Radikal İslâmcılar cephesinden bu
haftanın haberi, IŞİD’in Afganistan’ın Nangarhar kentinde Şinvari
Kabilesi’ne mensup 10 kişiyi, yere gömdükleri mayınların üstüne
silah zoruyla oturtarak havaya uçurmalarıydı. Bu olay, bazı haber sitelerinde “+18”
ibaresi ve “görüntüleri izlemek için tıklayın” etiketiyle de yer aldı. Hâlbuki
görüntüler izlenmese dahi, haberin üzerinde yer alan tek karelik fotoğrafta yaşanan
vahşet apaçık gözlerimizin önündeydi. Haberde dikkati çeken ayrıntı ise, bu 10
kişinin “Taliban’a yardım ettikleri için” cezalandırılmış olmalarıydı. O
Taliban ki, 1990’lardan 2000’li yılların başlarına kadar herkes tarafından
“radikal” diye bilinirken, IŞİD, El Nusra, Boko Haram gibi “ağır
abiler”in ortaya çıkmasıyla onlar bile “liberal” kaldı.
Öte yandan bizler uzun bir
zamandır, bu ve buna benzer vahşet görüntülerine (özellikle sosyal medyada)
sıklıkla rastlamaktayız. Radikal İslâmcılar tarafından insanlar yakılıyor,
kafası kesiliyor, bedenleri füzeyle patlatılıyor ve daha binbir türlü eziyet… Öyleyse
bu radikal İslâmcı örgütler, nasıl böylesine korkunç vahşetleri gururla
sunabiliyorlar? Nasıl örgütlenip, taraftar toplayabiliyorlar? Ve naifçe son bir
soru, tüm bu yaptıklarını hangi “vicdan”a sığdırabiliyorlar?
Öncelikle bugün tüm dünyada radikal
İslâmcılık, politik uygulamalar ile tüm toplumsal ilişkilerde dini esas alan; katı,
sarsılmaz, değiştirilemez olduğu düşünülen temel kaidelere bir geri dönüş talebinin
ideolojik yüzü olarak ortaya çıkıyor. Aslında bu ortaya çıkış, dünyevî ideal ve
düşüncelerin gittikçe zemin kaybetmesi neticesinde, Aydınlanma Çağı ile
birlikte “geride kaldığı” düşünülen kâbus’un
modern dönemde ve yeni enstrümanlarla (savaş araçları, iletişim kanalları vb.) tekrar
geri dönmesinden başka bir şey değil. Tanrının nizamı ve iradesini Dünya
üzerinde “yeniden” hâkim kılmayı üzerine vazife alıp, insan yaşamının biricik
amacı haline getirme gayretindeki bu İslâmcı radikalizm çeşidi, kendisine karşı
olduğunu düşündüğü herkesi, bu idealin gerçekleşmesi önündeki “engeller(/kâfirler)”
olarak ele almakla işe başlıyor. Hâl böyle olunca, “Allah adına” öldürmenin
yanında işkence, tecavüz, baskı, zulüm, malına el koyma vb. de aynı ideal
etrafında yer alan “meşru yollar”dan sayılıyor. Örneğin bu “meşruiyet”in somut
halini görmek için IŞİD’in Musul’u aldığında yayınladığı “10 maddelik
deklarasyon”u anımsamak bile yeterli gelebilir.
İslâmî düşüncenin en katı
yorumlarından (Selefilik ve ikiz
kardeşi Vahhabilik gibi) beslenen
radikal İslâm’ın Türkiye’de taraftar toplaması için şartların fazlasıyla uygun
olduğu da hepimizin malumu. 1980 sonrası “dindarlaştırmaya” yönelik uygulanan
devlet politikaları, Arap coğrafyasındaki siyasî gelişmeler bir yana, içerisinde
türlü sıkıntıları taşımakla birlikte, Türkiye’nin Cumhuriyetçi, laik ve
demokratik (yani dünyevî idealler) yapısını, “Allah nizamını hâkim kılma”
(uhrevî idealler) amaçlarının karşısında konuşlandıran radikal İslâmcılar, aynı
yapıyı kendisi için cihad yolunda bir
motivasyon aracına da kolaylıkla dönüştürebiliyor. Bilindiği gibi, radikal
İslâmcılar yıllarca, Türkiye’de batı taklitçisi bir zulüm rejimi olduğunu, “ahlâksızlığın”
ve “fuhşiyat”ın toplumu sardığını, alkol, kumar ve uyuşturucunun
yaygınlaştığını ve tüm bunların Allah’tan ve dinden uzaklaştırdığını söyleyip
durdular. Dahası dünyevî olan sarsılmaya başlayıp, geniş kitleler nezdinde onun
geleceğe dair idealleri (meselâ sosyalizm ideali) kitlesel anlamda zemin
kaybedince, İslâmcı söylemler bu toplumsal boşluklarda tutunmaya başladı. Eşit
ve özgür bir dünya kurma ideali yerini, bir muhafazakâr formülasyon olan huzur
toplumu=dindar toplum soyutluğuna bıraktı. Bu aşamada benzer popüler söylemler
etrafında ve İslâmcılık düşüncesi temelinde bir araya gelen bazı toplumsal
kesimlerin, böylesi “kutsî” bir ideale katkı yapmak için silaha ve şiddete
sarılmalarının da “meşru” zemini kendiliğinden oluştu.
Ne var ki Türkiye gibi “çocuğum
ahlâklı olsun” diye evladını İmam Hatibe yazdıran, Kur’an Kursu’na yollayan, cemaat
ve tarikatlara katılmasına rıza gösteren ailelerin bulunduğu bir ülkede
yaşıyoruz. Devlet de bunlara “ibadetini yapan gençler” gözüyle bakıyor. Üstelik
toplumdaki yaygın İslâmî düşünce içerisinde ırkçı, ayrımcı, homofobik, militarist,
şiddet yanlısı vb. eğilimler fazlasıyla mevcutken, hatta sıradanlaşmışken, radikal
İslâmcıların taraftar bulamaması mümkün gözükmüyor. Keza zaman içinde İslâmcının
niteliğinde değişti. Bir yirmi yıl öncesine kadar “radikal İslâmcı” dendiğinde
sakal bırakan, cübbe ile gezen, sürekli İslâmî eserleri okuyan ve bu dili
kullanan insanlar akla gelirdi. Bugün “radikal” olabilmek için bir şiddet eylemi
gerçekleştirmek neredeyse zorunlu. 11 Eylül bir zirve oldu ve bu durum
radikalliğin çıtasını epeyce yükseltti. Dünya’daki bütün radikal İslâmcılar, artık
daha etkili, daha sarsıcı ve bir öncekinden daha kıyıcı hangi eylemi
yapabilirizin peşindeler. Oysa bu çocuklardan bazıları kitlesel kıyımlarda yer
aldıklarında, aileleri istisnasız şu tepkiyi veriyorlar: “Benim evladım
karıncayı bile incitemezdi.”
Lakin “karıncayı incitemeyen” bu
çocukların onlarca insanı öldürmesini sağlayan şey cennet vaadi, “72 huri”,
cihad fikri veya inanmayla da sınırlı değil. Keza radikal İslâmcılık, kendi taraftarları
nezdinde her şeyden öte kimliğe, bir kültürel koda tekabül ediyor. Meselâ feda
kültü, Ortadoğu kültürlerinin tarihsel bir mirası ve bireyselliğin egemen olduğu
batı toplumlarının karşısında kolektifliğe olan inanca vurgu yaparak, bir
motivasyon aracı işlevi görürken; İslâm adına fedailik, varoluş amacına karşılık
gelen büyüleyici bir kimlik yerine geçiyor. Zira kişilerin tanrısal gerçekliğe
sarsılmaz inancı, hayatın daha iyi olacağı kutsal geleceğe bir katkı sunmanın
yüceliği ile birleşince, düşman görülen hemen herkese (Batılılar, Yahudiler, sosyalistler,
eşcinseller gibi) karşı ulvî bir moral üstünlük de kendiliğinden sağlanmış
oluyor. Yine burada “tanrı adına hareket edildiğine” inanıldığı için, mevcut
şiddetin gizli bir zevke dönüştüğü de söylenebilir. Yani eldeki silahın
getirdiği güç ve kudret, ölürse şehitlik mertebesi, kalırsa İslâmî bir topluma
sunduğu katkının yüksek ruhsal hazzı ve dahası...
Tam bu noktada, radikal
İslâmcılarca vahşet ve kıyım görüntülerinin sosyal medya ortamlarında
paylaşılması üzerine de birkaç kelâm etmeliyiz. İnternetten önceki dönemlerde
böylesi vahşetler TV, gazete haberleri ya da kulaktan kulağa ve sınırlı oranda
yayılırdı. Bugün ise saniyeler içerisinde tüm dünya tarafından izlenebiliyor.
Vahşet sahiplerinin bunu bildikleri ve bundan da ayrı bir zevki aldıklarını o
malum “gülüşleri” ele veriyor. Hatta şiddet eylemi esnasında alınan zevkin, görüntülerin
internet ortamındaki izlenme oranlarının yüksekliğiyle doğru oranda arttığı da
iddia edilebilir. Zaten kabaca ele alındığında gösteri toplumu’nda varolma, şahsiyet kazanma çabası içerisinde kim
olursa olsun, bu bakımdan bir farklılığı bulunmuyor. İnsanlar internet
ortamında yediğini, içtiğini, gezdiği yerleri nasıl paylaşıyorsa, bazıları da
yaptığı vahşetleri, takip edilmenin sanal hazzı eşliğinde ve aynı iştahla başkalarının
gözetlemesine açıyor.
Son olarak naif soruyla bitirelim,
radikal İslâmcıların tüm bu şiddet eylemleri inancın çerçevelediği “vicdan”a gayet
uygun. Çünkü onlar, inandıklarını yapıyor ve yaşıyorlar. Çünkü dünyevî bir hak
ve adalet duygusu ile ahlâka sahip değiller. Hâlbuki vicdan, ancak insanın sesi
olduğunda gerçek anlamını bulur; tanrının sesine dönüştüğünde ise adaletin
tecelli edeceği yerin “vicdan” olamayacağının artık bilinmesi gerekir.
16 AĞUSTOS 2015'te BirGün Gazetesi PAZAR EK'inde yayınlanan yazımın LİNK'i şurada:
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder