Epeyce bir zamandır kendisini içten
içe tahkim eden İslâmcılık bloğunun, ardı ardına gelen “seçim başarıları” ile siyasal
iktidarı tek başına ve Meclis aritmetiği açısından güçlü biçimde ele
geçirmesinin ertesinde hem baskı hem de rızaya dayalı hegemonik bir güce dönüşmesi
ve buradan devşirdiği enerjiyle toplum üzerinde hâkimiyet kurup, bunu da ‘İslâmcılık
ideali’ gibi daha büyük amaçlar/çıkarları gerçekleştirme yolunda kullandığından
çokça bahsedildiği için bu yazıya böylesi bir bilgiyle giriş yaptım ama burada bunlardan
bahsetmeyeceğim. Hâlbuki 30 Mart Yerel Seçimleri’nden başlamak kaydıyla,
sırasıyla Cumhurbaşkanlığı ve iki Genel Seçim sonuçlarının da işaret ettiği
üzere, mevcut İslâmcı siyasetin “Türkçü”[1]
kesimleri de içerisine alarak (en bariz göstergesi olan sayısal anlamda bile)
genişlediğine şahit olmamız, pek çok açıdan önem arz ediyor. Bu sebeple, milliyetçi
oylardaki bu yer değiştirmenin nedeni, her seçim öncesi AKP’nin milliyetçi
söylemlere kuvvetle sarılması ve devamında çatışmaların yeniden başlaması mı? şeklindeki
bir soruya kısmen “evet” denebilir; fakat kanımca yanıtın diğer kısmı esasen daha
farklı tespitlere ihtiyaç duyuyor.
“Ben Müslümanım, Irkçı Olamam…”
Yakın zamanda sosyal medyadaki
sahte hesaplardan birinden ırkçı bir dille bana karşılıklar veren birisine,
“kendisinin ırkçı olduğunu” hatırlatmam üzerine, bu kişi küfür etmeden hemen
önce yazdığı son cümlede bana şu karşılığı vermişti: Ben Müslümanım, ırkçı
olamam… Nereden bakarsanız bakın, bugünlerde yaşadıklarımıza dair basit ama çok
şey anlatan bir cümle. Öyle ki, yerelliğin zirvelerini yaşadığı bugünlerde
Türkçülüğün İslâmcılığa ama bilhassa İslâmcılığın Türkçülüğe her zamankinden
daha fazla muhtaç olduğu görülüyor. Bu iki siyasal akım, bugün, gerek politik
alanda gerekse de gündelik dilde zor duruma düştüklerinde birbirlerine destek
olmak, yardıma yetişmek, yaşamak için birbirlerini emzirmeye her zamankinden
daha muhtaçlar. Açıkçası bu simbiyotik ilişki geçmişte de aynen böyleydi; fakat
bugün bu bağımlılığa dünden daha çok ihtiyaçları var.
Zira politik projelerin ideolojik
referansını sağlayan İslâmcılık için bu “ihtiyaç”, artık birinci derecede
öncelikli. Tabi, bilhassa siyasî anlamda fazlasıyla sıkışan, tutarsızlıkları ayan
beyan ortaya çıkınca elinde tek güç olarak kalan şiddete sarılmış, üstelik bir
de meşruiyet bunalımındaki İslâmcı ideolojinin, siyaseten düştüğü çıkmazdan
kurtulmak için Türkçülük’ten vücut bulmuş milliyetçilik gibi bir can simidine
gereksinim duyması da doğal. Milliyetçi ideolojinin Cumhuriyet’ten beri devlet
ile olan münasebetleri daha köklü temellere dayanması; milliyetçiliğin
dağılmaya karşı kolayca kullanılabilecek basit bir dile sahip olması; o dilin
siyasî olaylarda ana birleşme noktası görevini görme kapasitesi; buna ilave
olarak son dönemde İslâmcılığın geçirdiği buhranlara nazaran milliyetçiliğin bu
dönemleri göreli biçimde hasarsız ve daha az hırpalanmış şekilde geçirmesi gibi
etkenlerin, İslâmcı siyaseti milliyetçi unsurları kendi politik malzemesi yapma
konusunda iştahlandırdığı görülüyor. Fakat en önemlisi milliyetçiliğin bazı
yönleri, tam da İslâmcılığın bugün hasretle özlem duyduğu toplumsal modele denk
geliyor; hatta bu modele uygun özel avantajlar bile sağlıyor.
Sentezlerin En Hayırlısı
Hemen il elden, milliyetçiliğin ‘disipline
dayalı toplum’ beklentisinin, kitlelerin iknasını kolaylaştırması ve
muhaliflerin basitçe ayıklanması (çevrenizdeki kişiler sizi ‘ikna eder’ ya da
dışlamadan ihbara kadar uzanan bir sürece birden dâhil olursunuz) gibi
özellikleri taşıdığı için, İslâmcı politikalar açısından mühim bir yere sahip
olduğu söylenebilir. Çünkü disiplin, farklılıkların düzleştirilmesi ve bu
motivasyon üzerinden bir ‘birlik oluşturma’ süreçlerini de içerir. Bu sebeple,
örneğin ‘İslâmcı birlik’ fikri, Kürt, Arap vb.’yle ‘birlik olmak’ istemeyenleri
mecburen dışarıda bıraktığı için, günümüz Türkiyesi ve gerilim politikaları söz
konusu olduğunda milliyetçi hissiyatlar İslâmcılığa göre içerisinde daha
toparlayıcı etkileri barındırmaktadır.
Yine milliyetçiliğin ‘millî
vazifeler’ başlığı altında topladığı ve görev aşkıyla donattığı pek çok başlık,
sıcak politik gelişmelerde ya da bazı toplumsal durumlar arasında hiyerarşiler
kurarak (millî ile gayr-ı millî ayrımı gibi), sayısız sorunu ‘millî meseleler’
karşısında önemsizleştirerek perdelenmesine de katkıda bulunur. Bugün İslâmcı
siyasetin en acil toplumsal sorunları (kadın cinayetleri, işsizlik, yoksulluk
vb.), terör, Suriye’deki savaş, Geziciler, çevremizdeki düşmanlar gibi
mazeretlerle önemsiz kılarak ötelemesi, kitlelerin
anlam dünyalarının derinliklerinde yatan milliyetçi söylemlerin sağladığı zihinsel
destekler (bayrağın/vatanın önceliği vb.) sonucundadır. Bu ‘millilik’ hâli, ayrıca,
hukukun kolayca rafa kaldırılması, insan hak ve özgürlüklerinin hiçe sayılması,
sermayeye yaratılan fırsatlar eşliğinde emeğin sömürüsünün yaygınlaştırılması
vb. bakımlardan da fazladan işlevler görür. Zaten İslâmcı siyaset, süreç
içerisinde milliyetçi söylemleri diri tutabildiği ölçüde bunun karşılıklarını
aldığını iyice test ettiği için, sıraladıklarımın tümünü ve daha fazlasını yeri
geldiğinde ustaca işleme koymaktadır.
Üstelik bütün bunlar iktidarın toplum
nezdinde hiç de göze batmadan otoriterleşmesine de (‘zaten çoktan geç kalınmış
şeyleri yapıyorlar’ düşüncesi) geniş fırsat yaratır. Öyle ki halk milliyetçi
duygularla militarize edildiği ölçüde, dostların ve düşmanların kimler olduğu
belli olacak, olası iç ve dış askerî operasyonların ana sponsoru olan geniş
kesimler mevcut durumlarına memnuniyetsizlikten ziyade, rıza ile
katlanacaklardır. İslâmcı ideolojinin ‘dindar-dinsiz’ ayrımının silikleştiği bu
noktada, ‘Türklük’ ön plâna çıkacak, bölünme ya da vatanı kaybetme korkusu
derinleşerek artacaktır. Sonuçta ‘şehit olmak’tan başka kıymetli bir apolete sahip
olmayanlar yığınlar için Rus uçağı düşürmenin ‘gururu’, çoğu zaman yokluğu ve yoksunluğu
bastırabilir; hatta yaşanan hak ihlallerini, rafa kalkan özgürlükleri bile sıradanlaştırabilir.
Dahası ülkeyi ‘hainlerle’ dolu bir yer, ‘ihanet’i de sıklıkla yaşanan bir olay
olarak görmeyi ve ‘ihanet zamanlarında hukuk askıya alınabilir’ şeklindeki
düşüncelerin yaygınlaşmasını da kolaylaştırabilir.
Diğer taraftan İslâmcılık, daha
çok dinsel farklılıklar üzerinden işleyen bir homojenleştirme vasıtası olduğu
için ‘ümmet kardeşliği’ni savunmak, bazı durumlarda (meselâ, konjonktürel
olarak mevcut ayrımları derinleştirmek gerektiğinde) sıkıntı yaratacaktır. Oysaki
farklı dinlerden çok az kişinin kaldığı ve onların da en azından bugün için politik
malzeme olma kapasitelerinin bulunmadığı Türkiye’de özellikle Kürt meselesi
gibi politik ajitasyonu yoğun bir durum söz konusu olduğunda, İslâmcılık
açısından milliyetçilik yine bir zorunluluğun adıdır. Çünkü böylelikle Kürtler
ile Müslümanlık paydası üzerinden kurulabilecek olası İslâmcı empatiler de daha
baştan bertaraf edilmiş olacaktır. Bu yüzden Roboski ile başlayan ve 7 Haziran
sonrası HDP’nin yüksek oy aldığı tüm il ve ilçelerde devam eden tahakküm ve
hükmetme politikalarının, Türk ve Müslüman olanlarda hiçbir tepkiye yol
açmamasının nedenleri bilhassa burada aranmalıdır. Gezi Direnişi’nde ‘camiye
ayakkabı ile girdiler’, ‘camide içki içtiler’ iddialarına büyük tepkiler ve
öfke dalgalarıyla katılan (özellikle İslâmcı) kitlelerin, kurşunlarla harabeye
dönen camiler ile cem evlerine, yerle bir edilen mezarlıklara karşı kayıtsız
kalmaları da yine aynı bağlam içerisinde ele alınabilir.
Dahası milliyetçi yapıların İslâmcılara
göre olası politik gerginlik durumlarında paramiliter katkıları (HDP binalarına
ve Kürt esnafa saldırı gibi) düşünüldüğünde, etkinlikleri güçlü, örgütlülükleri
yaygın ve işlev alanları da daha fazladır. Zaten bu sokak saldırıları
eylemlerinde en ön saflarda Ülkücülerin yer alması, oluşturulan ‘millî
mutabakat’ın etkisini anlamak bakımından da dikkat çekicidir. Zira buna benzer
bir işlevi ‘icra etsin’ diye, bir taklit eseri kurulan Osmanlı Ocakları gibi organik
yapılar ise, hem yeni hem de böylesi bir etkiye henüz sahip değiller. Bu
yüzden, İslâmcı siyaset için milliyetçiliğin hareketlilik kabiliyeti, sokaktaki
muhtemel karşılaşmalar ya da gövde gösterilerinde muhalif gruplara karşı kendi
faaliyet alanlarını sayı ve etkinlik bakımlarından daha da genişletmesi adına önemlidir.
İslâmcı politikalar için
milliyetçiliğin olmazsa olmaz bir unsuru da sahip olduğu dil ve söylem
dağarcığıdır. Keza ‘millî irade’ kavramının bu derece sıklıkla kullanılmasının
bir nedeni de sıradan insanın zihin dünyasına seslenen milliyetçi söylemlerin,
ona yüce bir misyon/görev ve kimlik kazandırması neticesinde kişilerin ‘büyük
oyunlar’a karşı ‘büyük görev’in bir parçası haline getirilme başarısında
aranabilir. Milliyetçi söylem dağarcığı yardımıyla ‘büyük oyun’u çözen vazife
aşkıyla dolu insan kitleleri, aynı zamanda hızla karşı reaksiyon gösterebilme
kapasitesine de sahip oldukları için, ‘dost’u ve ‘düşman’ı hemen ayırırlar ve
bir baskı aracı olarak ‘hain’ sayılanlara karşı militer bir söylem hattının
kurulmasına da katkıda bulunurlar. Yine aynı sebep eşliğinde, 7 Haziran’dan 1
Kasım’a, yaklaşık beş puan eriyen MHP’nin ava giderken avlanarak bu söylem
dağarcığının hâkimiyetini (bu seçimler itibarıyla) AKP’ye kaptırdığını, kendi
seçmeni gözünde söylem üzerinden ikna etmeyi sağlayan gerçeklik algısını önemli
ölçüde yitirdiğini de iddia edebiliriz. Zaten bu sebeple MHP taşıyıcısı olduğu mevcut
dili, gerek pratikte gerekse de söylem anlamında onları daha iyi kullanan rakibine
kaptırmış bir partidir.
Hayırlara Vesile Olacak Bir Tarihsel Uzlaşı
İşte bugün böylesi bir ‘manevî
güç’ ve ‘millî hissiyat’ birleşimiyle, ‘Türkmen Dağı’ diye bir dağ icat
ediliyor; sonra Bayırbucak Türkmenlerinin vaktiyle ‘Haçlıları durduran Oğuz
Boyu’ olduklarını, ‘Selçuklu’dan beri Hac yolunu güvende tuttuklarını’ falan öğreniyoruz.
Bu dil ve söylem insanları, İslâmcı değilsen Türkçülükten, Türkçü değilsen
İslâmcılıktan yakalıyor. Eleştirel bir akla, analitik bir düşünceye ya da sistematik
bilgiye sahip olunmadığı zaman (çok şey mi bekliyorum?), bu söylem alanının
çekim gücüyle başa çıkabilmek imkânsız. Hatta açıkça ırkçı söylemler kullanırken
bile hiçbir ahlâki sorumluluk hissetmeden sadece ‘Müslüman olduğun’ için ‘ırkçı
olmak’tan bile kolayca sıyrılabiliyorsun. İtiraf edelim, böylesi bir dil ve
söylem dağarcığına sahip zihin dünyalarıyla mücadele edebilmek de o derece zor.
Sonuç olarak, İslâmcılık ile
bugün bu yazıda sıraladığım konvansiyonel nedenlerle onun tarafından
içselleştirilen Türkçülük, bunlar dışında tarihin, ecdadın, geleneğin
önemsenmesi; benzer ‘tarihsel düşmanlara’ sahip olma; farklılıkların bozucu bir
unsur olarak görülmesi; ötekileştirmenin kıymetli sayılması; duygusal
(dinî/millî) motivasyonların önemsenmesi gibi bazı benzerlikler de fazladan
sıralanabilir. Zira bu ve benzer nedenlerden dolayı bugün İslâmcılık, Türkçülüğün
hayat verdiği milliyetçi anlamların kendi toplum projesine dâhil etmeyi uygun
bulmuş görünüyor. Bu anlamlara sahip dil ve söylemlerin İslâmcı siyasete bu
‘dâhil olma’ durumu, otoriter bir hattın örülmesinin hem düşünsel hem de pratik
arka plânını da inşa ediyor olması bakımından dikkatle takip edilmeli. Burada Türkçülüğün
hiç mi kazancı yok? diye soracak olursak. Tabi ki var. Türkçülük bu büyük
‘tarihsel uzlaşma’da iktidar sırasının kendisine gelmesini sabırla bekleyecek
ve beklerken de tahmin edilir şekilde olan ve olacaklardan siyasî bir mesuliyet
taşımayacak.
Makalenin LİNK'i şurada: http://www.birgun.net/haber-detay/islamcilik-ile-turkculugun-tarihsel-uzlasmasi-96441.html
[1]
Türkçülük ile milliyetçilik kavramları arasındaki popüler “farklılaştırma”
çabalarından haberdar olmakla birlikte, ben bu yazıda böylesi tartışmalara
girmeyeceğim. Bundan ziyade, ortalama anlam dünyalarını ölçü alarak iki kavramı
da benzer biçimlerde kullanacağım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder