18 Mart 2015 Çarşamba

REFAH DEVLETİ ya da BİR DÖNEMİN SONU



İçinde yaşadığımız dönem, bir şeylerin  hızla avucumuzun içinden kayıp gittiği hissini daha sıklıkla duyduğumuz ve böyle devam ederse daha da sık duyacağımız bir dönemin başlangıcıdır. Bu hızlı değişimin, insanın içinde yaşadığı toplumsal koşullar ve ekonomik sistemden ayrı düşünülmesi imkânsızdır. “Bu sosyal bilimciler de her şeyi kapitalizm ile açıklamaya çalışıyorlar” eleştirisinin tersine, bilâkis insan, yaşadığı sosyo-politik sistemin bir ürünü olarak karşımıza çıkar. Kendisini ideolojilerden sıyrılmış sayan bu düşüncenin salt kendisi bile ideolojik bir söylemdir. Çünkü insanı içerisinde bulunduğu sosyo-politik sitemden (burada kapitalizm) ayrı düşünmek, bu sistemin olası olumsuzluklarını insani öğelerle sınırlı görmek anlamına gelecektir. Bu durumda bütün sorumluluklar ya da olumsuzluklar insanlara/topluluklara yüklenecek, yani sorun kişiselleştirilerek bütünselliğinden koparılacaktır. Böylelikle kişilerin/grupların ortadan kaldırılması veya en azından değiştirilmeleri ile her türlü olumsuz durumun da bertaraf edilebileceği varsayılmıştır. Görüldüğü gibi, sosyo-politik sistem kendi sorununu kişiler üzerinden, en hasarsız ve en pratik biçimde bu şekilde halletmektedir/hallettiğini zannetmektedir.

Aslında, bu bir yanılgıdır. Ve bu yanılgı, içinde yaşadığımız dönemdeki popüler “nerde bu devlet” söyleminin de maya tuttuğu alanda ikâmet etmektedir. Öyle ki, devleti yanında arayan “vatandaşlar”ın, sosyal/refah devletinin vefatı ile kapitalizmin biçim değiştirmesi arasındaki ilişkiyi fark edebileceğini söylemek kolay değildir. Devlet ile onu kapsayan ekonomik ve ideolojik yapıyı ayrı olarak düşünmek ne derece zorsa, son yirmi yıldır yaşanan kapitalist değişim süreci ile insanların sosyal kazanımlarını birer birer kaybetmeleri arasındaki yakın ilişkiyi görebilmek de o derece kolay olmalıdır. Burada, yukarıdaki ideolojik eleştirinin gölgesi, “nerde bu devlet” söylemindeki çaresizliği örter. Kapitalizm bu değişim/dönüşümden yara almadan çıkarken, sosyal devlet fonksiyonlarını hızla yitiren ulus devlet, kapitalizmin bir dönemdeki uygulanış şekillerinden biri olarak hızla tarih sahnesinden çekilmektedir.

Peki, refah devletini ortaya çıkaran koşullar nelerdi? Kapitalizmin iç dinamikleri neden böyle bir sürece ihtiyaç duydu? Refah devleti neden krize girdi? Küreselleşmenin yükselişi ile refah devleti ve kapitalizmin yeniden yapılanması arasında ne gibi bir ilişki vardır? gibisinden daha bir dizi sorunun yanıtı bize içinde yaşadığımız dönemi anlama bakımından ipuçları verecektir. Şimdi bu ipuçlarının peşine düşebiliriz. 

Refah Devletinin Ortaya Çıkış Koşulları ve Nedenleri 

Öncelikle, refah devleti denilen devlet şekli, II. Dünya Savaşı’ndan sonra sanayileşmiş ülkelerde, çalışan kesimler, iş dünyası ve işverenler ile devlet arasında varılan bir uzlaşmaya bağlı olarak ortaya çıkmıştır. Bu ortaya çıkış, kendine özgü koşulları, nedenleri ve sonuçları ile birlikte bütünsel bir bakış açısıyla anlaşılabilecek bir süreçtir. Bu yüzden, refah devletiyle sonuçlanan kapitalizmin bu uygulamasının bir dizi ekonomik ve toplumsal etken neticesinde ortaya çıkmış olduğu söylenebilir.

Bunlardan ilki ve belki de en önemlisi, 1929 ekonomik bunalımı ve hemen ardından gelen II. Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’da yaşanan yıkımdır. Bu iki olay kapitalizmin krizine yol açmış, bu kriz sonucu olarak da kapitalizmin yeniden yapılanması sorunu gündeme gelmiştir. Refah devleti adıyla anılan devlet kapitalizminin ilk biçimi de böylelikle uygulanma olanağı bulmuştur.

Buna bağlı olarak, refah devleti meşruiyetini tüm toplumsal kesimlere dayanan bir uzlaşmanın sonucunda oluşmuş olmasından almaktadır. Bu meşruiyetin temeli, kamu kuruluşları aracılığıyla devletin toplumda üretilen mal ve hizmetlerin bölüşülmesine müdahale etmesi, kısacası elde edilen refahın dağıtımını bütün toplumsal kesimleri gözeterek ve incitmeden, mümkün olduğunca eşit olarak dağıtma esasına dayanıyor olmasında yatmaktadır. Tarihte bu döneme kadar bütün toplumsal kesimlerin bu derece uzlaştıkları bir toplumsal mutabakat görülmemiştir. Tabi ki, bu mutabakat sadece “ortak iyi” veya ekonomik ve toplumsal temelde zoraki bir uzlaşma ile açıklanacak kadar basit değildir ve bu mutabakatın nedeni, insanların güven ve huzur ihtiyacında da aranmalıdır.

Zaten, tüm dünyayı etkileyen 1929 Bunalımı, Avrupa’da peşi sıra gelen “faşist devlet” deneyimleri ve büyük yıkımın olduğu bir Dünya Savaşı’nın insanlarda huzur ve güven ihtiyacı ortaya çıkarmasından doğal ne olabilir ki? İşte bu insani ihtiyaç refah devletinin doğuşunu hazırlayan ortamı yaratmış, bütün toplumsal kesimlerin yararına olabileceği düşünülen bu devlet modeli üzerinde uzlaşılmıştır.

İkinci olarak, bu dönemde kapitalizmin, iki yıkıcı etkenin bir getirisi olarak düşen kâr hadlerini yükseltmesi lazımdı. Bunun için de sınıflar arası çatışmaların uzlaştırılması, hızlı sanayileşmenin getirdiği mal ve hizmetlerdeki çeşitliliğin toplum kesimlerinin tüketimine sunulması ve bu kesimler arasındaki paylaşımda meydana gelen eşitsizliğin acilen yumuşatılması gerekiyordu. Bilindiği gibi, 1929 Bunalımı’nın nedeni üretimde yaşanan düşüklük veya mal arzında yaşanan sorunlardan değil, üretilen mallar depolarda çürürken, bu mal ve hizmetlere talebin olmamasıydı. Bu örnek ortadayken, eğer, toplum kesimleri arasındaki gelir dağılımındaki eşitsizliğin azaltılması gerçekleşir ve tam istihdam sağlanırsa elde edilen iyileşmenin tüketimin yönleneceği öngörülüyordu. Bu adil bölüşümü de refah devleti gerçekleştirecekti. Yani uygulanmaya çalışılan bir nevi “devlet kapitalizmi”ydi.

Üçüncü ve son olarak, göz ardı edilmemesi gereken bir etken de, refah devletinin kurulmasında toplumsal sınıfların belirleyici rolünün olmasıdır. yukarıda bahsettiğimiz gibi, refah devleti, bir toplumsal uzlaşma sonucu ortaya çıkmış olsa da, bu uzlaşmayı sağlayan sınıfların örgütlü mücadelesi ve sınıflar arası dengenin neticesinde Batı’da elde edilen geniş sosyal haklardır. Bu haklar, 19. yüzyıldaki “bırakınız yapsınlar” kapitalizmini geriletirken, liberal ve kapitalist devletler yerlerini sosyal devletlere bırakmıştır. 

Refah Devletinin Temel Özellikleri 

Refah devletinin en belirgin özelliği, o zamana kadar görülmemiş bir şekilde, sosyal bir devletin, sosyal yaşamın iyileştirilmesiyle ilgili politikaları yürürlüğe koyan bir mevkiye yerleşmiş olmasıdır. bu politikalar, eğitimden sağlığa, işsizlik sigortasından emekliliğe kadar bir dizi güvenceyi içermektedir. Böylelikle refah devleti, sosyal giderlerdeki bütün mâli yükümlülükleri üstlenmiş, “geleneksel riskler”in tümünü karşılamıştır.

Buna bağlı olarak, sosyal devlet anlayışı insanların “mal” olarak görülmesini ortadan kaldırmak amacındaydı. Bunun için de insanın başına gelebilecek tüm risklerde (kaza, iflas, işsizlik vb.) ve ihtiyarlama gibi yaşamın doğal sonuçlarında, insanların sosyal güvence altında olması öngörülüyordu. İnsani uygulamaların ağır bastığı bu sosyal devlet politikaları risk faktörünü bireyin üzerinden alıp toplumsallaştırmış ve devletin yükümlülüklerinden biri haline getirmiştir.

Diğer yandan, refah devletinin ekonomik uygulamalarının da Keynesçi politikalar olarak ortaya çıktığını görüyoruz. Keynesçi politikalar kısaca, “görünmeyen bir elin” otomatik olarak toplumda tam istihdam ve gelir dağılımı sağlayamayacağı, bunun ancak üretimin toplumda “etkin talebi” belirlediği gerçeğinden yola çıkılarak sağlanabileceğini iddia etmekteydi. “Etkin talep” kavramının belirleyici olduğu bu paradigma, toplumu tüketim ve yatırım toplamından ibaret görerek, talebin yüksek olmasının tüketim ve yatırımı da yükselteceğini varsayıyordu.. Kısacası, piyasayı talep belirlemektedir. Tüketim ve yatırım düzeyi bir denge oluşturduğunda, bu denge tam istihdamı sağlayacaktı. Bunun gerçekleşmesi için de “etkin talebi” yükseltecek biçimde, bilinçli ve tüm ekonomiyi kapsayacak müdahaleler gerekmekteydi. Bununla birlikte, Keynesçi paradigma içinde devletin konumu ve işlevi bütünü ile değişmiştir. Lakin bu kapitalist sistemden başka bir sisteme geçiş olarak düşünülmemelidir.

Diğer taraftan, Keynesçi politikaların Marksist olmayan sol tarafından esas alındığını görüyoruz. Devletin ekonomik yaşama müdahale etmesi, eşitlikçi bir vergi sistemi uygulaması, anahtar sektörlerde kamulaştırmaya gitmesi gibi Keynesçi pratikler sosyal demokrat partiler tarafından adil, eşitlikçi ve demokratik bir topluma ulaşmak için yeterli önlemler olarak değerlendirilmiştir. Bu “devlet kapitalizmi”, kapitalizmin neden olduğu toplumsal çatışma ve gerilimleri yumuşatmak, sistemin dar boğazları aşması için devletin ekonomik alanda bir girişimci olarak yer almasını da öngörüyordu. Kumunun sosyo-ekonomik yaşama yoğun müdahalesini içeren politikalar da Marksist olmayan sol için son derece cazip politikalardı ve bu kesim tarafından destek buldu.

Aynı dönemde ortaya çıkan bir başka temel özellik de demokratikleşmenin yaygınlaştırılmasıdır. Bu döneme kadar olası bir seçimde alternatif bir tercihin iktidara gelip, toplumsal bölüşümü yeniden düzenleme olasılığından korkulması nedeniyle liberallerin hep mesafeli ve güvensiz yaklaştığı demokrasi, genişleyen oy hakkı ile birlikte toplumsal bir değer haline gelmiştir. Artık “demokratiklik”, demokratik olmayan toplumlardan ayrılmanın bir belirleyenidir. 

Refah Devletinin Toplumsal ve Ekonomik Sonuçları 

Refah devleti ortaya çıkardığı sonuçlar itibarıyla uygulama bulduğu dönem içerisinde Avrupa’da önemli iyileştirmelerin görülmesine neden olmuştur. Savaşın hemen ertesinde Keynesçi politikalarla destekli refah devleti, savaşın yıkıntı ve yaralarını yok etmiş, çok yüksek bir büyüme hızı sağlayarak toplumsal çatışmaları yumuşatıp demokratikleşme yönünde büyük ilerlemeler sağlanmıştır. Yani devletin yoğun ve kapsamlı şekilde sosyo-ekonomik yaşama müdahalesi kaynak israfını ortadan kaldırarak, kaynakların rasyonel kullanımını sağlamıştır.

Diğer taraftan, liberallerin söylemleri de, bir önceki yüzyıla göre, değişmiştir. Artık liberaller, “bolluk” ve “bol iş”ten bahsetmektedirler. Refah devleti tam istihdamı, dolayısıyla sıfır işsizliği sağlayarak, sınıflar arası eşitsizliği ve gerilimi en aza indirmiştir. Bu dönemde ülke gelirlerinin sınıfsal statüler farkı gözetmeden toplumsal tabana yayılması ile birlikte refah olağanüstü boyutlarda artmış, bu da sosyal yaşamda yansımalarını hemen bulmuştur. Sosyal yaşamdaki güvencelerin (işsizlik, ücretsiz eğitim ve sağlık hizmetleri, emeklilik vb.) toplumlardaki huzur ortamına katkısı yadsınamayacağı söylenebilir.

Öte yandan, ücretsiz eğitim hizmetleri ile toplumdaki eğitim seviyesi arttırılmış, okuma-yazma oranı yüzde yüzlere ulaşmıştır. Sağlık hizmetlerinin iyileştirilmesi ve ücretsiz olması, insanların yaş ortalamasını yükseltmiş, doğum oranını dengeleyip, ölüm oranlarını da azaltmıştır. Bütün bunlarla birlikte özellikle 1980’lere kadar olan dönemde refah devleti politikalarının uygulandığı sanayileşmiş ülkelerdeki insanların eğitim ve sağlıkla ilgili problemleri ortadan kaldırılmıştır.

Sonuç olarak, refah devleti süreci ile kapitalizm, ekonomik bunalımını aşmış, kâr hadlerini yükseltip birikim krizini çözmüş, siyasi açıdan da özellikle zengin toplumlarda siyasal demokrasinin gelişimine büyük katkı sağlamıştır. Bu nedenle, bugünkü demokratik yapılanmalara, sanayileşmiş Avrupa ülkelerindeki emekçi kesimler ile emeğe dayanmayan kesimler arasındaki mücadelenin refah devleti ile gelişen bir parçası olarak bakmak yararlı olacaktır. Zaten refah devleti deneyimi neticesinde ortaya çıkan bu sonuçlar düşünülmeden, bu devleti krize ve sona götüren nedenleri anlayabilmek de o derece güç olacaktır. 

Refah Devletinin Krizi ve Sonu 

1970’li yıllarda yaşanan ekonomik bunalımın etkisi sosyo-politik yaşamda refah devletinin çöküşü olarak kendisini göstermiştir. Bu çöküşün asıl nedeni ekonomiktir ve yine kapitalizmin biçim değiştirmesi ile ilgilidir. Oysa ki, refah devletinin sonu, günümüze kadar ulaşan ve tahmin edildiği kadarı ile de daha uzun yıllar sürecek gibi görülen sosyal yaralara gebedir.

Refah devletini krize götüren süreçlerden ilki, devletin üstlenmiş olduğu mâli yükümlülüklerin artık üstesinden gelememesi ve bunların olumsuz sonuçları altında kalmasıdır. Daha önce de söylediğimiz gibi, “geleneksel riskler”in tümünü karşılayan refah devleti, ortaya çıkan yeni sosyal riskleri (iç ve dış göç, belirsizlik, işsizlik vb.) öngöremediği gibi, ayrıca bu risklerin önlenmesi konusunda başarısız olmuştur. Demografik değişikliler ve dış göç dengeleri bozarken, piyasadaki belirsizlik ve işgücü fazlalığı, işsizliği tekrar ortaya çıkarmıştır.

Ayrıca, çalışan nüfusun azalması, sağlık ve teknolojideki gelişmeler nedeniyle çalışmayan nüfusun yaş ortalamasının artmasını da beraberinde getirmiş, toplumda çalışmayan/üretmeyen çoğunluk ile çalışan/üreten daha az kesim arasında bir dengesizlik oluşmuştur. Bu durum, bu kesimler arasında başlı başına bir huzursuzluk sebebi olduğu gibi, çalışmayan, emekli olmuş nüfusun yüksek emeklilik primleri ve yüklü sağlık harcamaları refah devletini krize sokmuştur. Bunun sonucu olarak da sınıflar arası çatışmaları azaltmak ve bu kesimler arası sorunları asgariye indirmek amacındaki refah devleti bu fonksiyonunu yapamaz hâle gelmiş, imzalamış olduğu uluslar arası anlaşmalar ile de eli kolu bağlanmıştır.

Kısaca belirtmek gerekirse, bu bunalımın parametrelerinden biri refah devletidir ve hem birikim hem de kâr düzeyi açısından ortaya çıkan kriz önlenemediği gibi, giderek de derinleşip refah devletini önemli ölçüde geriletmiştir. Kriz sonucunda devlet üzerine aldığı işlevleri yarine getiremez bir hâle gelmiştir. Refah devletinin politik hizmetlere yönelik toplumsal kesimlerin taleplerini yerine getirme işlevi, harcamaları arttırmış, gelirleri de azaltmıştır. Toplumsal grup ya da grupların çıkarlarını en üst düzeye yükseltme istekleri ve bunun için de diğer kesimlerle yarışmaya girmeleri refah devletinin temellerini sarsmıştır. Kapitalist demokraside bütün toplumsal kesimler, bölüşüm düzenini radikal biçimde değiştirecek bir gelişmenin kendi zararlarına olacağına inandıkları için refah devleti politikalarının sona ermesini sessizlikle karşılamışlardır. 

Yeni Dönemin Adı: Bir Süreç Olarak Küreselleşme 

Refah devletinin çöküşü, kaçınılmaz olarak, kapitalizmin bir düzen olarak her yönüyle yeniden yapılanması sorunu ile ilgili bir durumdur. Bulunduğumuz noktadan dönüp geriye baktığımızda, şimdi daha anlamlı gelen ve refah devletinin sonunu getiren uygulamaların, küreselleşme denen sürecin ilk tohumlarını attığını görüyoruz.

1970’lerde yaşanan mâli kriz ile birlikte merkeze çekilen sermayenin belli odaklarda toplanması; biriken sermayenin yatırım değil de kredi olarak gelişmemiş ülkelere akışıyla beraber bu kredileri düzene koymak için ulusüstü yapıların ortaya çıkması, daha da önemlisi etkinlik kazanması, şeklinde seyreden gelişmeler oldu. “Devletin küçülmesi” ve “özelleştirme”nin bir söylem olarak ortaya çıkması da bu döneme rastlar, ki uzantıları günümüze kadar ulaşmıştır.

Devletin bütün toplumsal riskleri bireylerin üstüne yıkması ve sadece güvenlik ve korunma ile çizili bir alana sıkıştırılması, devletin küçültülmesi için yapılan özelleştirme çalışmaları ile de birleşince refah devleti ortadan kalktı ve devlet, sınırlı işlevleri yerine getiren ve pazarın düzenlenmesini pazar koşullarına bırakan bir pozisyona oturmuş oldu. Devletin ekonomiye ve pazara müdahale imkânı iyice azalırken, politik olarak da krize girdi.

Postmodernitenin alt yapısını oluşturduğu ve küreselleşmenin içerisine aldığı söylemler (ideolojilerin sonu, farklılıkların sentezi, kültürel çeşitlilik, yerellik, melezleşme vb.) ulus devletleri ve ulus devlet sürecini tamamlayamamış ülkelerdeki iktidar yapıları ile politik ortamı derinden etkiledi. Ulusüstü yapıların oluşması ve etkinleşmesi ile birlikte, ulusüstü sermayenin ulus devletleri kontrol altına alması aynı sürecin birer parçasıdır. Bu sürecin sonucunda, hepimizin de bildiği gibi, kamusal alan çöktü; geleneksel örgütler, onların protesto yöntemleri ve örgütlenme biçimleri sekteye uğradı, güç yitirdi; sivil toplum ve bu topluma ait kuruluşlar ön plâna çıktı. Politikayı işlevsizleştiren bütün bu gelişmeler, politik alandaki klasik ayrımları parçaladı ve çok parçalı bir politik yapı oluşturdu. Klasik sağ-sol ayrımlarının yerini etnik ya da kültürel temelde politika yapan partiler ve politikacılar aldı.

Burada el yordamıyla yapılan bir tahminin tutmadığını görüyoruz. Bu durumun politikaya ilgiyi arttıracağını zannedenler yanıldı. Hatta bütün bu süreci Batı demokrasilerinin zaferi gibi düşünenler (S. P. Huntington, F. Fukuyama vd.) fazlasıyla küreselin söylemine yaklaştılar. Çünkü, politikadan kaçış, politik olandan tiksinti verecek kadar nefret yine bu dönemin olguları olarak karşımıza çıkmıştır. Yani politikanın, sosyalleşmenin bir parçası olmaktan çıkarak, kaçınılması gereken bir yere oturduğu günleri yaşamaktayız. Bu durumun sonucu olarak da, politik alan büyük medya patronlarının güç gösterisi alanı haline geldi. Günümüzde medya, büyük bir hızla politikadan kaçan insanların “kamu” olma gibi bir sorunu bulunmamasına rağmen, gücünü hayali bir “kamu”dan aldığını iddia ederek bu alanı kaplamıştır. Öyle ki, artık bizatihi medyanın kendisi bir “kamuoyu”dur ve bu durum ulus devlet yapılanmasıyla ilgisi olmayan, tamamen küreselleşmeye has bir olgudur.

Öte yandan, makro bir yapılanma olan ulus devletin, işlevsizleştirilip, mikro örgütlere bölünüp, küreselin emrine girmesi ile birlikte, küreselleşmenin hem söylem hem de uygulama olarak hız kazandığını görüyoruz. Yeni liberalizmin bir uzantısı olarak küreselleşme, teknolojik süreçlerde yaşanan olağanüstü gelişmeleri de arkasına alarak, bilgiyi bir iktidar biçimine dönüştürmüştür. Teknoloji ve bilgiyi elinde tutan küresel sermaye, coğrafi sınırların engel olarak ortadan kalkmasıyla beraber, ürettiği en son teknolojiye dayalı ürünleri görülmemiş bir hızla dünyanın herhangi bir bölgesine ulaştırabilmektedir. Böylesi ürün pazarlama stratejileri ve iletişim ağları ile donatılmış küresel sermayenin karşısında yerel güçlerin pek rekabet şansı kalmamıştır.

Üstelik, sadece rekabet şansına bağlı olmayan yeni kontrol mekanizmaları da ortaya çıkmıştır. Teknolojik bağımlılık, silah sanayiinde atılan adımlar ve spekülatif sermayenin denetlenemez ve kontrol edilemez gücü karşısında ulus devletlerin artık kaç saat ayakta kalabilecekleri tartışılmaktadır. Rusya bunun en taze ve canlı örneğidir. Böylelikle ulus devletlerin, Bauman’ın tabiriyle, küreselin “yerel jandarma karakolları” haline geldiklerine şahit oluyoruz. Tabi, artık ortada bir ulus devletten söz edilebilecek bir şey kaldı/kalacak ise!... 

Sonuç 

İçinde yaşadığımız dönem, kapitalizmin zaferinin ifadesi olan “yeni dünya düzeni/ düzensizliği”nin, yani küreselleşmenin dünya ölçeğinde ekonomik ve politik bütünlüğünün gerçekleştirilmeye çalışıldığı, bunun da büyük ölçüde başarıldığı bir dönem olarak anılacaktır. Bu döneme damgasını vuran bir diğer gelişme de, 200 yıllık kapitalizm sürecinin bir fiil parçası olmuş ulus devletin ve onun bir döneminde uygulama şansı bulmuş olan refah devleti modelinin ortadan kalkıyor olmasıdır.

Ulus devlet bir sürecin adıdır, refah devleti ise bir dönemde uygulanan adil ve eşitlikçi bir devleti öngören bir modeldir. Her ikisi de tarihsel sürecin bir zaman diliminde kesişerek, bir süre aynı sürecin birer parçası oldular ve öyle görülüyor ki, artık küreselleşen sermayenin tercihleri sonucu ortadan kalkmasına karar verildi. Fakat bu ortadan kalkış, tarihin kesintiye uğradığı anlamına gelmemektedir. Tarih bıçakla kesilmiş gibi bir noktadan başlamaz, kesintiye uğrayan ve tersine işleyen bir süreç de değildir. Tarihin ulus devlet ve refah devleti uygulamalarını atacağı bir çöp kutusu da yoktur. Tıpkı insanlık tarihi süreci boyunca görüldüğü gibi, devlet ve yönetim şekilleri bir çok kereler değişikliğe uğramış, modern devlet dediğimiz devlet modelinden günümüze gelinceye kadar da farklı devlet ve yönetim modelleri dünya üzerinde yan yana yaşamaya devam etmişlerdir.

Lakin küresel düzen, öyle görülüyor ki, süreç içerisinde gelişmiş Batı ülkelerinde olduğu gibi, ulus devlet modelini bütün dünya üzerinden, daha önceki dönemlerle karşılaştırılmayacak kadar hızlı bir şekilde tasfiye edecektir. Bu süreç içerisinde etnik ve kültürel farklılıklardan dolayı yaşanan parçalanmalar yeni ulus devletçikler doğursa da, bu “ulus devletler” hiçbir zaman ulus devlet modelinin olmazsa olmaz niteliklerine sahip olamayacaklardır. Çünkü ulus devletin varoluş şartları (egemenlik hakları, üst kimlik kurma süreci vb. gibi) küresel tarafından ortadan kaldırılmıştır. Bundan sonra sorun ulus devletlerle ilgili değil, yerelliğin sıkıntıları ile boğuşan geri kalmış ülkelerle ilgili olacaktır.

Sonuç olarak, ulus devlet ve ona bir dönem eşlik etmiş olan refah devleti, aslında bir dönemin sonunun habercileridir. İnsanlığın geleceğinde bir daha geçmiş dönemdeki gibi bir ulus devleti ve refah devleti uygulamaları olmayacağı söylenebilir, fakat bu insanlığın bir daha ulus devlet ve refah devletine benzer devlet ve yönetim şekillerine benzer uygulamaları yapamayacağı anlamına gelmemelidir. Bu iki model, tarihteki yerini almak üzeredir ve küreselleşmenin politik ve ideolojik egemenliğinde geçecek olan önümüzdeki dönemde bu iki modele yer yoktur.

Süreç olarak kapitalizm biçim değiştirerek yoluna devam etmektedir. Oysa ki, kapitalizm ne kadar biçim değiştirse ve emek-sermaye diyalektiği ne kadar karmaşıklaşsa da ortadan kalkmamaktadır. Kabul etmek zor da olsa, günümüzde sermayenin ezici bir zaferi söz konusudur. Şu da ortaya çıkmıştır ki, emek ve emekten yana politikaların küreselleşmeye karşı yeni stratejiler geliştirmesi, küresel düzeyde bir birliktelik içinde karşı durmak ile mümkün olabilecektir. Porto Allegre gibi deneyimler bu yolda atılan ilk adımlar olarak görülebilir.

Ulus devlet ile kazanılan yurttaşlık hakları ve refah devleti uygulamaları ile elde edilen sosyal güvencelerin teker teker kaybedilmeye başlandığı şu günlerde yapılması gereken bu iki devlet biçimi ve yönetimi modelinin ne yasını tutmak ne de ruhunu çağırmak olabilir. Daha adil ve eşitlikçi bir dünya ancak yeni mücadele yöntemleri ve “uzun süreli siper savaşları” sonucu elde edilebilir. İşte biz bu mücadele döneminin daha en başındayız ve bilindiği gibi, her başlangıç hep sancılı olmuştur.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder