İki gün sonra 19 Ocak ve Hrant
Dink’in katledilişinin sene-i devriyesi. “Bir millî mutabakat cinayeti” olarak ortaklaşa
icra edilen bu insanlık ayıbı, o gün bu gündür taze bir yara gibi belleklerimizde
sıcaklığını koruyor. Kendi adıma itiraf etmeliyim ki, önce yazılarından sonra
adına açılan davalardan tanıdığım bu güzel insan ile ilgili iki görüntü, o
günden beri gözümün önünden hiç gitmiyor. Birisi malum gösteri toplumunun
kafamıza çivilediği, “vurulmuş olarak yerde yatarken” çekilmiş görüntüsü;
diğeri ise öldürülmeden önceki son röportajlarından birisinde, bir muhabirin “hakkınızda
süren davalarda ceza alırsanız, ne yapacaksınız?” sorusu üzerine, dokunsan
neredeyse ağlayacak derecede kırıldığı her halinden belli olarak ve sesi
titreyerek söylediği “…ama ama bir gün dahi ceza alırsam yaşamam giderim. Öbür
türlüsü şerefsizliktir” sözleri.
Bu iki görüntüye her
rastladığımda ya da anımsadığımda, içim sızlar, boğazıma takılan bir acıyla hüzünlenirim.
Çünkü ilk karede hiçbir güzel insanın cezasız bırakılmadığının örneği var;
diğerinde ise doğduğu toprakları karşılıksız seven, onu vatan bellemiş yürekli
bir ülke aydınının, yaşadığı büyük hayal kırıklığını görürüm ben o üzgün sesin
dokunaklı titreyişinde. 1915 ve sonrasında yüz binlerce Ermeni’nin zorla tehcir
ettirilişi, komşunun komşuya düşman oluşu, erkeleri öldürüp küçük kız
çocuklarına el koyarken kirli bıyıkların altındaki pis gülümseyişler,
konuşabildiği halde “kimliği açığa çıkmasın” diye ömrü boyunca susan nineler, gece
yarılarında uykudan uyandıran kâbuslar, ölüm, kırım, hastalık, anasız babasız
kalış ve daha nice zulmün hafıza kaydı var o sesin titreyişinde. “Bunca sene
sonra yine mi göç etmek zorunda kalacağız?”ın dayanılmaz yürek sancısı var. Onur,
ahlâk var; o hep aradığımız ama bir türlü bulamadığımız insan var.
Öte yandan kendi adıma bu olayın
olduğu günü unutmam ise mümkün değil. Öğleden sonra çalıştığım okuldan eve
gelip, hızla güvercinlerimi yemlemeye terasa çıktığımı, terasta beni gören yan
komşumun “Hrant Dink’i öldürmüşler” cümlesiyle, bilgisayar başına geçip, öfke
içinde saatlerce olan biteni takip ettiğimi anımsıyorum. Hatta o gün web
ortamında cinayeti “yorumlayanlar”ın verdiği ilhamla, üstelik “nefret tarihine de
bir not düşülsün” diye, ırkçılığın sanal boyutlarını teşhir eden bir de yazı
yazmıştım.[1]
Bildiğimiz gibi medya dünyası,
her ayrıntıyı sömürme ve hemen ertesinde hızla unutmaya o kadar hazır ki, aynı
vakitler Hrant Dink’in katledilişinin akabinde son yazısı da medyatik bir sunum,
bir reyting yarışı olarak ajanlara düşüvermişti. Belki hissettiğinden, büyük
bir huzursuzluk yaşadığından, belki de öyle olmasını istediğinden (ya da hepsi)
artık bilemiyoruz ama Hrant son yazısına “Ruh Halimin Güvercin Tedirginliği”
başlığını uygun görmüştü. Bu yazıda aldığı tehditlerin ciddiyetinden dem
vururken, bu durumla ilgilenmesi gereken kurumların ciddiyetsizliğinden de şöyle
yakınıyordu: “Bu tehditler ne kadar gerçek, ne kadar gerçek dışı? Doğrusu bunu
bilmem elbette mümkün değil. Benim için asıl tehdit ve asıl dayanılmaz olan,
kendi kendime yaşadığım psikolojik işkence. Tıpkı bir güvercin gibiyim... Onun
kadar sağıma soluma, önüme arkama göz takmış durumdayım. Başım onunki kadar
hareketli... Ve anında dönecek denli de süratli. … Evet, kendimi bir güvercinin
ruh tedirginliği içinde görebilirim, ama biliyorum ki bu ülkede insanlar
güvercinlere dokunmaz. Güvercinler kentin ta içlerinde, insan kalabalıklarında
dahi yaşamlarını sürdürürler. Evet, biraz ürkekçe ama bir o kadar da
özgürce." Bunca yıl güvercin beslememe rağmen o an bu satırlardaki “güvercin”
vurgusunun nereye denk geldiğini anlayamamıştım, ta ki o olayı yaşayana kadar…
Güvercin en çok sevdiğim
hayvandır. Yıllarca da imkânım olduğu her an besledim bu güzel hayvanları. Bugün
gibi besleyemediğim anlarda ise sevdiğini özler gibi özlüyorum onları. Her
beslediğim anda da kümesimde mutlaka bir çift beyaz güvercin olur. Bir başkadır
beyaz güvercin, asla “barış” ile ilişkilendirilmesinden değil, benzersiz bir güzellik
ve soyluluktur ondaki. Bazı türler, tüylerinin rengi ya da üzerlerindeki fazladan
çizgilerle değerli görülürken, beyaz güvercin ayrı bir saflığı temsil eder. Dahası
güvercin beslemenin en zevkli yanlarından birisi ise onları uçarken izlemektir.
Bir erkek için güzel bir kadını izlemek gibidir, havadayken güzel bir güvercini
izlemek.
Yine böyle bir çift beyaz
güvercinim vardı kümesimde ve vakit Hrant’ın katledilişinden birkaç ay
sonrasına denk geliyordu. Çiftin erkeği Beyaz Saya (/Kelebek) uçunca, (güvercin
besleyenlerin tabiriyle) yıldıza çıkardı; sonra oyun yaparak hızla aşağıya
iner, ertesinde bu ritüel tekrarlarla ve yorulana kadar devam eder, nihayetinde
gösterisini tamamlardı. Yine de bu onun içgüdüsüydü, öğrenmiş olduğu değil, kendiliğinden
yaptığı bir şeydi. Kümesin kapısını açmamla birlikte onu yıldız’da bulmam bir
olurdu. Ama kuş besleyenlerin bildiği üzere, bu kesinlikle makbul bir durumun
adı değildi. Çünkü yükselmek demek, oradaki alıcı kuşlarla karşılaşarak, mevcut
riski arttırmak, onların saldırılarına karşı koymak ve amansız bir hayatta
kalma savaşı içerisine düşmek anlamlarına da geliyordu. Nitekim Beyaz Saya daha
önce buna benzer birkaç ufak badireyi de hasarsız atlatmıştı. Ta ki o güne
kadar…
Yine bir akşamüstü, eve gelmiş
sabahtan beri dışarıya çıkmak isteyen terastaki güvercinleri salmıştım. Beyaz Saya
yine kümesten uçarak çıktı, birkaç dakika içinde tek başına gökyüzünün en
tepesine ulaştı. Keyifle uçuyordu ki aniden bir atmacanın saldırısına uğradı. Maalesef
böyle durumlarda bizlere sadece çaresizce aşağıda beklemek kalıyor.
Gözlerinizin önünde av ve avcı, et derdindeki yırtıcı ile can derdindeki mağdur
bir ölüm kalım yarışı içine giriyor; tek yapabildiğiniz güvercinin kurtulmasını
beklemek ve eğer ele düşerse de daha az acı çekerek ölmesi dileğinden başka bir
şey değil. Yerdeki güvercinlerin de tek gözlerini havaya dikerek korku dolu
bakışlarla izledikleri bu on saniyelik kovalamaca, sanki bir ömre bedeldi. Atmaca
taktik icabı güvercini ormanlık alana doğru kovalarken, ikisi de bulutların
arasında kaybolup gittiler. Yapılacak bir şey yoktu, geriye kalanlar yere inip karınları
doyurdular, Saya’nın dişi olan eşi bütün bu olan bitenden habersiz, yumurtalarının
üzerine yatmaya gitti ve gece başladı.
Aynı günün gece yarısına birkaç
saat kala kapı çaldı. Gelen yan komşumdu ve elinde atmacaların saldırısından
kurtulmuş Beyaz Saya vardı. Komşum onu, bahçesinde bir ağacın dibindeki
çiçeklerin içerisine sokulmuş biçimde bulduğunu, benim olabileceğini
düşündüğünü söyledi. Nasıl sevindiğimi anlatamam mümkün değil. Ellerime aldım, öptüm,
kokladım; sonra hızla her tarafını kontrol ettim, hayır, yarası yoktu,
sapasağlamdı ya da ben öyle sanıyordum. Hemen kümese koştum ve ışığı yaktım,
yere yem attım. Diğerleri yeme koşarken o bir köşeye çekildi. Heyhat yuvasının önünde
ihtişamla kabarıp öten kuş gitmiş, yuvasını bile bulamayan, bir köşeye
sığınmış, suskun, dünyaya küsmüş bir kuş gelmişti. O olaydan sonra yemeden
içmeden kesilen, kanatları sağlam olduğu halde onları tedirginlikle büzen ve 3
m yüksekliğindeki çatıya kadar bile uçamayan bu beyaz güvercin, ancak üç hafta
hayatta kalabildi. Sapasağlamdı, fizikî olarak hiçbir şeyi yoktu ama o
yükseklerde ne yaşadıysa minik yüreği onun ağırlığına dayanamamıştı.
İşte ben o gün öğrendim “güvercin
tedirginliği”nin ne anlama geldiğini. Çünkü tedirginlik, sadece bir insan
özelliği değildi. Doya doya uçmak için geniş bir gökyüzü varken bir güvercinin;
okuyacak, yazacak, sevecek, sevilecek, paylaşacak, birlikte yaşayacak bir dünya
varken insanın ömrünü tüketen lanet bir duyguydu tedirginlik… Hangi ideolojik
bataklıktan gelirse gelsin, sizlerin yaşama hakkı dahi olmadığını düşünen,
kendilerini ülkenin (/gökyüzünün) asıl sahibi varsayan “alıcı kuşlar” beklerken
karşınızda, Hrant’ın kırılmış yüreğinden çıkıp gelen korkmuş titrek sesti
“güvercin tedirginliği”. Nasıl ki bu yırtıcılar, bir güvercinin özgürce uçması
gereken gökyüzünde onun minik yüreğine korku salıp, kolunu kanadını büzerek tedirginlik
içinde bir köşeye çekilip, orada ölümü beklemesini sağlıyorlarsa; Hrant’a
kıyanlar da bizlerden daima susmamızı, olan bitenlere sessiz kalmamızı, şehirlerin
içerisinde arkamızı kollayarak hızla çarpan bir kuş yüreğiyle dolaşmamızı, köşemize
çekilip vicdanımızı yiyip bitirmemizi, hüzün dolu tedirginliğimizle baş başa, kahrolarak
yaşamamızı istiyorlar.
Beyaz Saya’nın tedirginliği, belli
ki bir pençe mesafesiyle ölüm ile yüzleşmiş olmasındandı. Bir daha uçsa aynı
yükseklere ne yaşayacağını bilmenin üzüntüsüydü onunkisi… Tıpkı bir insanın,
sadece insan olmanın gerektirdiği tavırları sergilemesi, bir vicdana, ahlâka
sahip olması, inandığı doğruları söylemek için özgürlük talep etmesi ve bunlar
neticesinde başına neler gelebileceğini bir lahza da olsa düşündüğü o kahredici
anlarda yalnızlık içinde yaşadığı derin tedirginlik gibi. Barış, kardeşlik,
sevgi vb. adına ölümü, işsizliği, muhtaçlığı, sevdiklerinden ayrılmayı, mapus
damlarında çürüme ihtimalinin tetiklediği uykusuz gecelerde ortasında kaybolunan
huzursuzluk labirentlerindeki gibi. Tıpkı onlarca yıldır olduğu şekliyle bugün
de bu talihsiz ülkede yaşananlar, başımıza gelenler, gelme ihtimali olanların
“güvercin tedirginliği”, vicdanımızın derinliklerinde tamiri zor tahribatlara
yol açıyor. Tedirgin oldukça, insanlığımızdan uzaklaşıyoruz; uzaklaştıkça da
tedirginliğimiz artıyor. “Dokunulabilir güvercinlerden” oluyor, büzüşüyor ve
kendi içimize çekiliyoruz. Bu insan olma savaşı ve yaşama mücadelesinin yarattığı
tahribat ise asla tarif edilebilir gibi değil.
Bugün yine ve daha şiddetli
biçimde bir güvercin tedirginliğindeyiz; ürkek ve herkesin daha iyi yaşama, güzel
bir geleceğe dair beklentilerini en alt düzeylere çeken, sinsice benliğimize
yayılan, ürkek bir güvercin tedirginliği... İşte bu yüzden, Hrant hiç güvercin
beslemiş midir, bilmiyorum ama o Beyaz Saya’dan sonra “güvercin tedirginliği
nedir”, “nasıl yaşanmaktadır” artık çok iyi biliyorum.
Bu makaleye şu LİNK'ten de ulaşılabilir: http://www.birgun.net/haber-detay/hrant-hic-guvercin-beslemis-midir-100966.html
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder