Bu yazıyı 1 Kasım Seçimleri’nden
sonra yazsaydım, seçim sonrasına denk gelen “bir öfke patlaması” biçiminde
değerlendirilmesi kuvvetle muhtemeldi. Hâlbuki bu metinde yer alacak tespitlerin
“oy verme” ile bir bağ kurma gibi bir amacı yok. Bilakis bu yazı, ülkenin genel
ahvalinde olan bitenlere bakarak her melanetin başında yaygın bir “insan
problemi” olduğunu tespit etme gayesi taşıyor. Öyleyse bu derece merkezî öneme
sahip insana dair bir problemin kaynaklarını nerelerde aramalıyız? Ya da bu insan
malzemesini, temel problem haline getirebilecek yakın zamanlı toplumsal
gelişmeler hangileri olabilir?
Bilindiği üzere, üretim tarzları
değiştiğinde, insanların yaşam, kültür ve birbirleriyle olan tüm münasebetleri
de peşi sıra hızla değişmeye başlar. İnsanlık tarihi bunu vaktiyle, hem de en
şiddetli biçimde, tarım toplumundan kapitalist sanayi toplumuna geçişte
yaşamıştı. Zira bugün yaşadığımız sıkıntıların hazırlayıcısı da 1970’lerden
80’lere uzanan süreçte Fordizm’den Post-Fordist esnek üretim ile birikim sürecine
geçişti ve aslında tüm dünyadaki yeni değişimin ilk habercisi de bu oluşumdu. Mal
ve hizmetler ile sermayenin küresel ölçekte daha rahat dolaşım imkânlarına
sahip olmasını sağlayan teknolojik gelişmelerin de aynı yıllara denk gelmesiyle
birlikte, daha düşük maliyetlerle daha çok verimliliği esas alan, hem emek
girdisinde hem de üretimde esneklik modelini uygulayan bir üretim tarzı, o
zamandan günümüze günlük hayattaki tüm ilişkileri büyük bir baskıyla
değiştirmeye başladı. Böylelikle son 30 yıl, dünya tarihinin gördüğü en hızlı toplumsal
değişimlerin yaşandığı yıllar oldu ve bizler hâlâ bu sıkıntılı dönemin içinden
geçiyoruz. Tabi ki bu derece baskıcı ve zora dayalı hızlı değişimlerin,
toplumsal çözülme ve değer erozyonlarına da neden olması kaçınılmazdı.
Üstelik aynı gelişmenin
Türkiye’ye yansımaları da pek farklı değildi. 1980 yılında, önce 24 Ocak
Kararları ve hemen ertesinde gelen 12 Eylül Askerî Darbesi, iktisadî değişimin
karşısındaki örgütlü emek güçlerinin bilinçli biçimde tasfiyesine girişirken, sermayenin
önünü de olabildiğince açtı. Bu zamanlarda kişisel “sınıf atlama” hayallerini
besleyen “çağ atlama” sloganı, herkesin gün gelip sadece kendi çıkarının
peşinde koşacağı günleri müjdeler biçimde, ülke sathında liberal bir gururla dalgalanıyordu.
Dahası o vakitlerde ABD destekli “Yeşil Kuşak Projesi”yle İslâmcıların rüyalarında
bile göremedikleri şeyleri darbeci askerler gerçekleştiriyor; din dersleri
zorunlu oluyor, İmam Hatip Liseleri ilçelere kadar yaygınlaştırılıyor ve kitleleri
daha kolay yönetmenin kadim formülü dinselleşme olarak (2000’lerde adı “Ilımlı
İslâm” olacak) yine ve yeniden vizyona çıkıyordu.
Aynı dönemden günümüze uzanan bir
başka önemli gelişme de, asıl mücadele alanı olan paylaşım ve eşitlik
problemlerinin silikleştirilerek, karnı aç, işsiz ama “inancından asla taviz vermeyecek”
insanların ortak tavırlarının kökeni olarak kültür ve inancın, politik alanın “aslî
unsuru”, ana mücadele nesnesi haline gelmesiydi. İnsanlar arasındaki en önemli
iki ayrışma vesilesi olan kültür ile inancın yükselişi, birincisinde etnik ve
kimlik taleplerinin politik alanın ateşini yükseltmesiyle neticelenirken;
ikincisinde ise inanç özgürlüğünün diğer tüm özgürlükleri yutmasıyla son buldu.
“İnancımdan/bayrağımdan başka sahip olduğum bir şey yok” duygularının
yaygınlaşması, ekonomik talepleri ve emek sömürüsünü arka plâna attı. İşçi
mahalleri dönüşüp, ırkçı ve İslâmcı renklere büründü. Bununla birlikte kültürel
istekleri demokrasiyle çözmeye çalışan ülkeler süreci daha az sıkıntıyla atlattılar;
bu istekleri meşru görmeyenler ise bölünmeler ve bitmek bilmeyen iç çatışmalar
içerisine düştüler. İnanç özgürlüğü taleplerinin geldiği noktayı görmek için de
(tek etken olmamakla beraber) İslâm coğrafyasının bugünkü hâl-i pûr melâline
bakmak, belki şimdilik yeterli gelebilir.
Diğer taraftan evrensellik
düşüncesinin zemin kaybetmesine karşılık olarak canlanan yerellik, “yerel
olduğunu düşündüğü” unsurları değerli kılmaya çalışırken, insanlar nezdinde bir
zihni yarılmaya da sebep oldu. Yerellik, kültür ve inanç üzerinden kimliğe dönüşürken,
maçlarda gol sonrası tekbir getirmekten, Kabe maketini tavaf etmeye, oradan
köprü ayaklarını cami minaresine benzetmeye kadar varan envai çeşit simülasyon
ortalığı sardı. Yerelliğin yeniden keşfiyle, artık herhangi bir olayı evrensel
insan hakları ya da hukuk kuralları çerçevesinde değerlendirmek hem önemini
yitirdi hem de sıradan insanın böyle bir şahsî sorumluluğu kalmadı. Dolayısıyla
yerelin biçimlendirdiği yeni insan malzemesinin, en insanlık dışı eylemleri
bile yerel bir dil ve onun pekiştirdiği söylemler ile gönül rahatlığıyla savunduğuna
da şahit olmaya başladık. Hukuktan toplumsal ilişkilere kadar yerellik, topyekûn
olarak, bir duygusal bağlılık eşliğinde taşralı değerleri merkeze taşıdı. Bu
yüzden bugün “yerli ve millî anayasa” fikrinin nereden vücut bulduğu, hiç şaşırtıcı
gelmemelidir.
Öte yandan üretim tarzının,
politikanın merkezinin değişmesi gibi vb. etkenler, kendisini en net biçimde, insanlardaki
değerler kaybında gösterdi. Fakat burada erozyona uğrayan “değerler”den, dinî
değil, aslen insanî değerlerin yitirilmesi anlaşılmalıdır. Zaten bir açıdan da İslâmcılar,
bu “değerlerden” sadece “İslâmî değerleri” anladıkları ve bunu da politik
olarak iyi pazarladıkları için iktidara geldiler. Onların reçetesi, “kaybettiğimiz
değerleri yeniden kazanmak için dindarlaşmak”, “gerçek İslâm”a dönmekti ve insanlar
“dindarlaştıkça” saflığa, bozulmamışlığa döneceklerini, kaybettiklerine
ulaşacaklarını sandılar, sanıyorlar. Hâlbuki kapitalist piyasa içindeki
tüketim, sadece mal ve hizmetlerin tüketimini kapsamaz; sorun bir sistem
sorunudur ve eğer bunun bilgisine sahip değilseniz, ancak herhangi bir dinî ve
etnik unsura bağlı olmadığı anlarda kıymetli olan duygular, idealler,
samimiyet, doğruluk, dürüstlük vb. insanî değerlerin de aynı hızla tüketildiğini
fark edemez, hep bir öz/saflık arayışına girersiniz. Üstelik değerlerin
tüketilmesi, insan tutarsızlıklarını da arttırır, ahlâk problemleri
yaygınlaşır, (bugünlerde sıklıkla rastladığımız şekliyle) herkesin “ötekisi”
olan vicdan yaşanan tüm rezillikleri aklama mekanizması gibi çalışmaya başlar. Ahlâk
ve vicdan kavramları, sıkça kullanılan kavramlar olur ve bu hâl onların
varlığına değil, bilakis acınası yokluğuna delalettir.
Dahası hızlı değişim dönemlerinin
insan profili, biçimsizdir (/amorf). Aynı anda hem o hem de bu olmayı
becerebilen; bunun ortaya çıkardığı tutarsızlıkları benliğinde hissetmeyen, tutarsızlıklarla
yaşamayı “gerçek özgürlük” olarak içselleştirmiş insan kitleleri bir toplumda
ne kadar fazlaysa, o toplumda anlam o derece gözden düşmüştür. Sabah arabeskle
başlayıp akşam klasik müzikle uyuyan, profiline manken fotoğrafı koyup
“kadınları örtünmeye” çağıran, nick name’i “lonely wolf” olup paylaşımlarında herkesi
“Türkçe konuş” diye uyaran, sosyal ortamlarda ayet paylaşıp yapmadığı rezillik
kalmayan, “muhafazakâr” olduğunu söyleyip millî/dinî konular dışında (örneğin
ülkenin kamu varlıkları satılırken, ormanı, suyu, ağacı, toprağı üç-otuz paraya
peşkeş çekilirken) herhangi bir hassasiyeti bulunmayan insanlarla çevrilmiş
durumdayız. Görüldüğü gibi anlamın kaybı, tutarsızlıkların da zaferidir.
Keza bu insan malzemesindeki
deformasyonun nedenlerinden birisi de bir okuma kültürü kazanamadan (özel
televizyonlarla birlikte) görsel kültürün içine düşülmesi, böylece görselliğin
biricik “bilgi” edinme vasıtası olarak sivrilmesidir. Aynı dakika içerisinde
hem ağlayıp hem de gülünebilen, dizi, eğlence ve yarışma programlarıyla geçen
en değerli zamanların arasına “entelektüel boşluğu” doldurmak için
serpiştirilen tartışma ve haber programları aracılığıyla insan zihninin giderek
bir medya çöplüğüne dönüşmesi, belleğinin bulanıklaşması ve neticesinde
toplumsal rızaya bile ihtiyaç duymayan bir kötülüğün düşünceyi işgal etmesi. Kitle
iletişim araçlarından evlere ulaşan ideolojik bombardıman sonucu geriye dönüşü
zor bir bilinç kaybını da bunun yanına eklediğimizde, medya müptelası olmuş bu büyük
kitlenin daha kolay yönetilmesinin de önü açılır. Bu vaziyet, tabi ki en çok politik
iktidarın işine gelmektedir. Hani sık sık “insanlar bunu nasıl göremez” deniyor
ya, aslında insanlar belki bir şeylerin farkında ama o farkında oldukları
kıymetli anların hemen ertesinde bilinç karıştırıcı başka ideolojik
mekanizmalar derhal işleme giriyor, anlam itinayla bozulup yok ediliyor.
Tabi buradaki ideolojik tahakkümü
destekleyici ve insanları anlamdan uzaklaştırıcı başka etkenler de mevcut.
Öncelikle 1990’ların ortalarından itibaren uygulanan eğitim politikalarıyla mevcut
eğitimin önce öğrenci seviyelerine indirilmesi sonrasında da
dinselleştirilmesi, bilimle arasına mesafe koyup bilgiden, kör topal bir
rasyonaliteden bile uzaklaşıp metafiziğe yönelen büyük bir insan kitlesini de ortaya
çıkardı. İflah olmaz bir yüzeysel bilgi alışkanlığı eşliğinde, okuduğunu
anlamaktan aciz olma hâli metafizik düşünceye kapı araladı. Örneğin, basit de
olsa geçen yıl Google’da “en çok aranan” üçüncü kelimenin “rüya tabirleri”
olması, bu bakımdan oldukça manidar. Bunlar neticesinde zaten sınırlı orandaki
eleştirel akıl ve analitik düşünce de iyice köreldi. İnternet gibi bağımlılık
yaratan bir teknolojik kolaylığın da aynı döneme denk gelmesiyle birlikte, herkesin
aklına ilk geleni yazıp paylaştığı ve böylelikle cehalet ile kötülüğün tarihte hiç
olmadığı kadar hızla yayıldığı bir döneme adım attık. Bilgi ve onu edinme
süreçleri de fazlasıyla gözden düşünce, okumak, araştırmaktansa hızla Google’a
yazılacak ve iki milyona yakın referans içinden reçete kısalığındaki “doğru”
bilgileri bulma eylemi, daha makbul ve tercih edilir oldu. Bilginin itibarsızlaştırılması,
öğretmenden aydınına, eli kalem tutandan bilim insanına kadar herkesin aynı
toplumsal itibar kaybından nasibini almasına da yol açtı.
Diğer taraftan bu yeni insan
malzemesinin artık bir “millî tavır” gibi sergilediği “ama, fakat, lakin” ile başlayan
cümleler de hepimizin malumu. Geneli, ama, fakat, lakin kelimelerine kadar Dünya’nın
belki de en “özgür” anayasalarından biri olabilecek 1982 Anayasası’ndan başka
yasa tanımamış bu insan topluluğunun bildiği en iyi şeylerden biri de yaşanan
insanlık ayıplarını aynı kelimeleri ayraç yaparak örtmekte kullandıkları
“mağduriyet” söylemleri. Bu bitmez tükenmez “mağduriyet” mesajları, bir kesimin
ustalığında yoğrulsa da sadece bu kesimi kapsamıyor. Çünkü herkes için “mağdur
olmak”, politik anlamda “iyi bir şey”e karşılık geliyor ve sonradan
yapılacakların/meşru gösterilecek insanlık ayıplarının mazereti yerine geçiyor.
Sağ olsun devlet, farklı oranlarda da olsa, herkesi bir biçimde mağdur
bıraktığı için, maalesef ülke insanının mağduriyet ile kurduğu duygusal
ilişkinin asla bir sonu gelecekmiş gibi de görünmüyor.
Sonuç olarak, bütün bunların
etkisiyle Türkiye’deki yaygın insan malzemesini en iyi tanımlayan kavram,
vasatlık (mediocrity) olabilir. Koca ülke bugün, ortalamanın da altında bir
vasatlığın içinde hapis olmuş durumda. Yukarı çıkmak isteyenin, politikacıların
aşağılamaları, halkın nefret gösterileriyle yaka paça aşağı çekildiği, iyice
dibe inilmesine de müsaade etmeyen bu vasatlık rejimi, ırkçılığın, dinci
faşizmin mayalandığı asıl alan. Lümpenleşmeyle de açıklanabilecek bu durum,
ezilenlerden olmalarına rağmen tüm gerici plânlara iştahla katılan, gururları
ve vicdanları menfaatleriyle orantılı olarak kolaylıkla zemin değiştirebilecek,
demokrasiyi kendi taşralı değerleri üzerinden yorumlayan, yukarılara boyun eğmenin
bedelini aşağıdakilerden çıkaran, şiddeti “doğal bir tepki” biçiminde gören lümpen
kitleleri de bağrında taşıyor. “Peki ya çare ne?” diye soranlara yanıtım: Yeni
bir nesil, yeni söylemlerle beraber yeni bir yorumlayış tarzı, yeni
politikalar… Fakat baştan kabul edelim ki, bu epeyce zaman alacak.
Bu makaleye şu LİNK'ten de ulaşılabilir: http://www.birgun.net/haber-detay/bir-problem-nesnesi-olarak-insan-103024.html
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder