İslâm’ın “neden sadece
şiddet ile anılan bir din olduğu?” sorusunun sıklıkla sorulduğu ve karşılık
olarak verilen yanıtların mürekkebinin yeni bir şiddet dalgasıyla hızla kuruduğu
günlerden geçiyoruz. Meselâ dün Sivas Katliamı’nın 33. yıldönümüydü, geçen
bunca zaman içinde katliam sanki hiç yaşanmamış, 33 aydın 2 de otel görevlisi
hiç ölmemiş gibi asıl failler ve azmettiriciler hâlâ cezasız; en taze örnek
olarak da bu hafta içinde İstanbul Atatürk Havalimanı’nda cihatçı katillerin bir
başka insanlık suçuna tanıklık ettik. Tek suçu o an orada bulunmak olan 44 kişi
ile sevenlerinin hayatları çalındı. Üstelik bütün bu vahşetler artık oldukça
sıradanlaştı ve duyulduğunda öfke yaratan ama şaşırtmayan, ölenlerin öldüğüyle
kaldığı eylemler olarak hayatımızın içerisine iyiden iyiye ve küstahça yerleşti.
Bununla birlikte İslâmcı
şiddet/faşizm biçimleri olan bu eylemlerin, akademik bir dilin de katkısıyla
sulandırılarak, İslâmcı reaksiyonerlik (/tepkisellik) olarak adlandırılmaya
başlandığı da burada seçilebilir bir gerçeklik. Lakin ben bu tespiti şimdilik bir
kenara bırakıp, kavramı bazen de demokratik yolları kullanarak bir takım eylem
şekilleriyle seslerini duyurmaya çabalayanların hakkını da yemeden, yine aynı
adlandırma üzerinden ele almaya çalışacağım. Keza bu ve benzer nedenlerle özellikle
radikal İslâmcı reaksiyonerlik bugün Dünya’nın pek çok yerinde ve çoğu kez katliam,
terör ve şiddet eylemleriyle korku salmaya çalışan bir tür küresel bela olsa
da, neticede sosyolojik bir merakın odağında yer alıyor.
Bu merak üzerinden
ilerlediğimizde, bu tarz bir reaksiyonerliğin hangi yolu denerse denesin,
katliamlardan basın açıklamalarına uzanan yelpazede yapılan eylemleri meşru
göstermeye yarayan “kullanışlı” bir kavramı da içerisinde barındırdığını
görüyoruz. Öyle ki İslâmcı reaksiyonerliği harekete geçirici birçok araç (cihat
fikri), politik durum (Batı emperyalizm, kültür çekişmeleri), psikolojik etken
(Batı karşısında eksiklenme) vb. mevcutken, inanca saygı kavramının bunların
tümünü kapsayıcı bir etkiye sahip olduğunu tespit etmek ziyadesiyle ilginç. Öyleyse
inanca saygı kavramı,[1] nasıl
oluyor da kişileri/kitleleri arkasını ve içeriğini hiç düşünmeden, hatta ölümü
bile göze alarak eyleme sevk edebiliyor? Kavramın etkisi ve gücü nereden
kaynaklanıyor?
Öncelikle burada bahis
konusu olan saygının, tek taraflı bir “beklenti” olduğu tespitiyle işe
başlamamız gerekebilir. Tıpkı “hoşgörü” kavramında olduğu gibi aynı kültürel
alanda mayalanan saygı kavramı da, sanki hayatın akışı içinde yer alan “doğal
bir olayın sonucuymuş” gibi, peşi sıra gelen bir beklenti haliyle birlikte, kendisine tartışmalar üstü bir mevcudiyet
sebebi inşa ediyor. Üstelik bu, genel itibarıyla dikey, hiyerarşik ve
astlık-üstlük içeren bir ilişkinin varlığına da işaret. Böylece yaşlılar gençlerden,
öğretmenler öğrencilerinden, erkek karısından, patron işçilerinden (simgesel
bile olsa) hep saygı beklerken, nedense tersi meşru olarak görülen bir durumun
adı değil. Yine benzer biçimde saygı göstermesi gerekenler hep aşağıdakiler,
saygı bekleyenler ise hep yukarıdakilere denk geliyor. Buna göre “saygı duyması
gereken” ile “saygı duyulması gereken” arasındaki bariz eşitsizlik, birinci
kategoride olduğu düşünülenlerin alttan alta “tahammül edilecekler” olarak sayılmaya
başlamasına yol açarken, saygı beklentisini de kerameti kendinden menkul
biçimde kazanılmış ve vazgeçilemez bir “hak”a dönüştürüyor.
İlâve olarak böylesi
bir saygı beklentisi dinsel inancı da yedeğine alıp insan davranışlarında somutlaşma
çabasına girerken, ayrıca, belli bir söylem eşliğinde yukarıdan seslenen efendi’ye ait buyurucu bir dilin varlığını da onaylıyor. Ne var ki ideolojik bir
anlam dünyasını arkasına alıp, dinsel inancın da desteğiyle saygı beklentisi
içerisine girmiş bu dil, çıkış noktası ve söylem dağarcığı açısından güçlü bir biçimde
tanrısal buyruk’tan referans aldığı
iddiasını da yedeğinde taşımakta. Dahası, koşulsuz biçimde genelin dili’ne dönüşme, hayat içindeki bir takım durumlara karşı “tek
değerlendirme ölçütü olma” gibi bazı imtiyazları da kimseye bırakma niyetinde
değil. Bu sebeple inanca saygıdan beslenen bu tarz bir dilin, her durumu tek
yönlü biçimde kendi lehine çevirme ve mümkün olduğunca daha az taviz verme
gayreti, onun bir başka özelliği olarak burada dikkati çekiyor. Sonucunda bu
durum kişinin düşünce ve eylemlerine daha fazla otoriterlik, bencillik, tek
taraflılık, şiddete yatkınlık, olası esnemelere kapalılık ve asla eşitler arası
bir ilişkiye yanaşmama biçimlerinde de yansıyabiliyor.
Dolayısıyla, buradan
ilerleyen “demokratik” ya da radikal tüm İslâmcı reaksiyonerlik çeşitlerinin ortak
varış noktası, kim olursa olsun ve Dünya’nın neresinde yaşarsa yaşasın
öncelikle herkesin Müslümanların inancına saygı göstermek zorunda olduğu sonucuna
ulaşmakta. Zira bu otoriter saygı beklentisi, İslâmcı reaksiyonların amentüsü
gibi; en iyi bilinen ezber de zaten bu. Ortalama her İslâmcı (/dindar), inancının
gerekliliği saydığı her durum ve konu için koşulsuz saygı beklerken, bunun
tartışmaya açılmasını dahi inancına karşı yapılan bir müdahale/“saygısızlık”
olarak algılamaya fazlasıyla meyilli. Öyle ki, bu satırları buraya kadar okuyup,
yazarın “inanca saygısızlık çağrısı” yaptığını düşünecek milyonlarla birlikte
yaşıyoruz.
Diğer taraftan inanca
saygının, bir takım dinî görevler (/misyonlar) ile birleştiği zihnî kavşak, şahit
veya mağduru olduğumuz vahşetlerin de asıl kaynağını oluşturuyor. Çünkü geleneksel
yorumlara göre dinî olan/dinselleştirilen pek çok sembol, kavram veya ritüelin
etrafı, alternatif eleştiri, değişim ya da yoruma karşı kalın duvarlarla
çevrili. Müminlerin ilk görevi inanmak ise, ikinci görevi de inandığını ölümüne
korumak. Böylelikle görevi yerine getirmenin ağırlığı, inanca saygının kendi
içinde yüce bir değer olarak ele alınmasına da sebep oluyor. Bu kritik aşamadan
sonra artık inanca saygı, otoriteye uymayı (çoğu kez kültür, gelenek, inanç,
milletin değerleri adlarıyla da anılır), terbiyeli olmayı, itaat etmeyi, boyun
eğmeyi sağlamanın baskı araçlarına yerine geçiyor. Uyarmadan engellemeye, hatta
öldürmeye kadar giden eylemlerin tümü “meşruiyetini”, zaten bu koruma görevinden
alıyor. Yani ölüm de göze alınarak gerçekleştirilen türlü zorbalıklar, inanca
saygı mazereti arkasında neredeyse tamamen Allah rızası gözeterek yapılan eylemlere
dönüşüyor. Örneğin bazı boş vakitlerimde tanımak ve analiz etmek için Diyanet
Radyo dinliyorum. “Gerçek İslâm”ın IŞİD’den farklı olduğunu her fırsatta dile
getiren bu resmî yayın organının radyosunda kan, feda ve can vermek içerikli
bir sürü şarkı ve sohbet mevcut. Hatta en son dinlediğim şarkının dizeleri
şöyleydi: “Muhammed sana canım feda/Muhammed sana kanım feda…” IŞİD Müslümanların
çoğunluğunu temsil etmiyorsa bu ne oluyor? Peygambere “saygısızlık yapıldığı”
düşüncesiyle ortaya çıkan kitlesel reaksiyonlar ortadayken, sevgiyi ifade edici
başka kelimeler bulunamaz mı?
Öte yandan
İslâmcı reaksiyonerlik, kolay, başıboş ve sıklıkla hoşgörülen durumlarda
ifadesini bulurken, dinî konularda yaratılan hassasiyetlerin belirli bir süre
sonra ahlâkî davranış şekillerinden sayılacağı ve norm haline geleceği de iyi bilinmekte.
Üstelik bu ahlâkî şekiller sadece din adına ve dinî konularda eylem halinde
olma (ortak tepkilerden eylemlere, yardımlaşma, eğitim, ticaret ve sohbete
kadar) ile de sınırlı değil. Böylelikle mevcut dinsel hassasiyetlere karşı bir
tehdit algılandığında yine aynı ahlâkî şekiller, hızla rıza gösterme ve boyun
eğme davranışlarını da içeren ahlâkî normlar durumuna geçip, olası
“saygısızlıklara” karşı yapılacak eylemleri meşrulaştırmaya da yarıyor. Meselâ
en basitinden “oruca saygı” adına gösterilen hassasiyetlerin, inanca saygı
bekleyenler açısından nasıl bir tehdit algısına dönüştüğü ve bu algının kişisel
ya da kitlesel ama bilhassa şiddet yüklü hangi eylemlere yol açtığı, en iyi bilinen
ve en yaygın örnek olarak yanıbaşımızda duruyor.
Kısacası inanca saygı
hali, dokunduğu her alanı dinselleştirerek toplumsal hayat içerisinde fark
edilmeden sıradanlaşırken, metafizik düşüncenin yaygınlaşmasıyla da günlük
yaşamdaki pek çok olgu bir anda inancın konusu haline gelebiliyor. Bunun
sonucunda dinselleşen her durum ve şart için peşi sıra bir “saygı”
beklentisinin ortaya çıkmasına ise, dinin araçsallaştırılması diyoruz. Böylece
araçsallaşan dinin reaksiyonerliği de rasyonaliteden uzaklaşıyor. Elde
yapılanları haklı çıkarmak için kullanılacak inanca saygı mazeretinden başka
bir kavram kalmazken, bu mazeret günden güne zemin kaybettikçe, şiddet ve
vahşet eylemleri de aynı oranda artıyor. İşte dün olduğu gibi bugün de İslâmcı
reaksiyonerlik adına yapılan insanlık ayıplarının önemli bir sebebi, inanca ve
onun çerçevelediği bütün kutsallara saygı mazeretinin böylesi zorba eylemler
neticesinde kabul edilebilir zeminini kaybetmesi olarak işaretlenebilir.
Netice itibarıyla %99’un
%1’den ısrarla inanca saygı beklemesinin rasyonel bir açıklaması yok. Çünkü “çoğunluk”,
“azınlığın” da eşit değerleri olabileceğini reddettiği, kendinden başka bütün
farklı inanç ve ahlâkî yorumlamaları hiçe saydığı anda kendi anlamını da
yitirmeye başlar. Bugün tüm Dünya’da İslâmcı reaksiyonerliğin inanca saygı
üzerinden içerisine düştüğü açmaz, işte tam da budur. Ve bunun tek çaresi de ancak
inanca saygının ötekilere karşı İslâmcı reaksiyonerliğin biricik motivasyon
sağlayıcı, otoriter ve koşulsuz bir beklenti nesnesi olmaktan çıkarılmasıyla
mümkün olabilir. Ve öncelikle Müslüman coğrafyalarda örgütlü bir kötülük tarafından
esir alınan kitleler buna itiraz etmekle yükümlüdür. Oysaki İslâmcılar ve
onların etkisindeki dindarlar, hiç de haz almadıkları demokratik haklar
çerçevesinde inanca saygıyı, bireysel bir hak ve özgürlük biçimi olarak ateşli
şekilde savunurken, kendilerini de annesi tarafından ölümsüzlük suyuna
batırılan Aşil gibi görmenin büyülü huzuru içerisindeler. Hâlbuki bilinen bir kuraldır
ki, en güçlü olduğumuzu sandığımız anda bile, kendi hatalarımızdan kaynaklı zayıf
bir yerimiz bulunabilir. Ve hiç arzulamasak da o yerimizden vurulabiliriz.
Bu makaleye şu LİNK'ten de ulaşılabilir: http://www.birgun.net/haber-detay/islamci-reaksiyonerligin-kullanisli-mazereti-inanca-saygi-118595.html
[1] Yeni çıkan ve benim de bir
makaleyle (İdeolojik Bir Süperego Beklentisi Olarak İnanca Saygı) katkıda
bulunduğum, saygı kavramının tüm boyutlarıyla işlendiği kıymetli bir çalışma
için bknz: Saygı, (Editörler: İlker Özdemir & Yetkin S. Işık), Ezgi
Kitabevi, 2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder