İçinde yaşadığımız dönem, bir
şeylerin hızla avucumuzun içinden kayıp
gittiği hissini daha sıklıkla duyduğumuz ve böyle devam ederse daha da sık
duyacağımız bir dönemin başlangıcıdır. Bu hızlı değişimin, insanın içinde
yaşadığı toplumsal koşullar ve ekonomik sistemden ayrı düşünülmesi imkânsızdır.
“Bu sosyal bilimciler de her şeyi kapitalizm ile açıklamaya çalışıyorlar”
eleştirisinin tersine, bilâkis insan, yaşadığı sosyo-politik sistemin bir ürünü
olarak karşımıza çıkar. Kendisini ideolojilerden sıyrılmış sayan bu düşüncenin salt kendisi bile ideolojik bir
söylemdir. Çünkü insanı içerisinde bulunduğu sosyo-politik sitemden (burada
kapitalizm) ayrı düşünmek, bu sistemin olası olumsuzluklarını insani öğelerle
sınırlı görmek anlamına gelecektir. Bu durumda bütün sorumluluklar ya da
olumsuzluklar insanlara/topluluklara yüklenecek, yani sorun kişiselleştirilerek
bütünselliğinden koparılacaktır. Böylelikle kişilerin/grupların ortadan
kaldırılması veya en azından değiştirilmeleri ile her türlü olumsuz durumun da
bertaraf edilebileceği varsayılmıştır. Görüldüğü gibi, sosyo-politik sistem
kendi sorununu kişiler üzerinden, en hasarsız ve en pratik biçimde bu şekilde
halletmektedir/hallettiğini zannetmektedir.
Aslında, bu bir yanılgıdır. Ve bu
yanılgı, içinde yaşadığımız dönemdeki popüler “nerde bu devlet” söyleminin de
maya tuttuğu alanda ikâmet etmektedir. Öyle ki, devleti yanında arayan
“vatandaşlar”ın, sosyal/refah devletinin vefatı ile kapitalizmin biçim
değiştirmesi arasındaki ilişkiyi fark edebileceğini söylemek kolay değildir.
Devlet ile onu kapsayan ekonomik ve ideolojik yapıyı ayrı olarak düşünmek ne
derece zorsa, son yirmi yıldır yaşanan kapitalist değişim süreci ile insanların
sosyal kazanımlarını birer birer kaybetmeleri arasındaki yakın ilişkiyi
görebilmek de o derece kolay olmalıdır. Burada, yukarıdaki ideolojik
eleştirinin gölgesi, “nerde bu devlet” söylemindeki çaresizliği örter.
Kapitalizm bu değişim/dönüşümden yara almadan çıkarken, sosyal devlet
fonksiyonlarını hızla yitiren ulus devlet, kapitalizmin bir dönemdeki uygulanış
şekillerinden biri olarak hızla tarih sahnesinden çekilmektedir.
Peki, refah devletini ortaya çıkaran
koşullar nelerdi? Kapitalizmin iç dinamikleri neden böyle bir sürece ihtiyaç
duydu? Refah devleti neden krize girdi? Küreselleşmenin yükselişi ile refah
devleti ve kapitalizmin yeniden yapılanması arasında ne gibi bir ilişki vardır?
gibisinden daha bir dizi sorunun yanıtı bize içinde yaşadığımız dönemi anlama
bakımından ipuçları verecektir. Şimdi bu ipuçlarının peşine düşebiliriz.
Refah Devletinin Ortaya Çıkış Koşulları ve Nedenleri
Öncelikle, refah devleti denilen devlet şekli, II. Dünya Savaşı’ndan sonra sanayileşmiş ülkelerde, çalışan kesimler, iş dünyası ve işverenler ile devlet arasında varılan bir uzlaşmaya bağlı olarak ortaya çıkmıştır. Bu ortaya çıkış, kendine özgü koşulları, nedenleri ve sonuçları ile birlikte bütünsel bir bakış açısıyla anlaşılabilecek bir süreçtir. Bu yüzden, refah devletiyle sonuçlanan kapitalizmin bu uygulamasının bir dizi ekonomik ve toplumsal etken neticesinde ortaya çıkmış olduğu söylenebilir.
Refah Devletinin Ortaya Çıkış Koşulları ve Nedenleri
Öncelikle, refah devleti denilen devlet şekli, II. Dünya Savaşı’ndan sonra sanayileşmiş ülkelerde, çalışan kesimler, iş dünyası ve işverenler ile devlet arasında varılan bir uzlaşmaya bağlı olarak ortaya çıkmıştır. Bu ortaya çıkış, kendine özgü koşulları, nedenleri ve sonuçları ile birlikte bütünsel bir bakış açısıyla anlaşılabilecek bir süreçtir. Bu yüzden, refah devletiyle sonuçlanan kapitalizmin bu uygulamasının bir dizi ekonomik ve toplumsal etken neticesinde ortaya çıkmış olduğu söylenebilir.
Bunlardan ilki ve belki de en önemlisi,
1929 ekonomik bunalımı ve hemen ardından gelen II. Dünya Savaşı’ndan sonra
Avrupa’da yaşanan yıkımdır. Bu iki olay kapitalizmin krizine yol açmış, bu kriz
sonucu olarak da kapitalizmin yeniden yapılanması sorunu gündeme gelmiştir.
Refah devleti adıyla anılan devlet kapitalizminin ilk biçimi de böylelikle
uygulanma olanağı bulmuştur.
Buna bağlı olarak, refah devleti
meşruiyetini tüm toplumsal kesimlere dayanan bir uzlaşmanın sonucunda oluşmuş
olmasından almaktadır. Bu meşruiyetin temeli, kamu kuruluşları aracılığıyla
devletin toplumda üretilen mal ve hizmetlerin bölüşülmesine müdahale etmesi,
kısacası elde edilen refahın dağıtımını bütün toplumsal kesimleri gözeterek ve
incitmeden, mümkün olduğunca eşit olarak dağıtma esasına dayanıyor olmasında
yatmaktadır. Tarihte bu döneme kadar bütün toplumsal kesimlerin bu derece uzlaştıkları
bir toplumsal mutabakat görülmemiştir. Tabi ki, bu mutabakat sadece “ortak iyi”
veya ekonomik ve toplumsal temelde zoraki bir uzlaşma ile açıklanacak kadar
basit değildir ve bu mutabakatın nedeni, insanların güven ve huzur ihtiyacında
da aranmalıdır.
Zaten, tüm dünyayı etkileyen 1929
Bunalımı, Avrupa’da peşi sıra gelen “faşist devlet” deneyimleri ve büyük
yıkımın olduğu bir Dünya Savaşı’nın insanlarda huzur ve güven ihtiyacı ortaya
çıkarmasından doğal ne olabilir ki? İşte bu insani ihtiyaç refah devletinin
doğuşunu hazırlayan ortamı yaratmış, bütün toplumsal kesimlerin yararına
olabileceği düşünülen bu devlet modeli üzerinde uzlaşılmıştır.
İkinci olarak, bu dönemde kapitalizmin,
iki yıkıcı etkenin bir getirisi olarak düşen kâr hadlerini yükseltmesi lazımdı.
Bunun için de sınıflar arası çatışmaların uzlaştırılması, hızlı sanayileşmenin
getirdiği mal ve hizmetlerdeki çeşitliliğin toplum kesimlerinin tüketimine
sunulması ve bu kesimler arasındaki paylaşımda meydana gelen eşitsizliğin
acilen yumuşatılması gerekiyordu. Bilindiği gibi, 1929 Bunalımı’nın nedeni
üretimde yaşanan düşüklük veya mal arzında yaşanan sorunlardan değil, üretilen
mallar depolarda çürürken, bu mal ve hizmetlere talebin olmamasıydı. Bu örnek
ortadayken, eğer, toplum kesimleri arasındaki gelir dağılımındaki eşitsizliğin
azaltılması gerçekleşir ve tam istihdam sağlanırsa elde edilen iyileşmenin
tüketimin yönleneceği öngörülüyordu. Bu adil bölüşümü de refah devleti
gerçekleştirecekti. Yani uygulanmaya çalışılan bir nevi “devlet kapitalizmi”ydi.
Üçüncü ve son olarak, göz ardı edilmemesi
gereken bir etken de, refah devletinin kurulmasında toplumsal sınıfların
belirleyici rolünün olmasıdır. yukarıda bahsettiğimiz gibi, refah devleti, bir
toplumsal uzlaşma sonucu ortaya çıkmış olsa da, bu uzlaşmayı sağlayan
sınıfların örgütlü mücadelesi ve sınıflar arası dengenin neticesinde Batı’da
elde edilen geniş sosyal haklardır. Bu haklar, 19. yüzyıldaki “bırakınız
yapsınlar” kapitalizmini geriletirken, liberal ve kapitalist devletler yerlerini
sosyal devletlere bırakmıştır.
Refah Devletinin Temel Özellikleri
Refah devletinin en belirgin özelliği, o zamana kadar görülmemiş bir şekilde, sosyal bir devletin, sosyal yaşamın iyileştirilmesiyle ilgili politikaları yürürlüğe koyan bir mevkiye yerleşmiş olmasıdır. bu politikalar, eğitimden sağlığa, işsizlik sigortasından emekliliğe kadar bir dizi güvenceyi içermektedir. Böylelikle refah devleti, sosyal giderlerdeki bütün mâli yükümlülükleri üstlenmiş, “geleneksel riskler”in tümünü karşılamıştır.
Refah Devletinin Temel Özellikleri
Refah devletinin en belirgin özelliği, o zamana kadar görülmemiş bir şekilde, sosyal bir devletin, sosyal yaşamın iyileştirilmesiyle ilgili politikaları yürürlüğe koyan bir mevkiye yerleşmiş olmasıdır. bu politikalar, eğitimden sağlığa, işsizlik sigortasından emekliliğe kadar bir dizi güvenceyi içermektedir. Böylelikle refah devleti, sosyal giderlerdeki bütün mâli yükümlülükleri üstlenmiş, “geleneksel riskler”in tümünü karşılamıştır.
Buna bağlı olarak, sosyal devlet anlayışı
insanların “mal” olarak görülmesini ortadan kaldırmak amacındaydı. Bunun için
de insanın başına gelebilecek tüm risklerde (kaza, iflas, işsizlik vb.) ve
ihtiyarlama gibi yaşamın doğal sonuçlarında, insanların sosyal güvence altında
olması öngörülüyordu. İnsani uygulamaların ağır bastığı bu sosyal devlet
politikaları risk faktörünü bireyin üzerinden alıp toplumsallaştırmış ve
devletin yükümlülüklerinden biri haline getirmiştir.
Diğer yandan, refah devletinin ekonomik
uygulamalarının da Keynesçi politikalar olarak ortaya çıktığını görüyoruz. Keynesçi politikalar kısaca,
“görünmeyen bir elin” otomatik olarak toplumda tam istihdam ve gelir dağılımı
sağlayamayacağı, bunun ancak üretimin toplumda “etkin talebi” belirlediği
gerçeğinden yola çıkılarak sağlanabileceğini iddia etmekteydi. “Etkin talep”
kavramının belirleyici olduğu bu paradigma, toplumu tüketim ve yatırım
toplamından ibaret görerek, talebin yüksek olmasının tüketim ve yatırımı da
yükselteceğini varsayıyordu.. Kısacası, piyasayı talep belirlemektedir. Tüketim
ve yatırım düzeyi bir denge oluşturduğunda, bu denge tam istihdamı
sağlayacaktı. Bunun gerçekleşmesi için de “etkin talebi” yükseltecek biçimde,
bilinçli ve tüm ekonomiyi kapsayacak müdahaleler gerekmekteydi. Bununla
birlikte, Keynesçi paradigma içinde devletin konumu ve işlevi bütünü ile
değişmiştir. Lakin bu kapitalist sistemden başka bir sisteme geçiş olarak
düşünülmemelidir.
Diğer taraftan, Keynesçi politikaların
Marksist olmayan sol tarafından esas alındığını görüyoruz. Devletin ekonomik
yaşama müdahale etmesi, eşitlikçi bir vergi sistemi uygulaması, anahtar
sektörlerde kamulaştırmaya gitmesi gibi Keynesçi pratikler sosyal demokrat
partiler tarafından adil, eşitlikçi ve demokratik bir topluma ulaşmak için
yeterli önlemler olarak değerlendirilmiştir. Bu “devlet kapitalizmi”,
kapitalizmin neden olduğu toplumsal çatışma ve gerilimleri yumuşatmak, sistemin
dar boğazları aşması için devletin ekonomik alanda bir girişimci olarak yer
almasını da öngörüyordu. Kumunun sosyo-ekonomik yaşama yoğun müdahalesini
içeren politikalar da Marksist olmayan sol için son derece cazip politikalardı
ve bu kesim tarafından destek buldu.
Aynı dönemde ortaya çıkan bir başka temel
özellik de demokratikleşmenin yaygınlaştırılmasıdır. Bu döneme kadar olası bir
seçimde alternatif bir tercihin iktidara gelip, toplumsal bölüşümü yeniden
düzenleme olasılığından korkulması nedeniyle liberallerin hep mesafeli ve
güvensiz yaklaştığı demokrasi, genişleyen oy hakkı ile birlikte toplumsal bir
değer haline gelmiştir. Artık “demokratiklik”, demokratik olmayan toplumlardan
ayrılmanın bir belirleyenidir.
Refah Devletinin Toplumsal ve Ekonomik Sonuçları
Refah devleti ortaya çıkardığı sonuçlar itibarıyla uygulama bulduğu dönem içerisinde Avrupa’da önemli iyileştirmelerin görülmesine neden olmuştur. Savaşın hemen ertesinde Keynesçi politikalarla destekli refah devleti, savaşın yıkıntı ve yaralarını yok etmiş, çok yüksek bir büyüme hızı sağlayarak toplumsal çatışmaları yumuşatıp demokratikleşme yönünde büyük ilerlemeler sağlanmıştır. Yani devletin yoğun ve kapsamlı şekilde sosyo-ekonomik yaşama müdahalesi kaynak israfını ortadan kaldırarak, kaynakların rasyonel kullanımını sağlamıştır.
Refah Devletinin Toplumsal ve Ekonomik Sonuçları
Refah devleti ortaya çıkardığı sonuçlar itibarıyla uygulama bulduğu dönem içerisinde Avrupa’da önemli iyileştirmelerin görülmesine neden olmuştur. Savaşın hemen ertesinde Keynesçi politikalarla destekli refah devleti, savaşın yıkıntı ve yaralarını yok etmiş, çok yüksek bir büyüme hızı sağlayarak toplumsal çatışmaları yumuşatıp demokratikleşme yönünde büyük ilerlemeler sağlanmıştır. Yani devletin yoğun ve kapsamlı şekilde sosyo-ekonomik yaşama müdahalesi kaynak israfını ortadan kaldırarak, kaynakların rasyonel kullanımını sağlamıştır.
Diğer taraftan, liberallerin söylemleri
de, bir önceki yüzyıla göre, değişmiştir. Artık liberaller, “bolluk” ve “bol
iş”ten bahsetmektedirler. Refah devleti tam istihdamı, dolayısıyla sıfır
işsizliği sağlayarak, sınıflar arası eşitsizliği ve gerilimi en aza
indirmiştir. Bu dönemde ülke gelirlerinin sınıfsal statüler farkı gözetmeden
toplumsal tabana yayılması ile birlikte refah olağanüstü boyutlarda artmış, bu
da sosyal yaşamda yansımalarını hemen bulmuştur. Sosyal yaşamdaki güvencelerin
(işsizlik, ücretsiz eğitim ve sağlık hizmetleri, emeklilik vb.) toplumlardaki
huzur ortamına katkısı yadsınamayacağı söylenebilir.
Öte yandan, ücretsiz eğitim hizmetleri
ile toplumdaki eğitim seviyesi arttırılmış, okuma-yazma oranı yüzde yüzlere
ulaşmıştır. Sağlık hizmetlerinin iyileştirilmesi ve ücretsiz olması, insanların
yaş ortalamasını yükseltmiş, doğum oranını dengeleyip, ölüm oranlarını da
azaltmıştır. Bütün bunlarla birlikte özellikle 1980’lere kadar olan dönemde
refah devleti politikalarının uygulandığı sanayileşmiş ülkelerdeki insanların eğitim
ve sağlıkla ilgili problemleri ortadan kaldırılmıştır.
Sonuç olarak, refah devleti süreci ile
kapitalizm, ekonomik bunalımını aşmış, kâr hadlerini yükseltip birikim krizini
çözmüş, siyasi açıdan da özellikle zengin toplumlarda siyasal demokrasinin
gelişimine büyük katkı sağlamıştır. Bu nedenle, bugünkü demokratik
yapılanmalara, sanayileşmiş Avrupa ülkelerindeki emekçi kesimler ile emeğe
dayanmayan kesimler arasındaki mücadelenin refah devleti ile gelişen bir
parçası olarak bakmak yararlı olacaktır. Zaten refah devleti deneyimi
neticesinde ortaya çıkan bu sonuçlar düşünülmeden, bu devleti krize ve sona
götüren nedenleri anlayabilmek de o derece güç olacaktır.
Refah Devletinin Krizi ve Sonu
1970’li yıllarda yaşanan ekonomik bunalımın etkisi sosyo-politik yaşamda refah devletinin çöküşü olarak kendisini göstermiştir. Bu çöküşün asıl nedeni ekonomiktir ve yine kapitalizmin biçim değiştirmesi ile ilgilidir. Oysa ki, refah devletinin sonu, günümüze kadar ulaşan ve tahmin edildiği kadarı ile de daha uzun yıllar sürecek gibi görülen sosyal yaralara gebedir.
Refah Devletinin Krizi ve Sonu
1970’li yıllarda yaşanan ekonomik bunalımın etkisi sosyo-politik yaşamda refah devletinin çöküşü olarak kendisini göstermiştir. Bu çöküşün asıl nedeni ekonomiktir ve yine kapitalizmin biçim değiştirmesi ile ilgilidir. Oysa ki, refah devletinin sonu, günümüze kadar ulaşan ve tahmin edildiği kadarı ile de daha uzun yıllar sürecek gibi görülen sosyal yaralara gebedir.
Refah devletini krize götüren süreçlerden
ilki, devletin üstlenmiş olduğu mâli yükümlülüklerin artık üstesinden
gelememesi ve bunların olumsuz sonuçları altında kalmasıdır. Daha önce de söylediğimiz
gibi, “geleneksel riskler”in tümünü karşılayan refah devleti, ortaya çıkan yeni
sosyal riskleri (iç ve dış göç, belirsizlik, işsizlik vb.) öngöremediği gibi,
ayrıca bu risklerin önlenmesi konusunda başarısız olmuştur. Demografik
değişikliler ve dış göç dengeleri bozarken, piyasadaki belirsizlik ve işgücü
fazlalığı, işsizliği tekrar ortaya çıkarmıştır.
Ayrıca, çalışan nüfusun azalması, sağlık
ve teknolojideki gelişmeler nedeniyle çalışmayan nüfusun yaş ortalamasının
artmasını da beraberinde getirmiş, toplumda çalışmayan/üretmeyen çoğunluk ile
çalışan/üreten daha az kesim arasında bir dengesizlik oluşmuştur. Bu durum, bu
kesimler arasında başlı başına bir huzursuzluk sebebi olduğu gibi, çalışmayan,
emekli olmuş nüfusun yüksek emeklilik primleri ve yüklü sağlık harcamaları
refah devletini krize sokmuştur. Bunun sonucu olarak da sınıflar arası
çatışmaları azaltmak ve bu kesimler arası sorunları asgariye indirmek
amacındaki refah devleti bu fonksiyonunu yapamaz hâle gelmiş, imzalamış olduğu
uluslar arası anlaşmalar ile de eli kolu bağlanmıştır.
Kısaca belirtmek gerekirse, bu bunalımın
parametrelerinden biri refah devletidir ve hem birikim hem de kâr düzeyi
açısından ortaya çıkan kriz önlenemediği gibi, giderek de derinleşip refah
devletini önemli ölçüde geriletmiştir. Kriz sonucunda devlet üzerine aldığı
işlevleri yarine getiremez bir hâle gelmiştir. Refah devletinin politik
hizmetlere yönelik toplumsal kesimlerin taleplerini yerine getirme işlevi,
harcamaları arttırmış, gelirleri de azaltmıştır. Toplumsal grup ya da grupların
çıkarlarını en üst düzeye yükseltme istekleri ve bunun için de diğer kesimlerle
yarışmaya girmeleri refah devletinin temellerini sarsmıştır. Kapitalist
demokraside bütün toplumsal kesimler, bölüşüm düzenini radikal biçimde
değiştirecek bir gelişmenin kendi zararlarına olacağına inandıkları için refah
devleti politikalarının sona ermesini sessizlikle karşılamışlardır.
Yeni Dönemin Adı: Bir Süreç Olarak Küreselleşme
Refah devletinin çöküşü, kaçınılmaz olarak, kapitalizmin bir düzen olarak her yönüyle yeniden yapılanması sorunu ile ilgili bir durumdur. Bulunduğumuz noktadan dönüp geriye baktığımızda, şimdi daha anlamlı gelen ve refah devletinin sonunu getiren uygulamaların, küreselleşme denen sürecin ilk tohumlarını attığını görüyoruz.
Yeni Dönemin Adı: Bir Süreç Olarak Küreselleşme
Refah devletinin çöküşü, kaçınılmaz olarak, kapitalizmin bir düzen olarak her yönüyle yeniden yapılanması sorunu ile ilgili bir durumdur. Bulunduğumuz noktadan dönüp geriye baktığımızda, şimdi daha anlamlı gelen ve refah devletinin sonunu getiren uygulamaların, küreselleşme denen sürecin ilk tohumlarını attığını görüyoruz.
1970’lerde yaşanan mâli kriz ile birlikte
merkeze çekilen sermayenin belli odaklarda toplanması; biriken sermayenin
yatırım değil de kredi olarak gelişmemiş ülkelere akışıyla beraber bu kredileri
düzene koymak için ulusüstü yapıların ortaya çıkması, daha da önemlisi etkinlik
kazanması, şeklinde seyreden gelişmeler oldu. “Devletin küçülmesi” ve
“özelleştirme”nin bir söylem olarak ortaya çıkması da bu döneme rastlar, ki
uzantıları günümüze kadar ulaşmıştır.
Devletin bütün toplumsal riskleri
bireylerin üstüne yıkması ve sadece güvenlik ve korunma ile çizili bir alana
sıkıştırılması, devletin küçültülmesi için yapılan özelleştirme çalışmaları ile
de birleşince refah devleti ortadan kalktı ve devlet, sınırlı işlevleri yerine
getiren ve pazarın düzenlenmesini pazar koşullarına bırakan bir pozisyona
oturmuş oldu. Devletin ekonomiye ve pazara müdahale imkânı iyice azalırken,
politik olarak da krize girdi.
Postmodernitenin alt yapısını oluşturduğu
ve küreselleşmenin içerisine aldığı söylemler (ideolojilerin sonu,
farklılıkların sentezi, kültürel çeşitlilik, yerellik, melezleşme vb.) ulus
devletleri ve ulus devlet sürecini tamamlayamamış ülkelerdeki iktidar yapıları
ile politik ortamı derinden etkiledi. Ulusüstü yapıların oluşması ve
etkinleşmesi ile birlikte, ulusüstü sermayenin ulus devletleri kontrol altına
alması aynı sürecin birer parçasıdır. Bu sürecin sonucunda, hepimizin de
bildiği gibi, kamusal alan çöktü; geleneksel örgütler, onların protesto
yöntemleri ve örgütlenme biçimleri sekteye uğradı, güç yitirdi; sivil toplum ve
bu topluma ait kuruluşlar ön plâna çıktı. Politikayı işlevsizleştiren bütün bu
gelişmeler, politik alandaki klasik ayrımları parçaladı ve çok parçalı bir
politik yapı oluşturdu. Klasik sağ-sol ayrımlarının yerini etnik ya da kültürel
temelde politika yapan partiler ve politikacılar aldı.
Burada el yordamıyla yapılan bir tahminin
tutmadığını görüyoruz. Bu durumun politikaya ilgiyi arttıracağını zannedenler
yanıldı. Hatta bütün bu süreci Batı demokrasilerinin zaferi gibi düşünenler (S.
P. Huntington, F. Fukuyama vd.) fazlasıyla küreselin söylemine yaklaştılar.
Çünkü, politikadan kaçış, politik olandan tiksinti verecek kadar nefret yine bu
dönemin olguları olarak karşımıza çıkmıştır. Yani politikanın, sosyalleşmenin
bir parçası olmaktan çıkarak, kaçınılması gereken bir yere oturduğu günleri
yaşamaktayız. Bu durumun sonucu olarak da, politik alan büyük medya
patronlarının güç gösterisi alanı haline geldi. Günümüzde medya, büyük bir
hızla politikadan kaçan insanların “kamu” olma gibi bir sorunu bulunmamasına
rağmen, gücünü hayali bir “kamu”dan aldığını iddia ederek bu alanı kaplamıştır.
Öyle ki, artık bizatihi medyanın kendisi bir “kamuoyu”dur ve bu durum ulus
devlet yapılanmasıyla ilgisi olmayan, tamamen küreselleşmeye has bir olgudur.
Öte yandan, makro bir yapılanma olan ulus
devletin, işlevsizleştirilip, mikro örgütlere bölünüp, küreselin emrine girmesi
ile birlikte, küreselleşmenin hem söylem hem de uygulama olarak hız kazandığını
görüyoruz. Yeni liberalizmin bir uzantısı olarak küreselleşme, teknolojik
süreçlerde yaşanan olağanüstü gelişmeleri de arkasına alarak, bilgiyi bir
iktidar biçimine dönüştürmüştür. Teknoloji ve bilgiyi elinde tutan küresel
sermaye, coğrafi sınırların engel olarak ortadan kalkmasıyla beraber, ürettiği
en son teknolojiye dayalı ürünleri görülmemiş bir hızla dünyanın herhangi bir
bölgesine ulaştırabilmektedir. Böylesi ürün pazarlama stratejileri ve iletişim
ağları ile donatılmış küresel sermayenin karşısında yerel güçlerin pek rekabet
şansı kalmamıştır.
Üstelik, sadece rekabet şansına bağlı
olmayan yeni kontrol mekanizmaları da ortaya çıkmıştır. Teknolojik bağımlılık,
silah sanayiinde atılan adımlar ve spekülatif sermayenin denetlenemez ve
kontrol edilemez gücü karşısında ulus devletlerin artık kaç saat ayakta
kalabilecekleri tartışılmaktadır. Rusya bunun en taze ve canlı örneğidir.
Böylelikle ulus devletlerin, Bauman’ın tabiriyle, küreselin “yerel jandarma
karakolları” haline geldiklerine şahit oluyoruz. Tabi, artık ortada bir ulus
devletten söz edilebilecek bir şey kaldı/kalacak ise!...
Sonuç
İçinde yaşadığımız dönem, kapitalizmin zaferinin ifadesi olan “yeni dünya düzeni/ düzensizliği”nin, yani küreselleşmenin dünya ölçeğinde ekonomik ve politik bütünlüğünün gerçekleştirilmeye çalışıldığı, bunun da büyük ölçüde başarıldığı bir dönem olarak anılacaktır. Bu döneme damgasını vuran bir diğer gelişme de, 200 yıllık kapitalizm sürecinin bir fiil parçası olmuş ulus devletin ve onun bir döneminde uygulama şansı bulmuş olan refah devleti modelinin ortadan kalkıyor olmasıdır.
Sonuç
İçinde yaşadığımız dönem, kapitalizmin zaferinin ifadesi olan “yeni dünya düzeni/ düzensizliği”nin, yani küreselleşmenin dünya ölçeğinde ekonomik ve politik bütünlüğünün gerçekleştirilmeye çalışıldığı, bunun da büyük ölçüde başarıldığı bir dönem olarak anılacaktır. Bu döneme damgasını vuran bir diğer gelişme de, 200 yıllık kapitalizm sürecinin bir fiil parçası olmuş ulus devletin ve onun bir döneminde uygulama şansı bulmuş olan refah devleti modelinin ortadan kalkıyor olmasıdır.
Ulus devlet bir sürecin adıdır, refah
devleti ise bir dönemde uygulanan adil ve eşitlikçi bir devleti öngören bir
modeldir. Her ikisi de tarihsel sürecin bir zaman diliminde kesişerek, bir süre
aynı sürecin birer parçası oldular ve öyle görülüyor ki, artık küreselleşen
sermayenin tercihleri sonucu ortadan kalkmasına karar verildi. Fakat bu ortadan
kalkış, tarihin kesintiye uğradığı anlamına gelmemektedir. Tarih bıçakla
kesilmiş gibi bir noktadan başlamaz, kesintiye uğrayan ve tersine işleyen bir
süreç de değildir. Tarihin ulus devlet ve refah devleti uygulamalarını atacağı
bir çöp kutusu da yoktur. Tıpkı insanlık tarihi süreci boyunca görüldüğü gibi,
devlet ve yönetim şekilleri bir çok kereler değişikliğe uğramış, modern devlet
dediğimiz devlet modelinden günümüze gelinceye kadar da farklı devlet ve
yönetim modelleri dünya üzerinde yan yana yaşamaya devam etmişlerdir.
Lakin küresel düzen, öyle görülüyor ki,
süreç içerisinde gelişmiş Batı ülkelerinde olduğu gibi, ulus devlet modelini
bütün dünya üzerinden, daha önceki dönemlerle karşılaştırılmayacak kadar hızlı
bir şekilde tasfiye edecektir. Bu süreç içerisinde etnik ve kültürel
farklılıklardan dolayı yaşanan parçalanmalar yeni ulus devletçikler doğursa da,
bu “ulus devletler” hiçbir zaman ulus devlet modelinin olmazsa olmaz
niteliklerine sahip olamayacaklardır. Çünkü ulus devletin varoluş şartları
(egemenlik hakları, üst kimlik kurma süreci vb. gibi) küresel tarafından
ortadan kaldırılmıştır. Bundan sonra sorun ulus devletlerle ilgili değil,
yerelliğin sıkıntıları ile boğuşan geri kalmış ülkelerle ilgili olacaktır.
Sonuç olarak, ulus devlet ve ona bir
dönem eşlik etmiş olan refah devleti, aslında bir dönemin sonunun
habercileridir. İnsanlığın geleceğinde bir daha geçmiş dönemdeki gibi bir ulus
devleti ve refah devleti uygulamaları olmayacağı söylenebilir, fakat bu
insanlığın bir daha ulus devlet ve refah devletine benzer devlet ve yönetim
şekillerine benzer uygulamaları yapamayacağı anlamına gelmemelidir. Bu iki
model, tarihteki yerini almak üzeredir ve küreselleşmenin politik ve ideolojik
egemenliğinde geçecek olan önümüzdeki dönemde bu iki modele yer yoktur.
Süreç olarak kapitalizm biçim
değiştirerek yoluna devam etmektedir. Oysa ki, kapitalizm ne kadar biçim
değiştirse ve emek-sermaye diyalektiği ne kadar karmaşıklaşsa da ortadan
kalkmamaktadır. Kabul etmek zor da olsa, günümüzde sermayenin ezici bir zaferi
söz konusudur. Şu da ortaya çıkmıştır ki, emek ve emekten yana politikaların
küreselleşmeye karşı yeni stratejiler geliştirmesi, küresel düzeyde bir
birliktelik içinde karşı durmak ile mümkün olabilecektir. Porto Allegre gibi
deneyimler bu yolda atılan ilk adımlar olarak görülebilir.
Ulus devlet ile kazanılan yurttaşlık
hakları ve refah devleti uygulamaları ile elde edilen sosyal güvencelerin teker
teker kaybedilmeye başlandığı şu günlerde yapılması gereken bu iki devlet
biçimi ve yönetimi modelinin ne yasını tutmak ne de ruhunu çağırmak olabilir.
Daha adil ve eşitlikçi bir dünya ancak yeni mücadele yöntemleri ve “uzun süreli
siper savaşları” sonucu elde edilebilir. İşte biz bu mücadele döneminin daha en
başındayız ve bilindiği gibi, her başlangıç hep sancılı olmuştur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder