27 Kasım 2014 Perşembe

“Akademinin sefaleti”nden “Sefaletin akademisi”ne... *


Son bir aydır ortalama akademinin biricik gündem maddesinin, Hükümet’in “maaşlara yapmayı düşündüğü seyyanen zam” olduğu rahatlıkla söylenebilir. (Keza bu metni tam da bitirdiğim sırada Hükümet tasarıyı hazırlayıp Meclis’e yolladı.) Her kademeden ortalama öğretim elemanının zam içeren “müjdeli” bir haberi dört gözle beklediği bu durum bizlere, akademinin hâl-i pür melâli üzerine yeniden düşünmek için bir fırsat da yarattı. Acaba yapılması düşünülen bu zam, akademinin büyüklü küçüklü herhangi bir sorununa çare olabilir miydi? Veya tersten sorarsak, akademinin sorunları ekonomik miydi? Ya da maaş zammının, böyle bir iddiası var mıydı?
Aslına bakılırsa, yapılması düşünülen maaş zammının, ufak da olsa akademiye ait bir problemi çözemeyeceğinin hemen hemen herkes farkında… Üstelik bir ara bu meselenin tartışıldığı forumlara veya haber altı yorumlara bakarsak, beklenen zam verilirse “ömür boyu bu Hükümet’e oy vereceğini” açıklayanlardan tutun da, neredeyse yalvarırcasına zam isteyen bazı “akademisyenler”le de karşılaşıyoruz. Doğal olarak bu satırların yazarlarının, akademisyenliğin (geriye ne kaldıysa artık) bir itibarı olup olmadığıyla pek ilgilendiği de söylenemiyor. Belli ki bu kesim, sadece cebine girecek parayla ilgileniyor.

Zaten tam da bu sebeple “ekonomik durum”, akademinin problemler listesinin en sonunda yer alıyor. Sırasıyla başlamak gerekirse, meselâ, Prof. Dr. H. Neşe Özgen’in de geçen hafta BirGün’de belirttiği gibi (12 Ekim 2014), öğretim elemanlarının geneli, akademiye, sadece bir “iş” ve kuruma da “işyeri” gözüyle bakıyorlar. Dolayısıyla bakış tarzı bu yönde olunca, “kamusal yarar için çalışmak” (meselâ ücret düşünmeden dersler vermek, karşılıksız emek harcamak; evrensel bilim kriterlerine uygun çalışmalar yapmak; “iyi öğrenciler” yetiştirmek için gayret göstermek vb.) çok gerilerde kalıyor; “işyeri”/“iş”ten beklentiler de sadece maaş veya zam merkezli bir şekle bürünüyor. Örneğin ücret için “ders veya danışmanlık alacağım” diye akademide yaşanan kavgaları bir düşünün; daha geçen hafta bir profesör bizlere “36 tane yüksek lisans öğrencisinin danışmanlığını yaptığını” gururla söyledi. Buraya, bu ve buna benzer yüzlerce örnek ekleyebilirim, her okuyan da bir o kadar örnek verebilir. Türkiye’deki akademinin en tipik özelliğinin, bu tarz örnekler üretmek olduğu zaten iyi biliniyor. Sonuç olarak böylesi örnekler, merkezinde akademik ahlâkın olduğu bir probleme doğru bizleri sürüklüyor. Neticede Türkiye akademyası, nedenleri farklı ve bu metnin sınırlarını aşan içerikleriyle birlikte, geneli itibarıyla, akademik değerler ve evrensel bilim ölçütleriyle alâkasını çoktan kesmiş bir görüntü arz ediyor. Bu yüzden, 12 Eylül’den sonraki vaziyeti ancak “idare eden” bir akademiyi bile, 2000’den sonra mumla arar olduğumuz rahatlıkla söylenebilir.

Diğer yandan, kendi açımdan “akademinin sefaleti” denebilecek en dikkate değer durumun, “özerklik” olduğunu da belirtmeliyim. Öyle ki, akademinin genelinde özerklik, sadece “tepedekilerin bağışlayabilecekleri” bir nimet biçiminde düşünülür. Bu yaklaşım da akademinin, her şeyden çok “hiyerarşik biçimde” algılandığı anlamına gelir. Oysa bu düşüncedeki bir akademisyen, kendisini ve yapabileceklerini iflah olmaz bir atalet içinde önemsizleştirmekte, türlü kişisel çıkarları (lojman, koltuk, kadro vb.) öncelemekte ve zaten kısır olan varoluşsal/özerklik kaynaklarını da iyice tüketmektedir. Dahası özerk olabilme, “kişisel çıkarlar karşısında feda edilebilir bir şey”; ancak “büyükler” verince, “olunabilen” bir istisna; “verilen” ya da “alınabilen” bir durum değildir. Kişi, kendi özerkliğini, kendi iradesiyle inşa eder. Burada irade göstermek, akademik işlevini kendi araçlarıyla yeniden üretmek ve gücünü kendi erkinden (çalışmaları, bilgi birikimi vb.) almak temel prensiplerdir.

Keza akademinin bugünkü sıkıntısı, bu sıralananlara sahip ol(a)mayan, hatta ne haberi ne derdi olan büyük bir kitlenin kendisini, “resmiyetin bir parçası olma” yarışına adamış olmalarından ileri gelir. Sonucu akademik konformizme varan bu insan tipi, resmiyet karşısında irade göstermekten oldukça uzaktır. Bu uzaklık, İhsan Doğramacı’nın elleri belinde ve yarı eğik biçimde Kenan Evren’in karşısında durup, “Ne emredersiniz Paşam?” dediği (tevatür değil, TV’den izlemiştim) günden beri artarak devam etmektedir. Günümüzde üniversite toplantı salonlarını hınca hınç doldurup, avuçlarını patlatırcasına siyasetçileri alkışlayan öğretim elemanları, nasıl oluyorsa artık, “üniversiteye siyaset girmemeli” düşüncesini de aynı bedende taşıyabilen kişilerdir. Eğer dün olduğu gibi bugün de, iktidarı/resmiyeti kutsama ölçüsünde alınacak payın büyüklüğü, pek çok “akademisyen”i heyecanlandırıyorsa, orada bilimden falan söz edemeyiz. Hangisi olursa olsun mevcut iktidarları alkışlama ve onların vereceği olası menfaatlerin peşindeki bir akademi, bilim insanı falan yetiştiremez, ancak siyasetçilerin sürmeye çalıştıkları tarlalar olabilir.

Bununla birlikte, günümüzde akademinin önündeki bir başka büyük dert de piyasalaşma meselesidir. Öğrencileri “müşteri, üniversiteleri “işletme” biçiminde düşünen, “gerçek bilim aslında böyle bir şey” yaklaşımı altında üretim ve kârlılığı dayatan bu neo-liberal saldırı, kendisine “akademisyenler”den de önemli bir destek sağlamış bulunuyor. Hatta geçtiğimiz yıl YÖK tarafından hazırlanıp Meclis’e gönderilen, politik çalkantılar dolayısıyla rafa kalkmış görünen ama ilk fırsatta yeniden gündeme geleceğine emin olduğumuz “Yeni YÖK Tasarısı” ile üniversitelerin işletmeye dönüşmesi de resmiyet kazanmış olacak. Üniversitelerin kamuya yönelik bir yarardan çok, sermaye kesimini memnun edecek meşguliyetler peşinde koşmasını zorlayacak bu tasarı ile gözde kamu (devlet değil) üniversitelerinin parçalanıp yabancı ortaklı sermaye gruplarına satılmasının da önü açılıyor. Ve tabi ki bütün bunlar “rantabl” olma/olamama, gibi neo-liberal söylemin dil oyunlarıyla meşrulaştırılmaya çalışılacak. İnsanî ve kamusal yararların aynı oranda göz ardı edileceği mevcut örneklerinden bildiğimiz bu vahşi işletme mantığının, önümüzdeki yılların en büyük problemi olacağı şimdiden söylenebilir.

Burada asla atlanmaması gereken bir durum da farklı meslek gruplarına ayrı zaman ve oranlarda yapılan zamların yarattığı husumetlerdir. Mevcut Hükümet’in iş başına geldiği günden beri, istikrarlı bir biçimde uyguladığı bu politika ile önce belirli bir meslek grubuna bir miktar maaş zammı verileceği basına duyurulmakta, sonra bu meslektekiler ile diğerlerinin sosyal medya veya forum sayfalarında atışarak birbirlerinden ayrışmaları ve husumet beslemeleri sağlanmaktadır. Meslekler arasındaki bağlılık ve güveni zayıflatan bu durum, örgütlülüğün önündeki en büyük engellerden birisidir. Üstelik politik iktidar, bazen de bir meslek içerisindeki herhangi bir birime (“Araştırma Görevlileri’ne %35 zam yapacağız” da olduğu gibi) vermeyi düşündüğü zam miktarını önceden açıklayıp, o meslek grubu içinde bile benzer parçalanmaları körüklemektedir. Böylesi parçalanmalar da emeği ile geçinenlerin sadece kendi mesleklerini ilgilendiren konularda tavır almalarına yol açarak, birlikte hareket edebilme imkânlarını iyice sınırlamaktadır.

Öte yandan, akademinin önemli bir meselesi de başta felsefe, sosyoloji ve tarih olmak üzere sosyal alanların ilahiyatçılarla doldurulmasıdır. Özellikle taşra üniversitelerinde, sıraladığım bu bölümlere yerleşerek ama asla “ilahiyatçı” olduklarını beyan etmeden, el yordamıyla dersler vermeye çalışan bu kesimin akademiye verdiği feci tahribat, orta vadede nasılsa ortaya çıkacak. “İktidar giderse ne yaparız?” tedirginliğiyle, akademinin (aslında kamunun) kaynaklarına ganimetçilik ile bakan bu resmiyete tapınma kliğinin, “doçentlik başvuru kriterleri”nde onca alan içinde en dip ölçütlere sahip olması da sizce tesadüf müdür?

Nihayetinde akademinin sorunları, tabi ki sadece bunlardan ibaret değil, fakat bu metnin sınırları bunların tümünü yazamaya imkân vermiyor. Son olarak, verilmesi düşünülen zammın “genç akademisyenlerin önün açacağı ve motive edeceği” düşüncesi ise romantizmden ibarettir. Böylesi romantizmler neticesinde, olsa olsa vekil ve bürokrat akrabalarıyla dolu, hatta üç neslin genetik olarak yerleştiği “aile üniversiteleri” ortaya çıkar. Bunlardan geriye kalan ise, analitik düşünce, eleştirel akıl ve özgürlüğün artan biçimlerde kaybı, konformizmin toplumsal yükselişi ve bilimin ölümüdür. Bilim ölürse, dogma yükselir. Akademinin sefaletinden, sefaletin akademisine doğru geçilir. İşte biz şimdi bu günleri yaşıyoruz.

* 26 Ekim 2014 tarihli BirGün Gazetesi Pazar Fikir ekinde yayınlanan yazım. Linki: http://birgun.net/news/view/akademinin-sefaletinden--sefaletin-akademisine/7804

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder