – 16.00 arasında) açık olan pazar “Calle Embajadores” ve “Ronna de Toledo” arasında bulunuyor ve buraya metro 5. hat ile “La Latina” ya da “Puerta de Toledo” istasyonlarında inerek rahatlıkla ulaşılabilir.
Pazardaki bir tezgâhta da (yanda) asla bir araya gelemeyecek ikiliyi (Maradona ile Pele) tişörte basmışlardı; Zidan da araya katılmış. Komik ve ilginç... Sizlere yine bir uyarı, bence bitpazarına öğleden önce çok kalabalıklaşmadan gitmeniz yararlı olacaktır. Buradan arkadaşlarına hediye götürmek isteyen ama "ne alayım?" diye kendi kendine soranlara ufak bir tavsiye, pazarda bir posterci var. 1 m'ye 60 cm ebatlarında flamenko dans gösterisi veya boğa güreşi resimleriyle dolu posterlere arkadaşınızın ismini mürekkep baskı ile yazıyor. Bence ortaya harika bir hediye çıkıyor, öneririm.
El Rastro'nun açılış günleri ve saat aralıklarıysa şöyle: Sadece Pazar sabahları ve resmi tatil günlerinde (09.00 – 16.00 arasında) açık olan pazar “Calle Embajadores” ve “Ronna de Toledo” arasında bulunuyor ve buraya metro 5. hat ile “La Latina” ya da “Puerta de Toledo” istasyonlarında inerek rahatlıkla ulaşılabilir.
Madrid’te
iki gün böyle hızla geçti. Arada 2-3 kilise, birkaç meydan ve yapı gezip gördük ama
onları da belirtmeye gerek yok. Zaten yazımın ikinci bölümünde, bu türden ufak
notlara, mutlaka sıra gelecek.
ALMADEN
Ertesi
gün sabah erkenden (Pazartesi) kalktık ve Gran Via Caddesi üzerindeki AVIS
acentasından aracımızı aldık. Erasmus Anlaşmamız’ın olduğu ve buraya gelmemize
vesile olan Almadén’e doğru yola çıktık. Aracı, acentanın 100 m yakınında olan
bir yer altı otoparkından alıyorsunuz. İç ve dış yıkamayı yapıp, tertemiz
biçimde, “yarım depo dolu” olarak veriyorlar. Şehirden ayrılırken Madrid’in
çeperini de görme fırsatımız oldu. Hani gözünü bağlasalar insanın ve ilk burada
açsalar, “İstanbul’un dış semtlerinden birinden geçiyoruz” sanırsınız. Binalar
yapılaşma, o kadar benziyordu ki, bizler de şaşırıp kaldık.
Almadén
şehri, adını da aldığı, madencilikle ünlü bir şehir, dolayısıyla üniversitenin
de en kıymetli bölümü “maden mühendisliği”… Tabi ki bu bölüme ayrı bir önem
verdiklerini tahmin etmek de zor değil. Prof. Fuentes bizlere üniversiteyi
gezdirdikten sonra, hem bizimle sohbet etmek hem de bizlere bir şeyler
ısmarlamak istediği için üniversite kantinine geçildi.
Kantin yanda görüldüğü gibi oldukça küçük ama benim dikkatimi çeken şey, burada bira satılıyor olmasıydı. Demek ki buradaki üniversite gençliği sarhoş(?), edepsiz(?) ve ahlâk yoksunuydu(?); hocaları da bir o kadar sorumsuz(?) ve öğrencileriyle aynı masada bira içecek kadar düşük(?) insanlardı; üstelik belli ki İspanyol politikacılar gençliğe hiç önem vermiyorlardı(!). Şimdi bakar mısınız, bu gençler burada “demlenecek” derslere sarhoş gelecek, ona buna sataşıp sınıfta kavga çıkaracaklar(?), ders işlemek mümkün olmayacak aman dostlar başına... Bir de muhafazakâr zihniyetin bilinçaltı fantezilerinin biricik konusu kızlı-erkekli mevzular var tabi ama ona şimdi hiç girmeyelim. Şaka bir yana, doğal olarak bunların hiçbiri vuku bulmuyor. Bunlar ancak İslâmcılar’ın topluma yaydıkları ezeli korkular... Hangi alkol, insanları diri diri yakan, kafa kesen bir IŞİD'liden daha kötü olabilir ki? Ha bir de "gerçek İslâm" mevzusu var, değil mi? Ben uzatıp, karıştırmayayım, siz şu LİNK'e bakın! Unutmayın, dışarıdan bakanları okumak, yarar sağlar!…
Kantin yanda görüldüğü gibi oldukça küçük ama benim dikkatimi çeken şey, burada bira satılıyor olmasıydı. Demek ki buradaki üniversite gençliği sarhoş(?), edepsiz(?) ve ahlâk yoksunuydu(?); hocaları da bir o kadar sorumsuz(?) ve öğrencileriyle aynı masada bira içecek kadar düşük(?) insanlardı; üstelik belli ki İspanyol politikacılar gençliğe hiç önem vermiyorlardı(!). Şimdi bakar mısınız, bu gençler burada “demlenecek” derslere sarhoş gelecek, ona buna sataşıp sınıfta kavga çıkaracaklar(?), ders işlemek mümkün olmayacak aman dostlar başına... Bir de muhafazakâr zihniyetin bilinçaltı fantezilerinin biricik konusu kızlı-erkekli mevzular var tabi ama ona şimdi hiç girmeyelim. Şaka bir yana, doğal olarak bunların hiçbiri vuku bulmuyor. Bunlar ancak İslâmcılar’ın topluma yaydıkları ezeli korkular... Hangi alkol, insanları diri diri yakan, kafa kesen bir IŞİD'liden daha kötü olabilir ki? Ha bir de "gerçek İslâm" mevzusu var, değil mi? Ben uzatıp, karıştırmayayım, siz şu LİNK'e bakın! Unutmayın, dışarıdan bakanları okumak, yarar sağlar!…
Neyse, Prof.
Fuentes defalarca Türkiye’ye gelmiş, uzun süreler kalmış bir insan… Ülkemiz
gündemine de oldukça hâkim. Sohbet esnasında benim Gülen ve Cemaati üzerine
eleştirel olarak çalıştığımı öğrenince bana “special man!!!...” dedi. Hepimiz güldük! İşte adam bu derece
biliyor bizim gündemi... Dahası, biz onunla görüştüğümüzde "Soma Katliamı"
gerçekleşeli sadece 5 gün olmuştu. Prof. Fuentes’in olaydan daha ilk günde
haberi olmuş. Bir maden şehrinde yaşayan, bir maden mühendisi profesörün, iki
tespiti aynen şöyleydi:
1-Ülkenizde
hangi alan olursa olsun “iş güvenliği” diye bir şey yok.
2-Politikacılarınız
aklını kaçırmış.
Önemli de bir bilgi verdi bizlere: İçi
dışı maden ve onun yan sektörleri olan bir şehirden en son ölümlü iş kazası
1905 yılında olmuş ve beş madenci ölmüş. Bundan sonrasını artık siz düşünün…
Prof.
Fuentes ile sohbetimizi tamamlayıp, yarın için sözleştik ve Almadén’i keşfe
çıktık. Burası da, tıpkı diğer İspanyol yerleşim birimleri gibi sanki terk
edilmiş izlenimi uyandırıyordu. Sokaklar bomboş, evlerin kepenkleri çekilmiş.
Tek tük insan ya var ya yok, iki tur atsan bitecek öyle bir ufak şehir işte… Zaten
akşam oluyordu, bir yerde yemek yedikten sonra otelimize çekildik.
Rehber eşliğinde geçilen ikinci bölümde ise, eski maden makineleri, madenin ve madencilerin çalışma sistemleri fotoğraflar yardımıyla sergileniyor. Bu bölümde madene inmek için kıyafetler hazırlanıyor, giyiniyorsunuz. Rehberiniz sizlere güvenlik önlemlerinden bahsediyor ve maden içerisine inince neleri yapmanız ve yapmamanız konularında bilgilendirmede bulunuyor. (Madenin üç boyutlu grafiği yanda)
Sonra
müzenin üçüncü bölümüne yani maden çıkarılan yere, bir asansör vasıtasıyla indik.
Rehberimiz bizi 70 m’ye kadar indirdi. Aşağısı 8 - 10 derece civarındaydı. Tedarikli
gelmeyen (nasıl bilecektik ki?) arkadaşlarımız epey zorluk çekti. Rehberimiz
çok sempatik, İngilizcesi de basit ve akıcı olan genç bir kadındı. Hiçbir sorumuzu
da karşılıksız bırakmadı ve ayrıntılı olarak yanıtlar verdi. Bir madende neler yapılıp, nelerin yapılmayacağını, madenin
tarihçesini, nasıl yaşandığını, olası kazalara karşı nasıl tedbirler
alındığını, nasıl çalışıldığını, çıkarılan madenlerin nasıl transfer
edildiğini, madenci eşyaları, kıyafetleri, makineleri ve teçhizatlarının ne
gibi işlere yaradığını ve daha bir sürü bilgiyi burada dinledik.
Maden çıkarılırken rastlanan (bize anlatıldığı şekliyle) 3 milyon yıllık balık fosilini de gördük. (Bu müzede çektiğim bazı fotoğrafları yanlarda görebilirsiniz.)
Maden çıkarılırken rastlanan (bize anlatıldığı şekliyle) 3 milyon yıllık balık fosilini de gördük. (Bu müzede çektiğim bazı fotoğrafları yanlarda görebilirsiniz.)
Madenin
son bölümüne madenci treni ile geçtik, evet bu külüstür, "hurda yığını" gibi gördüğünüz şey aslında fişek gibi çalışıyor, manuelin gözünü seveyim; hoş bir deneyimdi çocukça şendik. Son ve
dördüncü bölüm diğerlerine nazaran oldukça düzenli bir başka müzeydi.
Araçlar, makineler, videolar (sinevizyon gösterisi de vardı) ve fotoğraflar eşliğinde, çıkarılan madenlerin nasıl öğütüldüğünü, özellikle civa bakımından zengin olan bu bölgede elde edilen civanın sıvı hâle gelesiye kadar hangi işlemlerden ve nasıl geçtiği sergileniyordu. Yine burada, madenden çıkarılan deniz hayvanlarının küçük fosillerinin de sergilendiği bir bölüm vardı. Müzeyi gezmemiz üç - üç bucuk saatimizi aldı. Çıktıktan sonra yeni rotamız 125 km mesafedeki Córdoba şehriydi.
Araçlar, makineler, videolar (sinevizyon gösterisi de vardı) ve fotoğraflar eşliğinde, çıkarılan madenlerin nasıl öğütüldüğünü, özellikle civa bakımından zengin olan bu bölgede elde edilen civanın sıvı hâle gelesiye kadar hangi işlemlerden ve nasıl geçtiği sergileniyordu. Yine burada, madenden çıkarılan deniz hayvanlarının küçük fosillerinin de sergilendiği bir bölüm vardı. Müzeyi gezmemiz üç - üç bucuk saatimizi aldı. Çıktıktan sonra yeni rotamız 125 km mesafedeki Córdoba şehriydi.
CORDOBA
Bir
saatlik araba yolculuğundan sonra Córdoba’ya (Emeviler zamanındaki adı:
Kurtuba) ulaştık. Şehirde tipik bir Akdeniz havası seziliyordu. Oysa gezdiğimiz
diğer iki yerde bu duyguyu hiç yaşamamıştık. Güney’e inmiş olmanın getirisi
miydi, bilemiyorum artık… Ayarladığımız otel yine şehrin merkezindeydi, hani “merkez”
dedik ama ilk kez “otel bazen, bu kadar da merkezî yerde olmasa da olurmuş” ruh
halini burada yaşadık.
Öyle ki otelimiz, Kurtuba Camii’nin / Katedrali’nin tam da karşısındaydı. Yandaki fotoğrafta daha net görülüyor ("Hotel Conquistador Cordoba" yazan yer, yapının sağ sırasına düşüyor).Otelin çevresini şöyle bir tahayyül edin, Camii etrafını saran, Córdoba’nın klasik mimarisine ait o en fazla iki katlı evler ve burada kentsel doku hiç ama hiç bozulmamış. Bu sebeple, sokaklar arabaların geçmesi için çok dar, ancak dikiz aynalarını içe alarak geçebiliyorsunuz; hele bir de yanlış sokağa girdiyseniz (ki biz girdik) yandınız. İleriye gidip aynı yerleri bir daha geçmektense, polise, turiste, esnafa inat ters yöne daldık ve kan ter içinde otele ulaştık. Yaşadığımız (hele ki arabayı kullanan arkadaşımızın halini bir düşünün) stresi anlatamam. Biz şimdi de “arabayı nereye bırakacağız” diye dertlenirken, şansımıza otelin oto parkı varmış. Bir geceliği 12 EURO’ya bu işi de kapattık. İnanın, 30 EURO da olsa “o sokaklara bir daha girmek mi?”, yoksa 30 EURO ödemek mi?” diye sorsalar,” EURO’lar helâli hoş olsun” derdim! İşte öylesine stresliydi…
Öyle ki otelimiz, Kurtuba Camii’nin / Katedrali’nin tam da karşısındaydı. Yandaki fotoğrafta daha net görülüyor ("Hotel Conquistador Cordoba" yazan yer, yapının sağ sırasına düşüyor).Otelin çevresini şöyle bir tahayyül edin, Camii etrafını saran, Córdoba’nın klasik mimarisine ait o en fazla iki katlı evler ve burada kentsel doku hiç ama hiç bozulmamış. Bu sebeple, sokaklar arabaların geçmesi için çok dar, ancak dikiz aynalarını içe alarak geçebiliyorsunuz; hele bir de yanlış sokağa girdiyseniz (ki biz girdik) yandınız. İleriye gidip aynı yerleri bir daha geçmektense, polise, turiste, esnafa inat ters yöne daldık ve kan ter içinde otele ulaştık. Yaşadığımız (hele ki arabayı kullanan arkadaşımızın halini bir düşünün) stresi anlatamam. Biz şimdi de “arabayı nereye bırakacağız” diye dertlenirken, şansımıza otelin oto parkı varmış. Bir geceliği 12 EURO’ya bu işi de kapattık. İnanın, 30 EURO da olsa “o sokaklara bir daha girmek mi?”, yoksa 30 EURO ödemek mi?” diye sorsalar,” EURO’lar helâli hoş olsun” derdim! İşte öylesine stresliydi…
MEZQUITA
CORDOBA veya KURTUBA CAMİİ (/KATEDRALİ)
Eşyaları
bırakıp dışarıya çıktığımızda zaten gidilebilecek ilk yer karşımızdaki Kurtuba Camii’ydi. Cami, şehrin en görkemli yeri olan Yahudi Mahallesi’nin (/Jewish
Quarter) içerisinde bulunuyor. Yapı, ortasında büyük bir avlusu olan, kiliseye
dönüştürüldükten sonra bir de “çan kulesi” eklenen, devasa bir eser. Bahçe
duvarlarına tutturulmuş tarihi kalıntılarda ise, eski Cami’den kalan/kurtarılmış tahta oymalı,
Arapça yazılı ve işlemeli parçalara da rastlıyorsunuz. Neticede savaş ve din kavgalarının, Dünya ve insanlığa verdiği zararı anlatmaya gerek yok.
Diğer yandan, WEB’deki şu yerden derlediğim bilgiler de yapının tarihi hakkında bizlere fikir verebilir:
Diğer yandan, WEB’deki şu yerden derlediğim bilgiler de yapının tarihi hakkında bizlere fikir verebilir:
Caminin kare minaresinin kenarları 8.48 m’dir. Uzunluğu 180, genişliği 135 m’dir. Alanı ise 24.300 m²’dir. … Harika hesaplamalarla ve sadelikle sıralanan sütunlar 19 paralel yol, bu doğrultuya dik 36 adet yolu dik açıyla kesiyor. Sütunların çoğu granitten, bazıları da çeşitli taşlardan yapılmıştır ve tuğlalardan ve beyaz taşlardan meydana gelen kemerleri destekliyor. Bu kemerleri hurma ağaçlarına benzemesine bir sebebte aralardaki kırmızı taşlar olsa gerek diye düşünüyorum. Camii tamamlanınca (avlu ile birlikte) 180 m. boyuna, 130 m. enine, yani toplam 23.400 metrekareye ulaşır. Bu sebeple uzun süre tüm İslam âleminin en büyük camii olarak kalmış…
Cami’nin mihrabı, II. Hakem dönemindeki genişletmeler sırasında yapılmış. Buradaki en göze çarpan özellik diğer camilerde duvarda açılmış bir mihrap varken, burada ayrı bir oda olarak göze çarpması. Mihrabın iç bölümündeki bu odada zemin, altıgen biçiminde ve köşelerdeki duvarların üzerine her biri üç boğuma sahip at nalı şeklinde süslemeler yerleştirilmiş. Fakat asıl önemlisi mihrabın üst kısmındaki kubbenin süslemeleri. Sekizgen bir tavanın istiridye motifleri ile süslenmiş kubbeli tavanı çepeçevre kufi yazılarla işlenmiş. Mihrabın giriş kemeri üzerindeki süslemelerin mozaikleri ise o zamanki Bizans’tan getirilmiş. 13. yüzyılda Kurtuba şehrinin düşmesiyle Cami’nin içine İspanyollar bir katedral inşa etmeye başlamışlar. Mihraba paralel pozisyondaki 6 koridor içinde birçok sütun yıkılarak şuandaki haline çevrilmiş. Ortaya çıkan ilk sonucu gören V. Carlos’un: ‘Dünyada bir benzeri bulunmayan bu güzel eseri böylesine tahrip edeceğinizi bilseydim, hiç size izin verir miydim? Sizin yaptığınız bu kilisenin benzeri her yerde bulunabilir ama bu caminin bir benzerini yeniden yapma imkanı yoktur.’ dediği de rivayet ediliyor.”
Biz
ulaştığımızda Cami’nin içi turist doluydu. Daha çok turlarla gelen turist
kafilelerine rastladık. Başlarda GİRİŞ kuyruğu insanı korkutsa da, sıra hızla
ilerliyor. Cami’ye giriş 8 EURO, bence oldukça makul bir fiyat. Hatta içeriye
girince, “az bile alındığını” düşünebilirsiniz. Cami’nin sütunları sizi sizden alıyor. Cami
içerisinde binden fazla sütun olduğu söyleniyor. Cami’ye girer girmez dikkatimi
çeken şeylerden birisi de mimari yapısı yüzünden, içerisinin oldukça ferah ve
havadar olmasıydı. Caminin temelini teşkil eden sütunlar ve at nalı kemerlerden
oluşan taşıma sistemi, yapıya mükemmel bir hava veriyor. Kemer sisteminin, her
ne kadar Şam’da camii kemerlerinden esinlenildiği söylense de, Kurtuba
Camii’nde ilk defa üst üste iki kemerli bir yapı tekniği kullanılmış.
Cami
içerisinde flaş’lı çekime ya da tripod’a izin verilmiyor, buna da şükür... Bunların dışındaki
teçhizatla çekim yapılabilir. (Çektiğim karelerden bazıları yanda) Çekim yaparken aşırı
kalabalık, karelemede sorun yaratıyor. “Cami boşalır” diye hiç beklemeyin, bilakis
dolup dolup boşalıyor. Yapının göze çarpan bir başka özelliği de avize, kandil
ve şamdanları… Vaktiyle cami, 113 avizedeki binlerce kandille aydınlatılıyor,
bu kandiller için her yıl takriben 20 ton zeytinyağı alınıyormuş. Ayrıca, caminin
kokulandırılması için öd ağacı ve amber kullanılıyormuş.
Katedralin
içerisindeki bir başka ilginç durum ise, şapel kısımlarının hepsinin demir
parmaklıklarla çevrili olması… Bunun sebebini sorduğumuzda Napolyon ordularının
işgali sırasında burada bulunan değerli mücevher ve eserlerin yağmalanmasını
engellemek içinmiş. Engelleyebilmişler mi acaba?
Cami’nin, Kiliseye dönüşmüş şeklinin, tam ortasında rahiplerin ayin yönetecek şekilde sıralandıkları bir oturma grubu var. Hepsi de tahtadan (sanırım ceviz) olan ve ince işçilikle yapılmış muhteşem iskemlelerden oluşan bu bölüm, Hıristiyanlık sembolleri ve süslemeleriyle dikkatinizi çekiyor. Yapının bir bölümü, camekânlar içinde altın ve gümüş eşyaların sergilendiği bir alana çevrilmiş. Bir başka bölümde ise, yapının tadilat halindeyken çekilen fotoğrafları ile ilk hallerinin tahta maketi var. Eğer Córdoba’ya yolunuz düşerse, bu muhteşem eseri görmeden gitmemenizi tavsiye edebilirim. İzleyebilmeniz için şu LİNK'e içeride çektiğim bir videoyu yükledim: https://www.youtube.com/watch?v=xp0sGZyxN_A Biz yararlanamadık ama sizlere bir de müjdem var, müze sabah 08:30 – 09:30 arası ücretsiz gezilere açıkmış. Bir de şu link'te Cami/Katedral'in güzel bir sunumu var.
Cami’nin, Kiliseye dönüşmüş şeklinin, tam ortasında rahiplerin ayin yönetecek şekilde sıralandıkları bir oturma grubu var. Hepsi de tahtadan (sanırım ceviz) olan ve ince işçilikle yapılmış muhteşem iskemlelerden oluşan bu bölüm, Hıristiyanlık sembolleri ve süslemeleriyle dikkatinizi çekiyor. Yapının bir bölümü, camekânlar içinde altın ve gümüş eşyaların sergilendiği bir alana çevrilmiş. Bir başka bölümde ise, yapının tadilat halindeyken çekilen fotoğrafları ile ilk hallerinin tahta maketi var. Eğer Córdoba’ya yolunuz düşerse, bu muhteşem eseri görmeden gitmemenizi tavsiye edebilirim. İzleyebilmeniz için şu LİNK'e içeride çektiğim bir videoyu yükledim: https://www.youtube.com/watch?v=xp0sGZyxN_A Biz yararlanamadık ama sizlere bir de müjdem var, müze sabah 08:30 – 09:30 arası ücretsiz gezilere açıkmış. Bir de şu link'te Cami/Katedral'in güzel bir sunumu var.
PALACIO de CONGRESOS / KONGRE BİNASI
Cami
içerisini yaklaşık 2,5 saat dolaştıktan sonra dışarıya çıktığınızda, sizi hemen
yanı başındaki Placio de Congresos/Place of Congresses/Kongre Binası
karşılıyor. Büyük bir kapıdan girilen, iki katlı olarak inşa edilmiş, ortasında
bahçesinde limon ağaçları, taş süslemeleri ve sütunlarıyla oldukça sade bir yapı
olan bu bina günümüzde (adından da anlaşılacağı gibi) kongreler ve toplantılar
için kullanılıyormuş. Zaten biz gezerken de içeride bir toplantı vardı. Gezmenizin
yarım saati bile almayacağı bu yapıyı, geçiş güzergâhınız üzerinde olması
sebebiyle, yine de görmelisiniz.
ALCAZAR de Los REYES CRISTIANOS / FORTRESS of THE KING / KRALIN KALESİ
İşte
Kurtuba Camii’den sonra “mutlaka gezmelisiniz” diyebileceğim yegâne bir yer de
burası. Kurtuba Camii’ne yürüme mesafesiyle 8-10 dakika mesafede, sadece şehir manzarası ve bahçesi için bile görülmesi gerekli bir yapı olan bu Kale’nin
giriş ücreti kişi başına 4,5 EURO…
Kale’nin
iç mekânında pek bir şey yok. İçerisindeki heykeller, tablolar ve eşyalar, daha
önce gördüklerimiz yanında oldukça sönük kalıyor. Hatta bu yüzden ilk anda
öylesine hayal kırıklığına uğradık ki, avuntu olarak “en azından tuvaleti kullandık” falan
demeye başlamıştık. Ama kalenin tepesindeki surlara çıkıp Córdoba manzarasını
izlemeye başladığımızda bu fikrimizden vazgeçtik. Üstelik Kale’nin bahçesini
gezip, muhteşem havuzlar, envai çeşit ağaç ve bitkiler ile bahçeye sanat katan heykelleri
de görünce, keyfimiz iyice yerine geldi. Kale'den otantik şehir manzarası ise şu LİNK'teki videoda: https://www.youtube.com/watch?v=ZuaEqWdmsxs
TRIUNFO de SAN RAFAEL / SAN RAFAEL’s TRIUMPH
Kurtuba
Camii ile Kral’ın kalesi arasında kalan bu eser, bir zafer anıtı… Yaklaşık 20 m
yüksekliğinde, tepesinde kanatlı bir melek figürü var. Yapının yanlarında ise
yine melekler ona eşlik ediyorlar. Abidenin çevresi parka dönüştürülmüş, turistlerin ayak uzatıp dinlenebilcekleri bir yer ve içerisinde bir de küçük havuzu var.
PUERTA del PUENTE / THE BRIDGE GATEWAY ve PUENTE ROMANO / ROMAN BRIDGE
Puerta
del Puente, Roma Köprüsü’nün giriş kapısı… Köprü’ye böylesine bir “tak”
içerisinden geçerek giriyorsunuz. Kapı’nın da, hele hele Köprü’nün de aslında
çok büyük bir cazibesi yok. Hatta Köprü bize çok kaba bir yapı olarak göründü.
Üzerinde turistler fotoğraf çekiyor, birkaç satıcı turistik ve hediyelik eşya
satıyor, o kadar. Köprü’nün belki de en cazip yönü, gün batımının güzel ve
romantik bir görüntü oluşturması… Daha başka alternatifiniz yoksa öylesine
uğranabilir ve yine taş çatlasa yarım saatinizi alır.
Karşıya
geçince, şehrin Campo de La Verdad isimli bölümüne ulaşıyorsunuz ama bu bölümde
görmeniz gerekli herhangi bir yer yok. Evler ve küçük dükkânlardan oluşan
şehrin bir mahallesi...
AAHH CORDOBA!
Genel
görünüm olarak, gezdiğimiz yerler içinde biz Córdoba’yı daha çok beğendik. Küçük,
sevimli, belki İzmir’deki Alaçatı veya Sığacık’ın muadili bu şehir, insanda
huzur hissi uyandırıyordu. Bütün bu yapıları çevreleyen Yahudi Mahallesi/Jewish
Quarter adıyla anılan bölüm, eşim ile bana çok samimi, şehrin dokusunu yansıtan
ve el değmemiş bir yer olarak göründü ve biz cezbetti. Diğer arkadaşlarımızın
yorumlarının ise “burada bir gece kalmakla hata ettik” olduğunu da
belirtmeliyim. “Yorum farkı” veya “beğeni farklılıkları” dedikleri de böyle bir
şey zaten…
Belki
de biraz da Córdoba’nın bizi çekim gücüne almasının sebeplerini sıralamalıyım. Öncelikle
Yahudi Mahallesi bölümü harika evlerden oluşuyor. Bu evler iki katlı, rengarenk
boyalı, avlulu, yine farklı renklerdeki ve tahta pervazlarından çeşit çeşit renklerde
çiçekler sarkan, orta bölümleri bahçeli ve meyve (mandalina, yeni dünya, portakal,
limon vb.) ağaçlarıyla dolu, sokaklarının Arnavut kaldırımları döşeli olduğu,
muhteşem ötesi tahta işçiliğin eseri kapılara (Córdoba’da özellikle kapılara
dikkat edin!) sahip yapılar. Córdoba Belediye’si her yıl, “en güzel ev ve
bahçeyi” seçmek için yarışma düzenliyormuş. Bu da bizi hiç şaşırtmadı; sokaklar
ve evler o derece düzenliydi ki, sanki herkes 365 gün yarışmaya hazır gibiydi. Burada
Jalle de “Las Flores/Çiçekler Sokağı” isimli bir sokak var. Bulun ve mutlaka
görün, ne demek istediğimi hemen anlayacaksınız.
Kurtuba
Camii etrafı hediyelik ve turistik eşya satıcılarıyla dolu… Eğer El Rastro bitpazarına gidemiyorsanız, Madrid’ten mecbur kalmadıkça bir iğne almayın, aşağıya indikçe fiyatlar da iniyor, benden
söylemesi...
Yine Avrupa’ya çıkanların bir derdine derman da burada mevcut: Salatalar… Cami’nin iki kapısı var ve Çan Kulesi dışındaki diğer giriş kapısının karşısında veya yukarıda kaldığımız oteli gösteren kareye bakarsanız otelimizin 15 m sağına denk gelen binanın altında (ancak böyle tarif edebildim) “SUBWAY” adıyla bir yer var. Burada salata çeşitlerini bulabilir, keyfinize göre seçebilir, "domuz etinden kaçacağım" diye "vejeteryan pizza" ve "helâl döner" yemekten helâk olan midenize azıcık ziyafet çekebilirsiniz. Aynı yerde güzel tost ve sandviçler de yapılıyor ve yine çeşit çeşit ürün arasından içeriğini siz kendiniz belirleyebiliyorsunuz. Yine aynı bölgede “Bodega Campos Restaurant” var. Yemek yemedik ama şarap içmek ve sohbet etmek için harika bir yer; biz denedik gördük, özellikle akşam yemeği sonrası tavsiye edebilirim.
Yine Avrupa’ya çıkanların bir derdine derman da burada mevcut: Salatalar… Cami’nin iki kapısı var ve Çan Kulesi dışındaki diğer giriş kapısının karşısında veya yukarıda kaldığımız oteli gösteren kareye bakarsanız otelimizin 15 m sağına denk gelen binanın altında (ancak böyle tarif edebildim) “SUBWAY” adıyla bir yer var. Burada salata çeşitlerini bulabilir, keyfinize göre seçebilir, "domuz etinden kaçacağım" diye "vejeteryan pizza" ve "helâl döner" yemekten helâk olan midenize azıcık ziyafet çekebilirsiniz. Aynı yerde güzel tost ve sandviçler de yapılıyor ve yine çeşit çeşit ürün arasından içeriğini siz kendiniz belirleyebiliyorsunuz. Yine aynı bölgede “Bodega Campos Restaurant” var. Yemek yemedik ama şarap içmek ve sohbet etmek için harika bir yer; biz denedik gördük, özellikle akşam yemeği sonrası tavsiye edebilirim.
Córdoba’da
aralarda dolaşırken öylesine geçtiğimiz bir yolda, bir de sahafa rastladım, adı: El Laberinto... “Ronda de
Isasa Caddesi” üzerindeki bu sahaf, itiraf etmeliyim ki, çok hoşuma gitti. Zaten yanda da etrafı kurcalarken görülüyorum. Fakat
Madrid bitpazarındaki durum, burada da geçerliydi. Kitapların neredeyse tamamı
İspanyolca’ydı.
Bu yüzden ben de sadece LP ve 45’liklere baktım. Kısmetime ise, gençliğimin gözde pop grubu BANANARAMA’nın çift plaklı LP’i düştü. Bu LP’yi 6 EURO’ya aldım ki, sanki plaklar hiç kullanılmamış gibi yeniydi. LP’i almak için kasaya götürdüğümde sahafın sahibi, “ulan bu adam bunu nereden buldu?” der gibi LP’i evire çevire baktı, baktı, yanındaki arkadaşıyla bir şeyler konuştular ve sonun da paket yapıp, bana verdi (yanda). Böylece koleksiyona bir de Córdoba’dan LP eklenmiş oldu.
Bu yüzden ben de sadece LP ve 45’liklere baktım. Kısmetime ise, gençliğimin gözde pop grubu BANANARAMA’nın çift plaklı LP’i düştü. Bu LP’yi 6 EURO’ya aldım ki, sanki plaklar hiç kullanılmamış gibi yeniydi. LP’i almak için kasaya götürdüğümde sahafın sahibi, “ulan bu adam bunu nereden buldu?” der gibi LP’i evire çevire baktı, baktı, yanındaki arkadaşıyla bir şeyler konuştular ve sonun da paket yapıp, bana verdi (yanda). Böylece koleksiyona bir de Córdoba’dan LP eklenmiş oldu.
Ertesi
gün önce Malaga’ya sonra Granada’ya geçeceğimiz için gece saat 2’ye doğru
otelimize döndük. Fakat “gece hayatı”nı sevenler için şunu da eklemeliyim,
Yahudi Mahallesi ve çevresindeki mekânlarda aksiyon sabaha kadar devam ediyor.
MALAGA
“Granada’ya
geçmende önce Malaga’yı da görelim” dedik ve rotamızı bu şehre çevirdik. Córdoba’dan
1 saat 15 dakikalık mesafedeki Malaga, her yönüyle tipik bir Akdeniz yerleşkesi
ve sahil turizmini tercih edeceklerin şehri. Belki kalibre bakımından asla bir Antalya
değil ama Alanya olabilir.
Arabamızı
bir otoparka bıraktıktan sonra arkadaşlarımızla “5 saat bitiminde yine otopark
önünde buluşmak için” sözleştik ve ayrıldık. Otoparkın yanında harika bir
kapalı Pazar yeri vardı. Bu pazardaki bazı meyveler öylesine ucuzdu ki, biz de
inanamadık. Yenidünya, kiraz 2-2,5, muz 0,77, çilek 1,5-2 EURO’ydu ki, bu
ayarda bile olmayan bu kirazı, ne Dersim (25 TL’ydi) ne de İzmir’de (15 TL’ydi)
mümkün değil bu mevsimde bu fiyata bulmanız.
Avrupa’daki Pazar yerlerinin zengin çeşitliliğini bilen bilir, bir sahil şehri olmasının da katkısıyla buradaki balıkçılardaki çeşitliliği ancak görünce anlayabilirsiniz. Sanki denizden çıkan ne varsa bu balıkçılarda mevcuttu. Biz sadece kiraz aldık, çok lezzetliydi. Yalnız pazar yeri malesef saat 13'te kapanıyor, "bunu da dikakte alın" derim. Türkiye'de saat 13'te tezgâhları toplayan pazarcılar düşünebiliyor musunuz? Durumu hayal bile edemiyoruz değil mi?
CATEDRAL de la ENCARNACION de MALAGA / MALAGA KATEDRALİ
Avrupa’daki Pazar yerlerinin zengin çeşitliliğini bilen bilir, bir sahil şehri olmasının da katkısıyla buradaki balıkçılardaki çeşitliliği ancak görünce anlayabilirsiniz. Sanki denizden çıkan ne varsa bu balıkçılarda mevcuttu. Biz sadece kiraz aldık, çok lezzetliydi. Yalnız pazar yeri malesef saat 13'te kapanıyor, "bunu da dikakte alın" derim. Türkiye'de saat 13'te tezgâhları toplayan pazarcılar düşünebiliyor musunuz? Durumu hayal bile edemiyoruz değil mi?
CATEDRAL de la ENCARNACION de MALAGA / MALAGA KATEDRALİ
Pazardan
çıkınca doğruca yakındaki “Catedral de la Encarnacion de Malaga”/Malaga
Katedrali’ne yöneldik. Biz otopark ararken açık olan Katedral, gittiğimizde
kapanmıştı; bu yüzden içerisini gezemedik. Katedral ile ilgili bilgiler ise
şöyle: Malaga şehrinde görülmesi gereken yerlerden en önemlilerinden birisi,
eski şehir içerisinde, yüksekliği sebebiyle her yerden görülebilir. Katedral,
1528 ile 1782 yılları arasında yapılmış, önemli Rönesans eserlerinden
birisiymiş. Şehir kalesi Alcazaba’nın hemen yanında olması sebebiyle temel
taşlarının bir kısmının kaleden alındığı tahmin ediliyormuş. Katedralin planları
Diego De Siloe tarafından çizilmiş. Koro bölümü ise Pedro De Mena’nın eseriymiş.
Fasadı (cephesi/dış görünümü) barok stilinde, kapılar mermer sütunlu. Kuzey
kulesi 84 metre yüksekliği ile Sevilla’daki “Giralda”dan sonra Endülüs’ün en
yüksek ikinci kulesiymiş. Güney kulesi ise tamamlanmadan bırakılmış. Katedral’in
giriş ücreti: 5 EURO’ymuş.
Malaga’nın
merkezinde İstiklâl Caddesi kıvamında bir cadde var. Bu cadde, mağazalar, restoranlar,
cafe’ler vb. ile dolu… Mağaza dolaşmaya gelmediğimiz için hiç bize uygun değildi, buradan transit yürüdük, birkaç kare fotoğraf çekip, denizi
görmek için Liman’a gittik. Malaga Limanı, yoğunluklu tır konvoylarından
anladığımız kadarıyla, belli ki oldukça işlek bir ticaret hacmine sahip ve
epeyce de büyük bir limandı. Sahil şeridini ise çok güzel düzenlemişler,
banklarda oturup hem dinlendik hem de deniz havasını göğsümüze çektik.
ALCAZABA / MALAGA KALESİ
ALCAZABA / MALAGA KALESİ
Malaga’nın
en yüksek yeri olan tepede, bir de kalesi var: Alcazaba… Yukarıya tırmanma ve
inme epeyce vakit alacağı için, içeriyi gezemedik ama giriş bölümündeki küçük
müzeyi dolaştık. Yukarıdan liman ve şehir manzarasının, görülmeye değer olduğunu
söyleyebilirim. Aynı vakit darlığı sebebiyle yine Malaga merkezindeki Picasso
Müzesi’ne de gidemedik, en çok da bu içimde kaldı.
Yanda Malaga Kalesi'nden limanın görüşünü... Mübarek Kale Amazon Ormanı cangılları gibi olmuş; her an bir maymun zıplayıp çıkacak, bir Bengal kaplanı üzerinize atlayacak hissiyle yürüyorsunuz; kısacası bir aşamadan sonra "koyver gitsin" yapmışlar. Nasılsa her bitki bir diğerinin içine girmiş, karışmış. Bakımsızlık dizboyuydu. Yine Malaga
sahiline bakan caddelerden birinde dolaşırken bir Türk dönercisiyle
karşılaştık. İçeriye girip “merhaba” dedik, tipler “Türkiyeli” havası verse de
kimse bize karşılık bile vermedi. “Sonra biz ne alalım, nasıl olsun” diye kendi
aramızda konuşurken meğer kasadaki kişi bizi tartıyormuş. Hani “ne konuşacaklar
acaba? ilginç bir şey mi konuşacaklar” diye… Demek ki, bir süre bizi dinledikten sonra karşılık vermiş oldu. Şaşırdık
ve bunu da görmüş olduk!
Bizi
Malaga’da memnun eden bir yer de, bir zamanlar Türkiye’de olan (ama bizim
yetişemediğimiz) “tek tekçi” yerlerinden birine rastlamak oldu. Burayı gezerken
tesadüfî olarak gördük. Fark edince de hemen içeriye girdik.
Yandaki karelerde de görüleceği gibi, burada, fıçılar içerisinde farklı tatlardaki, çeşitlerdeki üzümlerden (üzüm dışındaki meyvelerden de şaraplar vardı) şarap mevcut. Beğeninize göre seçiyorsunuz ki biz, yanda “tek atan” bir çiftin bizi yönlendirdiği şarabı tercih ettik. Bu mekânda oturacak yer veya tabure yok, mezeyi ve içkiyi ayakta tüketiyorsunuz; özelliği de zaten buradan kaynaklanıyor. Bir tek atıp, gideceksiniz. Mekânın bir bölümünde de mezeler vardı ve vitrinde en çok da balık mezeleri yer alıyordu. Biz midyeyi tercih ettik. Hemen söyleyeyim, buradaki midyeler, denizden çıkmış şekliyle önünüze geliyor, yani çiğ... Üzerlerine limon sıkarak yiyorsunuz. Dahası barmen, tükettiğiniz tek atım şarapların ve mezenin fiyatını, önünüzde bulunan tahtaya beyaz tebeşirle yazıyor. İkinci bir tura geçip de içmeye devam ederseniz, yazdığını silip yeni miktarı yazıyor. Hesabı da bu tahtanın üzerinde yazan miktara göre ödüyorsunuz. Mekândaki (solda adı var) müziğin otantikliğinin yanına, böylesi yerlerde kadınlı erkekli bulunabilmenin güzelliği da eklenince, keyfimiz zirve yaptı. Meraklanmayın, keyfimizi yükselten ufacık bardakta bir tek attığımız şarap değildi, şişeyi bitirsem sarhoş olmam; fakat böylesi güzellikleri olağanüstü hâle getiren asıl şey, rejimi değişen bir ülkeden geliyorsanız, bu manzaranın, bu ortamın kendisi bile biz ve bizim gibileri mest etmeye yetiyor olmasıydı, bir şey içmenize bile gerek yok! Yeri gelmişken şunu bir kez daha anımsayalım: KADINLI ERKEKLİ HEP BİRLİKTE YİYİP İÇEMEYEN, EĞLENİP GÜLEMEYEN TOPLUMLAR, BİRLİKTE BİR GELECEK DE KURAMAZLAR! Anlayana…
Yandaki karelerde de görüleceği gibi, burada, fıçılar içerisinde farklı tatlardaki, çeşitlerdeki üzümlerden (üzüm dışındaki meyvelerden de şaraplar vardı) şarap mevcut. Beğeninize göre seçiyorsunuz ki biz, yanda “tek atan” bir çiftin bizi yönlendirdiği şarabı tercih ettik. Bu mekânda oturacak yer veya tabure yok, mezeyi ve içkiyi ayakta tüketiyorsunuz; özelliği de zaten buradan kaynaklanıyor. Bir tek atıp, gideceksiniz. Mekânın bir bölümünde de mezeler vardı ve vitrinde en çok da balık mezeleri yer alıyordu. Biz midyeyi tercih ettik. Hemen söyleyeyim, buradaki midyeler, denizden çıkmış şekliyle önünüze geliyor, yani çiğ... Üzerlerine limon sıkarak yiyorsunuz. Dahası barmen, tükettiğiniz tek atım şarapların ve mezenin fiyatını, önünüzde bulunan tahtaya beyaz tebeşirle yazıyor. İkinci bir tura geçip de içmeye devam ederseniz, yazdığını silip yeni miktarı yazıyor. Hesabı da bu tahtanın üzerinde yazan miktara göre ödüyorsunuz. Mekândaki (solda adı var) müziğin otantikliğinin yanına, böylesi yerlerde kadınlı erkekli bulunabilmenin güzelliği da eklenince, keyfimiz zirve yaptı. Meraklanmayın, keyfimizi yükselten ufacık bardakta bir tek attığımız şarap değildi, şişeyi bitirsem sarhoş olmam; fakat böylesi güzellikleri olağanüstü hâle getiren asıl şey, rejimi değişen bir ülkeden geliyorsanız, bu manzaranın, bu ortamın kendisi bile biz ve bizim gibileri mest etmeye yetiyor olmasıydı, bir şey içmenize bile gerek yok! Yeri gelmişken şunu bir kez daha anımsayalım: KADINLI ERKEKLİ HEP BİRLİKTE YİYİP İÇEMEYEN, EĞLENİP GÜLEMEYEN TOPLUMLAR, BİRLİKTE BİR GELECEK DE KURAMAZLAR! Anlayana…
GRANADA
Akşama
doğru Granada’ya geçtik. Malaga’dan 1 saat 10 dakikalık bir yolculuktan sonra
Granada’ya ulaşıyorsunuz. Granada, ismini İspanyolca’da “nar” anlamına
gelen kelimeden alan ve Endülüs Emevileri’nin 1492 yılında yıkıldığında bölgede
son terk ettikleri yer unvanını taşıyan bir şehirmiş. Müslümanlar arasında ise,
“Gırnata” olarak da biliniyor.
Otelimizi
bulduk ve yerleştik. Otel, eski bir kilisenin, bir zamanlar belki de
misafirhane olarak kullandığı binaydı. Yapının hemen yanında kilise ve kiliseye bağlı ortaokul
hâlâ hizmet veriyordu ama belli ki öğrenci sayısı oldukça azdı.
Vakit
akşama doğru döndüğü için eşyalarımızı çabucak otele bırakıp Granada’yı keşfe
çıktık. Otelimiz yine şehir merkezindeydi ve bizim için her yer yürüme
mesafesindeydi. Tam merkezde boylu boyunca “Calle Reyes Catolicos Caddesi” var.
Bu cadde, yine boylu boyunca restoranlar, cafe’ler, oteller, mağazalar ve
turistlerin geçiş güzergâhı olması sebebiyle hediyelik eşya dükkânlarıyla dolu.
Arada birkaç kilise, görkemli kamu binaları da bulunuyor.
Bu
cadde boyunca yürüyerek önce Plaza Bib-Rambla’yı görüyoruz. Barcelona’da da yer
alan Ramblas Caddesi’nin adaşı olan bu meydan, altında eski şehrin olmasından
dolayı bu ismi alıyormuş. Plaza Bib-Rambla’ya açılan sokaklardan Alcaiceria’ya
(yani Arap’lardan kalma ipek çarşısı) giriyorsunuz. Bu çarşıda İspanyol
ürünlerinden çok Hint ve Arap esintisi taşıyan hediyelik eşya ve özellikle deri
ürünleri ile ipek şallar satılıyor. Burası dar sokaklarıyla, kendinizi bir
Avrupa şehrinden çok, bir Fas ya da bir Arap şehrinde geziyormuş gibi
hissettiriyor. Kısacası, kentin eski ruhu hâlâ yerinde duruyor.
Alcaiceria’dan geçerek Katedral’e, yani “Palacio de la Madraza” olarak bilinen eski medreseye ulaşıyoruz. Katedral Müzesi’ne girmek isterseniz 4 EURO ödemeniz gerekiyor. Ferforje bir kapıyla caddeden ayrılan bu bölüm “Gran Via de Colon” adıyla bilinen Granada’nın en işlek caddelerinden birine de açılıyor.
Alcaiceria’dan geçerek Katedral’e, yani “Palacio de la Madraza” olarak bilinen eski medreseye ulaşıyoruz. Katedral Müzesi’ne girmek isterseniz 4 EURO ödemeniz gerekiyor. Ferforje bir kapıyla caddeden ayrılan bu bölüm “Gran Via de Colon” adıyla bilinen Granada’nın en işlek caddelerinden birine de açılıyor.
Ferforje
kapıdan çıkıp “Gran Via de Colon”dan sağa doğru biraz ilerlediğimizde,
kendiminizi tekrar “Calle Reyes Catolicos”da buluyorsunuz. Bu kez bu caddeden
kuzeye doğru ilerleyerek önce “Plaza de Isabel Catolica”, sonra da “Plaza Nueva”dan
geçerek Darro Nehri’ne ulaşıyoruz. Ancak yazın yaklaşmasıyla nehrin suları
hayli azalmıştı; hatta nehir olduğunu söylemeseler sadece derin bir çukura
baktığım izlenimine kapıldığımı itiraf etmem gerek… Nehir vadisi boyunca
uzayan “Carrero del Darro” yolundan ilerledik.
Sağ tarafımızda başımızı kaldırıp (yanda) Elhamra Sarayı’nı gördüğümüz noktada ("Elhamra seni yarın yeneceğim!...") solumuzda da Granada’nın eski yerleşim yerlerinden “Çingene Mahallesi” olarak da bilinen “Albayzin” yer alıyor. Bulunduğumuz yerden Albayzin’e doğru yükselen dar yokuşlu sokaklar bana, eski Mardin sokaklarını çağrıştırıyor.
Albayzin, “atmaca avcılarının yeri” demekmiş ve buradan özellikle gün batarken Alhambra (El-Hamra) manzarası harika oluyormuş. Hayli yorulduğumuzdan ve Elhamra’yı ertesi gün yakından göreceğimizden Albayzin’e tırmanmıyor ve merkeze geri dönerek yemek yemeyi tercih ediyoruz.
Sağ tarafımızda başımızı kaldırıp (yanda) Elhamra Sarayı’nı gördüğümüz noktada ("Elhamra seni yarın yeneceğim!...") solumuzda da Granada’nın eski yerleşim yerlerinden “Çingene Mahallesi” olarak da bilinen “Albayzin” yer alıyor. Bulunduğumuz yerden Albayzin’e doğru yükselen dar yokuşlu sokaklar bana, eski Mardin sokaklarını çağrıştırıyor.
Albayzin, “atmaca avcılarının yeri” demekmiş ve buradan özellikle gün batarken Alhambra (El-Hamra) manzarası harika oluyormuş. Hayli yorulduğumuzdan ve Elhamra’yı ertesi gün yakından göreceğimizden Albayzin’e tırmanmıyor ve merkeze geri dönerek yemek yemeyi tercih ediyoruz.
Granada’da
yemek konusunda çok sayıda alternatif mevcut. Yine bu bilgi faslını içimizdeki "küçük gurme"lere bırakayım ve sadece yediğimden bahsedeyim. Bizim gibi "illâ bir İspanyol klasiği deneyeceğim" diyorsanız, “gazpacho”
dedikleri "soğuk domates çorbası"nın tadına bakabilirsiniz. Yine de midemize sulu bir şeyler gitmesinden öteye faydası ve orijinalliği yok. Ekmek istemezseniz getirmiyorlar, bu da bir küçük not! Burada da İspanya’nın
çoğu yerinde olduğu gibi, yemek geç saatlerde yeniyor. Biz de yemeğimiz bitirip,
restorandan ayrılırken, gece hayatının daha yeni başladığına tanık oluyoruz. Yarın
Elhamra randevumuz öğleden sonra saat 14’ye olduğu için, erkenden kalkıp
Granada’nın deniz kenarındaki turistik ilçelerine gideceğiz. Bir ihtimal denize
girme plânımız da vardı. Bu yüzden, otelimize çekilip dinlenmeye başladık.
Ertesi gün kahvaltı
sonrasında arabalarımıza binip yola koyulduk, hedefimiz Salobrena isimli küçük
sahil ilçesiydi (belki de “belde” demek lazım, bilemiyorum artık). Granada’dan
arabayla 30 dakika mesafede bulunan bu yere ulaştığımızda tipik tatil yöresi
havasına hemen rastladık. Sabah olduğu için etrafta kimsecikler yoktu, yollar
da boştu. Bir tek köpeklerini gezdirenler vardı ki, bu insanlardan bazıları sanırım çevre temizliğini çok da umursamıyorlardı; çünkü etrafta köpek pislikleri de görülüyordu. Plajlar şehrin içinde olduğu gibi, ki biz bunları beğenmedik, asıl
güzel plajların (arabayla geçerken gördük) şehir dışında olduğunu da
belirteyim. Şehrin tepesinde bir de kale var. Çocukluğumdan beri tipik bir “kale
delisi” olmama rağmen, yine vaktimiz olmadığı için bu kaleye de çıkıp
dolaşamadık.
Yaklaşık
bir saat kadar turlayıp, birkaç alışveriş yaptıktan sonra yine aynı sahil
şeridinde bulunan Almunecar’a doğru yola çıktık. Buraya da 10-12 dakikada
ulaşabilir, burayı da ziyaret edebilirsiniz. Almunecar, Salobrena'dan daha büyük ve daha düzenli bir tatil yöresi… Üstelik şehir,
Salobrena’ya nazaran çok daha hareketliydi. Hani teşbihte kusur olmaz, Salobrena, “Davutlar” ise,
Almunecar’a “Kuşadası” diyebiliriz. İçerisinde güzel görünen çok uzun ve geniş
bir plajı var; bu plajların arkasında büyük ve gösterişli oteller de yapmışlar
(yandaki 1. Kare Salobrena, 2.’si Almunecar’a ait). Çok rüzgâr vardı ve deniz
suyu çok soğuktu, bu yüzden denize girme hevesimiz kursağımızda kaldı. Bir
turlayıp, Granada’ya dönmek için yola koyulduk.
ELHAMRA
/ ELHAMRE SARAYI
Otele
değil de doğrudan Elhamra Sarayı’na geçtik. Biletlerimizi internet üzerinden 20
gün öncesinden aldığımız için ne bilet ne de sıra sıkıntımız yoktu, hemen
içeriye girdik. Bir de “General Life” (ki saray bahçesi ve diğer yaşam
alanlarının gezintisini ifade ediyor)
ile “saray” (Sarayın içi dahil her yeri kapsıyor) biletleri birbirinden
farklı, buna özellikle dikkat edin. Biz mecburen “general life” bileti (8 EURO)
almak zorunda kaldık, çünkü “Saray” bileti (14 EURO), o gün o saatte belirli
sayıda ziyaretçi aldıkları için, kalmamıştı.
UNESCO
Dünya Miras Listesi’nde yer alan ve Granada’ya hâkim bir tepe üzerinde kurulu
El-Hamra Sarayı’ı hakkında WEB’de o kadar fazla bilgi var ki, burada tekrar
etmemin gereksiz olduğunu düşünüyorum. Biz turla gezmediğimiz için bilet rezervasyonumuzu
önceden yapmıştık ama bireysel olarak gezecekseniz mutlaka biletinizi önceden
internet üzerinden alın; hem zaman kaybetmeyin hem de sınırlı ziyaretçi kabul
ettikleri için bitme ihtimali var, aman dikkat! Ziyaret saatleri sabah
(8:30-14:00) ve öğleden sonra (14:00-18:00) (18:00-2000), gece biletleri ise 8
EURO’ymuş. Ancak rehberli tur isterseniz bu fiyatlar biraz daha artıyor.
İçeriye bilet saatinize göre alıyorlar. Eğer saatinizi kaçırırsanız tekrar
bilet almanız gerekiyor. Saraya günde belirli sayıda ziyaretçi aldıklarından
biletler konusunda çok hassaslar.
Saray’ın
hikâyesi de şöyle: Endülüs mimarisinin en güzel örneklerinden biri olan Elhamra
Sarayı, Gırnata (şimdiki adıyla Granada) şehrinde, Daro ve Ganil ırmaklarına hâkim
sarp bir tepe üzerinde yer alır. 9.yüzyılda Müslüman İspanya'nın iç savaşları
sırasında Gırnata'ya egemen bu tepede, korunaklı bir kale vardı. 1232 yılında
Endülüs Emeviler’inin devamı olarak Nasri Hanedanı, Muhammed İbn'ül Ahmer
bölgede yeni bir devlet kurduğunda, yapısında kullanılan toprak malzemenin
renginden dolayı, El Hamre/kızıl) adı yakıştırılan kaleye dört yeni kule daha
yaptırarak onu daha da sağlamlaştırdı. İlk olarak askeri bir alan olarak
tasarlandıysa da zamanla oğlu Sultan I. Yusuf ve ondan sonra gelen emirlerin
eklediği bahçeler, kasırlar ve köşklerden oluşan, muhteşem bir saraya dönüşmüş.
Muhammed İbn'ül Ahmer Dönemi, Gırnata için altın çağın başlangıcı olmuş.
İspanyolların eline geçen Sevilla (1236), Kurtuba, emirliklerin halkları olan
Müslüman Arap, Yahudi din değiştirip Müslüman olan İspanyolların akın akın bu
yeni şehre gelmesiyle gücü artan Gırnata, bölgenin cazibe merkezi haline gelmiş.
Siyasi bir varlık olmaktan çok kültür, sanat, bilim ve medeniyet üstünlüğü ile
anılmaya başlanmış.
Elhamra
bileti alındıktan sonra kompleks, General life Bahçeleri, V. Carlos sarayındaki
“Güzel sanatlar Müzesi”, “Alcazaba Kuleleri” ve “Nasrid Sarayı” başta olmak üzere dört
bölüm halinde geziliyor. İspanya'da gezdiğimiz yerler içerisinde en çok turiste de burada rastladık. O kadar kalabalıktı ki, koca Saray arazisini, büyük bir insan kitlesi işgal etmiş gibiydi.
Generalife (Cennet'ül Arif Bahçeleri) ve içindeki yazlık saray, 1302-1309 yılında Sultan III. Muhammed'in hükümdarlığı sırasında çevredeki kurak arazinin, dorukları devamlı karlı olan Siera Nevada Dağları’ndan (yanda kareledim) kanallarla getirilen su sayesinde bin bir çeşit bitkiyle yeşertilerek beş yılda inşa edildi. Elhamra Sarayı’nın cennet özlemini ifade eden bu görkemli bahçeleri ve içindeki yazlık saray, daha sonra 1313-1324’te emir Ebu Velid İsmail tarafından tekrar dekore edildi. Fıskiyeli havuzları, kenarındaki oluklardan devamlı suların aktığı merdivenlerle çıkılan, Granada'nın Elhamra ile birlikte dünya mirası listesine alınmış beyaz evler topluluğu, tarihi “Mağribi Mahallesi” Albaicin manzaralı terasları, sarmaşıklardan yapılı revaklar, defne, zakkum gül çiçekleri, portakal, mersin, şimşir, servi ağaçlarından çeşitli geometrik şekillendirmelerle oluşturulmuş duvarlar odacıklar ve labirentleri ile bu rüya bahçede gezerken 4 saatin nasıl geçtiğini doğrusu anlamadık.
Bahçelerin ve bitki örtüsünün muhteşemliğini zaten anlatmama gerek yok. Kuş popülasyonu ise harikaydı; Paris Disneyland’da öten “simülasyon kuşlar”dan sonra burası çok doğaldı. Sultanların, özellikle harem kadınlarının sefa ile yaşadıkları yazlık sarayın önünde, bir metre genişlikte etrafının fıskiyelerle çevrili uzun havuzu ayrıca görülmeye değerdi.
Generalife (Cennet'ül Arif Bahçeleri) ve içindeki yazlık saray, 1302-1309 yılında Sultan III. Muhammed'in hükümdarlığı sırasında çevredeki kurak arazinin, dorukları devamlı karlı olan Siera Nevada Dağları’ndan (yanda kareledim) kanallarla getirilen su sayesinde bin bir çeşit bitkiyle yeşertilerek beş yılda inşa edildi. Elhamra Sarayı’nın cennet özlemini ifade eden bu görkemli bahçeleri ve içindeki yazlık saray, daha sonra 1313-1324’te emir Ebu Velid İsmail tarafından tekrar dekore edildi. Fıskiyeli havuzları, kenarındaki oluklardan devamlı suların aktığı merdivenlerle çıkılan, Granada'nın Elhamra ile birlikte dünya mirası listesine alınmış beyaz evler topluluğu, tarihi “Mağribi Mahallesi” Albaicin manzaralı terasları, sarmaşıklardan yapılı revaklar, defne, zakkum gül çiçekleri, portakal, mersin, şimşir, servi ağaçlarından çeşitli geometrik şekillendirmelerle oluşturulmuş duvarlar odacıklar ve labirentleri ile bu rüya bahçede gezerken 4 saatin nasıl geçtiğini doğrusu anlamadık.
Bahçelerin ve bitki örtüsünün muhteşemliğini zaten anlatmama gerek yok. Kuş popülasyonu ise harikaydı; Paris Disneyland’da öten “simülasyon kuşlar”dan sonra burası çok doğaldı. Sultanların, özellikle harem kadınlarının sefa ile yaşadıkları yazlık sarayın önünde, bir metre genişlikte etrafının fıskiyelerle çevrili uzun havuzu ayrıca görülmeye değerdi.
Saray içerisinde bir de kilise var. Cennet-ül
Arif bahçelerinden saraya uzanan yol bir hayli uzak. Nasrid Sarayı’na ilk giriş
kapısı orijinal Arapça adıyla “Bab-ül Şeriat”, İspanyolca “Puerta de La
Jucticia / Adalet Kapısı” olarak anılıyor. Ne de manidar değil mi? 1348 yılında
I.Yusuf zamanında yapılan, Gırnata sultanlarının önünde, belirli günlerde
halkın dertlerini sorunlarını dinlediği bu kapı iç içe iki kemerli. Üzerindeki
beş parmaklı açık el ve anahtar motiflerinin anlamı “Dur yolcu, cennetin
anahtarının beş vakit namaz olduğunu hatırlamadan bu kapıdan girme” şeklinde
özetlenmiş. Adalet kapısından sonra uzunca bir koridoru geçip “Vino / Şarap Kapısı”na
ulaşılıyor. Saray ile sur içindeki Medine’yi ayırdığı için akşamları hava
kararınca kapanan bu süslü kapı III. Yusuf zamanında yapılmış. Adının anlamı
olarak bazı tarihçiler Hıristiyanların, Al Hamra (kızıl)ı, Al -Hamar (şarap)
kelimesi ile karıştırıp yanlışlıkla bu şekilde anıldığını anlatıyormuş.
Bazıları ise İspanyol istilasından sonra her yıl 2 Ocakta kutlanan zafer
gününde bu kapıdan halka bedava şarap dağıtıldığı için bu adı aldığına
inanıyorlarmış.
Her
iki kapıdan sonra Elhamra'ya nazire olarak yapılan günümüzde Güzel Sanatlar Müzesi
(yandaki binada ve içeride kesinlikle fotoğraf çektirilmiyordu, deklanşöre bir pozluk için bile dokunamadım) olarak düzenlenmiş V. Carlos
Sarayı’nın kalın taş duvarlarının yanından Alcazaba ve Nasrid Sarayının olduğu
avluya girdik. Alcazaba, ilk yapılan askeri amaçlı kuleleri içeren bir bölüm. Aklınızda
bulunsun, bahçeleriyle, yazlık sarayla, müze ve kulelerle birlikte Elhamra’yı
layıkıyla gezmek için, aslında bir tam gün gerekiyor.
işte Saray'dan Albayzin'e bakış... Buradan şehrin manzarası da bir harika... (Saray ile ilgili daha fazla fotoğraf için LİNK'e tıklayın) Granada,
bizlerin “Endülüs”, İspanyolların “Andalucia” dedikleri bölgede Müslümanlar’ın
en son terk ettikleri yer olması açısından önemli bir şehir...
Granada demek “Elhamra” demek aslında ama Elhamra dışında da görülesi yerleri mevcut... Granada sokaklarında dolaşırken bir yandan kendinizi Avrupa’da hissederken diğer yandan da oryantal bir hava soluyorsunuz sanki...
Granada demek “Elhamra” demek aslında ama Elhamra dışında da görülesi yerleri mevcut... Granada sokaklarında dolaşırken bir yandan kendinizi Avrupa’da hissederken diğer yandan da oryantal bir hava soluyorsunuz sanki...
Akşama
doğru yine "Calle Reyes Catolicos Caddesi" üzerinde turlayıp, birkaç hediyelik eşya
alıp, yemek yedikten sonra otelimize çekildik. Yarın uzun bir araba yolculuğu
ve hedefte Ortaçağ şovalyelerinin merkezi Toledo şehri vardı.
TOLEDO
Granada
ile Toledo arası 350 km civarıydı. Zamandan tasarruf için yine erken kalkıldı, "erken" sabah ezanıyla değil tabi, saat 9'da kapıda hazırdık
ve otel ile ilişiğimizi kesip yola çıktık. 4,5 - 5 saatlik yolculuktaki
notlarımı aşağıdaki ikinci bölümde okuyabilirsiniz. Toledo’ya ulaştığımızda
saat 13:30 civarlarıydı. En büyük problem arabalar için park yeri oldu. Hemen
uyarayım, park yerlerinde otomatik sayaçlar var; buradan kaç saat kalacaksanız
saati yazıp, bilet alıyorsunuz, bileti de otomobilin camına iliştiriyorsunuz.
Olası bir kontrolde, görevli camdaki biletin saatinin geçtiğini görürse,
cezanızı iliştiriveriyormuş. Buna özellikle dikkat edin.
Biz kent merkezini pas geçip, doğrudan kale ve katedrallerin bulunduğu şehrin en eski bölümüne geçmeyi tercih ettik. Sokak işaretlerini izleyerek, direkt olarak yukarıya doğru yöneldik. Toledo, tüm İspanya’da Ortaçağ motifi en iyi korunmuş antik İspanyol şehriymiş, bunu zaten sokaklarda ilerlerken rahatlıkla görebiliyorsunuz. Her yapı sizde, Ortaçağ’da yaşıyormuşsunuz, her an bir duvarın ardından birisi çıkıp, selâm vererek "İsa mesih seni korusun kardeşim, bir ekmek parası" diyecekmiş ya da "Kolomb'un gemisi limana girmiş mi?" diye soracakmış izlenimi uyandırıyor.
Biz kent merkezini pas geçip, doğrudan kale ve katedrallerin bulunduğu şehrin en eski bölümüne geçmeyi tercih ettik. Sokak işaretlerini izleyerek, direkt olarak yukarıya doğru yöneldik. Toledo, tüm İspanya’da Ortaçağ motifi en iyi korunmuş antik İspanyol şehriymiş, bunu zaten sokaklarda ilerlerken rahatlıkla görebiliyorsunuz. Her yapı sizde, Ortaçağ’da yaşıyormuşsunuz, her an bir duvarın ardından birisi çıkıp, selâm vererek "İsa mesih seni korusun kardeşim, bir ekmek parası" diyecekmiş ya da "Kolomb'un gemisi limana girmiş mi?" diye soracakmış izlenimi uyandırıyor.
Yukarıya doğru yöneldikçe, sokaklarda sağlı sollu sıralanmış hediyelik eşya dükkânlarına denk geliyorsunuz.
Size bir şey itiraf edeyim, o kadar Avrupa şehrini gezdik; bu kadar lüks, göz alıcı, orijinal, gösterişli ve güzel hediyelik ama aynı zamanda da pahalı turistik eşya dükkânlarına hiç rastlamadık. Bir
daha rastlayabilir miyiz, doğrusu onu da tam bilemiyorum. Yanda görüldüğü gibi,
çoğu ürün el yapımıydı ve bu yüzden oldukça pahalı fiyatlarla satıldıklarını tahmin edersiniz, diye düşünüyorum.
Hele o kılıçlar, heykeller, zırhlar beni benden aldı. Toledo’nun ismiyle nam saldığı “Toledo Kılıçları”ymış bunlar... Ortaçağ kılıçları, zırhları, hançerleri ve Toledo bıçakları çok meşhurmuş. Öyle ki, Hollywood’da çekilen savaş filmlerinde kullanılan zırhlı elbiseler, kılıç ve şövalye mızrakların hepsinin Toledo’daki atölyelerde yapılıyor, buradan ünlü filmlere yollanıyormuş, bunu da öğrendik. Son bir not, aman ilk gördüğünüz dükkânlardan alışveriş yapmayın, yukarıdaki yerler çok daha ucuz… Bilhassa toplu alışverişte pazarlık şansınız var, fakat her yerde değil.
Hele o kılıçlar, heykeller, zırhlar beni benden aldı. Toledo’nun ismiyle nam saldığı “Toledo Kılıçları”ymış bunlar... Ortaçağ kılıçları, zırhları, hançerleri ve Toledo bıçakları çok meşhurmuş. Öyle ki, Hollywood’da çekilen savaş filmlerinde kullanılan zırhlı elbiseler, kılıç ve şövalye mızrakların hepsinin Toledo’daki atölyelerde yapılıyor, buradan ünlü filmlere yollanıyormuş, bunu da öğrendik. Son bir not, aman ilk gördüğünüz dükkânlardan alışveriş yapmayın, yukarıdaki yerler çok daha ucuz… Bilhassa toplu alışverişte pazarlık şansınız var, fakat her yerde değil.
Doğrusunu
söylemek gerekirse, hediyelik eşya dükkânları çok zamanımızı aldı ve akşama
Madrid’e döneceğimiz için Toledo’yu yeterince gezemedik. Sadece bir yapıyı
ziyaret edebildik. Dışarıdan baktığımda doğrusu sıradan bir yapı gibi
görünmüştü bana ama “Catedral de Santa María de Toledo” isimli katedral, hem
büyüklüğüyle hem de içindeki koro kısmıyla hepimizi etkiledi.
Katedralin inşası
çok uzun sürmüş, 1226’da başlamış ancak 1493’te tamamlanabilmiş. Katedarlin
Kutsal Emanetler Bölümünde (Sacristia) El Greco’nun başyapıtı Expolio-İsa’nın
Çarmıha Hazırlanışı tablosu, Goya, Lucas Jordan, Tiziano, Rafael’in paha
biçilmez tabloları sergileniyor. Bu katedral ve başpiskoposluk, Katolik kilise
hiyerarşisinde Vatikan’dan ve Papa’dan sonra ikinci sırada geliyormuş. Çok
özenilmiş süslemeleri var. Fakat bunları biz sadece 10 dakika görebildik.
Katedrali kapatıyorlardı, çıkmak zorunda kaldık.
Katedral’den
çıkınca yine ışıltılı dükkânların sıralandığı sokaklardan vitrinlere bakarak
ilerledik. Yemek vakti geldiğinde "Çin medeniyeti" hayranı bir Dersimli arkadaşımızın tavsiyesiyle bir Çin Lokantası’na oturup, noodlee, hot
beef ve shark fin soup yedik; çorbayı kesinlikle tavsiye ederim. "Hot beef" ise acıydı. Toledo
merkezinde görülecek çok yapı (kaleler, saraylar, katedral ve kiliseler vb.)
olmasına rağmen, plânımızdan sapmamak adına bunları gezip göremedik. Vakit
akşamı bulduğunda ise araçlarımıza atlayıp Madrid’te kalacağımız otelin yolunu
tuttuk.
45
Dakikalık bir yolculuktan sonra Madrid’e ulaştık ve otele yerleştik. Eşyalarımızı
bırakıp, son gecemizin tadını çıkarmak ve yemek yiyebilmek için yine Puerta del Sol Meydanı’na gittik. Meydan, her zamanki gibi
eğlence ve aksiyon arayanlarla doluydu. Amatör gösteri gruplarını izledik ve
renkli yerel kıyafetleriyle dans eden 60 yaş üzeri kadın ve erkekleri
seyrettik.
BÖLÜM
II: TURİSTİK ve SOSYOLOJİK YAKLAŞIMLAR
"İspanya" denince benim aklıma gelen ilk şeylerden biri de Ken Loch'un muhteşem filmi "Land and Freedom - Ülke ve Özgürlük"tür. Özellikle de şu sahne: http://www.youtube.com/watch?v=H7ylKMmvGuU
Ya bu insanın yüreğine işleyen sese ve müziğe ne demeli:
http://www.youtube.com/watch?v=tVMDp6YxW4I
Evet, pek çoğumuzun bilmediği, günümüzde de politik anlamda geri plâna çekilen, İspanya'nın sosyalist tarihi... Uzatmaya gerek yok, bugün tüm Avrupa II. Genel savaş sonrası bir "refah devleti" deneyimi yaşadıysa, bunda sosyalizmin önemli payı var ve bugün (İspanya'da dahil) emeği ile geçinenlerin bütün hakları bir bir geri alınıyorsa, bunda sosyalist düşüncenin geriletilmesinin, ortalığın neoliberal yamyamlara kalmasının birinci derecede etkisi var. Yani "İspanya" denince boğa güreşi, futbol, flamenko, egzotik geceler, danslar vb. akla gelebilir ama ama arada özellikle İspanya İç Savaşı'nı, günümüz İspanyası'nı kuran temel gücü, güvenilir kaynaklardan okumak da gerekmektedir.
Bu girizgâhtan sonra, öncelikle Madrid’ten başlamak gerekirse, bu şehir gezdiğim diğer Avrupa şehirlerine nazaran nedense İstanbul’u anımsattı bana… Özellikle Madrid merkezi, “İstanbul’dan bir level daha yukarıda” şeklinde bir değerlendirme de yapabilirim. Bir kere, Gran Via Caddesi, bir İstiklâl bir Bağdat Caddeleri kıvamında, Puerta del Sol Meydanı’nı da Taksim ile kıyaslayabiliriz. Madrid ne bir Roma kadar antik dünyaya ait ne de bir Paris kadar Ortaçağ’ı yansıtıyor. Çoğu yapılar ve binalar yeni, hani “yeni” dediysem pek çoğu taş çatlasa 100-150 yıllıktır. Meselâ Paris merkezinde 400 yıllık evler vardı. Bunların bazıları da “eski mimarîye uygun yapılmış, yeni binalar” şeklinde de değerlendirilebilir.
Bir de Madrid’teki bu yapıların tepesinde heykeller bulunuyor ki, bu da bizlere 20 yy. başlarındaki Amerikan tarzı mimariyi anımsatıyor. Örneğin, yandaki karede, yapının tepesinde atların koştuğu savaş arabasıyla ihtişamlı biçimde duran Apollon heykelini görüyoruz. Fakat bir farkla, Madrid'teki binalar Amerikan şehirlerindeki kadar yüksek değiller. Diğer yandan, şehrin mahallelerine geldiğimizde, Madrid karşısında İstanbul kat be kat aşağılarda yer alıyor. Madrid temizliği, yolları ve düzeni bakımından İstanbul’a nal toplatır.
Ya bu insanın yüreğine işleyen sese ve müziğe ne demeli:
http://www.youtube.com/watch?v=tVMDp6YxW4I
Evet, pek çoğumuzun bilmediği, günümüzde de politik anlamda geri plâna çekilen, İspanya'nın sosyalist tarihi... Uzatmaya gerek yok, bugün tüm Avrupa II. Genel savaş sonrası bir "refah devleti" deneyimi yaşadıysa, bunda sosyalizmin önemli payı var ve bugün (İspanya'da dahil) emeği ile geçinenlerin bütün hakları bir bir geri alınıyorsa, bunda sosyalist düşüncenin geriletilmesinin, ortalığın neoliberal yamyamlara kalmasının birinci derecede etkisi var. Yani "İspanya" denince boğa güreşi, futbol, flamenko, egzotik geceler, danslar vb. akla gelebilir ama ama arada özellikle İspanya İç Savaşı'nı, günümüz İspanyası'nı kuran temel gücü, güvenilir kaynaklardan okumak da gerekmektedir.
Bu girizgâhtan sonra, öncelikle Madrid’ten başlamak gerekirse, bu şehir gezdiğim diğer Avrupa şehirlerine nazaran nedense İstanbul’u anımsattı bana… Özellikle Madrid merkezi, “İstanbul’dan bir level daha yukarıda” şeklinde bir değerlendirme de yapabilirim. Bir kere, Gran Via Caddesi, bir İstiklâl bir Bağdat Caddeleri kıvamında, Puerta del Sol Meydanı’nı da Taksim ile kıyaslayabiliriz. Madrid ne bir Roma kadar antik dünyaya ait ne de bir Paris kadar Ortaçağ’ı yansıtıyor. Çoğu yapılar ve binalar yeni, hani “yeni” dediysem pek çoğu taş çatlasa 100-150 yıllıktır. Meselâ Paris merkezinde 400 yıllık evler vardı. Bunların bazıları da “eski mimarîye uygun yapılmış, yeni binalar” şeklinde de değerlendirilebilir.
Bir de Madrid’teki bu yapıların tepesinde heykeller bulunuyor ki, bu da bizlere 20 yy. başlarındaki Amerikan tarzı mimariyi anımsatıyor. Örneğin, yandaki karede, yapının tepesinde atların koştuğu savaş arabasıyla ihtişamlı biçimde duran Apollon heykelini görüyoruz. Fakat bir farkla, Madrid'teki binalar Amerikan şehirlerindeki kadar yüksek değiller. Diğer yandan, şehrin mahallelerine geldiğimizde, Madrid karşısında İstanbul kat be kat aşağılarda yer alıyor. Madrid temizliği, yolları ve düzeni bakımından İstanbul’a nal toplatır.
Küreselleşmenin
medya kolunun sonucu olarak giyim-kuşam, Türkiye’nin ilk üç büyük şehrinin
merkezleriyle (buradaki ayrımıma dikkat!) çok da farklılık az ermiyor. Göçmenler
yine çakma Çin malları satıyor ve farklı farklı sokak gösteriyle günlük ihtiyaçlarını
karşılayacak birkaç kuruş kazanma derdindeler. Sokak satıcıları,
fotoğraflarının çekildiğini fark edince büyük tepki gösteriyorlar. Hâlbuki ben
arkadaki Gucci Mağazası ile önünde boğa heykelleri satan Afrika göçmeninin
içler acısı çelişkisini kareleyecektim, olmadı.
Dahası,
Madrid başta olmak üzere gezdiğimiz tüm şehirlerde genç nüfusun oldukça fazla
olduğuna rast geldim. Bu, belki gezdiğimiz gözde mekânların bize sunduğu bir
yanılsamaydı, bilemiyorum ama İspanya genç bir nüfusa sahip gibi geldi bana…
Puerto
del Sol Meydanı’na yakın, Gran Via’nın çaprazında (nasıl tarif edeyim ki,
bilemiyorum) müthiş bir müzik arşivcisine rastladık: Discos La Gramola... İçeride “müzikle ilgili” hani
“yok yoktu” derler ya, işte öyleydi. LP’ler, 45’likler yine sudan ucuzdu ama
ayrıntılı ayıklamak oldukça zaman alacağı için “sonra bir daha uğrayalım” diye
ayrıldık. Bir kez daha uğramak için de zaman bulamadık.
Madrid sokallarını dolaşırken kulağımıza çalınan ve bizi cezbettiği için peşinden gittiğimiz bir müzik sesi, bizim karşımıza bu amca ve teyzeleri çıkardı. Bizim orada bulunduğumuz hafta, büyük ihtimalle İspanyollar'ın geleneksel bayramlarından biriydi ve bu da onun geçiş töreniydi.
Kıyafetler, şık kadınlar ve güzel giyimli erkekler, danslar, müzik her şey çok güzeldi. Her grubun kendine ait bir flaması ve giyim tarzı vardı. Bir yarışmaya hazırlık mıydı, yoksa sadece bir sunum muydu, merakta kaldık.
Öte yandan, Madrid’e ulaştığımız günün akşamı LA LIGA’da şampiyon belli oluyordu. Son hafta BARCELONA-ATLETICO MADRID maçı vardı. Maçı veren cafe, bar ve restoranların nasıl dolu olduğunu sizlere anlatmamın ihtimali yok. Bu "fado, fiesta, futbol" yarımadasında (kavram ve uygulama, Portekiz diktatörü Salazar'ındır ama ihâle İspanya diktatörü Franco'ya kalmıştır) daha ne beklenebilirdi? Tabi ki futbol burada da çok seviliyor ve bunu bilmek için buraya da gelmeye gerek yok. aynı sebeple, geçtiğimiz yerlerde maçın heyecanına biz de ortak olduk.
Madrid sokallarını dolaşırken kulağımıza çalınan ve bizi cezbettiği için peşinden gittiğimiz bir müzik sesi, bizim karşımıza bu amca ve teyzeleri çıkardı. Bizim orada bulunduğumuz hafta, büyük ihtimalle İspanyollar'ın geleneksel bayramlarından biriydi ve bu da onun geçiş töreniydi.
Kıyafetler, şık kadınlar ve güzel giyimli erkekler, danslar, müzik her şey çok güzeldi. Her grubun kendine ait bir flaması ve giyim tarzı vardı. Bir yarışmaya hazırlık mıydı, yoksa sadece bir sunum muydu, merakta kaldık.
Öte yandan, Madrid’e ulaştığımız günün akşamı LA LIGA’da şampiyon belli oluyordu. Son hafta BARCELONA-ATLETICO MADRID maçı vardı. Maçı veren cafe, bar ve restoranların nasıl dolu olduğunu sizlere anlatmamın ihtimali yok. Bu "fado, fiesta, futbol" yarımadasında (kavram ve uygulama, Portekiz diktatörü Salazar'ındır ama ihâle İspanya diktatörü Franco'ya kalmıştır) daha ne beklenebilirdi? Tabi ki futbol burada da çok seviliyor ve bunu bilmek için buraya da gelmeye gerek yok. aynı sebeple, geçtiğimiz yerlerde maçın heyecanına biz de ortak olduk.
Sonunda maç 1-1 bitti ve bu skor ATLETICO’yu
şampiyon yaptı. Taraftarın ufak ufak toplandığını görünce biz de konvoya
katıldık ve kendimizi kutlamaların yapıldığı Prado Müzesi’nin yanındaki Plaza
Lealtad Meydanı’nda bulduk. Kutlamaların genel görüntüsü bizlerdekinden çok da
farklı değildi.
Taraftar bir meydanda toplanmış, polis alanı çevirmiş, TV’ler
uygun yerlere konuşlanmış, muhabirler röportajlar yapıyor vs. vs. Fakat bir
fark vardı ki, kültür denen şeyin nasıl bir farklılık yarattığını suratımıza
çarpar gibiydi. Kutlama için meydana gelenler arasında ne bir cinsiyet ne de
bir yaş benzerliği vardı. 7’den 77’ye genç, yaşlı, orta yaşlı, çocuk kadın
erkek herkes hep beraber eğleniyor ve takımlarının marşlarını söylüyorlardı. Kendi
açımdan kıskanılası bir tabloydu, hele ki bizdeki kuru ve yoz erkek
kalabalığını anımsayınca… Yine belki tesadüf ama tek taşkınlığa ya da kavgaya
rastlamadık.
Meydana
çıkan yolları polis kesmişti ve meydana giren herkesi arıyordu. Polisler, bira,
bayrak ve flama satıcılarını meydana almıyorlardı ama meydandan çıkarak bunları
alıp geri dönebilirdiniz. Bir “üçüncü dünya” ülkesi olduğumuz ve Batı
coğrafyasındaki vatandaşlarımızın başarılarını yüzle çarparak anlattığımız için
gururu balon gibi şişirilmiş bu ahali için buraya bir not düşmek gerekiyor.
Medya sayesinde neredeyse adı “Atletico Madrid” değil de “Ardalı Atletico Madrid” olan takımın taraftarları arasında sadece bir kişide “Arda forması” görmem durumu yeterince anlatıyor mu bilemiyorum. Neticede taraftan sevdiği futbolcunun formasını alır, bu Arda’nın “sevilmediği” anlamını ise asla taşımıyor. Arda, önemli bir oyuncu buna söylenecek sözüm olamaz ama abartıyı beşle çarpan bir memleket ahalisine göre buradan öyle görünmüyor. Hatta Almaden’de girdiğimiz bir pastane sahibine futboldan muhabbet açalım dedik, “Arda Turan” deyince adamın yüzü buruştu ve hemen “Nihat Kahveci, best footballer” dedi. Bir not daha ekleyeyim, Atletico taraftarlarının en çok tercih ettiği formalar, Falcao ve Forlan (ki ikisi de geçen yıl transfer olup gitmişlerdi), Diego Costa, David Villa, R. Gracia yazan formalardı.
Medya sayesinde neredeyse adı “Atletico Madrid” değil de “Ardalı Atletico Madrid” olan takımın taraftarları arasında sadece bir kişide “Arda forması” görmem durumu yeterince anlatıyor mu bilemiyorum. Neticede taraftan sevdiği futbolcunun formasını alır, bu Arda’nın “sevilmediği” anlamını ise asla taşımıyor. Arda, önemli bir oyuncu buna söylenecek sözüm olamaz ama abartıyı beşle çarpan bir memleket ahalisine göre buradan öyle görünmüyor. Hatta Almaden’de girdiğimiz bir pastane sahibine futboldan muhabbet açalım dedik, “Arda Turan” deyince adamın yüzü buruştu ve hemen “Nihat Kahveci, best footballer” dedi. Bir not daha ekleyeyim, Atletico taraftarlarının en çok tercih ettiği formalar, Falcao ve Forlan (ki ikisi de geçen yıl transfer olup gitmişlerdi), Diego Costa, David Villa, R. Gracia yazan formalardı.
Yine
meydanda coşkuyu yaşarken bir görüntü vardı ki, hani nasıl söyleyeyim,
bilemiyorum. Öyle ki, aynı akşam şampiyonlukta iddiasını, bir hafta önce aldığı
mağlubiyetle yitirmiş REAL MADRID, kendi evinde Espanyol ile (maç 3-1 bitti)
oynuyordu. Şöyle tasavvur edin, koca bir meydan hınca hınç ATLETICO
taraftarlarıyla dolu ve REAL MADRID formalı bir genç kız, kendi takımının
maçından çıkmış, bu kalabalığın arasından gururla geçiyor ve en ufak bir tacize
uğramıyor. Özellikle dikkat ettim ve baktım, kimse bu genç kızı taciz etmedi,
kız kalabalığı yarıp geçip gitti.
Ertesi gün Atletico Madrid'in şampiyoluğu anısına, saklamak için (ki ben 1980'lerin sonundan beri Real Madrid taraftarıyımdır) İspanyol ulusal gazetelerinden aldım (yanda). İspanya'da gazete fiyatları Larazon 2,50, El Mundo 2,80 EURO ve diğerleri de bu civarda... Şimdi bu fiyatları, Türkiye ile karşılaştırma yapmaya değmez. Bizdeki merkez medyanın rezilliklerinin tabi ki bedeli parayla ölçülemez.
Ertesi gün Atletico Madrid'in şampiyoluğu anısına, saklamak için (ki ben 1980'lerin sonundan beri Real Madrid taraftarıyımdır) İspanyol ulusal gazetelerinden aldım (yanda). İspanya'da gazete fiyatları Larazon 2,50, El Mundo 2,80 EURO ve diğerleri de bu civarda... Şimdi bu fiyatları, Türkiye ile karşılaştırma yapmaya değmez. Bizdeki merkez medyanın rezilliklerinin tabi ki bedeli parayla ölçülemez.
Diğer
taraftan, Puerto del Sol Meydanı, otel ayarlamak için müthiş bir yer olmasına
rağmen, asla meydana bakan bir otele yerleşmeyin. Bu meydan 24 saat insanlarla
dolu, 24 saat eğlence ve aktivasyon var. Bizim otelimiz bile meydana 250 m
uzaklıkta olmasına rağmen uzaktan eğlenenlerin sesleri geliyordu. Daha yakın
olsak, geceleri uyumak için sıkıntılı olabilirdi.
Şimdi de biraz, Toledo'da yakaladığım bir kare üzerine konuşacağım. Mamafih, karenin bombasını dönüşte Sabiha Gökçen Havalimanı'nda çekecektim ama ben makineyi çıkarana kadar pozisyon kaçtı. Şöyle düşünün, bir reklâm tabelası, reklâmın sloganı "Size Yeni Bir Hayat Sunuyoruz", içerikte ise lüks daireler, ihtişam vs. ve hemen reklâm tabelasının altındaki yere bağdaş kurup oturmuş, bisküvi yiyen, asla o dairelerde oturamayacak muhafazakâr tipler... Amerikalı ünlü kadın fotoğrafçı Margaret Bourke-White'ın şu unutulmaz karesi gibi olacaktı: The American Way - 1937 ... Çeksem, tabi ki bu karenin çakması olacaktı ama kapitalist gerçeklik bir gün içerisinde bile bizlere ne kareler sunuyor, akıl almaz...
Yine de ben bu kareyi, "fotoğrafı insan çekmez, makine çeker", "pahalı makine çektiği için fotoğraflar güzel oluyor" diyerek "makine"yi (ki insan yaratısıdır) insan emeği ve yaratıcılığının ardına yerleştiren arkadaşıma armağan ediyorum. Zengin olsam ona en iyisinden bir makine alıp "al bakalım çek şimdi, o 'güzel' kareleri" diyeceğim ama "malesef maykıl bende de yok!..."
Uzatmayalım, yukarıdaki karede, sokaktaki çöp bidonundan yiyecek bir şeyler arayan bir adam var. Adam elinde köpeğinin tasmasını tutuyor. Köpeği de dükkâna bağlanan bir başka köpek ile koklaşıyor. Diğer köpeğin sahibi de içeride alışveriş yapıyordu. Bu kişi dışarıya çıktığında ise kendi köpeğini sertçe çekip, evsizin köpeğinden uzaklaştırdı. Neme lazım, hastalık falan kapar veya olası çiftleşmelerde saf ırk bozulur (damıtılmış ırkçılık) vs. vs. diye düşünmüş olma ihtimali fazla, adama sevimsiz de bir bakış atıp gitti... Neticede hayvanlar bunun bilincinde değildi, olamaz da; fakat yine de onlar doğal olanı yaşıyorlardı. Velhasılı kelâm, burada, normalde insan toplumlarında iki kişi arasında gerçekleşmesi gereken diyalog/yakınlaşma/ilişki, hayvanlar arasında gerçekleşiyordu. Tabi ki bu insanların, sınıflı bir toplumda aynı mekânları tüketme, oralarda birlikte bulunma şanşları hiç yok. Ancak böyle sokakta, köpeklerimiz vasıtasıyla karşılaşıyoruz ve hemen kaçar gibi uzaklaşılıyor. Aynı havayı soluyoruz ama farklı mekânları tüketiyoruz. Baksanıza, birisi içeride alışveriş keyfi yaşıyor; diğeri karşıdaki çöp kutusundan karın doyurma derdinde; bir başkası da kalkmış bir ülkeden turist olarak gelmiş, elindeki makineyle çektiği karelerin sınıfsal analizini yapmaya çalışıyor. Rezalet!... Ne demişti Theodor Adorno, "yanlış hayat doğru yaşanamaz"... İşte, buyrun bakalım...
Öyleyse "rezalette" yeni bir sayfa daha açıp, devam edelim. Yine Avrupa’ya geziye çıkanların en büyük sorunlarından birisi de yemeklerdir. Kendi açımdan böyle durumlarda her şeyi yiyebilen bir bünyeye sahip olduğum için böyle bir problemi yaşamasam da, yaşayanlar için birkaç ufak tavsiyede bulunacağım. Marketler oldukça ucuz ve acıkınca kurtarıcı oluyor, hatta şöyle belirteyim, İspanya diğer Avrupa ülkelerine oranla çok daha ucuz bir ülke, bunu rahatlıkla söyleyebilirim. Üstelik otellerde kahvaltı almayın, etraf pastane dolu, buralardan alacaklarınızın otel kahvaltılarından çok daha güzel olacağına emin olabilirsiniz. Hatta Puerto del Sol Meydanı’ndan Calle del Correo Sokağı’ndan yukarıya doğru çıktığınızda, sokak sonunda köşede güzel bir İtalyan salatacısı var. 5,90’a çeşit çeşit salatalar mevcut, oldukça da doyurucu. Mideye saf zeytinyağı giriyor, daha ne olsun? Bir not: Zeytinyağı, salatanın yanında gelmiyor, ekstradan istemeniz gerekiyor.
Tabi ki, ispanya’ya gidip de “tapas” yemeden dönmek de olmaz. Hepimizin bildiği gibi tapas, İspanyol mezelerinin genel adı. Envai çeşit tapas var, deneyebildiğiniz kadar da denemek lazım. Genellikle sebzeli olanların menüsü, 1 - 2 EURO civarı; işin içine et girince fiyatlar yükseliyor. Fakat daha çok 3 ve daha fazla tapas bir menü haline getirilip, yanına da 33’lük birayla birlikte sunuluyor. Bunların fiyatları da 8 - 10 EURO civarında dolaşıyor.
Yine de ben bu kareyi, "fotoğrafı insan çekmez, makine çeker", "pahalı makine çektiği için fotoğraflar güzel oluyor" diyerek "makine"yi (ki insan yaratısıdır) insan emeği ve yaratıcılığının ardına yerleştiren arkadaşıma armağan ediyorum. Zengin olsam ona en iyisinden bir makine alıp "al bakalım çek şimdi, o 'güzel' kareleri" diyeceğim ama "malesef maykıl bende de yok!..."
Uzatmayalım, yukarıdaki karede, sokaktaki çöp bidonundan yiyecek bir şeyler arayan bir adam var. Adam elinde köpeğinin tasmasını tutuyor. Köpeği de dükkâna bağlanan bir başka köpek ile koklaşıyor. Diğer köpeğin sahibi de içeride alışveriş yapıyordu. Bu kişi dışarıya çıktığında ise kendi köpeğini sertçe çekip, evsizin köpeğinden uzaklaştırdı. Neme lazım, hastalık falan kapar veya olası çiftleşmelerde saf ırk bozulur (damıtılmış ırkçılık) vs. vs. diye düşünmüş olma ihtimali fazla, adama sevimsiz de bir bakış atıp gitti... Neticede hayvanlar bunun bilincinde değildi, olamaz da; fakat yine de onlar doğal olanı yaşıyorlardı. Velhasılı kelâm, burada, normalde insan toplumlarında iki kişi arasında gerçekleşmesi gereken diyalog/yakınlaşma/ilişki, hayvanlar arasında gerçekleşiyordu. Tabi ki bu insanların, sınıflı bir toplumda aynı mekânları tüketme, oralarda birlikte bulunma şanşları hiç yok. Ancak böyle sokakta, köpeklerimiz vasıtasıyla karşılaşıyoruz ve hemen kaçar gibi uzaklaşılıyor. Aynı havayı soluyoruz ama farklı mekânları tüketiyoruz. Baksanıza, birisi içeride alışveriş keyfi yaşıyor; diğeri karşıdaki çöp kutusundan karın doyurma derdinde; bir başkası da kalkmış bir ülkeden turist olarak gelmiş, elindeki makineyle çektiği karelerin sınıfsal analizini yapmaya çalışıyor. Rezalet!... Ne demişti Theodor Adorno, "yanlış hayat doğru yaşanamaz"... İşte, buyrun bakalım...
Öyleyse "rezalette" yeni bir sayfa daha açıp, devam edelim. Yine Avrupa’ya geziye çıkanların en büyük sorunlarından birisi de yemeklerdir. Kendi açımdan böyle durumlarda her şeyi yiyebilen bir bünyeye sahip olduğum için böyle bir problemi yaşamasam da, yaşayanlar için birkaç ufak tavsiyede bulunacağım. Marketler oldukça ucuz ve acıkınca kurtarıcı oluyor, hatta şöyle belirteyim, İspanya diğer Avrupa ülkelerine oranla çok daha ucuz bir ülke, bunu rahatlıkla söyleyebilirim. Üstelik otellerde kahvaltı almayın, etraf pastane dolu, buralardan alacaklarınızın otel kahvaltılarından çok daha güzel olacağına emin olabilirsiniz. Hatta Puerto del Sol Meydanı’ndan Calle del Correo Sokağı’ndan yukarıya doğru çıktığınızda, sokak sonunda köşede güzel bir İtalyan salatacısı var. 5,90’a çeşit çeşit salatalar mevcut, oldukça da doyurucu. Mideye saf zeytinyağı giriyor, daha ne olsun? Bir not: Zeytinyağı, salatanın yanında gelmiyor, ekstradan istemeniz gerekiyor.
Tabi ki, ispanya’ya gidip de “tapas” yemeden dönmek de olmaz. Hepimizin bildiği gibi tapas, İspanyol mezelerinin genel adı. Envai çeşit tapas var, deneyebildiğiniz kadar da denemek lazım. Genellikle sebzeli olanların menüsü, 1 - 2 EURO civarı; işin içine et girince fiyatlar yükseliyor. Fakat daha çok 3 ve daha fazla tapas bir menü haline getirilip, yanına da 33’lük birayla birlikte sunuluyor. Bunların fiyatları da 8 - 10 EURO civarında dolaşıyor.
Yine
Madrid’te de birçok dönerci var. Bunlar ayaküstü hazır yiyecek sektörünün vazgeçilmezleri... Hatta yanda görüldüğü gibi politik özlemini yansıtanlara
da rastlanabiliyor. Dahası "dış etkenler" nedeniyle, gittiğiniz her yerdeki tüm dönercilerin yerlerini öğrenmek zorunda da kalabiliyorsunuz. Menüler fena değil, dolu dolu, öğün anlamında karnınız yeterince doyuyor ama 2-3 günden sonra bıkkınlık
verebilir; ha bir de mide fesadı geçirebilirsiniz.
Bu fotoğrafı da Gran Via Caddesi üzerindeki (sanırım bu da Suriyeliydi; Granada’daki
kesin Suriyeliydi ama bunu tam anımsayamadım), iyi Türkçe bilen Bulgar bir kadın
garsonun da çalıştığı dönercinin camında çektim. Camda birkaç dilde “helâl”
ürün (et ürünlerini kastediyor) satıldığı yazılmış, aşağıda ise bol köpüklü bira "1 EURO" ilânı var. İçki içen ama domuz eti yemeyenlere derkenar…. (Kısa bir not: İslâm’a göre ikisi de
“haram”...)
Bir de “paella” (“paeya” diye okunuyor) var tabi… “Gurme” falan değilim, zaten lazım da değil, onu yazan çoktur, tercihe göre onların yazdıkları okunabilir. Sadece gittiğimiz ülkelerdeki yerel yemeklerin tadına bakmak derdindeyiz, daha fazlası değil... Bu yüzden, farklı malzemelerden yapılan ama benim “kesinlikle deniz ürünleri olanını tercih edin” diyebileceğim bir lezzet bu… Bulgur pilavına yakın bir lezzette... Gerçi tadını çıkarmak için kah bıçağınızı, kah ellerinizi kullanmanız gerekecek ama olsun, buna değer.
Bir de “paella” (“paeya” diye okunuyor) var tabi… “Gurme” falan değilim, zaten lazım da değil, onu yazan çoktur, tercihe göre onların yazdıkları okunabilir. Sadece gittiğimiz ülkelerdeki yerel yemeklerin tadına bakmak derdindeyiz, daha fazlası değil... Bu yüzden, farklı malzemelerden yapılan ama benim “kesinlikle deniz ürünleri olanını tercih edin” diyebileceğim bir lezzet bu… Bulgur pilavına yakın bir lezzette... Gerçi tadını çıkarmak için kah bıçağınızı, kah ellerinizi kullanmanız gerekecek ama olsun, buna değer.
İspanya’nın
genelinde rastladığım bir başka şey de genç ve orta yaşlı çiftlerin
fazlalığıydı. Bunun kendi açımdan rahatsız edeci bir yanı yok ama bunun bir
“ahlâk şekli” olduğunu düşünen milyonların olduğu bir ülkede yaşayınca iş
birden değişiyor. Yine de insanlar mutluysa, bundan kime ne? Öte yandan, "hamile" olan kadın sayısı da azdı, çok az rastladık.
Madrid’te
hava mayıs ortasında 21:35’te kararıyor. Türkiye ile saat farkı “1 saat geri”
şeklinde… Madrid caddelerinde sokak lambalarına da dikkat edin, özenli ve güzel
tasarlanmışlar. Paris gibi burada da akşamları marketler alkol alan gençlerle
dolu, İspanya’da “başvekil” değil, korkuluk var zaten, değil mi?
Mevzu başvekilden açılmışken, hani “otoban yaptık” falan deniyor ya, insanlar gidip İspanya’daki yolları, otobanları bir görmeli, sonra gelip buraya bir daha düşünmeli. Gittiğimiz her yerde bölünmüş geniş yollar vardı. Belki aklınıza şu soru gelebilir: Ne olmuş, olmasın mı? Tabi olacak ama ya ara yollar, köy ve ilçe yolları? Şehirlerarası giderken bir ara yanlış bir yola girdik, o yol bizi küçük bir köye çıkardı; taş çatlasa 1000 nüfuslu bir yer... Ama size şunu söyleyeyim, o köyün bir yolu vardı, o yolun kalitesi bizim otobanların kalitesindeydi. Üstelik mecburiyetten girdiğimiz tüm ara yollar da harikaydı. Sırası gelmişken yine belirtelim, İstanbul’daki “tüp geçit”e sevinen Bartınlılar şeklinde karikatürize edilen durum, aslında ülkenin acınacak hâlinin resmi gibi… Çünkü, memleketin tüm fazlalığı özellikle İstanbul’a akıyor, taşranın payı, hakkı sürekli gasp ediliyor ve taşra, her yönden, günden güne fakirleşiyor. Ahali tabi ki bunun farkında değil, belki bilmiyorsunuz ama 2014 Türkiye’sinde yolu, okulu, interneti, telefonu olmayan, susuz köyler de var. Gören gözler için tabi ki… Bir de otobanlarda giderken radarlara dikkat edin; uyarı cihazımız sağ olsun her yer radar kaynıyordu; hız sınırlarını aşmayın.
Mevzu başvekilden açılmışken, hani “otoban yaptık” falan deniyor ya, insanlar gidip İspanya’daki yolları, otobanları bir görmeli, sonra gelip buraya bir daha düşünmeli. Gittiğimiz her yerde bölünmüş geniş yollar vardı. Belki aklınıza şu soru gelebilir: Ne olmuş, olmasın mı? Tabi olacak ama ya ara yollar, köy ve ilçe yolları? Şehirlerarası giderken bir ara yanlış bir yola girdik, o yol bizi küçük bir köye çıkardı; taş çatlasa 1000 nüfuslu bir yer... Ama size şunu söyleyeyim, o köyün bir yolu vardı, o yolun kalitesi bizim otobanların kalitesindeydi. Üstelik mecburiyetten girdiğimiz tüm ara yollar da harikaydı. Sırası gelmişken yine belirtelim, İstanbul’daki “tüp geçit”e sevinen Bartınlılar şeklinde karikatürize edilen durum, aslında ülkenin acınacak hâlinin resmi gibi… Çünkü, memleketin tüm fazlalığı özellikle İstanbul’a akıyor, taşranın payı, hakkı sürekli gasp ediliyor ve taşra, her yönden, günden güne fakirleşiyor. Ahali tabi ki bunun farkında değil, belki bilmiyorsunuz ama 2014 Türkiye’sinde yolu, okulu, interneti, telefonu olmayan, susuz köyler de var. Gören gözler için tabi ki… Bir de otobanlarda giderken radarlara dikkat edin; uyarı cihazımız sağ olsun her yer radar kaynıyordu; hız sınırlarını aşmayın.
Diğer yandan, Güney
İspanya’nın coğrafyası da tıpkı Türkiye’ye benziyor. Farkı ise, insan malzemesi
yaratıyor. Yer gök, dağ taş zeytin ağaçlarıyla dolu, uçsuz bucaksız
zeytinlikler var ve nasıl düzenli dikilmişler anlatamam… Buğday tarlaları da
epeyce fazla ve verimli görünüyorlar. Kısal yerleşim oldukça küçük köylerden
oluşuyor. Yol boyunca minik minik bir sürü köy gördük. Köyler, yerel öğeler ve
ürünlerle dolu: Küçük kiliseler, tek katlı evler, hayvanlar, şarap, peynir,
kuru meyve vb.
Bir
Akdeniz bitkisi olarak zakkum ve palamut ağaçlarına da sıklıkla rastladık. Hatta
palamut (“pelit” de deniyor) ağaçlarının bahçeleri vardı. Bir ihtimal, bir
“yarar” adına mevcuttular ama ben (hani “şu her şeyin var” denildiği)
internette bulamadım. Belki Türkçe dışındaki dillerde vardır.
Yol
boyunca gördüğümüz ve dikkatimizi çeken önemli bir tespit daha, İspanya’da
büyük “güneş enerjisi paneli” tarlaları ile yüzlerce ve devasa büyüklükte "rüzgâr gülleri" var. Eloğlu, baraj yapmayı (bu arada
sadece bir tek baraja rastladık) bilmiyor demek ki.. Veya biliyor da en uzun ömrü 80 yıl
olan bir barajın insanı, hayvanı, bitki örtüsü ile doğayı ve çevresini nasıl
geri dönülmez biçimde tahrip/yok ettiğini hesaplıyor olabilir mi? "Bilgi Çağı" içinde, BETON ÇAĞI’nın
büyüsüne kapılan bir ülkede yaşadığımız için ne desek boş!
Otoban
girişlerinde “manuel” gişeler var. Bizdeki gibi elektronik değil, para ödeyerek
geçiyorsunuz. Şimdi bu satırları okuyup, bir hafta sonra unutacağı Tv dizilerini
ağız dolusu izleyerek saatlerini harcayan (tabi herkesin hayatı ve zamanı kendine) ama mesele “gişe”ye gelince “zamandan
tasarruf” etmeye çalışmak da ne oluyor? Gişeler elektronik sisteme geçtiğinden beri de tatil, bayram vs günlerde gişelerde yine kuyruklar oluyor, merak etmeyin siz... Mesele o değil. O zaman kestirmeden şöyle soralım: Türkiye’de
otoban gişelerinin elektronik sisteme geçişiyle birlikte, kaç bin kişinin işsiz
kaldığını (aileleriyle birlikte hesaplayın lütfen) biliyor musunuz? Peki “işsizlik”
nasıl bir şey, onun farkında mısınız? Teknoloji, bütün getirilerini, ancak
muktedirler ve teknolojiyi tekel olarak üretenlerin hesabına yazdırır.
Diğerleri sadece tüketicidir ve tükete, tükete, tükenirler…
Eğer
araba kiralayacaksanız, özellikle bir şeye dikkatinizi çekmek istiyorum.
Otobanlarda sıklıkla benzin istasyonu yok. Olanların da otoban girişleri çok
garip… Yani istasyona giriyorsunuz ama girdiğiniz yola tekrar çıkamıyorsunuz,
böyle bir şey. Benzin istasyonlarında pompacı yok. Benzini/Mazotu kendiniz
doldurup, içeriye ödüyorsunuz. Hemen paniklemeyin; basitmiş, biz de öğrenince
sakinleştik. Önce, ne kadar benzin alacaksanız onun miktarını “euro” cinsinden
manuel olarak yazıyorsunuz. 10 mu? 35 mi? Vs. vs. Sonra alacağınız benzin mi,
mazot mu onu seçiyorsunuz. Pompayı elinize alıp, benzin deposuna getirip, dili
kaldırıyorsunuz, yazdığınız miktar kadar yakıt depoya doluyor. En nihayetinde
içeriye gidip, kasaya ödemeyi yapıyorsunuz. Benzinciler de burada işi müşteriye
yıkıp, pompacı ücretinden tasarruf etmişler. Ne kadar az işçi, o kadar daha
fazla kâr ha!
Yol boyunca
çiftliklerde bolca küçükbaş hayvan var. Koyunlar “yünleri tamamen alınmış” biçimde
geziniyorlardı ama en çok da domuz sürüleri ilginizi çekiyor. Hani göz
aşinalığı yok ya ondan, bir de “pembe” değiller... :)) Ama İspanya’da nereye
giderseniz gidin her yerde karşınıza İspanyollar’ın domuz budundan yaptıkları
ve “jamon” (“hamon” diye okunuyor) dedikleri bir tür pastırma karşınıza
çıkıyor. Fakat bizdeki pastırma gibi etin üzerine çemen sürülmüyor. Zamanı
gelince kesilen domuzların butları tuzlanıyor, 2 hafta havadar bir yere
asılıyormuş. Daha sonra üzerindeki tuz temizlenip kurutulmak üzere kuru bir
yerde saklanıyor ve 1-3 yıl sonra et iyice kuruyor, ağırlığının 1/3’ünü
kaybediyormuş. Bu süre ne kadar uzun tutulursa et o kadar lezzetli oluyormuş. Ben şahsen de denedim, adamlar doğru söylüyorlar :) Restoranlarda, marketlerde her yerde var bu jamon'dan, yukarıya doğru bacaklarından tavana asılıyor, yağı da aşağıya süzülüyor ve bu yağ altta bulunan bir kaba doluyor. Ne kadar uzun süre asılı kalır ve kurursa jamon'un fiyatının
da o derece arttığını hemen belirteyim. En tazesinin kilosu 15 EURO
civarındayken, 3 yıla yaklaşanların kilosu 80-90 EURO civarında seyrediyor. Satış ise şöyle oluyor: Kemikli but bir düzeneğe bağlanıp aynı bizim pastırma gibi ince ince kesiliyor
ve taze taze dilimlendikten sonra servis ediliyor. O anda yenmezse hızla kuruyor. Genelde ekmek ve zeytinyağı
ile birlikte tüketiliyormuş. İçecek olarak yanında bira veya kırmızı şarap
tavsiye ediliyor. Kesildikten sonra kalan parça budun üzeri "kurumasın” diye bir bez ile
örtülüyor.
Sırası
gelmişken belirteyim, İspanyol’ların meşhur sucuğu Chorizo’nun da tadına
bakılmalı. Chorizo’nun çiğ olarak hazırlanan ve işlenerek kurutulan çeşitleri
varmış. Çiğ olanları mutlaka pişirmek gerekirken, isli olanlar çiğ olarak
yenilebiliyormuş. Dönerken marketten aldım. Bizim damak tadımıza uygun olmadığı
için başlarda tuhaf geliyor. Bizim sucuklara göre oldukça yağlı olduğunu da
belirtmeliyim.
İnsanlar
burada “hediye almak”tan çekiniyorlar/pek sevmiyorlar. Eşimin doğum gününü
kutladığımız restoranda çalışan kadınlar, yaş günü pastasından almadılar.
Üniversiteye götürdüğümüz hediyeleri ise neredeyse zorla verdik. Yine de tersi
durumlarla da karşılaştık. Kültürel bir farklılık tabi ki, insanlar çoğu kez
bunu “ufak bir rüşvet”, “diğerlerinin elde edemediği bir yarar” biçiminde
algılayabilirler, dikkat edilmeli…
Önemli
bir uyarı da anı niyetine hediyelik eşya alacaklar için… Hediyelerinizi kesinlikle Madrid
merkezinden almayın. Güney’e indikçe hem fiyatlar düşüyor (neredeyse yarı
fiyatına) hem çeşirler artıyor hem de pazarlık şansınız var. Yok, eğer Madrid’ten hiç
çıkmayacaksanız, merkez dışındaki yerlere yönelin, acele etmeyin. Özellikle
Granada’da, Calle Reyes Catolicos Caddesi sonundaki “Artesanias Medina” adlı
hediyelik eşyacı (caddenin sağına düşüyor) çok ekonomik ürünler satıyor. Eğer
Madrid’ten çıkmayacaksanız, hediyelik eşyaların en uygun fiyatlı olanlarını Prado
Müzesi’nin olduğu caddeden, ana yolu ayıran yürüyüş yolunun üzerindeki tezgâhlarda
bulabilirsiniz. Mağazalarda tanesi 3 EURO'ya satılan shot bardaklarının iki
tanesini yine 3 EURO'ya bu tezgâhlardan alabilirsiniz. Ayrıca Madrid’e özel tişörtleri
de yine bu tezgahlarda 5 EURO’ya alabilirsiniz. Mağazalarda bunların fiyatlar 8
ile 12 EURO arasında değişiyor.
Bir
bu bir hafta boyunca, 5 büyük kenti, bir sürü küçük yerleşim birimini ya gezdik
ya da yanından geçtik, 2 bin km’ye yakın yol yaptık ve şunu söyleyebilirim ki, bizim
FORUM, KİPA tarzına bile yaklaşamayacak biçimde sade ve sönük, sadece 3-4 tane
alışveriş merkezi gördük. Buradan memleket güzellemesi yapmanın cehaleti bir
yana, her gün veya her hafta sonu AVM’lere yığılan insanların içten içe sefaletini ve
tükenişini fark etmek için sosyoloji bilmeye de gerek yok! Bildik resmî tarih
ve söylem, Batılılar’ın yozlaşmışlığından, insanî değerleri
kaybetmişliklerinden bahsederek ülke insanının ezilmiş ruhunu okşamaya devam
etsin, bu “gerçeklik” Batı’nın farklı yanlarından sadece birisi… Bir başkası da
bu yanı rahatlıkla imha edebilir. Fakat her ne olursa olsun, bu ülke insanının
şu soruya verecek yanıtı, epeyce sıkıntılı: Öyleyse, neden Avrupa ülkelerine
kapağı atmak, orada çalışıp, yaşama arzusuyla yanıp tutuşuyoruz? Şimdi 30 yaş
üzeri kesim “benim böyle bir amacım da idealim de yok” diye karşılık verebilir.
Olamaz tabi, evlenmiş, çocuk sahibi olmuş, çalışan veya emekli, evini almışsın,
orada geçer akçe olan bir niteliğin yok, üstelik yerel değerlere gömülmüş,
dünya’nın “en güzel” ülkesinde, “en iyi” insanlarla birlikte yaşadığını falan
düşünüyorsun (laf aramızda buna da “milliyetçilik” deniyor). Avrupalı dört bir
yanı AVM’lerle doldurmayı bilmiyor mu? Meselâ Madrid, hatta Paris
Belediyeleri’nin AKP’li Başkanlar’ın elinde olduğunu düşünün. Kaçımız, taşın
taş üzerinde kalacağını sanabilir? Bütün kentlerdeki rant alanlarının ("kupon arazi" mi demeliydik?) plaza ve
AVM’lere dönüştürüldüğünü görmüyor muyuz? İşe bakın ki, o AVM’lerde ancak temizlik işçisi
olacaklar da yoğunluklu biçimde bu politikaları destekliyor; kıyamet alâmeti mi bekliyordunuz, içindesiniz ya, fecaat!
Dikkatimi
çeken bir başka şey de, Granada’daki insanların diğer gördüğümüz tüm
şehirlerdeki insanlardan daha şık giyinmeleriydi. Bu durum Madrid’in daha fazla
genç nüfusa sahip olmasından mı kaynaklanıyordu, ki onun da kendisine göre bir
şıklığı olmasına rağmen gençler kot-tişört takılır, bilemiyorum. Yine de
ispanya’nın beni etkileyen önemli özelliklerinden birisi de kadın ile erkeğin
her işte (Toledo’da bize denk gelen belediye otobüslerinin şoförleri hep kadındı;
Madrid’te çöp kamyonunda temizlik işçisi kadınlar gördük vs.), her yerde, her
eğlencede birlikte omuz omuza olmasıydı. Batı modernleşmesi, cinsiyet anlamında
nasıl bir “eşitlikçi toplum”a ulaşmış (“mükemmel” de denemez), ancak buralara
geldiğinizde görebiliyorsunuz. Doğulu toplumlardaki erkeklerin sıkça tekrar
ettikleri ve sonunda topu (ne alakaysa?) dine attıkları (aslında taca) ama her
biçimde dillerine hiç yakışmayan şu “kadın erkek eşitliği” kavramını gelin bir
de burada görün. Bu öyle bir durum ki, ihtişamda da aynı, sefalette de aynı
biçimini asla kaybetmiyor. Geceleri büyük binaların, Gar’ların çevresinde erkekler
gibi yatan 20’li yaşlarda bir sürü evsiz kadın da gördük. Kapitalist tokat,
cinsiyet ayrımcılığı yapmadan herkese eşit derecede denk gelmiş.
Laf her türlü “ayrımcılık”tan açılmışken, Madrid’te hem diğer gezdiğimiz ülkelere hem de İspanya'daki diğer şehirlere oranla daha az
Afrikalı göçmene rastladık. Özellikle Granada’da Afrikalı ve çok fazla Faslı
göçmen vardı, ki zaten bu da tarihsel ve kültürel arka plânıyla oldukça anlaşılır
bir şey... Sergicilik yapma ve özel yeteneklerini sokak gösterileriyle sergileme, zaten tüm Dünya'da göçmenlerin olmazsa olmazları. Polis gelince sergiyi 1 sn'de nasıl toparladıklarını ise sadece görmeniz lazım. Yine de İspanya polisinin bu sergicilere müsamaha gösterdiği de rahatlıkla söylenebilir. Yoksa hiçbiri, hiçbir yere bir tek sergi açamazdı.
Öte taraftan, Granada’daki Suriye’li dönerci ise Türkçe olarak iki arada bir derede muhaliflere sevgi, Esad’a nasıl da kin beslediğini bizlere anlatıp durdu. Okuyanlar bilirler, diğer gezi yazımda da bahsettiğim gibi, Paris’te de RTE hayranı Adıyamanlı bir Kürt’e rastlamıştık. Sanırım oradan bakınca böyle “yamuk” görünüyor bazı gerçeklikler… Bunlara ayrıca, “ee buyrun gelin, geri dönün o zaman” dediğimizde, “yok biz almayalım” da diyorlar. “Vatan sevgisi” nedir, bilemezsiniz...
Öte taraftan, Granada’daki Suriye’li dönerci ise Türkçe olarak iki arada bir derede muhaliflere sevgi, Esad’a nasıl da kin beslediğini bizlere anlatıp durdu. Okuyanlar bilirler, diğer gezi yazımda da bahsettiğim gibi, Paris’te de RTE hayranı Adıyamanlı bir Kürt’e rastlamıştık. Sanırım oradan bakınca böyle “yamuk” görünüyor bazı gerçeklikler… Bunlara ayrıca, “ee buyrun gelin, geri dönün o zaman” dediğimizde, “yok biz almayalım” da diyorlar. “Vatan sevgisi” nedir, bilemezsiniz...
Salobrena
ve Almunecar sahil yerlerini gezerken fazlasıyla köpeği olan insana rastladık. Laf
evcil hayvanlardan açılmışken, Madrid’te denk geldiğimiz bir protesto gösterisinden
bahsetmeden geçemeyeceğiz. Gran Via Caddesi’ni turlarken aşağıdan ellerinde
pankartlarla ve evcil hayvanlarıyla büyük bir kalabalığın geldiğini ve bu kalabalık tarafından yolun
trafiğe kapandığını gördük. Memleketten deneyimliyiz ya, “biraz sonra polis
gelir, göstericileri dağıtır” dedik. Evet, polis geldi, bir güzel göstericileri
çevirdi ve ne yapsa beğenirsiniz; trafiği kesti, yol verdi, protestocuların
önünü açtı ve “dışarıdan bir karışma olmasın” diye onların güvenliğini
sağlamaya başladı. Grup bir güzel protestosunu yaptı, sonra dağılıp gitti. Bizim de ağzımız açık kaldı.
Mevsimin
ilk dutlarını da Granada’da yemek nasip oldu, hem de Elhamra Sarayı’nın
bahçesindeki otoparktaki dut ağaçlarından... Biz dutları yerken (aslında deyim yerindeyse saldırmışken), diğer
turistlerin bizlere bakışını görmeliydiniz. Kültürel fark dedikleri de böyle
bir şey zaten, yerine göre "görgüsüzlük" de denebilir :) …
Pek çok durumda olduğu gibi, hele ki trafik söz konusu olduğunda da bu farklılık iyice belirginleşiyor. öyle ki, Avrupa’ya çıkanlar iyi bilirler, “yaya geçitleri”nde yayaların geçiş üstünlüğü vardır. Eğer bir yaya geçidinden geçiyorsanız, araçların size kesinlikle yol vermeleri gerekmektedir. Yoldan son yaya geçene kadar arabalar bekler/beklemek zorundadır. Türkiye'yi bir düşünün, ooff... Biz İspanya’dan döndükten sonra, İspanya ile ilgili şöyle bir habere de denk geldik: Kırmızı ışıkta geçenAnayasa Mahkemesi yargıcı istifa etti… Her ne olursa olsun koltuğa sımsıkı yapışan ülke politikacılarını anımsadınız mı?
Pek çok durumda olduğu gibi, hele ki trafik söz konusu olduğunda da bu farklılık iyice belirginleşiyor. öyle ki, Avrupa’ya çıkanlar iyi bilirler, “yaya geçitleri”nde yayaların geçiş üstünlüğü vardır. Eğer bir yaya geçidinden geçiyorsanız, araçların size kesinlikle yol vermeleri gerekmektedir. Yoldan son yaya geçene kadar arabalar bekler/beklemek zorundadır. Türkiye'yi bir düşünün, ooff... Biz İspanya’dan döndükten sonra, İspanya ile ilgili şöyle bir habere de denk geldik: Kırmızı ışıkta geçenAnayasa Mahkemesi yargıcı istifa etti… Her ne olursa olsun koltuğa sımsıkı yapışan ülke politikacılarını anımsadınız mı?
İspanya’da
dikkati çekici derecede her yerde ve her biçimde, çeşit çeşit “plaka” kullanımı
var. Sokak adları süslü ve şık plakalardan, restoran veya cafe’lerin adları da
bu tarz plakalara işlenmiş. Yani aklınızın alabileceği her şey, bu sanat ürünü
plakalarla ifade ediliyor. Şehirlerde ve mekânlarda çok göz alıcı durduğunu da
söylemeliyim.
Madrid
merkezde Puerta del Sol ne kadar merkezi ise, etraftaki temizlik bir o kadar
sıkıntılı. Arka sokaklar idrar ve kusmuk dolu, geceleri buralarda fazla
kendinizi kaybetmeyin. Neticede turistsiniz ve yankesiciler hasretle sizleri bekliyor.
İflah olmaz bir arşivci ve biriktirici olduğum için, yandaki müze biletlerini de İspanya anısı olarak saklayacağım. Gittiğimiz her yerdeki bu dar vakitlerde epeyce bir müzeye girmişiz. Yine de hiçbiri Paris Louvre Müzesi'nin yanına bile yaklaşamaz, bu çok net!
İflah olmaz bir arşivci ve biriktirici olduğum için, yandaki müze biletlerini de İspanya anısı olarak saklayacağım. Gittiğimiz her yerdeki bu dar vakitlerde epeyce bir müzeye girmişiz. Yine de hiçbiri Paris Louvre Müzesi'nin yanına bile yaklaşamaz, bu çok net!
Bunca tespite dikkatli dostlarımızın bir katkısı da (ben atlamışım) İspanyollar'ın sigara tutkusu... Her yaş grubundan o kadar çok sigara içiyorlardı ki, ben buna denk gelip de nasıl not almadım, kendi kendime şaşırdım. Sigara tüketimi konusunda AB Ülkeleri içerisinde de liderlik İspanya'daymış.
Gelgelelim alkollü içki mevzusuna… Memleketin rejimi ufaktan ufaktan değiştiği ve ahalinin hafifçe ısınan suda keyifle yüzen kurbağa misali bunun farkında bile olmadığı bir ülkeden geliyorsanız, Avrupa’dan şişe şişe alkol getirmek de işin olmazsa olmazını oluşturuyor. Alkol almak için marketler, şarap ve alkol dükkânları Avrupa’nın her şehrinde olduğu gibi İspanya’da da var. Alkollu içki fiyatları elbette Türkiye’ye göre çok ama çok uygun. Çünkü Türkiye’de alkollü içeceklerinvergi oranı %50’den başlıyor. “Biz kimsenin özel hayatına karışmadık” değil mi? Yaw, he he, geçiniz... Bu vergilerin birkaç kuruşu da cami yapımı ve din adamlarının maaşına gidiyor mudur abaca? Alın size kafaya kurt...
Madrid’in bazı bölgelerinde “liquor mağazaları” var. Dışarıdan bakıp köhne bulduğunuz bu dükkânlarda, envai çeşit ve marka içki satılıyor. Meselâ litrelik Glenlivet Viski (12 yıllık) 26 EURO... Hani bizim burada viski niyetine içtiğimiz Johnny Walker’lar, Jack Daniels’lar orada 10-12 EURO’ya (70 cc'si) satılıyor. Şaraplar (ki Fransız şarapları kadar güzel bulmadığımı kesinlikle söyleyebilirim) keyfinize ve bütçenize göre 1,5 EURO’dan 15 EURO’ya kadar var. Ben denemek için 3 ile 5 EURO arasında 4 şişe aldım. Tabi marka ve tat da bilmek lazım ama 3’lüğü hiç beğenmedim; 4’lük iyiydi. İki tane 5’liğe ise daha dokunmadım. Bunun yanında 2 adet 50 cc’lik Martini Blanco ve Martini Rosso aldım. Fiyatı şişe başına 3,5 EURO’ydu, çalan vermez... 1 lt’lik Absolut Votka 12 EURO, 1 lt’lik Olmeca Tequila Blanco 22 EURO’ydu, uçuşta kişi başı toplam valiz ağırlığını doldurduğum için, malesef alamadım.
Üstelik Madrid Barajas Havaalanındaki “duty free”lerde, şehrin içindeki dükkân ve marketlerde görebileceğiniz kadar çeşitte alkol yok, “işi asla oraya bırakmayın” derim. Bir de marketlerdeki alkol reyonlarında dolaşırken, yanda karelediğim içkiyi gördük. inanılır gibi değil, alkol oranı %80 yazıyordu. Yani asla “ateşle yaklaşmayın” misali, neydi bu böyle, nasıl bir şeydi?
Gelgelelim alkollü içki mevzusuna… Memleketin rejimi ufaktan ufaktan değiştiği ve ahalinin hafifçe ısınan suda keyifle yüzen kurbağa misali bunun farkında bile olmadığı bir ülkeden geliyorsanız, Avrupa’dan şişe şişe alkol getirmek de işin olmazsa olmazını oluşturuyor. Alkol almak için marketler, şarap ve alkol dükkânları Avrupa’nın her şehrinde olduğu gibi İspanya’da da var. Alkollu içki fiyatları elbette Türkiye’ye göre çok ama çok uygun. Çünkü Türkiye’de alkollü içeceklerinvergi oranı %50’den başlıyor. “Biz kimsenin özel hayatına karışmadık” değil mi? Yaw, he he, geçiniz... Bu vergilerin birkaç kuruşu da cami yapımı ve din adamlarının maaşına gidiyor mudur abaca? Alın size kafaya kurt...
Madrid’in bazı bölgelerinde “liquor mağazaları” var. Dışarıdan bakıp köhne bulduğunuz bu dükkânlarda, envai çeşit ve marka içki satılıyor. Meselâ litrelik Glenlivet Viski (12 yıllık) 26 EURO... Hani bizim burada viski niyetine içtiğimiz Johnny Walker’lar, Jack Daniels’lar orada 10-12 EURO’ya (70 cc'si) satılıyor. Şaraplar (ki Fransız şarapları kadar güzel bulmadığımı kesinlikle söyleyebilirim) keyfinize ve bütçenize göre 1,5 EURO’dan 15 EURO’ya kadar var. Ben denemek için 3 ile 5 EURO arasında 4 şişe aldım. Tabi marka ve tat da bilmek lazım ama 3’lüğü hiç beğenmedim; 4’lük iyiydi. İki tane 5’liğe ise daha dokunmadım. Bunun yanında 2 adet 50 cc’lik Martini Blanco ve Martini Rosso aldım. Fiyatı şişe başına 3,5 EURO’ydu, çalan vermez... 1 lt’lik Absolut Votka 12 EURO, 1 lt’lik Olmeca Tequila Blanco 22 EURO’ydu, uçuşta kişi başı toplam valiz ağırlığını doldurduğum için, malesef alamadım.
Üstelik Madrid Barajas Havaalanındaki “duty free”lerde, şehrin içindeki dükkân ve marketlerde görebileceğiniz kadar çeşitte alkol yok, “işi asla oraya bırakmayın” derim. Bir de marketlerdeki alkol reyonlarında dolaşırken, yanda karelediğim içkiyi gördük. inanılır gibi değil, alkol oranı %80 yazıyordu. Yani asla “ateşle yaklaşmayın” misali, neydi bu böyle, nasıl bir şeydi?
Alkolle
devam edelim. Her gittiğim Avrupa ülkesinde biralara da özel ilgi gösteririm. İspanya’da
da bundan farklı olmadı. Her fırsatta (daha Çek biralarını geçen olmasa da) gördüğüm
her markayı denemeyi ihmal etmedim. En favori markalarım San Miguel ve yine aynı gruba bağlı olarak üretildiğini öğrendiğim Mahou’ydu.
İkisi de çok iyi, diğerleri de iyiydi ama bu ikisi çok farklı, kesinlikle
tavsiye ederim.
Biz
bilemedik, siz şaşmayın ve mutlaka gündelik ihtiyaçlarınızı karşılayacak kadar
İspanyolca kelime ve cümle kalıpları öğrenin. Nasıl iştir ki, tarihi yerlerde,
hediyelik eşyacılarda ve hatta havaalanında bile görevlilerin İngilizce
bilmemesi şaşılacak şeydi ve ne yazık ki gerçek... Bir noktadan sonra bu durum
çok can sıkıcı olabiliyor. Elinizde veya telefonunuzda bir İspanyolca sözlük
olursa çok rahat edersiniz. Akıllı telefonunuz varsa mutlaka “offline” çalışan
bir uygulama indirin. Yönünüzü, sokakları, metro istasyonlarını rahatlıkla
bulabiliyorsunuz. Paris’teki gibi bize çok yardımcı oldu.
Son satırlarını yazdığım bu kişisel metin, Microsoft Word’de tamı tamına 27 sayfa tuttu. Gezemediğimiz bir sürü yerin daha olduğunu düşündüğümüzde, bu metin, bir "İspanya Gezi Rehberi" için oldukça fazla görülebilir. Bu uzunluğun bir nedeni de, formasyonu konuşturup, biraz da farklı bir şeyler yazma isteğimden kaynaklandı.
İçimde kalacağına, herkesle paylaştım veya latincesi: Dixi et salvavi animam meam...
Son satırlarını yazdığım bu kişisel metin, Microsoft Word’de tamı tamına 27 sayfa tuttu. Gezemediğimiz bir sürü yerin daha olduğunu düşündüğümüzde, bu metin, bir "İspanya Gezi Rehberi" için oldukça fazla görülebilir. Bu uzunluğun bir nedeni de, formasyonu konuşturup, biraz da farklı bir şeyler yazma isteğimden kaynaklandı.
İçimde kalacağına, herkesle paylaştım veya latincesi: Dixi et salvavi animam meam...
Sabırla okuyanlara teşekkürler, yararlı olabildiysem ne alâ… Herkese keyifli,
eğlenceli, gönüllerindeki gibi bir tatil geçirmeleri dileklerimle…
çok çok güzel bir rehber yazı hazırlamış şınız ,emek vermişsiniz ,o kadar bilgilendirici ki ,okumadan gidenlerin büyük kaybı olacak,kendi adıma teşekkürler :)
YanıtlaSilçok çok güzel bir rehber yazı hazırlamış şınız ,emek vermişsiniz ,o kadar bilgilendirici ki ,okumadan gidenlerin büyük kaybı olacak,kendi adıma teşekkürler :)
YanıtlaSilZafer Bey, Merhaba,
YanıtlaSilTeşekkür ederim, yararlı olabildiysem ne mutlu bana... Saygı ve selamlar...
Kesinlikle süper bir rehberlik yazısı. Önümüzdeki sene için planladığımız İtalya-İspanya gezimiz için yararlanabileceğimiz o kadar çok nokta var ki. Elllerinize sağlık. Teşekkürler:)
YanıtlaSilBeğendiğinize sevindim. Klasik rehber yazılarından farklı biçimde yazmaya gayret ettim. Diğer açılardan da ele almak gerektiğini düşünüyordum ve sanırım başardım :) Şimdiden iyi tatiller. Saygılar ve selâmlar...
SilKüçük politik takıntılarını saymazsak, farklı bir gezi yazısı olmuş.Güzelde olmuş...
YanıtlaSilBu emek takdire şayan, elinize yüreğinize sağlık.
YanıtlaSilTeşekkür eder, emeği görüp, takdir ettiğinizden dolayı mutlu olduğumu belirtmek isterim.
SilMerhaba, soluksuz okudum diyebilirim :) Ancak İspanya'ya gitmeden evvel üzerinden birkaç kez daha geçeceğim kesin :) Yazı diliniz, olaylara bakışınız ve yorumunuz harika, tebrik ediyor ve bu güzel paylaşımınız, emeğiniz için teşekkür ediyorum..Sevgiler..
YanıtlaSilBu güzel ve içten teşekkürler, benim her gittiğim yerden böylesi yazı materyalleri ile dolu dönmeme neden oluyor. Daha iyi yazmak için de ekstra motivasyon sağlıyor.
Silİncelik gösterip, not düştüğünüz için de ben teşekkür ederim. İyi tatiller, her şey gönlünüzce olsun... Sevgi ve selâmlar...
elinize sağlık. ispanyolca için hangi offline programı indirdiniz acaba? teşekkürler...
YanıtlaSilİnanın şu an anımsamıyorum. Üzgünüm, kusura bakmayın.
YanıtlaSil