İki ay önce yine bu
sütunlarda İslâmcı ahlâk üzerine yazdığım bir makaleye[1]
gelen tepkiler, beni, bu kez mevzunun ilgili diğer kavramı üzerine düşünmeye
sevk etti. Öyle ki, önemli bir kesim (ki bunların neredeyse tamamı “gerçek
İslâm ahlâkı”na sahip oldukları izlenimi vererek) ısrarla bazı
İslâmcıların/Müslümanların yaptığı ahlâk dışı eylem ve tavırların, “İslâm’a
yüklenemeyeceğini” iddia ediyorlardı. Kısacası bu kişilere göre sorun, İslâm’da
değildi ve esas sıkıntı “İslâm’ı yanlış anlayanlar” ya da “menfaati için
kullananlardaydı.” Böylelikle bu yorumlar eşliğinde şu sorular ortaya çıktı:
İslâmcı ahlâk ile İslâm ahlâkı ayrı anlamlara ve gerçekliklere mi tekabül ediyor?
Bir takım ahlâkî sıkıntılar, İslâm’ın “doğru uygulanmamasından” mı
kaynaklanıyor? “Gerçek İslâm” diye bir şey varsa, aynı derecede bozulmamış ve
saf “gerçek İslâm ahlâkı” da mı var?
Yine de bu soruların
peşine düşmeden önce buradaki asıl meselenin, İslâm ahlâkının “ne olduğuna”
dair ancak ilahiyatçıları memnun edecek beyhude bir tartışmadan uzaklaşıp, onun
nasıl algılanıp, yorumlandığına dair daha sosyolojik bir merak üzerinden
ilerlemek olduğunu görmemiz gerekiyor. Çünkü “kutsal” kabul edilen metinlerin önce
din âlimleri ve sonra da inananlarca nasıl anlamlandırıldığı konusu, zihniyet
çözümlemeleri çalışanlar için her zaman öncelikli bir öneme sahip. Buradan devam
ettiğimizde ise, İslâm’da Kur’an ve hadisler yoluyla vaaz edilen ahlâkî normlar
ile onların yorumlanmasının, sadece kişisel uygulamalarda değil, bilhassa resmî
yorumların kendi içerisinde de bazı sıkıntılara sahip olduğu gerçekliğiyle
karşılaşıyoruz.
Öyleyse genel kabul
görmüş bu resmî yorumlardaki sıkıntıların tespiti için ilk elden bazı kavramlara
bakmak yararlı olabilir. Öyle ki İslâm ahlâkına ait normların “bazı hâllerde”
bir de “caiz olma” durumları var. Yani norm orada duruyor ama aynı ahlâkî norm
sübjektif bir biçimde kişisel yorumlamaya ve esnetilmeye de açık. Örneğin “gıybet
yapmak” (kötüleme; dedikodu) bunlardan birisi ve İslâm’da hem günah hem de
ahlâken kabul edilmeyen bir davranış olarak ele alınıyor. Fakat “gıybet hangi
hallerde caizdir?” şeklindeki bir soruyu internetteki herhangi bir arama
motoruna yazdığınızda ortaya çıkan sonuçlar fazlasıyla şaşırtıcı. Açıkçası gıybetin
“caiz olduğu” durumları öğrendiğimizde, neredeyse “gıybet yapmamak” için hiçbir
engelin kalmadığına da şahit oluyoruz.
Zira İslâm âlimlerine
göre şu “özel” şartların oluştuğu düşünüldüğünde “haksızlığa uğrayan bir kimse,
hakkını alabileceğini, zulmü engelleyebileceğini umduğu şahıslar” hakkında; “dine
ve ahlâka aykırı bir davranış görüldüğünde”; “kötülerin
şerrinden sakındırmak için insanları uyarmak gerektiğinde”; “günahını
ve kusurunu gizlemeyen, açıkça yapan ve gösteren kimsenin bu davranışlarını
konuşmak ile haram olanlara karşı” gıybetin hiçbir engele takılmadan “caiz
olduğu” görülüyor. Liste böyle uzayıp giderken, sıklıkla tekrarlanan “birbirinizi
gıybet etmeyiniz” hadisinin elbirliğince nasıl da “gıybet etmemenin
imkânsızlığına” dönüştürüldüğüne de tanıklık ediyoruz. Çünkü muktedirken bile kitlesel
olarak “mağdur” olunan bir ülkede, acaba sizce hakkı yenmeyen, hiç haksızlığa
uğramadığını düşünen bir kimse var mı? Ya da böyle bir insan olabilir mi? Tabi norm
kabul edilen kavram bu hâliyle esnetilince de hep başkaları “dinsiz”, hep
diğerleri “kötü” ve “ötekiler” sürekli uyarılması gereken insanlar olarak
gıybeti sınırsızca “hak etmiş” oluyorlar.
Dahası aynı durumun
benzeri “büyük günahlardan” olan “yalan söylemek” için de geçerli. Yine “yalan
söylemek hangi hâllerde caizdir” biçiminde bir aramanın sonuçları da “yalan
söylemenin” aslında (belli şartlar içinde) sanıldığı gibi “ahlâksızlık”, günah ya
da yasak olmadığını gözler önüne seriyor. İslâmcılar arasında yalanın neden bu
kadar yaygın olduğunu ve yalanın çoğu kez kişisel bir kusur olmadığını, hatta
ahlâken fazlasıyla sıkıntılı durumların kendi mevcudiyetlerinin meşruiyetini
nereden sağladığını da aynı İslâmî yorumları okuduğumuzda anlıyoruz. Örneğin burada
“yalan söylemek” söz konusu olduğunda, “harp bir hileden ibaret olduğu için,
harpte yalan söylenebilir” şeklinde din âlimleri onaylı ortak kabul gören bir
“caiz olma” durumu vücut buluyor. Zaten tüm dünyada radikalizmin kıskacındaki İslâmcılar/Müslümanlar
kendilerini cihad’ta (dolayısıyla kâfirlere
karşı harpte) saydıkları için, olur olmaz her şey adına yalan söylemek ne günah
ne de ahlâksızlık yerine geçiyor. Dolayısıyla cihad’a inanan (ya da en azından karşısındakileri kâfir/münafık vb.
gören) siyasetçilerden medya mensuplarına, esnaftan memura, tarikat üyelerinden
talebelere kadar hemen hemen herkes, harp şartlarının bilinci, omuzlarda yüce
bir görevi ifa etmenin ağırlığı ve caizlik referansının güvencesiyle sürekli
yalan söylemekte herhangi bir beis görmüyor.
Netice itibarıyla “kutlu
bir dava” yolunda yürür ve ortada mutlak kazanılması gereken bir mücadele varken,
gelecekteki güzel günler (asr-ı saadet) adına ve “İslâm’ın yüce zaferi için” şu
an ancak ayak bağı olacak ahlâkı bir yana bırakıp yalan söylemek, kandırmak,
hile yapmak, iftira atmak, bencil ve öfkeli davranıp kin beslemek, insan
öldürmek, zulmetmek, hatta hırsızlık yapmak bile birden kâfire/münafığa/ateiste
karşı sürdürülen bu “kutsal mücadele”nin basit teferruatlarına dönüşüveriyor. Zira bu teferruatların yarattığı ve topluca
altında kaldığımız toplumsal sorunlara baktığımızda, İslâmcıların/dindarların az
önce sıraladığım esas mevzulardan uzaklaşıp ahlâkı neden kadın ve cinsellik ile
çerçeveleyip ahlâk bekçilerine dönüştüklerini daha iyi anlıyoruz. Bakınız 98 yaşındaki
adam Erzurum’dan kalkıp İzmir’e heykel kırmaya geliyor; keza onun ahlâktan anladığı
sadece bu fakir yorum.
Diğer
taraftan, İslâm ahlâkının esasen yarı feodal ve taşralı özelliklere sahip bir
“mağdur ahlâkı” olduğu tespitini de bu bulgulara teyellemezsek olmaz. Zaten yine
aynı sebeplerle Batı karşısında özellikle bilim ve teknoloji konularında “geri
kalmış” olmanın yarattığı kitlesel bir örselenmişlik duygusu, böylesi bir mağduriyeti
besleyen önemli unsurlardan birisi olarak, sürekli bir duygusal “haklılığa” yol
açarken, mevzu artık sosyolojinin konusu olmaktan çıkıp psikiyatrinin alanına
giriyor. Üstelik bu “mağdur ahlâkı” (özü gereği) yeri gelince nalıncı keseri
gibi her konuyu kendi lehine çevirebilen güçlü bir zihni altyapıya da sahip, hiçbir
zaman yanılmıyor, mağlup olsa bile bu yolda galip, şaşmaz terazi gibi eksiksiz
tartacağına inanılıyor ve onun hayatta asla rakibi yok. Nitekim bu ahlâk
kendisini her durum ve hâlden “haklı çıkma” üzerine kurduğu için, yüce amaçlar
karşısında adalet ve onun mayalandığı vicdan duygusu da yitip gidiyor. Fakat ironik
ve acı bir biçimde kişiler, nasıl da “vicdanlı” davrandıkları düşüncesiyle yaptıklarını
yüksek sesle savunabiliyor, rahatça uyuyabiliyorlar.
İşte
bu ahlâk biçimi, tam da bu niteliklerinden dolayı, birlikte ve barış içinde yaşayabilmenin
asgarî şartlarına dahi karşı olan bir içeriğe de sahip. Keza bunun için bu “ahlâka”
malik olduğunu, rehber olarak aldığını beyan eden kişilerin ölümleri,
katliamları, vahşetleri, bin bir türlü insanlık ayıplarını (özellikle sosyal
medyada) nasıl değerlendirdiğine bakmak bile yeterli gelebilir. Bunlara göre “ama,
lâkin, ancak, fakat”lı kelimelerle başlayan cümlelerde Berkin Elvan’ın elinde
ekmek değil taş olduğu için “vurularak öldürülmesi doğal”; Charlie Hebdo’da
katledilen karikatüristler ölmeyi çoktan hak etmişti; Özgecan, gecenin bir
vakti yalnız başına minibüse bindiği için kabahatliydi; Batı ülkelerinde
patlayan bombalar sonucunda öldürülen siviller “bizim terörden neler
çektiğimizi Batı’nın görmesi için” iyi bir gelişme; Roboski’de ise katırlara
yazık oldu; Ankara Katliamı’nda ölenler zaten “bölücülerdi ve yaşamaları için bir
neden yoktu”; Orlando’da katledilen LGBTi’lere üzüldüğümüz kadar Filistinli
çocuklara neden üzülmüyoruz vb. şeklindeki fecaat örnekleri uzayıp gidiyor.
Ölümden
laf açılmışken, hem “büyük günahlar”dan sayılan hem de ahlâken norma aykırı
olan “insan öldürmek” için de aynı sübjektif durum geçerli. Nitekim din
âlimlerinin ortak yorumuna göre “haksız yere insan öldürmek” yasak. Lakin burada
“haksız” kelimesi dikkat çekiyor. Çünkü birini öldürürken o an herkes kendisini
“haklı” görebilir; vücuduna bombaları bağlayıp etrafındaki çoluk çocuk herkesi
katleden bir cihatçının da kendince “haklı” sebepleri olduğunu görmedik mi? Üstelik
dinde bunun meşruiyetini sağlayacak (Tevbe-5) referanslar da mevcut. Böylelikle
ahlâkî davranış, evrensel bir ilkeden (insan öldürmemek) değil de inanç gibi
yerel bir değerden yola çıkıyor, kavramlar ahlâkîlikten sıyrılıp sübjektif
hislere dönüşüyor.
Hâl böyle olunca yaşanan
her durumdan mağduriyet, her ölümden mazlumluk, hatta her galibiyetten bile mağrur
bir örselenme çıkarabilme kapasitesine sahip olan bu ahlâk biçimiyle mücadele
etmek de fazlasıyla zor. Örneğin Orlando’da katledilenler için açılan bir tag’a
(kendi tespitiyle) İsrail bombardımanı sonucu yanarak ölen Filistinli bir
çocuğun videosunu ekleyen kişi, bir karşılaştırma yapmanın rahatlıkla “Filistinli
çocukların i.neler kadar değeri yok!” yazabiliyor. Zira kâfirlere karşı cihad henüz bitmediği gibi, her yerde
her biçimde her ölümün riyakâr sömürüsü üzerinden süreceğe de benziyor. Bu
yüzden İslâm ahlâkına ait olduğu söylenen “merhamet göstermek”, “iyi niyetli
olmak” gibi özellikler (inançtan derlenen ahlâkî değil sübjektif hisler) için mütemadiyen
“onlar bize gösteriyorlar mı?” şeklinde bazı mazeretler de mevcut. Tarihin
tozlu sayfalarından bolca hüzünlü örnek bulunma ihtimalini de hesaba katarak
söylemek gerekirse, yine aynı şekilde, “İslâm’da kime merhamet gösterilir, kime
gösterilmez?” sorusunun yanıtı da “bizden olana, bize saygı gösterene merhamet
edilir” biçiminde karşılığını buluyor. Ve burada da önde cereyan eden
kavramların dikkatli bir okuma sonucunda arka plânda nasıl yorumlandığı
bilgisine yine ulaşıyoruz.
Yeri gelmişken İslâmcı
dilin “güzel ahlâk” örnekleri üzerine de birkaç kelâm etmezsek mevzu eksik
kalacak. İslâm’ın geçmişe öykünerek “güzel ahlâk” modelleri olarak sıklıkla bahsettiği
din adamları, âlimler, ulvî kişiler vb. ortak özelliği kapitalizm öncesi tarım
toplumlarında yaşıyor olmalarıydı. Üstelik tarım toplumları görece fakirdi; tüketim
üzerinden düşünüldüğünde toprak sahibi ile köylü arasındaki makas dar, kapitalist
üretim ilişkilerinin ortaya çıkardıklarıyla karşılaştırıldığında ise
eşitsizlikler daha azdı. Dolayısıyla bu kıtlık toplumlarında ahlâkın en önemli
özelliklerinden birisi olan “nefs’e hâkimiyet” kolaylıkla sağlanabiliyordu. Çünkü
özellikle sıradan insanlar için tüketim ve mülkiyet anlamında paylaşılacaklar
sınırlıydı. Hem bundan hem de dinin çerçevelediği bir dünyada yaşamaktan dolayı
da dindarlık anlamında sivrilebilmek görece kolaydı. Hâlbuki bugün kendi kurallarını
dayatan kapitalist toplumlarda aklı çelen binlerce çeşit mal ve hizmetin
ortasında nefs’e hâkimiyet de ulvi kişilik olabilmek de dindarlar için epeyce
güç. İslâm’ın kapitalizm ile mutlu izdivacı bir yana, müminlerin paraya
yaklaştıkça ahlâktan uzaklaşmaları da ayrı bir gerçeklik olarak artık karşımızda
duruyor. İşte bu nedenlerle günümüzden “güzel ahlâk” örnekleri bulmak zor ve
kadim dünyada kalmış Hz. Ömer'in “bir ipin hesabını vermekten korktuğu” ya da “mum
olayı”nda geçen güzel ahlâktan sıklıkla bahsetmek bugün müminler için
fazlasıyla işlevsel. Yine “ahlakı örneklerden çıkarsamak, ona yapılabilecek en
kötü hizmettir” diyen Kant’ı burada anımsamamak ne mümkün?
Öte
yandan, genel bir yorum olarak İslam ahlâkını “en iyi/en doğru” ahlâk olarak kabul
etme hâli, yaşadığımız dünya açısından makul bir durum olmadığı gibi,
sürdürebilir de değil. Zaten temel sıkıntılar da bundan dolayı ortaya çıkıyor. Çünkü
İslam ahlâkı, içerisinde kendisinden başka her türlü ahlâkî alternatifi “dışlamıyormuş
gibi” yaparak dışlayan, halkın değerleriyle uyumluluk söylemi eşliğinde insanları
kendi normlarına mecburen uymak zorunda bırakan, dirençli bir yorum gücünü de bünyesinde
barındırıyor. Mesela buna göre Hıristiyan ahlâkı zaten bozulmuş; laik ahlak ise
ateist yetiştiriyor; Budist ahlâkı putperestlik vs. Çoğu kereler tarikat
önderleri ya da ilahiyatçı profesörler vasıtasıyla da resmileşen bu yorumların,
kişiler nezdinde de aynı dışlama, hatta nefret ilişkilerini nasıl körüklediği zaten
hepimizin malumu.
Dolayısıyla
İslâm ve onun ahlâk biçimleri, ideal olanı sunsa da “ideal olan” her zaman “doğru
olan” değil. Fakat dini buyruklar çoğu kez yasalardan daha değerli görüldüğü
için, ideal olanın uhrevî hayat olduğu fikri kabul ediliyor. Lakin bu mevcut
üzerine ahlâkî normun ihlalinin “bazı şartlarda kabul edilebilir” olduğunu
söylemek, aynı yönde yorumlar yapmak aslında normu bozmaktan başka bir şey
değil. Bu sebeple, İslâmcı ahlâk ile İslâm ahlâkı farklı anlamlara ve
gerçekliklere tekabül etmiyor. Çünkü genel kabul görmüş resmî yorumlara
baktığımızda İslam ahlâkı, düşünce ve eylemlere sirayet edip bir takım
sıkıntıların asıl mümessili İslamcı ahlâkına ruh verip, referans olan bir gölge
fenomen. Aynı şekilde bir takım ahlâkî sıkıntılar da İslâm’ın “doğru
uygulanmamasından” değil, düşünce ve eyleme sevk eden ahlâkî kavramların
kişisel keyfiyete açık sübjektifliğinden kaynaklanıyor. Hatta “gerçek İslâm” nasıl
bir ütopyaysa, şu yaşadıklarımız da “İslâm ahlâkı” adındaki distopik bir gerçeklik.
Sonuçta
ahlâk üzerinden olup bitenler İslâm için bir yozlaşmanın ifadesi; fakat öyle
görünüyor ki bu çağda bile kimsenin bunlar üstüne pek düşünesi yok. Oysa vaktiyle
Hıristiyanlığın nasıl yozlaştığına bakmak dahi yeterli gelebilirdi. Hâlbuki güç
sarhoşluğu bir yandan ahlâkın içerisini boşaltırken, Titanic’te orkestra
çalmaya devam ediyor, Minerva’nın Baykuşu ise sadece akşam karanlığı çökünce
kanatlarını çırpıyor.
Bu makaleye şu LİNK'ten de ulaşılabilir: http://www.birgun.net/haber-detay/islam-ahlaki-ile-islamci-ahlak-farkli-mi-116735.html
[1]
http://www.birgun.net/haber-detay/islamci-ahlak-ya-da-utopyadan-distopyaya-evrilen-bir-peri-masalinin-hal-i-p%C3%BBr-melali-108021.html
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder