15 Temmuz darbe girişimi, kendi
içerisinde pek çok soru işareti ve bilinmezle birlikte politik tarihimizde
yerini aldı. Bize şu an sadece, bu
başarısız darbe girişimiyle ilgili bazı gerçekleri yıllar sonra öğrenip, “milletçe
şaşırma” görevimizi yerine getirmek için beklemek düşüyor. Yine de memleket
sosyolojisi fazlasıyla “cömert” olduğu için, kafa yormak isteyenlere bu meşakkatli
bekleme süresine kadar bugün üzerine konuşabilecekleri başka sosyal olgular
sunuyor. Örneğin darbe sonrası “demokrasi nöbetleri” vesilesiyle ortaya çıkan bir
takım İslâmcı grupların görüntüleri, üzerine düşünmek adına yeterince
sosyolojik malzemeye sahip. Nitekim bu görüntüler yüzünden İslâmcılık ve onun
politikalarının demokrasiyle ilişkileri yeniden tartışılır oldu. Daha önce farklı
nedenlerle bu konuda yazmış ve “İslâmcıların demokrasiyi kendilerine göre
yorumladıklarından”, ona bazı kişisel, dinsel, sübjektif “sınırlar çektiklerinden”,
demokrasi de dahil “toplumdaki tüm yargıları da kapsayacak biçimde tek değerlendirme
ölçütü olmak istediklerinden” bahsetmiştim. Yeri gelmişken bugün de bazı
kavramlar üzerinden bu ilişkiyi tartışmak yararlı olabilir.
Öncelikle sivillik konusundan
başlamak gerekirse, Türkiye’de bu kavramın “üniformalılar dışındaki” herkesi
kapsamak biçiminde oldukça sıkıntılı bir anlam taşıdığını belirtmemiz
gerekiyor. Çünkü politik literatürümüzdeki genel anlamıyla sivillik, şekilci,
sembolik, üniformaya indirgenmiş bir hâlde zihinlere kodlanmış bulunuyor. Zira
bu kodlama biçimi, sanki bir kuralmış gibi her durumda ve şartta devletin
yanında ya da resmiyetin içinde yer alabilmek için can atanlarla dolu bir ülke de
ortaya çıkardı. Hatta bu problemli vaziyet, tuhaf olmaktan ziyade, “normal bir
durum” olarak da yaygınlaştı. Dolayısıyla sivil olmak, her türlü iktidar
odağına karşı mesafeli durmak, özgür düşünmeye çabalamak, insan serbestliğinin
düşmanı bir takım prangalardan kurtulma mücadelesi vermek, sunulan her şeyi bir
akıl süzgecinden geçirip düşünmek, evrensel hukuk kurallarını savunmak, bir
siyasal görüşe sahip olmak ama eleştirelliği kaybetmemek vb. gibi bir takım
zorunlulukları mecbur kıldığından dolayı, herhangi bir sıkıntı ve risk
içermeyen bu şekilci yorumunun sahiplenilmesi de daha kolay. Lakin bu şekilci sivillik
yorumunun “sadece İslâmcıları ait” olduğunu söylemek de bir o kadar yanlış olur.
Maalesef politik yelpazedeki birbirinden farklı ve hatta rakip grupların da bu
yoruma benzer sivillik algıları olduğunu belirtmemiz gerekiyor.
Diğer taraftan sivillik ile
demokrasi, karşılıklı ilişki içindeki kavramlardandır. Birisi olmadan diğeri sıkıntılı
bir durumun adına dönüşür. Keza buradan yola çıkarak değerlendirmek gerekirse, genel
itibarıyla Türkiye’deki İslâmcılığın “sivil olmak” gibi bir kaygısının (/derdinin)
bulunmadığı da söylenebilir. Seçim başarılarıyla politik iktidara yakınlaştıkları
1990’lı yıllara kadar, güç sahibi asker ve bürokratik yapı karşısında kısmî
“sivillik” alanları yaratabilmiş İslâmcıların, özellikle son yirmi yılda bu
alanları (hem de gönüllü olarak) terk edip devlete yaklaştıkları (dahası
bütünleştikleri) görülüyor. Tabi ki bu “devlete yaklaşma” durumunun farklı
nedenleri de var. En belirgin nedenin de politik iktidarın İslâmcı icraatları ve
bu grupları korumaya alması olduğu zaten biliniyor. Böyle olunca, zaten başlı
başına sıkıntılı olan “sivillik” kavramı zemin kaybederken, iktidarda kalmak,
ülkenin değişen rejimini ile sosyal dönüşümü bir an önce sonuçlandırmak adına bugün
“demokrasi”ye sahip çıkmak da İslâmcılar için birden araçsal hâle geliyor. Bu
araçsallık hâli aslında, köprü geçilene kadar elde kalan belki de en kıymetli
ve meşru kavram olan demokrasinin, buharlaşmasıyla da açıklanabilir. Çünkü
İslâmcılar için demokrasinin en önemli işlevi, onun sandığa gidip oy kullanmakla
çerçevelenmiş bir eylem olmasında saklıdır. Bilakis yine aynı nedenden dolayı, sandık
sonucunda “çoğunluğu” elde ettikleri müddetçe bu durumun sürekli olarak “millî
iradenin” ya da “demokrasinin” zaferi biçiminde dillendirileceğine dair hiç kimsenin
şüphesi olmasın.
Bu yüzden bugün ortalama İslâmcı
için “demokrasi”, inancını sonuna kadar yaşamaktan, ezan sesi duymaktan, devlet
kadrolarının ve imkânlarının sadece “inançlı kesimlere” dağıtılmasını
sağlamaktan, “hoşgörü” adı altında farklılıklara diş bileyerek mecburen katlanmaktan,
önüne her kim çıkarsa onu yasalar, yönetmelikler ve günlük hayattaki mahalle
baskıları aracılığıyla inanç ya da gelenek olarak gördüklerine zorla saygı
duymaya davet etmekten, toplumu homojenleştirmeye çalışmaktan başka bir şey
değil. Dolayısıyla gerek politik uygulamaları gerekse de mevcut zihniyet yapısı
açısından bugünkü İslâmcılığın, sivillik, “sivil olmak”, özgürlükler adına
sivil alanlar oluşturmak gibi düşüncelere sahip olmadığını iddia etmek de güç
değil. Zaten bu ve benzer nedenlerle İslâmcı düşüncenin demokrasiyle ilişkisi
de daima problemli bir duruma karşılık geliyor.
Diğer taraftan bir demokrasinin
olmazsa olmaz koşullarından olan hukuk/yargı bağımsızlığı da İslâmcı düşünce
adına sorunlarla dolu. Devlet kurumlarının hukuka bağlı çalışmaları; yargının
bir cemaatin eline teslim edilmemesi; hem siyasî (Ergenekon, Balyoz ve Şike
davaları) hem de sosyal konularda (N.Ç., Hüseyin Üzmez vb. taciz ve tecavüz
davaları) toplum vicdanını yaralayıcı kararların alınmaması; hukukun ve
yargının politik iktidarın müdahalelerine açık hâle getirilmemesi şeklinde basitçe
sıralanabilecek başlıklarda İslâmcıların herhangi bir ciddi itirazına rastlayabildik
mi? Dahası hukuk ve yargının bu vahim durumu, devletin laiklik konusunda mümkün
mertebe hassasiyet göstermekten uzaklaşmasıyla birlikte de düşünülmeli. Örneğin
hukuk ve yargının yanına eklenebilecek bir diğer kavram da güçler ayrılığı ve
bugün geldiğimiz noktada İslâmcı düşüncenin “ayrılık” bir yana, tüm gücün tek
merkezde toplanmasını “ülke menfaatleri” açısından vazgeçilmez görmesi de bu
satırlara bir “demokrasi nişanesi” olarak iliştirilebilir.
Konu gücün tek elde
toplanmasından açılmışken, İslâmcıların demokrasi düşüncesiyle münasebetlerini
açıklayıcı bir diğer tespit de hayatın her alanında hiyerarşik/dikey ilişkileri
(baba-oğul, yaşlı-genç, patron-işçi, müdür-memur, komutan-er, tecrübeli-acemi,
büyük-küçük vb. gibi) sosyal hayatın huzuru, düzeni ve disiplini açılarından vazgeçilmez
biçimde meşru görülmesidir. Geleneksel İslâmcılık anlayışı, çalışma hayatından
kişisel ilişkilere kadar her alanda üstlere karşı itaati (biat) öngörmesi
nedeniyle, bir kişinin sadece “yaşça büyük”, “yaşlı” ya da “yetkili” olduğu
için bir diğerinin sözlerini dinlemesi, bazen dinlemekle de kalmayıp söylenenin
yerine getirilmesi gerektiğini alttan alta öğretir. Hâlbuki bu yaklaşım birlikte
yaşayabilmenin önemli bir kavramı olan eşitliği zedeler. Fakat İslâmcı
düşüncede “eşitlik”, bir probleme teşkil etmez. İslâmcılar insanların “eşit
olmadığını” zaten baştan kabul etmişlerdir. Kitap karıştırmak istemeyen ve
itirazı olanlar, herhangi bir arama motoruna basitçe “İslâm’a göre insanlar
eşit mi?” diye yazarak, çıkan sonuçları okuyabilirler.
Bununla beraber bu hiyerarşik
ilişkiler, İslâmcı düşüncenin eğitim biçimidir ve ne yazık ki yüzyıllar
öncesinde mevcut geleneğe sağlam bir meşruiyet sağlayıp kültürün içerisine de
sızarak, günümüze kadar gelmiştir. Oysaki eşit ve demokratik olması gereken ilişkilerin,
bu tarz yerel değerlerle örgütlenmesi bazı sosyal sorunları da beraberinde getirdiği
iyi bilinmektedir. En güncel olanından örnek verirsek, bu durum çoğu kez kurumlardaki
çalışma hayatını ve liyakat usullerini ortadan kaldırmakta; birincil
ilişkilerin kurulmasına sebep olmakta; “Hüseyin Bey”in yerini “Hüseyin abi”nin alması
bile, bütün iş yükünün alttan gelen gençlerin üzerine yıkılmasına neden
olabilmekte; tecrübeli memurun her zaman “daha iyi” olduğuna dair tartışmalı
bir yargıyı da kuvvetlendirmektedir. Yine de, çeşitli nedenlerden ötürü, insanların
günlük hayatlarında bu tarz hiyerarşik ilişkileri harfiyen uygula(ya)madıkları/uymak
istemedikleri de bir başka gerçekliktir. İslâmcılık bu konuda, modern
değerlerin etkileme gücü ve genç kesimlerin direnciyle karşılaşmaktadır.
Öte yandan burada bir diğer
kavram da kişisel özgürlükler olarak ele alınabilir. Aslına bakılırsa demokrasi
söz konusu olduğunda kişisel özgürlükler, İslâmcı düşüncenin turnusol kâğıdı
gibidir. Öyle ki son dönemde kişilerin demokratik hak ve özgürlüklerinin
İslâmcılar açısından nasıl değerlendirildiğinin sayısız örneği, burada daha
fazla yorum yapmayı bile gereksiz kılıyor. Hâlbuki İslâmcıların bu konudaki bir
başka çabası, bana daha dikkat çekici geliyor. Meselâ demokrasi ve özgürlükler
söz konusu olduğunda bu kesimde, genel itibarıyla bu kavramların temel
kaynağının Kur’an olduğuna dair yaygın bir inanç ve sürekli tekrarlanan bir söylem
mevcut. Çeşitli hadis ve ayetlerle de desteklenen bu söylemler, neredeyse
demokrasinin ortaya çıkışını bile vaktiyle bedevî topluluklarında işlevsel
olmuş Medine Vesikası’na, kişisel özgürlükleri de İslâm’ın mevcudiyetine bağlıyor.
Bu durum aslında, modern toplumun iki temel kavramının nasıl sahiplenilip, içeriğinin
de nasıl değiştirildiğini bizlere göstermesi bakımından önemli. Keza iyi
bilinen klasik biçimiyle İslâmcı düşünce, önce bir kavramın içine itinayla sızıyor
ve bir süre sonra onun içeriğini kendi bünyesine uygun biçimde değiştiriyor.
Bunun sonucunda da geriye sadece, meşru şartlarda kabul gördüğü, kullanılabilir
olduğu için, kavramın adı kalıyor. Özgürlük diyecek oluyorsunuz, hemen ardından
“İslâm’da var” deniyor; kadın hakları derseniz “Kur’an’da zaten mevcut” oluyor;
“demokrasi” demeye kalmadan hemen ardından “ilgili” bir hadis söyleniyor. Bu
yüzden bu söylemlerle başa çıkmak, oldukça zor ve bilginiz yoksa söylemin hükmü
altına girmek de kolaylaşıyor.
Bitirirken son olarak 15 Temmuz
sonrasında dikkat çeken “Hâkimiyet Milletindir” pankartları üzerine de birkaç
söz söylemek gerekebilir. Hatta bu cümle İslâmcı terminolojide on yıllardır “Hâkimiyet
Allah’ındır” şeklinde karşılığını buluyor. Aynı nedenden dolayı bu iki cümle, birbiriyle
zıt kutuplarda yer alan iki dünya görüşünün kadim kavgasının ifadesi şeklinde
de düşünülebilir. Çünkü birincisi, gücü ve egemenliği eline geçiren insanın
bunu bir daha vermemek üzere tanrıdan geri almasına atıfta bulunurken; ikincisi
bunların gerçek ve tek sahibi olarak tanrısal iradeyi görüyor. Bu bakımdan İslâmcıların
hâkimiyet ya da egemenlik anlayışlarında insan eylemi, sınırlı, belirlenmiş, kutsallıklarla
çevrili, tek doğruya odaklı ve inisiyatif dışı bir durumu işarete eder. Dolayısıyla
kendini tanrı karşısında onun tarafından yaratılmış basit ve pasif bir varlığa
indirgeyen her anlayış gibi İslâmcılık düşüncesi de demokrasi gibi insanların
icadı her dünyevî sistemi anlamsız, şeytanî, bozucu, “küfre düşürücü”,
yozlaştırıcı bulacaktır.
Son olarak metni buraya kadar
okuyup “İslâm da İslâmcılık da bu değil” diyenler için şunu söylemem gerekiyor
ki, balık suyun içinde olduğunu bilmez; ancak suyun dışına çıkınca bunun
farkına varır. Zira Platon’un “mağara alegorisi”nde de benzer bir yaşam
tecrübesi anlatılmaktadır. Bu yüzden sudan da mağaradan da dışarı çıkmak acı
vericidir, sancılarla dolu bir deneyimdir, derinden incitir. Lakin
özgürleşmenin kolay olduğunu kim iddia edebilir?
Bu makaleye şu LİNK'ten de ulaşılabilir: http://www.birgun.net/haber-detay/incinirsin-yine-de-sen-bilirsin-125896.html
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder