Son
bir aydır ortalama akademinin biricik gündem maddesinin, Hükümet’in “maaşlara
yapmayı düşündüğü seyyanen zam” olduğu rahatlıkla söylenebilir. (Keza bu metni tam
da bitirdiğim sırada Hükümet tasarıyı hazırlayıp Meclis’e yolladı.) Her
kademeden ortalama öğretim elemanının zam içeren “müjdeli” bir haberi dört
gözle beklediği bu durum bizlere, akademinin hâl-i pür melâli üzerine yeniden
düşünmek için bir fırsat da yarattı. Acaba yapılması düşünülen bu zam,
akademinin büyüklü küçüklü herhangi bir sorununa çare olabilir miydi? Veya
tersten sorarsak, akademinin sorunları ekonomik miydi? Ya da maaş zammının,
böyle bir iddiası var mıydı?
Aslına
bakılırsa, yapılması düşünülen maaş zammının, ufak da olsa akademiye ait bir
problemi çözemeyeceğinin hemen hemen herkes farkında… Üstelik bir ara bu
meselenin tartışıldığı forumlara veya haber altı yorumlara bakarsak, beklenen
zam verilirse “ömür boyu bu Hükümet’e oy vereceğini” açıklayanlardan tutun da, neredeyse
yalvarırcasına zam isteyen bazı “akademisyenler”le de karşılaşıyoruz. Doğal
olarak bu satırların yazarlarının, akademisyenliğin (geriye ne kaldıysa artık) bir
itibarı olup olmadığıyla pek ilgilendiği de söylenemiyor. Belli ki bu kesim, sadece
cebine girecek parayla ilgileniyor.
Zaten
tam da bu sebeple “ekonomik durum”, akademinin problemler listesinin en sonunda
yer alıyor. Sırasıyla başlamak gerekirse, meselâ, Prof. Dr. H. Neşe Özgen’in de
geçen hafta BirGün’de belirttiği gibi (12 Ekim 2014), öğretim elemanlarının
geneli, akademiye, sadece bir “iş” ve kuruma da “işyeri” gözüyle bakıyorlar. Dolayısıyla
bakış tarzı bu yönde olunca, “kamusal yarar için çalışmak” (meselâ ücret
düşünmeden dersler vermek, karşılıksız emek harcamak; evrensel bilim
kriterlerine uygun çalışmalar yapmak; “iyi öğrenciler” yetiştirmek için gayret
göstermek vb.) çok gerilerde kalıyor; “işyeri”/“iş”ten beklentiler de sadece
maaş veya zam merkezli bir şekle bürünüyor. Örneğin ücret için “ders veya danışmanlık
alacağım” diye akademide yaşanan kavgaları bir düşünün; daha geçen hafta bir
profesör bizlere “36 tane yüksek lisans öğrencisinin danışmanlığını yaptığını”
gururla söyledi. Buraya, bu ve buna benzer yüzlerce örnek ekleyebilirim, her
okuyan da bir o kadar örnek verebilir. Türkiye’deki akademinin en tipik
özelliğinin, bu tarz örnekler üretmek olduğu zaten iyi biliniyor. Sonuç olarak
böylesi örnekler, merkezinde akademik ahlâkın olduğu bir probleme doğru bizleri
sürüklüyor. Neticede Türkiye akademyası, nedenleri farklı ve bu metnin
sınırlarını aşan içerikleriyle birlikte, geneli itibarıyla, akademik değerler
ve evrensel bilim ölçütleriyle alâkasını çoktan kesmiş bir görüntü arz ediyor. Bu
yüzden, 12 Eylül’den sonraki vaziyeti ancak “idare eden” bir akademiyi bile,
2000’den sonra mumla arar olduğumuz rahatlıkla söylenebilir.
Diğer
yandan, kendi açımdan “akademinin sefaleti” denebilecek en dikkate değer
durumun, “özerklik” olduğunu da belirtmeliyim. Öyle ki, akademinin genelinde
özerklik, sadece “tepedekilerin bağışlayabilecekleri” bir nimet biçiminde
düşünülür. Bu yaklaşım da akademinin, her şeyden çok “hiyerarşik biçimde”
algılandığı anlamına gelir. Oysa bu düşüncedeki bir akademisyen, kendisini ve
yapabileceklerini iflah olmaz bir atalet içinde önemsizleştirmekte, türlü
kişisel çıkarları (lojman, koltuk, kadro vb.) öncelemekte ve zaten kısır olan
varoluşsal/özerklik kaynaklarını da iyice tüketmektedir. Dahası özerk olabilme,
“kişisel çıkarlar karşısında feda edilebilir bir şey”; ancak “büyükler”
verince, “olunabilen” bir istisna; “verilen” ya da “alınabilen” bir durum
değildir. Kişi, kendi özerkliğini, kendi iradesiyle inşa eder. Burada irade
göstermek, akademik işlevini kendi araçlarıyla yeniden üretmek ve gücünü kendi
erkinden (çalışmaları, bilgi birikimi vb.) almak temel prensiplerdir.
Keza
akademinin bugünkü sıkıntısı, bu sıralananlara sahip ol(a)mayan, hatta ne
haberi ne derdi olan büyük bir kitlenin kendisini, “resmiyetin bir parçası
olma” yarışına adamış olmalarından ileri gelir. Sonucu akademik konformizme
varan bu insan tipi, resmiyet karşısında irade göstermekten oldukça uzaktır. Bu
uzaklık, İhsan Doğramacı’nın elleri belinde ve yarı eğik biçimde Kenan Evren’in
karşısında durup, “Ne emredersiniz Paşam?” dediği (tevatür değil, TV’den
izlemiştim) günden beri artarak devam etmektedir. Günümüzde üniversite toplantı
salonlarını hınca hınç doldurup, avuçlarını patlatırcasına siyasetçileri
alkışlayan öğretim elemanları, nasıl oluyorsa artık, “üniversiteye siyaset
girmemeli” düşüncesini de aynı bedende taşıyabilen kişilerdir. Eğer dün olduğu
gibi bugün de, iktidarı/resmiyeti kutsama ölçüsünde alınacak payın büyüklüğü, pek
çok “akademisyen”i heyecanlandırıyorsa, orada bilimden falan söz edemeyiz. Hangisi
olursa olsun mevcut iktidarları alkışlama ve onların vereceği olası
menfaatlerin peşindeki bir akademi, bilim
insanı falan yetiştiremez, ancak siyasetçilerin sürmeye çalıştıkları
tarlalar olabilir.
Bununla
birlikte, günümüzde akademinin önündeki bir başka büyük dert de piyasalaşma
meselesidir. Öğrencileri “müşteri, üniversiteleri “işletme” biçiminde düşünen, “gerçek
bilim aslında böyle bir şey” yaklaşımı altında üretim ve kârlılığı dayatan bu
neo-liberal saldırı, kendisine “akademisyenler”den de önemli bir destek sağlamış
bulunuyor. Hatta geçtiğimiz yıl YÖK tarafından hazırlanıp Meclis’e gönderilen,
politik çalkantılar dolayısıyla rafa kalkmış görünen ama ilk fırsatta yeniden
gündeme geleceğine emin olduğumuz “Yeni YÖK Tasarısı” ile üniversitelerin işletmeye
dönüşmesi de resmiyet kazanmış olacak. Üniversitelerin kamuya yönelik bir
yarardan çok, sermaye kesimini memnun edecek meşguliyetler peşinde koşmasını zorlayacak
bu tasarı ile gözde kamu (devlet değil) üniversitelerinin parçalanıp yabancı
ortaklı sermaye gruplarına satılmasının da önü açılıyor. Ve tabi ki bütün
bunlar “rantabl” olma/olamama, gibi neo-liberal söylemin dil oyunlarıyla
meşrulaştırılmaya çalışılacak. İnsanî ve kamusal yararların aynı oranda göz
ardı edileceği mevcut örneklerinden bildiğimiz bu vahşi işletme mantığının, önümüzdeki
yılların en büyük problemi olacağı şimdiden söylenebilir.
Burada
asla atlanmaması gereken bir durum da farklı meslek gruplarına ayrı zaman ve
oranlarda yapılan zamların yarattığı husumetlerdir. Mevcut Hükümet’in iş başına
geldiği günden beri, istikrarlı bir biçimde uyguladığı bu politika ile önce
belirli bir meslek grubuna bir miktar maaş zammı verileceği basına
duyurulmakta, sonra bu meslektekiler ile diğerlerinin sosyal medya veya forum
sayfalarında atışarak birbirlerinden ayrışmaları ve husumet beslemeleri sağlanmaktadır.
Meslekler arasındaki bağlılık ve güveni zayıflatan bu durum, örgütlülüğün
önündeki en büyük engellerden birisidir. Üstelik politik iktidar, bazen de bir
meslek içerisindeki herhangi bir birime (“Araştırma Görevlileri’ne %35 zam
yapacağız” da olduğu gibi) vermeyi düşündüğü zam miktarını önceden açıklayıp, o
meslek grubu içinde bile benzer parçalanmaları körüklemektedir. Böylesi
parçalanmalar da emeği ile geçinenlerin sadece kendi mesleklerini ilgilendiren
konularda tavır almalarına yol açarak, birlikte hareket edebilme imkânlarını
iyice sınırlamaktadır.
Öte
yandan, akademinin önemli bir meselesi de başta felsefe, sosyoloji ve tarih
olmak üzere sosyal alanların ilahiyatçılarla doldurulmasıdır. Özellikle taşra
üniversitelerinde, sıraladığım bu bölümlere yerleşerek ama asla “ilahiyatçı”
olduklarını beyan etmeden, el yordamıyla dersler vermeye çalışan bu kesimin akademiye
verdiği feci tahribat, orta vadede nasılsa ortaya çıkacak. “İktidar giderse ne
yaparız?” tedirginliğiyle, akademinin (aslında kamunun) kaynaklarına ganimetçilik ile bakan bu resmiyete
tapınma kliğinin, “doçentlik başvuru kriterleri”nde onca alan içinde en dip
ölçütlere sahip olması da sizce tesadüf müdür?
Nihayetinde
akademinin sorunları, tabi ki sadece bunlardan ibaret değil, fakat bu metnin
sınırları bunların tümünü yazamaya imkân vermiyor. Son olarak, verilmesi
düşünülen zammın “genç akademisyenlerin önün açacağı ve motive edeceği” düşüncesi
ise romantizmden ibarettir. Böylesi romantizmler neticesinde, olsa olsa vekil
ve bürokrat akrabalarıyla dolu, hatta üç neslin genetik olarak yerleştiği “aile
üniversiteleri” ortaya çıkar. Bunlardan geriye kalan ise, analitik düşünce,
eleştirel akıl ve özgürlüğün artan biçimlerde kaybı, konformizmin toplumsal
yükselişi ve bilimin ölümüdür. Bilim ölürse, dogma yükselir. Akademinin
sefaletinden, sefaletin akademisine doğru geçilir. İşte biz şimdi bu günleri
yaşıyoruz.
* 26 Ekim 2014 tarihli BirGün Gazetesi Pazar Fikir ekinde yayınlanan yazım. Linki: http://birgun.net/news/view/akademinin-sefaletinden--sefaletin-akademisine/7804
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder