29 Ağustos 2016 Pazartesi

İslâmcılık ile Demokrasi İlişkisi: İncinirsin Yine de Sen Bilirsin… (BirGün Gazetesi Pazar Eki - 28 Ağustos 2016)


15 Temmuz darbe girişimi, kendi içerisinde pek çok soru işareti ve bilinmezle birlikte politik tarihimizde yerini aldı.  Bize şu an sadece, bu başarısız darbe girişimiyle ilgili bazı gerçekleri yıllar sonra öğrenip, “milletçe şaşırma” görevimizi yerine getirmek için beklemek düşüyor. Yine de memleket sosyolojisi fazlasıyla “cömert” olduğu için, kafa yormak isteyenlere bu meşakkatli bekleme süresine kadar bugün üzerine konuşabilecekleri başka sosyal olgular sunuyor. Örneğin darbe sonrası “demokrasi nöbetleri” vesilesiyle ortaya çıkan bir takım İslâmcı grupların görüntüleri, üzerine düşünmek adına yeterince sosyolojik malzemeye sahip. Nitekim bu görüntüler yüzünden İslâmcılık ve onun politikalarının demokrasiyle ilişkileri yeniden tartışılır oldu. Daha önce farklı nedenlerle bu konuda yazmış ve “İslâmcıların demokrasiyi kendilerine göre yorumladıklarından”, ona bazı kişisel, dinsel, sübjektif “sınırlar çektiklerinden”, demokrasi de dahil “toplumdaki tüm yargıları da kapsayacak biçimde tek değerlendirme ölçütü olmak istediklerinden” bahsetmiştim. Yeri gelmişken bugün de bazı kavramlar üzerinden bu ilişkiyi tartışmak yararlı olabilir.

Öncelikle sivillik konusundan başlamak gerekirse, Türkiye’de bu kavramın “üniformalılar dışındaki” herkesi kapsamak biçiminde oldukça sıkıntılı bir anlam taşıdığını belirtmemiz gerekiyor. Çünkü politik literatürümüzdeki genel anlamıyla sivillik, şekilci, sembolik, üniformaya indirgenmiş bir hâlde zihinlere kodlanmış bulunuyor. Zira bu kodlama biçimi, sanki bir kuralmış gibi her durumda ve şartta devletin yanında ya da resmiyetin içinde yer alabilmek için can atanlarla dolu bir ülke de ortaya çıkardı. Hatta bu problemli vaziyet, tuhaf olmaktan ziyade, “normal bir durum” olarak da yaygınlaştı. Dolayısıyla sivil olmak, her türlü iktidar odağına karşı mesafeli durmak, özgür düşünmeye çabalamak, insan serbestliğinin düşmanı bir takım prangalardan kurtulma mücadelesi vermek, sunulan her şeyi bir akıl süzgecinden geçirip düşünmek, evrensel hukuk kurallarını savunmak, bir siyasal görüşe sahip olmak ama eleştirelliği kaybetmemek vb. gibi bir takım zorunlulukları mecbur kıldığından dolayı, herhangi bir sıkıntı ve risk içermeyen bu şekilci yorumunun sahiplenilmesi de daha kolay. Lakin bu şekilci sivillik yorumunun “sadece İslâmcıları ait” olduğunu söylemek de bir o kadar yanlış olur. Maalesef politik yelpazedeki birbirinden farklı ve hatta rakip grupların da bu yoruma benzer sivillik algıları olduğunu belirtmemiz gerekiyor.

Diğer taraftan sivillik ile demokrasi, karşılıklı ilişki içindeki kavramlardandır. Birisi olmadan diğeri sıkıntılı bir durumun adına dönüşür. Keza buradan yola çıkarak değerlendirmek gerekirse, genel itibarıyla Türkiye’deki İslâmcılığın “sivil olmak” gibi bir kaygısının (/derdinin) bulunmadığı da söylenebilir. Seçim başarılarıyla politik iktidara yakınlaştıkları 1990’lı yıllara kadar, güç sahibi asker ve bürokratik yapı karşısında kısmî “sivillik” alanları yaratabilmiş İslâmcıların, özellikle son yirmi yılda bu alanları (hem de gönüllü olarak) terk edip devlete yaklaştıkları (dahası bütünleştikleri) görülüyor. Tabi ki bu “devlete yaklaşma” durumunun farklı nedenleri de var. En belirgin nedenin de politik iktidarın İslâmcı icraatları ve bu grupları korumaya alması olduğu zaten biliniyor. Böyle olunca, zaten başlı başına sıkıntılı olan “sivillik” kavramı zemin kaybederken, iktidarda kalmak, ülkenin değişen rejimini ile sosyal dönüşümü bir an önce sonuçlandırmak adına bugün “demokrasi”ye sahip çıkmak da İslâmcılar için birden araçsal hâle geliyor. Bu araçsallık hâli aslında, köprü geçilene kadar elde kalan belki de en kıymetli ve meşru kavram olan demokrasinin, buharlaşmasıyla da açıklanabilir. Çünkü İslâmcılar için demokrasinin en önemli işlevi, onun sandığa gidip oy kullanmakla çerçevelenmiş bir eylem olmasında saklıdır. Bilakis yine aynı nedenden dolayı, sandık sonucunda “çoğunluğu” elde ettikleri müddetçe bu durumun sürekli olarak “millî iradenin” ya da “demokrasinin” zaferi biçiminde dillendirileceğine dair hiç kimsenin şüphesi olmasın.

Bu yüzden bugün ortalama İslâmcı için “demokrasi”, inancını sonuna kadar yaşamaktan, ezan sesi duymaktan, devlet kadrolarının ve imkânlarının sadece “inançlı kesimlere” dağıtılmasını sağlamaktan, “hoşgörü” adı altında farklılıklara diş bileyerek mecburen katlanmaktan, önüne her kim çıkarsa onu yasalar, yönetmelikler ve günlük hayattaki mahalle baskıları aracılığıyla inanç ya da gelenek olarak gördüklerine zorla saygı duymaya davet etmekten, toplumu homojenleştirmeye çalışmaktan başka bir şey değil. Dolayısıyla gerek politik uygulamaları gerekse de mevcut zihniyet yapısı açısından bugünkü İslâmcılığın, sivillik, “sivil olmak”, özgürlükler adına sivil alanlar oluşturmak gibi düşüncelere sahip olmadığını iddia etmek de güç değil. Zaten bu ve benzer nedenlerle İslâmcı düşüncenin demokrasiyle ilişkisi de daima problemli bir duruma karşılık geliyor.

Diğer taraftan bir demokrasinin olmazsa olmaz koşullarından olan hukuk/yargı bağımsızlığı da İslâmcı düşünce adına sorunlarla dolu. Devlet kurumlarının hukuka bağlı çalışmaları; yargının bir cemaatin eline teslim edilmemesi; hem siyasî (Ergenekon, Balyoz ve Şike davaları) hem de sosyal konularda (N.Ç., Hüseyin Üzmez vb. taciz ve tecavüz davaları) toplum vicdanını yaralayıcı kararların alınmaması; hukukun ve yargının politik iktidarın müdahalelerine açık hâle getirilmemesi şeklinde basitçe sıralanabilecek başlıklarda İslâmcıların herhangi bir ciddi itirazına rastlayabildik mi? Dahası hukuk ve yargının bu vahim durumu, devletin laiklik konusunda mümkün mertebe hassasiyet göstermekten uzaklaşmasıyla birlikte de düşünülmeli. Örneğin hukuk ve yargının yanına eklenebilecek bir diğer kavram da güçler ayrılığı ve bugün geldiğimiz noktada İslâmcı düşüncenin “ayrılık” bir yana, tüm gücün tek merkezde toplanmasını “ülke menfaatleri” açısından vazgeçilmez görmesi de bu satırlara bir “demokrasi nişanesi” olarak iliştirilebilir.

Konu gücün tek elde toplanmasından açılmışken, İslâmcıların demokrasi düşüncesiyle münasebetlerini açıklayıcı bir diğer tespit de hayatın her alanında hiyerarşik/dikey ilişkileri (baba-oğul, yaşlı-genç, patron-işçi, müdür-memur, komutan-er, tecrübeli-acemi, büyük-küçük vb. gibi) sosyal hayatın huzuru, düzeni ve disiplini açılarından vazgeçilmez biçimde meşru görülmesidir. Geleneksel İslâmcılık anlayışı, çalışma hayatından kişisel ilişkilere kadar her alanda üstlere karşı itaati (biat) öngörmesi nedeniyle, bir kişinin sadece “yaşça büyük”, “yaşlı” ya da “yetkili” olduğu için bir diğerinin sözlerini dinlemesi, bazen dinlemekle de kalmayıp söylenenin yerine getirilmesi gerektiğini alttan alta öğretir. Hâlbuki bu yaklaşım birlikte yaşayabilmenin önemli bir kavramı olan eşitliği zedeler. Fakat İslâmcı düşüncede “eşitlik”, bir probleme teşkil etmez. İslâmcılar insanların “eşit olmadığını” zaten baştan kabul etmişlerdir. Kitap karıştırmak istemeyen ve itirazı olanlar, herhangi bir arama motoruna basitçe “İslâm’a göre insanlar eşit mi?” diye yazarak, çıkan sonuçları okuyabilirler.

Bununla beraber bu hiyerarşik ilişkiler, İslâmcı düşüncenin eğitim biçimidir ve ne yazık ki yüzyıllar öncesinde mevcut geleneğe sağlam bir meşruiyet sağlayıp kültürün içerisine de sızarak, günümüze kadar gelmiştir. Oysaki eşit ve demokratik olması gereken ilişkilerin, bu tarz yerel değerlerle örgütlenmesi bazı sosyal sorunları da beraberinde getirdiği iyi bilinmektedir. En güncel olanından örnek verirsek, bu durum çoğu kez kurumlardaki çalışma hayatını ve liyakat usullerini ortadan kaldırmakta; birincil ilişkilerin kurulmasına sebep olmakta; “Hüseyin Bey”in yerini “Hüseyin abi”nin alması bile, bütün iş yükünün alttan gelen gençlerin üzerine yıkılmasına neden olabilmekte; tecrübeli memurun her zaman “daha iyi” olduğuna dair tartışmalı bir yargıyı da kuvvetlendirmektedir. Yine de, çeşitli nedenlerden ötürü, insanların günlük hayatlarında bu tarz hiyerarşik ilişkileri harfiyen uygula(ya)madıkları/uymak istemedikleri de bir başka gerçekliktir. İslâmcılık bu konuda, modern değerlerin etkileme gücü ve genç kesimlerin direnciyle karşılaşmaktadır.

Öte yandan burada bir diğer kavram da kişisel özgürlükler olarak ele alınabilir. Aslına bakılırsa demokrasi söz konusu olduğunda kişisel özgürlükler, İslâmcı düşüncenin turnusol kâğıdı gibidir. Öyle ki son dönemde kişilerin demokratik hak ve özgürlüklerinin İslâmcılar açısından nasıl değerlendirildiğinin sayısız örneği, burada daha fazla yorum yapmayı bile gereksiz kılıyor. Hâlbuki İslâmcıların bu konudaki bir başka çabası, bana daha dikkat çekici geliyor. Meselâ demokrasi ve özgürlükler söz konusu olduğunda bu kesimde, genel itibarıyla bu kavramların temel kaynağının Kur’an olduğuna dair yaygın bir inanç ve sürekli tekrarlanan bir söylem mevcut. Çeşitli hadis ve ayetlerle de desteklenen bu söylemler, neredeyse demokrasinin ortaya çıkışını bile vaktiyle bedevî topluluklarında işlevsel olmuş Medine Vesikası’na, kişisel özgürlükleri de İslâm’ın mevcudiyetine bağlıyor. Bu durum aslında, modern toplumun iki temel kavramının nasıl sahiplenilip, içeriğinin de nasıl değiştirildiğini bizlere göstermesi bakımından önemli. Keza iyi bilinen klasik biçimiyle İslâmcı düşünce, önce bir kavramın içine itinayla sızıyor ve bir süre sonra onun içeriğini kendi bünyesine uygun biçimde değiştiriyor. Bunun sonucunda da geriye sadece, meşru şartlarda kabul gördüğü, kullanılabilir olduğu için, kavramın adı kalıyor. Özgürlük diyecek oluyorsunuz, hemen ardından “İslâm’da var” deniyor; kadın hakları derseniz “Kur’an’da zaten mevcut” oluyor; “demokrasi” demeye kalmadan hemen ardından “ilgili” bir hadis söyleniyor. Bu yüzden bu söylemlerle başa çıkmak, oldukça zor ve bilginiz yoksa söylemin hükmü altına girmek de kolaylaşıyor.

Bitirirken son olarak 15 Temmuz sonrasında dikkat çeken “Hâkimiyet Milletindir” pankartları üzerine de birkaç söz söylemek gerekebilir. Hatta bu cümle İslâmcı terminolojide on yıllardır “Hâkimiyet Allah’ındır” şeklinde karşılığını buluyor. Aynı nedenden dolayı bu iki cümle, birbiriyle zıt kutuplarda yer alan iki dünya görüşünün kadim kavgasının ifadesi şeklinde de düşünülebilir. Çünkü birincisi, gücü ve egemenliği eline geçiren insanın bunu bir daha vermemek üzere tanrıdan geri almasına atıfta bulunurken; ikincisi bunların gerçek ve tek sahibi olarak tanrısal iradeyi görüyor. Bu bakımdan İslâmcıların hâkimiyet ya da egemenlik anlayışlarında insan eylemi, sınırlı, belirlenmiş, kutsallıklarla çevrili, tek doğruya odaklı ve inisiyatif dışı bir durumu işarete eder. Dolayısıyla kendini tanrı karşısında onun tarafından yaratılmış basit ve pasif bir varlığa indirgeyen her anlayış gibi İslâmcılık düşüncesi de demokrasi gibi insanların icadı her dünyevî sistemi anlamsız, şeytanî, bozucu, “küfre düşürücü”, yozlaştırıcı bulacaktır.

Son olarak metni buraya kadar okuyup “İslâm da İslâmcılık da bu değil” diyenler için şunu söylemem gerekiyor ki, balık suyun içinde olduğunu bilmez; ancak suyun dışına çıkınca bunun farkına varır. Zira Platon’un “mağara alegorisi”nde de benzer bir yaşam tecrübesi anlatılmaktadır. Bu yüzden sudan da mağaradan da dışarı çıkmak acı vericidir, sancılarla dolu bir deneyimdir, derinden incitir. Lakin özgürleşmenin kolay olduğunu kim iddia edebilir?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder