İnsanın
aklı ve iradesini tanrı(lar)dan geri alma mücadelesi, onun en kadim
savaşlarından birisidir. Bedeli her dönem yüksek olan bu mücadele sonucunda
insanlık (ya da en azından onun bir kısmı), zorunlu bir belirlenmişlik durumuyla
insanlara hükmeden “mutlak irade” sahibi tanrı karşısında, meşru bir hak olarak
kendi aklı ve iradesini, kişisel doğruları ve hayat görüşleri eşliğinde kullanabilme
kazanımını elde etmiştir. Fakat vaktiyle Rönesans, Reform, Hümanizm ve Aydınlanma
düşünceleri eşliğinde büyük bir eşiği geçen insanlığın, bu kazanımları sosyal
hayatla da desteklemesi, yerleşik kılması gerekiyordu. İşte laiklik düşüncesi
böylesi bir dünyevileşmenin sonucu olarak ortaya çıktı ve bugün biz bu duruma kısaca
“insanın özgürleşmesi” diyoruz.
Öte
yandan Türkiye’nin laiklik ile macerası ise baştan itibaren hep sorunlarla birlikte
anıldı. Öyle ki Cumhuriyet kadroları Osmanlı mirası köklü bir İslâmî gelenek
karşısında tutunmanın biricik yolunu, dinî alanı sekülarize etmede bulmuşlardı.
Böylece dine, devrimleri destekleyecek biçimde, yeni bir işlev yüklemeyi uygun
gördüler. Devlet sözde laikti; lakin din de tarikat ve cemaatlerin eline
bırakılmayacak kadar önemli işlevlere sahipti. Çünkü dinin ihtiyaç olduğunda kitleyi
yönetmede/yönlendirmede kullanışlı bir araca dönüşebileceğini, onlar da
keşfetmişti. Örneğin Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kurulması (1924), Kur’an
dilinin Türkçe olması gayretleri bu “keşif” üzerinden gerçekleşen ilk
icraatlardı.
Bununla
birlikte Cumhuriyet Tarihi boyunca laiklik ve ona dair uygulamaların, İslâmî
kesim tarafından sürekli eleştirildiği ve her daim “mağduriyet” aracı haline
getirildiği de mevzunun bir başka boyutu olarak önümüzde duruyor. Zira burada laikliğin,
demokrasi ile güvence altına alınmasından ziyade jakobenliğe teyellenmesinin, bu
kesimin jakobenist uygulamaların ihalesini laikliğe çıkarmasıyla sonuçlandığı
da söylenebilir. Zaten buradan devşirilenlerin birikimiyle ve bugün gelinen
noktada laiklik, iktidardan güç alan İslâmî kesimler için “acilen ortadan
kaldırılması gerekli” kavramların ilk sırasında bulunuyor. Bu sebeple birkaç
hafta öncesinde Meclis Başkanı’nın “laiklik çıkışı”, kişisel bir hezeyandan
ziyade, bir zihniyetin dışa vurumu, mevcut iktidarın işbaşına geldiği günden
beri uyguladığı kamuoyunun tepkisini ölçmeye yönelik bir nabız yoklama, bir
mizansen olarak da ele alınmalıdır.
Hâlbuki laikliğin Anayasa’dan
kaldırılmasını talep etmek, zaten mevcut haliyle bile fazlasıyla sıkıntılı olan
toplumsal barışın temelini hepten dinamitlemekle eşdeğerdir. Çünkü laiklik, öncelikle
din, devlet ve kişiler arasındaki ilişkileri düzenleyen, ilhamını metafizik
güçlerden değil insan aklından alan, demokratik hukuk devleti anlayışı çerçevesinde
temel insan haklarının ve sosyal barışın güvencesidir. Bununla birlikte bugün
dindarlık, her soruna karşı mucizevî bir kurtuluş reçetesi olarak sunulurken, laikliğin
Anayasa metninden çıkarılması, “tanrının kelâmını” tekrardan yeryüzünde hâkim
kılmak isteyenlerin hukuken de güçlenmesi anlamına gelecektir. Ve tam burada bizleri
bekleyen kritik soru şudur: Tanrının kelâmının yeryüzünde hâkim kılınmasını
istemeyenlere ne olacak? Bu sorunun yanıtı için bundan önceki yüzyıllarda neler
olmuş onlara veya yakın çevremizde olan biten kıyımlara bakmak belki yeterli
gelebilir.
Zira insanın tanrı ile ilişkisi “eşit” bir ilişki
değildir; boyun eğişi, kabullenilmişlikleri, zorunlulukları içerir ve fazlasıyla
hiyerarşiktir. Üstelik tanrı yeryüzünde olmadığı için, onun “hükmü” olduğu
düşünülenleri daima (bu konuda merak uyandırıcı derecede istekli olan) aracılar
(krallar, halifeler, din adamları vb.) yerine getirmeye çalışır. Dahası tarih sayfaları,
bu aracıların kişisel, çıkar, hırs ve düşmanlıklarının insanlara yaşattığı acı hatıralarla
da doludur. İşte bu yüzden, birilerinin din adına “6 yaşındaki küçük kız
çocuklarıyla bile evlenilebileceğini” rahatlıkla söyleyememesi; çocukların
tanrı ve cehennem korkusuyla yetişmemesi; bilimin ve eğitimin bir dine ve o
dine ait bir mezhebin keyfiyetine bırakılmaması; cinsiyet ayrımcılığının meşru
görülmemesi; dinî mecburiyetlerin insan ihtiyaçlarının önüne geçmemesi; hesap
verilebilirliğin sadece bu dünyada gerçekleşmesi; insanların kadın bedeni ve
cinselliği dışında bir ahlâk formu geliştirebilmeleri; tüm itaat biçimlerinin
sorgulanması; iş cinayetlerinin “takdir-i ilâhi” olarak değerlendirilmemesi; insan
vücudundaki tasarrufun, sadece kişinin kendine ait olması; tecavüz ve tacizlerin
üzerinin kolayca örtülmemesi, bunların cezasız kalmaması; iman/takvanın değil
insan niteliğinin ve liyakatinin önemli sayılması; kız çocuklarının eğitiminin
engellenmemesi; bir takım kutsal/yüce çıkarların kamusal sorumlulukları ezip
geçmemesi; eşitsizliğin bir değere dönüşmemesi; devlet ile yurttaşlar
arasındaki ilişkilerin rasyonel kurallara tabi olması; hurafelerin bir bilgi
biçimi haline gelmemesi; geleneksel otorite biçimlerinin temel eğitim aracı
olarak görülmemesi; herkesin bireysel haklarının meşru olabilmesi; dinin bir
imtiyaz nesnesi olmaması; yaşadığımız sorunların “dinsizlikten” değil de
insanlık ve dünya meselelerinden kaynaklandığının düşünülmesi; giyim kuşamın bir
ayrışma kriterine dönüşmemesi; saygının sadece inanç ve on ait mekânlara özel
bir durumun adı haline gelmemesi; yöneticilerin türlü dokunulmazlıklar ve kutsallıklarla
donatılmaması; inancın tek ölçüt, kişiliği tartan tek terazi olmaması;
siyasetin metafizik söylemlerin işgalinden arındırılması; dinin, politik
demagojinin aslî unsuru olmaktan çıkması; insanların inançtan başka
değerlerinin de olduğunu keşfetmeleri; devletin hiçbir dinî oluşuma ayrıcalık tanımaması,
sempati beslememesi; bilim ve sanatta özgürce düşünebilmek vb. adına laiklik,
dün olduğundan daha fazlasıyla ve özellikle bugün, en önemli dayanak
noktasıdır.
Üstelik aynı laiklik tartışmalarında söylemsel anlamda
ayrım yaratabilmek için üretilen “özgürlükçü laiklik” kavramı da AKP başta
olmak üzere İslâmcı kesimin kendi otoriterliğini gizlemeyi amaçladığı, bir manipülasyonun
adıdır ve bu sebeple de fazlasıyla ideolojiktir. İslâmcıların iktidara geldiği
günden beri Sol’a ait bir takım kavramları yozlaştırma geleneğinin “son örneği”
olarak da görülebilecek bu tavrın özü, özgürlükten sadece “inanç özgürlüğü”nü
anlayan bu kesimin uydurma bir kavramın içerisini doldurarak bunu kendi söylem
dağarcığında “kullanışlı” hâle getirebilme çabasıdır. Böylelikle bir yandan laikliğin
çerçevelediği anlam dünyası lanetlenir ve bu yolla kavramın içi boşaltılırken diğer
taraftan da “modern olma” eksiklenmesini de ruhsal olarak doyuracak “özgürlükçülük”
gibi süslü bir kavram perdesi arkasında ülkeyi sadece Sünnî İslâm’ın cennetine
dönüştürme çalışmasının alt yapısı da hazırlanmaktadır.
Sonuç
olarak, bugün durduğumuz noktada hem dinci fanatizme hem de etnik
milliyetçiliğe karşı hukuk, barış ve özgürlüğün üstünlüğüyle birlikte laikliği
savunmak da elzemdir. Burada laiklik, entelektüel bir arzu nesnesi değil, tüm
olumsuzluklara rağmen insanca, özgür ve barış içinde yaşayabilmenin mihenk
taşıdır. İvedilikle yapılması gereken, laikliği bir toplumsal değer olarak
merkeze yerleştirip, düşüncenin ve bireysel seçimlerin özerkliğini korumaya
almaktır. Bu değişimin yolunun politik iktidardan geçtiği düşüncesi moral
bozucu olsa da mücadelenin kısa soluklu olduğunu sizlere kim söyledi?
Bu makaleye şu LİNK'ten de ulaşılabilir:
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder